RSS Feed for This Post

Ayıp sanat olur mu?

Bakılamayacak kadar sanatsal!

 

Geçenlerde Fransa’da çıplak çocuk bedenlerini oldukça erotik pozlarda gösteren bir sanat(?) sergisi mahkemelik olmuştu. Bordeaux mahkemesi beraat kararı vermişti ama Nan Goldin, Jeff Koons veya Garry Gross gibi sanatçıların(?) resimlerini gerçekten iğrenç bulduğumdan koymadım siteye. (“iğrenç” diye yargıladığımın ve sansürlediğimin farkındayım, bu da benim tercihim)

 

Eserlerini siteye koymak istemediğim bir başka sanatçı(?) Amerikalı Andres Serrano. İnsan dışkısı ve ölüsü üzerine uzmanlaşan Serrano Hz Isa’nın çarmıha gerilmiş bedeninin tasvirini de dahil edebiliyor dışkı ile ilgili çalışmalarına. Buna “sanat” deniyor, bir çok şehirde sergiler açılıyor, insanlar bilet alıp giriyorlar.

 

Neyin ayıp/gösterilmez olduğuna bir türü karar veremeyen bir insanlığın çocuklarıyız. Güzel nedir? Sanat nedir? “Aaa! Bu kadarı da fazla! Bu gösterilemez!” denilecek bir yer yok mudur? Sanatçı hukukun dışında kalmalı mıdır?

 

Aslında bu tür rahatsız edici sanat(?) eserlerinin bir faydası var: Sormayı hep ertelediğimiz “Sanat nedir?” sorusunu bize sordurmak. Yani kendisini “sanatçı” ilân eden her insanın yazdığı, çizdiği “sanat” olabilir mi? Meselâ mağara devrinde insanların Lascaux gibi yerlerde çizdikleri av sahneleri birer sanat eseri midir? İnsanın içindeki iz bırakma dürtüsüyle yaptığı herşey sanat sayılabilir mi? Tuvalet duvarlarına, merdiven boşluklarına yazılan şiirler, küfürler, çizilen resimler de birer sanat eseri midir?

 

Sanatsal faaliyetlerin hukuka konu edilmesi elbette sansürü çağrıstırıyor. Çünkü sanatçılar(?) her şeyi “kullanmakta” özgür olduklarını söylüyorlar. Gerçekten de duygular, hatıralar, sakatlar ve hastalar, dinsel inançlar, soykırımlar bir boya ya da fırça gibi sanata malzeme yapılabilir mi?

 

Lego Concentration Camp Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımı konu edinen bir sergi. Bu serginin New York’taki Yahudi cemaatinin desteğiyle açılmış olması dikkat çekici. O dönemde Yahudiler ikiye bölünmüşler, çoğunluk protesto etmiş. Bu sanat(?) eseri de bazı soruları getiriyor akla: Sadece Yahudilerin değil Romanların, komünistlerin ve akıl hastalarının da işkence altında can verdiği toplama kampları “sanat için” kullanılabır mi? Lego gibi oyunu, eğlenceyi çağrıştıran bir araçla temsil edilebilir mi acılar? Ailesi bu kamplarda can vermiş onca insanın hislerini bu derecede hafife almaya hakkı var mı bir sanatçının?

 

 

Ya insan bedeni?

Sanatın ne olduğunu söylemenin zorluğu karşısında ilk tepkim ne olmadığını söylemek oluyor. Kendi kendime diyorum ki hayatı ve insanı aşağılayan, bir “obje” mertebesine indiren (ya da bu riski içeren) faaliyetler “sanat” adıyla yüceltilmesin. Birisi ufacık çocukların çıplak resmini çekince ya da çekiçle bir keçinin başına vururken filme alınca “heyy polis, çek ellerini üzerimden, ben sanatçıyım, dokanma!” demesin. Tabi yine bu duruşun bir sonucu olarak “benim paramla asla!” demek istiyorum. Benim verdiğim vergilerle bu tür faaliyetler desteklenmesin. Eğer bir insan tuvalette ihtiyacını giderdikten sonra resmini çekip evine asıyorsa ayrı bir mesele. Ama çocuklarımın resim öğretmeni onları böyle bir sergiye götürürse bu benim sorunum olur. Hele hele bu sergi benim vergilerimle açılmışa… Yanılıyor muyum?

 

Cezayirli sanatçı(?) Adel Abdessemed başına çekiçle vurularak öldürülen bir keçiyi kamera ile kaydettikten sonra San Francisco Art Institute’da sergiledi. Halktan toplanan vergiyle desteklenen bu sanat(?) faaliyetine çok tepki gelmiş ama eseri sergilenmeye değer bulan yetkili çekicin bir sembol olduğunu, kişisel ve toplumsal boyutta devrimi temsil ettiğini söylemiş. Oysa Fransa’da yapılan bir röportajda Abdessemedin kendisi “ırkçılığın kötü bir şey olduğunu anlatmak için yaptım” diyor. Enstitünün sitesinde daha detaylı açıklama var ama zavallı keçinin ve öteki hayvanların öldürülme sebebini yine de anlamadım.

 

Rasgele bir yerde çekiçle hayvanlar öldürülse belki polis çağırılır, bu sanatçılar(?) psikopat oldukları düşüncesiyle akıl hastahanesine konabilir. Ama “durun, ben sanatçıyım” diyerek hukukun yetki alanı dışına çıkmak mümkün. Çünkü kimse sanatın ne olduğunu bilmiyor. Kimse “bu yaptığın sanat olamaz!” diyemiyor.

 

Bize ters gelen davranışlar sanat etiketiyle karşımıza gelince mayışıyoruz sanki? Peki kollarına jiletle sevdiği kızın adını yazan bir genç, kendi kanlarıyla Türk bayrağı çizen çocuklar birer sanatçı mıdır? Ölçü nedir? Evet ya da hayır demek değil derdim. Neye, hangi zemine dayanarak tutarlı yanıtlar verebiliriz sanat ve hukukun birbirine eklemlendiği bu bölgedeki binlerce soruya?

 

Şu anda okumakta olduğunuz paragrafa “Ya insan bedeni?” adını verdim. Zira vücudumuzun bir et-kemik yığını gibi görülmesine ve gösterilmesine karşıyım. İnsan bedenini fiziksel varlığından öte bir simge olduğunu düşünüyorum. Nasıl Türk bayrağı Türkiye’yi simgeliyorsa bedenimizin de bütün insanlığa ortak olan şeyi, ilk harfi büyük yazılmak üzere İnsan’ı temsil ettiğini düşünüyorum.

 

İnsan vücudu deyince Paris’teki bir mahkeme tarafından yasaklanan “Our Body” isimli sergi geliyor akla hemen. Mahkeme kararının gerekçesi “insanlık onuruna zarar vermek”. Zannediyorum bu terimi ilk kullanan Immanuel Kant olmuştu. Geçen zaman içinde laik bir tabu haline geldi insanlık onuru. Kimi liberaller “kurban olmadan suç olur mu?” diye soruyorlar. Evet, tamamen bireyci bir gözle bakarsanız kurban yok. Meselâ bir liberal şöyle diyebilir itiraz emek için: “Ölmüş bir insanın bedeninden sana ne? Akraban değilse? Rahatsız oluyorsan sergiye gitme kardeşim!”. Ama mesele burada bitmiyor. Tam tersine! Burada başlıyor. Ben sadece bir birey değilim ki. İçinde yaşadığım toplum ile de bir hukukum var. Toplumun gözünde İnsan’ın değeri bir saksı ya da bir dışkı mertebesine indirilirse ben nasıl yaşarım? Can ve mal güvenliğim de dahil herşeyim tehdit altına girmez mi? Böylesi saldırgan bir toplumda insanların yarısını polis yapıp diğer yarısını zaptetmek zorunda kalmaz mıyız?  

 

Yine de liberal hukuka hitap edebilmek için unutmadan ekleyelim, sanatçı(?) Gunther Von Hagens bu sergiyi açmak için Çin’de idam edilenlerin cesetlerini araklıyormuş. Ölenlerin aileleri itiraz ediyormuş ama rüşvet ile Çin’de kapı açmak kolay olduğundan Gunther Von Hagens artık bu ülkeye yerleşmiş. İlk mesleği anatomi imiş. Sanatçı(?) olduktan sonra köşeyi dönmesi bayağı bir heves uyandırmış meslektaşları arasında. Bir çok yeni ceset sanatçısı(?) türemiş. Yasaların kolay çiğnenebildiği ülkelerde ciddî bir ceset trafiği başlamış.

 

Sanatçı başka, boyacı başka!

Kanaatimce sanatçı ve sanat teknisyeni diye bir ayrım yapmak gerek öncelikle. Yani sanat yapan ile bazı boyama/oyma teknikerini uygulayabilen. Bence bir sanatçı ile bir boyacı aynı şey değil. Söz konusu teknikleri bilen ve uygulayanların bir tür estetizasyon yaptığını söyleyebiliriz. Yani sanat tekniği ile çekici hale getirme. Neden?

 

Gerçek hayat hızla etrafımızda olup bitiyor ve ayrıntılar üzerinde durup yoğunlaşmaya vaktimiz yok. Yaşadığınız şehrin karmaşasını düşünün meselâ. Ama uydudan çekilmiş bir fotoğraf ya da bir gece manzarası gözünüzü ister istemez çekiyor. Zira şehrinizi gerçekten GÖRME imkânı veriyor size bu fotoğraf.

 

Bir trafik kazası düşünün. İçindeyseniz ne olduğunu bile anlamadan oradan oraya savruluyorsunuz. Ama başkasının yaptığı bir kaza (ya da gazetedeki fotoğrafı) gözünüzü çekiyor. Görsel zekânız buna aç. Bu kazadan zevk almak değil, kazayı anlamaktan zevk almak söz konusu. Bizzat yaşadığınız bir kazada herşey yarım saniyede olup biterken gazetedeki fotoğrafın ayrıntılarında gözlerinizi dakikalarca gezdirebilirsiniz.

 

Yine bu sebeple romanlarda en ince ayrıntılarına kadar anlatılan bir kır gezintisi o olayın zihninizde gerçekten VAR olabilmesini sağlar. Kırlardaki çiçeklerin kokusu, güneşin ışıltısı, rüzgârın serinliği… Gerçekten yaptığınız bir piknik öyle değildir oysa. Çocuklarınızdan birini arı sokar, hanım dolma tenceresini evde untmuştur, güneşten ısınan araba koltukları kötü kokuyordur, giderken yolunuzu kaybetmiş, dönüşte trafiğe takılmışsınızdır…

 

Sanat teknisyeni bize gerçek hayattan daha çekici hayat dilimleri sunar. Bunun için biz onun ürünlerine bakarız, dinleriz, okuruz… Bu sayede gerçek hayatı daha iyi anlamayı umarız. Ama böyle çekici hale getirilmiş her ürün bir sanat eseri sayılabilir mi? Bu ayrı bir konu.

 

Sanat teknisyeni bize günlük hayatın dışında bir şey anlatabilir mi? “İnsan nedir? Neden var?” gibi sorulara yanıt arayarak düşünceye rakip ya da koltuk değneği olabilir mi? Bu soru ise okumakta olduğunuz yazının bel kemiği.

 

Nötr bir güç olarak sanat(?)

Sanatın yanına soru işareti koymaya devam ediyorum zira henüz sağlam bir tanım vermedim. Ama sanat teknisyeninin çekicileştirme (estetizasyon) gücünden bahsettim. Evet, bu gerçekten bir güç. Kendine ait kuralları, yöntemleri olan, hayata dair bazı şeyleri diğerlerinin önüne geçirmeye yarayan bir güç söz konusu olan. Bir anlamda basın gibi. Ülkede olup biten binlerce önemli olaydan hangileri manşette yer alacak? Halk neden bahsedecek? Gündemde ne olacak?

 

Çekicileştirme bilgisinin bir güç olduğu konusunda ısrar ediyorum. Zira görsel çekiciliğin mutlak bir insanî değer olarak kabul edilmesine karşıyım. Yani meselâ adalet ile aynı mertebede değil bu çekicileştirme dediğimiz şey. Daha çok teknoloji gibi, iyi veya kötü yönde kullanılabilecek bir teknik. Özetle aklın değil zekânın konusu. Neden?

 

Örneğin resim tekniğindeki ünlü üçgen kompozisyon kuralına bakalım. İnsan gözünün daha iyi seçebilmesi için figürler bir üçgen oluşturacak biçimde nasıl dizilmiş?

 

Philippe de Champaigne (1602-1674) tarafından yapılmış şu tabloya bakalım: Renklerin (üstte siyah-beyaz, altlarda mavi-sarı) simetrik biçimde dağılmasına, insanların oluşturduğu küçük üçgenlere ve bunları içine alan büyük üçgene dikkat edin. Başka kompozisyon örnekleri teşkil etmesi bakımından sırasıyla Edgar Degas ve Vincent Van Gogh’tan köşegen ve baklava kompozisyonları değerlendirin. Arkadan gelen fotoğraf karesindeki ağaçların boy farkı sebebiyle bir köşegen oluşturmasının bu kareye kazandırdığı “anlatım gücünü” de göz önünde bulundurun.

 

 

İyi sanat ve kötü sanat

 

Sanat tekniğinin, çekicileştirmenin bir değer değil bir anlatma gücü olduğunu böylece görmüş olduk. Yani sanat tekniği aklın mutlaka seçmesi gereken bir değer ya da bir doğru yol değil. Uğrunda başka şeylerin feda edilebileceği meselâ adalet gibi bir üstün değerden bahsetmiyoruz “boyacılık” derken. Boyacılık zekânın konusu.

 

Boyacılık mertebesinden sonra “sanat” denmeyi hak edebilecek, zekâya değil de akıla hitab eden üstün bir değer bulabilir miyiz?

 

Boyaları kazıdığımız zaman yine zekâya hitab eden ikinci bir katmanla karşılaşıyoruz ki bu yazı kapsamında buna “hikâye” demeği uygun buluyorum. Üçüncü ve son katman ise anlam olacak ve akıla hitab edecek.

 

Hikâye mertebesinde çekici hale getirilen (=estetize edilen) bir hikâye var. Boyacı sanat teknisyeninin bize anlatacakları var. Meselâ Francisco Goya’nın yaptığı El tres de Mayo adlı esere bakalım. Napolyon’un İspanya’yı işgal ettiği dönemdeki zulümü anlatan bu eserde kurşuna dizilen bir köylüyü anlatıyor “hikâyeci”. Yüzleri ve duyguları netleştirilerek ispanyolların birer insan oldukları buna karşılık fransız askerlerinin tek tip, acımasız birer emir kulu oluşları vurgulanmış. Köylünün beyaz gömleği yerdeki lambanın ışığını öyle bir yansıtmış ki lambadan daha beyaz ve parlak olmuş. Saflığı, masumiyeti çağrıştıran bu beyazlık kolların çarmıha gerilmiş Hz İsa gibi açılmasıyla daha da pekiştirilmiş. Bu “kara” günde gökyüzü lacivert değil siyah, uzaklardaki köy zulme rağmen halkın köklerinin burada olduğunu anlatıyor. Kurbanın hemen yanındaki rahip de direnişe aktif biçimde katılmış olan kilisenin Goya tarafından unutulmadığını ispat ediyor… Hikâye uzun.

 

Goya bu resmi elbette öyle kafasına estiği bir anda yapmadı. İspanyol ulusal kimliğine hizmet edecek bir propaganda afişi gibi, politik amaçla yapılmış bir eser bu. Goya gerçekte savaşa katılmadı ve buna benzer sahnelere de tanık olmadı. Olayların bitişinden 6 yıl sonra, 1814’te yaptığı bu eser için ispanyol hükümetinden para istemesi zannediyorum “business is business” boyutunu anlamak için yeterli.

 

Siyasî sanat(?)-boyama-hikâye deyince Nazilerin yaptıkları propaganda amaçlı sanat eserleri de geliyor akla. Gürbüz ve sarışın Alman gençleri, savaşın ve çalışmanın yüceltilmesi… Tabi faşist sanat deyince bir süre önce sorduğumuz “ABD’yi tedavi etmek mümkün mü?” sorusu hatırlanabilir. Bu soruya cevaben Amerikan Saldırganlığı ile sinema sanatının(?) Amerikan milliyetçiliğine hizmetini tartışmıştık okurlarla. Yine siyasî sanat çerçevesinde Türkiye’deki binlerce Atatürk heykelinin sanatsal değeri ve onları yapanların sanatçı(?) yönleri de ayrı bir tartışma konusu olabilir. Türkiye deyince unutmamak gereken bir başka sanat dalı da karikatür. Bu konuda Ayy bu Müslümanlar da pek çirkin! makalesi okunabilir.

 

Sanatçı(?) topluma karşı sorumlu mudur?

Buraya kadar gördüğümüz kadarıyla sanatçı dediğimiz insan “boyacı” ve “hikâyeci” bilgisiyle iyi ya da kötü amaçlara hizmet edebiliyor. Bilim ve teknolojinin bir insanlık değeri olup olamayacağını “Evrimcilerin iç hastalıkları” başlığı altında bilimin tartışmaya açmıştık. (Mustafa Akyol’un “‘Hayatta En Hakiki Mürşit’ Üzerine” isimli makalesinden esinlenerek)

 

Bu tartışmalar dahilinde bilimin tek başına meselâ adalet ve iyiliğin yerini alabilecek ya da bunları üretebilecek bir değer olmadığını savunmuştum. Nükleer enerjiyi keşfeden bilim adamının atom bombasını da yapabildiğine dikkati çekmiştim.

 

Sanat hakkındaki bu yazıda gördüğümüz örnekler ışığında, en azından “boyacı” ve “hikâyeci” sanatın da bilim gibi bir değer değil bir güç olduğunu anlattım. Ama büyük bir güç. Şu halde güç sahibi herkes gibi sanatçının da içinden çıkıp geldiği topluma karşı sorumlu olmasını savunmak mecburiyetindeyim.

 

Sanatçı bu sorumluluğu redderse ya da toplum sanatı hukuk dışı/üstü bir değer olarak kabul eder, boyacı-hikâyeciye sınırsız özgürlük ne olur?

 

Çok basit. Sanatın büyük gücüyle herşey çekici hale getirilebilir. Meselâ şiddet. Irkçılık. Bencillik, maddî çıkarların insan hayatının ve doğal yaşamın üzerinde tutulması…

 

Ayrıca sanatçıya sunulan bu “kusursuzluk” payesi yüzünden sanatla alakası olmayan bir sürü fırsatçı halkın tabularına saldıracak, insanları korkutarak, üzerek ünlü olmaya çalışacaktır. Sonuçta toplumla beraber sanat ve sanatçı imajı da yıpranmaya mahkum gibi görünüyor.

 

Böylesine vahşileşmiş bir toplum elbette sanatçının suçu olmaz. Ama sanatçı burada kullanılmış, sanatını, yeteneğini satmış olur. Satılmış sanat deyince aklıma ilk gelenler psikolojik harbin hizmetinde üretilmiş Kurtlar Vadisi, Çılgın Türkler ve Metal Fırtına gibi örnekler.

 

Satılmış sanatın en büyük darbeyi İnsan’a vurduğunu söylemek isterim. Topluma en pahalıya patlayacak olan zannediyorum İnsan’ın silinmesi olur zihin coğrafyamızdan.

 

Avusturyalı Elke Krystufek gibi sanatçıların(?) izleyicilerin önünde mastürbasyon yapmasına “sanat” denildiğinde kendimi saldırıya uğramış hissediyorum. Ülkemin sınırlarını aşan bir düşman ordusu yok görünürde ama kelimelerimi, düşüncelerimi yağmalayan bir çapulcu ordusu var. Zihin coğrafyamda süregelen bu saldırı devam ederse zaten korumaya değer bir şey kalmayacak korkarım. Ne ülkemin sınırları içinde ne de evimin duvarlarıarasında… Bu paragrafı da Hamza Yusuf’un yorumuyla bitirelim:

 

“Basılı kültüre geçişimizin en problemli yanı, bunun büyük bir kısmının kadın bedenine ait cinsel öğeleri içermesi olmuştur. İnsanlığından soyutlanmış, rötüşlenmiş, yanlış ve doğal olmayan duruşlarda, arı sokmuş gibi dudaklar, büyütülmüş göğüsler ve ceza gibi diyetler ve yorucu egzersizler sonucu şekillendirilmiş butlar, porno yıldızlarının bu çarpıtılmış modellerine ait resimler ve filmler erkeklerin hayat arkadaşı, eş, kız kardeş, anne ve genelde kadınlar hakkındaki realistik beklentilerine ciddi bir tehdittir. Toplumun gözleri saldırı altındadır, bunun anlamı kalplerimizin de öyle olduğudur. […]” (Araf Dağına Tırmanış isimli yazıdan alıntı)

 

Sanat Nedir peki?

 

Tahmin edebileceğiniz gibi ansiklopedilerde ortak bir tanım yok. Hemen her kaynak etimolojisi üzerinde durmuş, Fransızca’da art (artificiel = yapay) İngilizcede art (artificial = yapay), Almanca’da Kunst (künstlich = yapay) ve Türkçede sanat (suni = yapay [Arapça’dan])…

 

İngilizce ve Fransızca tanımlarda “algıya, duygulara ve zekâya hitap etmek için bilinçli olarak şekil verme” denmiş. Bunu oldukça küçültücü buldum. Çünkü bu sanatı boyacı-hikâyeci çerçevesine hapsetmek olur, bizim detaylı biçimde anlattığımız çekicileştirme (estetizasyon) ya da sanat tekniği diyebileceğimiz şey. Kimi kaynaklarda ise yaratıcılığa vurgu yapılmış. “ortak bir insanlık değeri” denilmiş ki bu da yazıda savunduğumuz duruşa aykırı. Sanatın bu derecede yüceltilmesini de hatalı buluyorum.

 

Bu sebeple kendi tanımımı üretmeye karar verdim. Şöyle sormuştum bu yazının tam ortasına geldiğimizde:

 

Sanat teknisyeni bize günlük hayatın dışında bir şey anlatabilir mi? “İnsan nedir? Neden var?” gibi sorulara yanıt arayarak düşünceye rakip ya da koltuk değneği olabilir mi?

 

Kanaatimce İnsanî Sanat kelimenin bittiği yerde düşüncenin yardımına koşma kapasitesine sahip. Henüz adını bile koyamadığımız hislerin, hallerin, düşüncelerin ifade yolu olabilir.

Benim gözümde sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

Zekâ gözümüzü kapatıp akıl gözümüzü açmak için gönderilmiş bir davetiye!

 

Sanatçı ise bilim adamlarında ve filozoflarda bulunmayan bir aydınlatma kapasitesine sahip insan olabilir ancak. Sanatçının eserleri zamanın akışını durduran tılsımlı bir cisim olmalı, deney ve gözlem yoluyla öğrenme imkânımız olmayan bilgiyi ve bilgeliği bize aktarmalı. Beşerlikten İnsanlık’a giden bir köprü olmalı her sanat eseri.

 

Biraz açalım şimdi: Bir natürmorta bakarken açlıkla bakmıyoruz. Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile. 

 

Friedrich Nietzsche’nin (galiba Goethe’den esinlenerek söylediği) bir sözünü hatırlatıyor bize bu gözlem: “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana”. Övgü perdesini aralayıp sözün aslına yöneldiğimizde Nietzsche’nin işaret ettiği şeyin sanatın gücü olduğunu fark etmiyor muyuz? Zamanı ve mekânı iptal eden ve bu kısıtlarla formatlanmış zekâmıza rağmen bize başka bir dünyanın varlığını müjdeleyen bir anlatım gücü?

 

Deney ve gözleme dayalı (ampirik), doğa kurallarıyla önceden belirlenmiş (determinist) bir dünya dışında VAR olduğumuzun farkına varmak. Immanuel Kant’ın “Ding an sich” terimiyle işaret ettiği ve Saf Aklın Eleştirisi’nde sayfalarca anlattığı şey tam da bu değil mi? İnsan’ın ve Varlık’ın olduğu gibi gibi algılanması.

 

Sanatımız ya da “sanat” diyerek yücelttiğimiz şey toplumun kendine, İnsan’a, bugüne ve yarına bakışını şekillendiren çok büyük bir güç.

 

Sanatın, sanatçıların insafına bırakılamayacak kadar önemli birşey olduğunu düşünüyorum…

Çağrışım Kaynakları

Mesnevî (Mevlâna Hazretleri) , Mişkat’ül Envâr (Gazâlî Hazretleri), Saf Aklın Eleştirisi (Kant), Güzelliğin Analitiği (Kant), Madde ve Bellek (Bergson),…

Tavsiye okuma:

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 27 Yorum

  2. Yazan:SQ Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Mehmet Bey, çok kapsamlı ve derin bir konuda yazmışsınız, insan neresinden bir yorum yapsın çok zorlanıyor:) Misal ifadenin ilk ve en önemli öğesi olarak vücudun kullanıldığı “Body Art” gibi.

    Bahsettiğiniz noktaları anlıyorum aslında, bazen büyük harflerle başlayarak yazılan Sanat mevzusunda mental mastürbasyonların içinde bir boşlukta kalıyor herşey ve kaçasınız geliyor.:) Özellikle sanat galerilerinde bu hissi daha çok yaşıyorsunuz.

    Sanatı içinde yaşanılan ekonomik, kültürel, siyasi ortamdan ayrıştırıp açıklayamayız. Bugün sanat tarihi kitapları Lascaux örneğinden başlar, bakarsak dönem koşullarına bu çizimlerin bir çeşit hemeopatik büyü işlevi taşıdığı fikri güçleniyor. Aynı şekilde heykelin de ortaya çıkışına bakarsak, ideal güzellik tasvirindeki Venüs heykellerinin atasını neolitik ve öncesi dönemlerden kalma bugün insanlarına pek güzel gelmeyecek vücut hatlarına sahip idoller(küçük heykelcikler)lerde bulabiliriz. Zengin İtalyan ailelerinin evlerini süsleyen Venüs figürü ile ritüel amacıyla kullanılan koca memeli, karınlı, kalçalı Venüs figürü birbirinden oldukça farklı. Burda işte kadının bereket imgesinden seyirlik bir nesneye dönüşmesi serüveni saklı. “güzel”kavramı da değişiyor elbette.

    Sanatçı-boyacı ayrımı yapmak biraz yetersiz kalabilir. Artık Goya’yı, Degas’ı epey geride bıraktık. Bırakın hikayeci bir anlatımı, Body Art, Happening, Performans sanatı, kavramsal sanat gibi birçok akım çoktan tuvalin pabucunu dama attı ve “teknisyenlerin”bilgisine dahil farklı bir çok malzeme önem kazandı. Estetizasyondan çok, fikir ve tepkiden bahsedebiliriz. Burada “iyi sanat” ve “kötü sanat” çok tuzak kavramlar, neyin iyi neyin kötü olduğu çok göreceli. Nazilerin “yoz sanat” sergisi açıp, yoz buldukları eserleri teşhir etmeleri gibi bir hal alabilir.

    Nazilerden bahsetmişken, propaganda sanatı için sadece modern dönemlere bakmamak lazım. Bir Sistine Şapeli, kilisenin en iyi propagandasıdır ki dinsel resimin yasaklanmayışı hatta teşvik edilmesi “okuma yazma bilmeyenlerin İncili” olarak tanımlanmıştır papalık tarafından. Sanatın herzaman “satılmış”bir tarafı da varolmuştur, Romantizmden sonra sanatçı toplum nezninde bugünkü “romantik” imgesine kavuştu. Rönesansta sanatçı dediğin bir çeşit “boyacı”dır, toplumda piposu ve boyunbağı ile gezen “ayrıcalıklı” bir sınıf mensubu değildir.

    Aslında belki de sorun, sanatı haddinden fazla yüceltmek. Sanatın soyut hali(bunu soyut sanatı kastetmek için yazmadım) su gibi kalıbın şeklini alıyor, bir yerden sızıntı noktası buluyor ve akışa geçiyor. Kalıp iyiyse ne ala.
    Tezahürün tezahürünün tezahürüne dokunuyoruz, görüyoruz, işitiyoruz. (Ain-Ain Soph-Ain Soph Aur gibi). John Cage, bir performasında piyanonun başına oturup, hiç birşey kalmadan kalkar mesela. Bu “iyi sanat”mıdır, “boyacılık”mıdır “sanatçılık”mıdır bilemem ama Zen Budizminden etkilenen Cage için akışın kendisidir ve izleyiciyi şaşırtır. Barok dönemde böyle bir eylem, deli diye hastaneye kapatılma sebebi olurmuydu acaba?
    Sanatın akışkanlığına karşın (bir sanat akımı olan Fluxus’un akmak manasına geldiğinin da altını çizerim) bizim burada bahsettiğimiz akımlar, kalıplar, değer yargıları hepsi katı formlar, şekillenmiş biçimler. Bir şeyin yüceltirken de katı formlara hapsedebilirsiniz, anneliğin kutsal olmasının bir çok katı duvar oluşturması gibi Birşeyi açıklamaya çalışmak sınırlamaktır aynı zamanda. Hele işin içine ideoloji girerse, sosyalist sanatın toplumsal gerçekçi tarafı, Amerikan Soyut Dışavurumunun bireyselliği, Pop-Art’ın kapitalizmle bağlantısı gibi.

  3. Yazan:SQ Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Birde dini çevrelerin “kutsalıma dokunmayın” tadında sanat eleştirilerine değinmek isterim ki bana çok anlamsız geliyor.
    Bugün aynı dini çevrelerin görmek için can attığı Caravaggio resimlerinin zamanında çok tepki topladığı söylenir. Çünkü İsa dahil olmak üzere dini figürler, çıplak kirli ayaklı, üstü başı eskimiş, ışığın da etkisiyle sefil bir biçimde gibi görünür. Herkesin alıştığı dini figürler, üstünde tek leke olmayan pırıl pırıl giysiler içinde, tertemiz imajlardır.

    Bu “kutsallık” kalıbının hür bir aklın ve kendine ve imanına güvenen bir içselliğin ürünü olabileceğini sanmıyorum.

  4. Yazan:SQ Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Şunu unuttum:

    Bahsedilen ders kitaplarındaki “çıplak kadın”, Delacroix’ın “Halka Yol Gösteren Özgürlük”resmindeki elbiseden gözüken göğüs kısmı sanırım. Bunu görüpte tahrik edici bulan Milli Eğitim’i de ayrıca kutlamak isterim, erkeklik böyle ispat oluyor sanırım. Yersen!

    Bizim zamanımızda üniversitede çıplak model çizimi vardı, hala varmı bilmiyorum ama öğrendiğim kadarıyla sonradan bazı öğrenciler dini inançlarına ters düştüğü için çıplak model çizimi almamayı teklif etmişler. Görünüşte masum bir istek ama o zaman şunu da sorgulamak isterim, orada işini yapan çıplak modele cinsel bir gözle bakmak nefsini terbiye edememek değil de nedir? Tamamen çıplak değil de iççamaşırı ile olsa gene şikayet dilekçesi verilebilir mi?

  5. Yazan:eg Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    “Burada “iyi sanat” ve “kötü sanat” çok tuzak kavramlar, neyin iyi neyin kötü olduğu çok göreceli”

    elbette göreceli ama bu görecelilik bir insanın – ya da sanat eleştirmeninin – eleştirdiği bir esere kötü sanat demesine engel değil. kendi açımdan ortalığa sanat diye salınan (sözünü ettiğiniz performans sanatlarının %99.9 küsürü dahil buna) birçok eserin kötü sanat olmak bir yana çöplük olduğunu düşünüyorum. bu da benim relativite hakkım olsun:))

  6. Yazan:SQ Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Bir sanat eleştirmenin relativite hakkına saygı duyarım tabi:) Sanat tarihçiliği ise biraz daha objektif olmayı gerektiriyor olabilir. Ama kişisel fikrimi sorarsanız çöplüğü katılmamak da elde değil. Özellikle sanat galerine göz atınca…
    Bu yüzden “tarih”kısmını daha çok seviyorum, çağdaş sanata geldi mi iş, kimi zaman içimi sıkıntı bastığını da ayrıca itiraf edeyim.

  7. Yazan:Levent Cetin Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    > Ayip sanat olur mu? – Buz gibi olur.
    > Etimolojik kaynaklari fikrinizi aciklamak icin tek yonlu veriyorsunuz. Art> ‘> in kokeni artificial degil, ama artificial> ‘> in kokeni art olabilir. Tum dillerde, buna Nisanyan> ‘> in etimolojik sozlugu dahil sanat> ‘> in karsiligi beceri, ustalik kokenlerinden geliyor. Suni kelimesi de ayni kokten turetilmis, ancak sanat> ‘> in kokeni suni degil. Burada ciddi bir mantik hatasi var. Iliskili kelimeleri koken olarak gostermektesiniz.
    > Sanatci uretsin diye kimse vergi vermek zorunda degil. Bence devlet elini tamamen sanattan cekmeli. Devlet sanatcisi gibi komik unvanlar hemen kaldirilmali. Yanilmiyorsam > “> devlet sanatciligi> “> Ozal> ‘> in icat ettigi komik kavramlardan biriydi.
    > Sanat> ‘> in toplumun duygularini yansitmak gibi bir islevi var. Nasil yansitacagini sinirlarsaniz sanat diye birsey kalmaz. Sanatin ozunde > “> siradan insanlar gibi dusunmemek> “> vardir, siradan insanlar sanata sinir getirirse sanat diye birsey kalmaz.
    > Dunya uzerinde, tarihin her doneminde sanatci-soytari ayrimini halk zaten yapmistir. Bugun kimse 200 yil onceki bir soytarinin adini hatirlamaz, ama sanatcilarin hepsi hatirlanir. O yuzden Bedri Baykam gibi capulcular zaten etraflarindaki yapay guruh kaybolunca unutulacaktir.
    > Bu gun kimse Cemal Resit Rey> ‘> i, Adnan Saygun> ‘> u ve rezil operetlerini dinliyor mu? Fasist okullarda ront falan yapiyorlar ancak. Sanatci olsalardi, herkesin ipodunda olurlardi. Halk herkesin hakkini verir. Arsivimde 3. Selim, Kanuni Sultan Suleyman bile var ama Akkoyun Operasi yok. Onu kemalistler dinlesin.
    > Bedri Baykam ne yapmisti. Gencliginden beri masturbasyon yapip kullandigi kagit mendilleri sergilemisti. Evet bu uyduruk insan, silinmis kagit mendillerin hakettigi yere gidecektir, kanalizasyona. Gerekli yere onu halk gonderir.
    > Yapitlarini butun dunyanin begendigi bir cok klasik ve modern ressam insan bedenini ciplak olarak cizmislerdir. Bu insanlar yargilanmali miydi?
    > Sanata yargi yolu acarsaniz cizgiyi cekmek icin de sanatci olmaniz gerekir. Neyin ahlaki neyin gayri ahlaki olduguna hukukcu karar verirse orada sanat manat hic birsey kalmaz.
    > Hem sanatin anlami gunumuzde yeterince kirli. Savasa bile sanat diyorlar. Saniyorum sanata mudahale etme istegi o kadar da kolay cozulebilecek bir konu degil.

  8. Yazan:ayse Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Sanirim ulkemizde her kesim ayni hastaliktan musdarip, sanatciya saygisizlik. Kimi dunyaca unlu yazarimiz Orhan Pamuk’u linc eder, kimi dunyaca unlu ressamimiz Bedri Baykam’a kufreder, kimi Cemal Resit Rey’i kucumser, kimi dinci-milliyetcilerimiz Idil Biret konserini icki iciliyor diye basar, bakan bey Fazil say’a cek git der! Off off ki ne off… Neyse nesilleri tukenecek bu sanat dusmanlarinin ama ne zaman?

  9. Yazan:eg Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    ayse hanım sorun sanat düşmanlığı değil, daha çok verilen her şeyi sanatla ilgili doğru düzgün bir fikir ya da zevke sahip olmadan, sırf kendisine “verildiği için” sanat diye gören bir zevksiz oburluktan kurtulmak sorunudur.

  10. Yazan:fatma Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Ayşe hanım,

    bir yorumunuza bir de Mehmet Yılmaz beyin geniş ve sağlıklı bir çalışmanın ürünü yazısına bakınca yazı altındaki yorumlar bölümünde bu çalışma ürünü olan yazıya nasıl da haksızlık ettiğinizi görünce gerçekten üzüldüm.

    Bedri Baykam’a dünyaca ünlü ressam diyebilecek kadar resim sanatından uzak bir gözlemin elbet böyle bir yorum düşmesi oldukça doğal.Bir de o yorumunuzdaki tarafgirlik adına balık hafızasına dönüşmüş hafızanızı tazelerseniz ;çekip gitmek isteyen Fazıl Say idi.Ayrıca İdil Biret konserini basan ‘ilkel yaratıklar’ da dindar falan değildir,sizin yorumunuzun engin derinliği dindarlara,dinci diyerek kendi öfkenizi kusmak olabilir elbet tam bahsettiğiniz gibi konseri basanlar dincidir,dindar değildir ikisini aynı kareye koyup bir taşta iki kuş yakalarım gibi entelektüel düşüncelerinizi Fazıl Say ve Bedri Baykam ekolü ve ideolojisinden almış olmalısınız.Sizin gibi sanat sever yorumlar oldukça bu ülke daha çok müzisyen (!),daha çok ressam (!),daha çok sanatçı(!) üretir.

  11. Yazan:ayse Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Fatma Hn.,

    Bedri Baykam da begenseniz de begenmeseniz de hatiri sayilan bir ressamdir. Azicik Turk resmiyle hasir nesir olmus herkes bunu bilir.
    “Bedri Baykam (born Ankara, 1957) is an internationally acclaimed Turkish artist and intellectual.”
    Bu wikipedia’dan ama benzer seyleri herhangi bir sanat kitabindan okuyabilirsiniz.
    Fazil Say’a da begenmiyorsa ceksin gitsin denmistir, Bunu diyen hukumetteki insanlar, artik siz bu baskidan gocunmuyor ve normal buluyorsaniz bence ayip edersiniz.
    Demedigim seyleri, su bu ekoldensin diyerek, lutfen agzima koymayin. Ben konser basan zorbalara dindar demedim, dinci dedim, zira “ilkel
    yaratiklar” sirf icki iciliyor diye dini argumanlari kullanarak zorbalik yaptilar. Aynen ramazanda icki icilmesine bile dayanamayan, Hz. Muhammed’in resminin cizilmesine bile tahammul edemeyen, etraftaki kisa kollu kizlari taciz eden ilkel yaratiklar gibi, ya da Yeni Safak’ta ya da Zaman’da fotograflari tesetture sokan baskalari gibi. Unutmayin tum “ilkel yaratiklar” dinci de degildir, kemalist de olabilir, ulusalci da, cemaatci de.

  12. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    SnowQueen Merhaba,

    Walla size mail atacaktim görmeseydiniz, ne de olsa temel egitiminiz ve mesleginiz icabi konunun içindesiniz.

    Düsüncelerinizi paylastiginiz için tesekkürler.

  13. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Enver Hocam,

    Seni yakalamisken bir soru sorayim;

    “Sanat dinin kardesidir” diye bir sözün var senin. Bu yazinin sonuç kisminda anlattigim seyi mi kasdediyorsun yoksa tam olarak çakmamis miyim?

    Aslinda senin bu sözünden bahsedecektim ama senin adina konusmus gibi olmasin diye yazmadim. Orjinal anlamini sana sorayim.

  14. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Ayse Hanim,

    Sitemize hos geldiniz, “derin mevzu” etiketli yazilar insanin iç dünyasi ile dis alem arasinda baglanti kurmaya çalistigimiz, birbiriyle ilgisiz gibi görünen konular arasindaki “gizli” iliskileri su yüzüne çikarmaya çalistigimiz çalismalar.

    Siz bu yazilari okumayin, size vakit kaybi ve kafa karisikligindan baska bir sey getirmez.

    Saygilar

  15. Yazan:Levent Cetin Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Ayse hanim size bicerdoger lazim. Sapla saman karismis biraz.

  16. Yazan:cb Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Mehmet bey,

    genellikle yazılarınızı beğenen biriyim lakin şunu söylemeleyim ki -diğer emeklerinize haksızlık etmeden- son zamanlarda okuduğum en dolu dolu yazınız,öncelikle tebrik ederim,düşünmeye sevketmesi noktasında,tespitler ve örnekleri ayrıca başarılı buldum.Sanırım siyasi okumaların yormasıda bunda etkili,sağolsun Enver bey de bunu yapıyor,arada nefes aldırıyorsunuz bize.

    Tr sanatını ve sanata bakışını,genelleme yapıp haksızlık etmek istemeden oldukça başarısız ve oldukça kısıtlı görüyorum.Bence bunun iki nedeni var,yanlış yorumlanan dinden(İslam) kaynaklı bir sanata karşı uzak duruş bir de tarihi itibari ile maalesef siyaset ile fazlaca yoğrulmuş ve baskın bir zihniyetin etkisinde kalmış yığınların,adı konmamış ama zorbalığa yakın bir sistemde şekillenen insanların oluşturduğu bir ülke de ;’özgür ruh ‘ gibi bir kavramın kazanılmasının,sanatçıya gerekli ‘ derinlik,içselleştirme,duygularını yönlendirme ‘ gibi kazanımların olmasını beklemek zaten çok sağlıklı değil.Bunun yanısıra Batı komplexinde gelişmiş büyük taklitçilik,ki sanatın sanat kabul edilmesi için bence eserin ve sanatçının sıfır noktasından başlaması gerekiyor,belki öncesiz; elbet ‘ kendi yağıyla kavrulan sanatçı yoktur ‘ ama bu kavrulmada dahi taklitçilik etkisinden kurtulup,yeni bir sıfır noktası bulmak gerekir diye düşünüyorum,maalesef biz de bu taklitçiliğin etkisinde pek gelişememiştir.Bir de gerekli cinsellik(?) yerine,sanata olan itibarın az olması nedeniyle sanat dikkat çekmenin üstün bir sanatçı ve sanat eseri ortaya koymak yerine maalesef her zaman tutan ‘zorlama’ bir cinsellik vurgusu,bundan kaynaklı sanata gereksiz yere gölge düşürmüş pornografi,bunun sınırsızlığında gelişen edepsizlik ve hayasızlık da yine bu noktadaki başarısızlığın bir diğer yönüdür.Biraz da sanatın toplumuna göre şekillenmesi gerektiğini düşünüyorum,elbet toplum için değil ama toplumun bir açığını karşılayacak ya da toplumu bir sonraki aşamaya götürecek aşamada gerekli bir mihenk taşı olan sanatın,toplumdan kopukluğu ve alakasızlık ile fazla hemhal olmuş baskınlığı yine oldukça iğreti duruyor.

    Aslında daha uzun yazmak istiyorum ama dönem itibarı ile düşünmeye yoğunlaşacak gibi bir durumda değilim maalesef.

    Son olarak ;

    ”Sanatın, sanatçıların insafına bırakılamayacak kadar önemli birşey olduğunu düşünüyorum…”

    diyerek zaten noktayı koymuşsunuz.

    Ayrıca,’Çağrışım Kaynaklarınızı’ başarılı buldum.

  17. Yazan:SQ Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    @MY
    Aşkolsun, siz yazarsınız da görmez miyim:)

  18. Yazan:eg Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    sevgili mehmet,
    aslında sanat dinin kardeşidir sözü ufak değişiklerle aliya izzetbegovic’e ait bir söz. ama ben de sık sık kullanırım. aslında tam olarak kastettiğim şey senin sonuç yerinde anlattığın şey değil; ancak yakınlıklar var. belki uzunca bir sanat felsefesi yazısı yazmak lazım. mesela kant’tan ve nietzsche’den örnek vermişsin. kant ile nietzsche’nin en azından sanat konusundaki görüşleri ilk bakışta benzer gibi görülür ama detaylarında çok farklılaşırlar. hatta nietzsche kant’ı sanatın asıl içeriğini anlamamakla ve tüm sanatı “güzellikle” doldurmakla suçlar. hatta kant için yapılacak bir eleştiri kant’ın sanatı bir temaşa(herhangi bir ontolojik ilişki içinde olmadan ve müdahele etmeden her türlü güç, akıl,iradeyi paranteze alarak sadece güzelliğe odaklanmak) düzeyine indirgeyip yaratıcılık yönünü(yani asıl ontolojik ilişkiyi kuran yönü) daha az önemsemesi olmalı. zira kant’ın güzellikle ilgili söyledikleri şeyler bu tür bir sonuca vardırabilir bizleri.

    benim kastettiğim şey tam aynı olmasa bile nietzsche ile çok yakın. ben de onun gibi sanatı ve estetiği tamamen ontolojik bir mesela olarak görüyorum. bir ara (belki bir yazıyla) ne kastettiğimi daha net anlatabilirim. ama kant’ın estetik görüşlerinde itiraz edebileceğim noktalar az olsa da çok fazla eksik nokta olduğunu (aynen metafizik ve aklın sınırlarıyla ilgili eleştirilerinde olduğu gibi) düşünüyorum. burada paylaştığım özellikle tasavvuf sinema ilişkisinde rüya yazım bu ontolojik ilişkiyi deşmeye niyetli olan bir yazıydı açıkçası. bu yüzden sadece sinema açısından değil tüm sanat açısından benim görüşlerimi derleyip toparlayan bir yazıydı. o ontolojik ilişki de dinin derunî boyutlarıyla sanatı birbirinin kardeşi yapıyor. daha geniş yazmak umuduyla şimdilik bunları söylemekle yetineyim.

  19. Yazan:MY Tarih: Ağu 13, 2009 | Reply

    Enver kardesim,

    Niçe amcam ve Kant Bey tabi her konuda hemfikir degiller ama taaa Eflatun’dan gelen bir perde muahbbeti var biliyorsun. Mesnevî’de de var. Bergson’da da var. Tabi tarifleri, kesif metodlari degisiyor. Aslinda aklima takilan daha derin bir mesele var, bu perde o perde midir? Mesela Kant Bey’in NUMEN-FENOMEN ayrimiyla Mesnevî’deki gölgeler, isiklar ne derecede akrabadir?

    Bu konuda ciddi ciddi çalismis olan var midir? Yoksa Islam düsüncesiyle “gavur” düsüncesini karistirmayalim deyip çikacaz mi isin içinden?

    Sakin “bati metafizigi analitiktir, bize uymaz” deme, Bergson amcam intuition ve durée (?içgüdü/6ci his ve süre) gibi konularda acayip holistik takiliyor 🙂

    Ne diyorsun bütün bunlara?

  20. Yazan:Mustafa Tarih: Ağu 13, 2009 | Reply

    Yelpazeyi genis tuttu Mehmet Bey. Cok konulari dile getidi.

    Ayip ile sanat

    Efendim kadinlarin ve erkeklerin örtünmesi hem adetdendir, hem pratik sebebler (soguluk-sicakliktan korunma) hem ibadet olabilir. Islamda örtünmek ibadetdir. Allahu teala icin yapilir. Dogu hiristiyanligi, yahudilik ve Islamiyet kadinlarin örtünmesinde agirliklari vardir. Hindu kültüründe kadinlarin müslüman kadinlar gibi örtünmeleri müslümanlarin tesirinden gelmis (TVda bir hindu bayan tarihci izah etmisti). Bati Avrupada ise her ne sebebdense latin kültüründe eski yunanda oldugu gibi ciplaklik sanat ile el ele idi. Hiristiyanlik bu konuda birsey yapamamis. Tersi adapte olmus. Cermenlerde “ayip” duygusu romalilardan pek degisik düsmedi. Vatikanda bircok ciplak kadin büstleri vardir. Zaman zaman kadinlarin örtünmeleri “moda” olmus ama bu daimi degildi veya köklü degisim getirmemisti.

    Sanatin sinirlari

    Her kültürde yapilan bilen ve yapilmamasi gereken kurallar olur. Cerceve olur davranislar icin. Sanati yapan insanlar bir toplumun ferdleridir. Sanatda yasak olan seyler herserde öyle veya böyle vardir. Sanat yapiyorum diye insanin izzetini zedelemek veya devlete isyani tesvik ve bircok baska sebebler ile sinirlama getirilmis. Cerceve bir tane olmali ve her yerde aynen uygulanmalidir diyenlere ne demeli? Bir cikis yolu birakalim halk karar versindir. Cogunluk ne derse o olsun. Ama bu nasil olacak? Halki soranmi var? Halki “egitilmesi gereken” “Koyun sürüsü” gözü ile bakiliyor. Bati Avrupadada aynen öyle. Halk “egitiliyor”. Adim adim belirli davranis ve görüsler yukaridan medya ile empoze ediliyor. Sonunda halk benimsiyor genis capta.

    Sanat ve teknoloji

    Teknoloji ve ekonomi sanati esir altinda tutuyor. Para getirebilecek seyler serbest olmali zihniyeti hakim. Ne din ne felsefe sadece para eliti karar verir nerde sinirlarin olacagi. Modaci müzikci hepsi sistemin esiri. Sanatin fikri, hedefi, kutsali, manasi, serefi yoktur artik. Parayi basan alir kullanir. Sonunda öyle toplum cikarki ne siir ne sanat ruhu olur. Dumurlasmis zevksizlesmis ic dünyalar.

    Islamiyet ve sanat

    Sanat camiye ve namaza ve camide namaz müslümani namaz miraci ile Rabbine yaklastirir. Bütün ibadetler ve ilimler namazin daha iyi yapilmasi icinmis. “Rabbine dön” emrine en iyi sekilde uymak icin.
    Birisi derse sanat insani fikre ve insanin temel sorularina tesvik etmeli ve zevkine vardirmali. Buda yukarida yazdigim sanatin hedefine zit degildir. Hakikati arayan “El-Hakka” kavusur elbet zamani gelince.

  21. Yazan:eg Tarih: Ağu 13, 2009 | Reply

    :)) valla kant’ın numen-fenomen tanımlarını önemsemekle birlikte numen ile fenomen arasına koyduğu kalın duvarları aşmayı becerebilen bir geleneği tümden yok saydığını düşünüyorum. kant için “kendinde şey=numen” bilinemezdir. ben bunu biraz daraltayım: kendinde şey ancak rasyonel metafizik ile bilinemez. ancak bunun bilinmesinin başka yolları vardır. kant bunlardan çok fazla haberdar olmadığı için ve aslında batı felsefesi akıl dışını felsefe dışına ittiği için (mesela tüm uzak doğu dinleri ve islam tasavvufu bu ‘kendinde şey’in nasıl bilinebileceğinin öğretileridir bence)bu konularda oldukça eksik kalır. madem rasyonel olarak bilemiyorum, o zaman bunların varlık ya da yokluğunu bilemem noktasına gelir.

    yani şöyle düşünüyorum: kant ya da herhangi bir başka filozofla bizim düşüncemiz ve geleneğimiz arasında her şekilde bağ vardır. zira hakikat tüm dünya tarihi boyunca çeşitli şekillerde kendisini göstermiştir. felsefe de bunlardan bir tanesidir. ama kendi açımdan kant ve bergson dahil hiçbirisinin batı metafizik düşüncesine hakim olan rasyonelizmden kurtulabilmiş olduğunu düşünmüyorum. batı metafiziği analitiktir “bize” uymaz demiyorum. demediğim için detaylarıyla öğrenmeye ve öğrendiklerimi eleştiriye tabi tutmaya çalışıyorum zaten. ancak batı felsefesinin bergson ve kant dahil tüm temsilcilerinin (ta ki niçe’ye kadar) rasyonalist olduğunu düşündüğüm için, kant dahil metafizik eleştirilerinin de bu rasyonalizmden ciddi pay aldığını ve bu yüzden de ya rasyonel metafiziğin dairesi içinde kaldığını, ya da “metafizik” tabir ettikleri hakikatin deneyimlenmesinin imkanını ortadan kaldıran bir nihilizme sürüklendiklerini düşünüyorum. niçe de tahlili son derece doğru yaptığı halde, tahlilinin sonucunda hakikat diye birşeyin olmadığı sonucuna vardığı için ve aklı eleştirirken kendi aklının tuzaklarına düştüğü için çıldırmıştır. yani batı felsefesi sokratesten beri akılcıdır. platonun ideleri de aslında akılla ilgili idelerdir. bu açıdan mesela ibn arabî’nin ayân-ı sabitesi ile aynı şeyler değildir bunlar.

    el sonuç: batı felsefesini çok ama çok iyi öğrenelim ama büyüsüne kapılmayalım derim ben.

  22. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 13, 2009 | Reply

    “…Bergsonculuk, edebiyat alanında da farklı bir üslubun doğmasına neden olmuştur. Bergsonizmin bir yansıması olarak, Yahya Kemal ve Tanpınar’da süreye (durée) ve sürekliliğe(5) yapılan bütün estetik vurgular, toplum olarak yaşanan hafıza ve miras kaybı, bunun getirdiği keder, hüzün, yas, melankoli duygulanımlarını içeren bir halet-i ruhiyenin neticesidir. Yahya Kemal’in Üç Tepe’si bu düşüncenin bir manifestosu olarak nitelenmektedir. Ayrıca, Şekip Tunç’un Hakiki Hürriyet, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fehim Bey ve Biz ve İsmail Hakkı’nın Kerbelaya Giden Derviş’i Bergson felsefesinin muhafazakar düşünceye yansıyan anlayışının en veciz ürünleri olarak görülmüştür. (Çınar, Muhafazakarlık : 2003)

    Batı felsefesinde mekanizm, determinizm ve zihincilik; bilimde Darwincilik, Lamarkçılık ve ahlakta da faydacılığa karşı getirdiği etkin eleştirilere dayanan Bergsonculuk, 1920’li-30’lu yıllar içerisinde muhafazakarlara, pozitivist, rasyonalist ve devrimci yaklaşımlara karşı alternatif felsefi bir akım olarak yeni tezler sunma imkanı sağlayan ekol olmuştur.

    Bergson’un düşüncesi, muhafazakar bir modernlik arayışında, geleneğe referans vermeyi ve geçmişi bugünün bir parçası olarak önemsemeyi meşrulaştırıyordu. Muhafazakar düşünce, modernliğin düz çizgisel ilerleyen zaman anlayışından rahatsızlık duymuş; yıkan ve yeniden yapan modernizme karşı değişmezin, sürekliliğin arayışında olmuştur. Cumhuriyet inkılabının maziden her alanda radikal bir kopuşu hedefleyişi, maziyi bir öteki imgesi olarak kuruşu muhafazakar yönelimlerin bu ihtiyacını derinleştirmiştir.

    Bergsonculuğun felsefe alanında getirdiği yeni anlayışın başında anti-materyalist ruhçu temelde “din” konusu başta gelmektedir. Bergson’un da katkıları ile dinin modern toplum içerisinde yeri ve canlanma olanakları, din-bilim ilişkisi, inancın sosyolojik kavramlaştırılması, din ile sosyalizm ilişkisi gibi konular üzerine yoğun tartışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Bergson’un zihincilik karşıtı ve epistemolojik olarak sezginin üstünlüğünü savunan görüşü, pozitif bilim anlayışını tamamen yıkamamakla birlikte döneminin bilimcilik düşüncesini derinden sarsmıştır. (Safi : 2005)

    Bergson’a göre; ilmi bilginin ötesinde felsefi bilgi vardır ve sezgi de zekadan ayrı bir bilgi vasıtasıdır. Zeka, madde aleminde mutlak hakikate ulaşabilir. Ancak, hayatın bilgi vasıtası zeka değildir. Bu alandaki mutlak hakikate ancak sezgi ile ulaşılabilir. Bu iki vasıta kendi alanları dışına çıktıkları zaman hiçbir şey göremez, boşlukta kalırlar. Bu yüzden Bergson’un felsefesine “sezgi felsefesi” denilmiştir. (Eroğlu : 2007)

    Bergson’a göre sezgi, aklın iradeyi hapsettiği çemberden içgüdü vasıtasıyla kurtulur ve bu suretle hayatı doğrudan doğruya bilir.(?) Şu halde metafizik bilgi, bölüp parçalamadan, anlık bir ışımayla içeriden bilen vasıtasız bir bilgidir. Metafizik, sezginin hükümran olduğu ve akışın dinamik bir biçimde kavrandığı doğrudan bilgi alanıdır. (Tokay : 1988)

    Yeni bir metafizik anlayış içerisinde ruhun yaratıcı gücüne yapılan vurgu ve madde dünyasındaki yaratıcılığın kaynaklarının araştırılması, Bergson’un sıçramalı evrimcilik anlayışı içinde öne çıkan yaratıcı irade ve hayatın kendiliğinden yaratıcı potansiyeli üzerine yapılan yoğun tartışmalar, Batı düşüncesi içerisinde yaşanan ve Türkiye’ye de yansıyan yeni bir dönemin habercisi olmuştur.

    Bergson’un özellikle süre (durée) kavramı, Cumhuriyet’in ilk dönem muhafazakarlarının modern zaman algısı ile gerilimlerini çözmede ve geçmişin konumlanacağı yerle ilgili endişelerini giderme noktasında birebir işlevsel olmuştur. Bergson’a göre süre parçalanamaz; parçalanması niteliğini kaybetmesi demektir. Kendi ifadesiyle “Süre, geleceği kemiren ve ilerledikçe büyüyen geçmişin daimi bir ilerlemesidir. Geçmiş hiç durmadan büyüdükçe kendisini de hiç durmadan hıfzeder. (Aydoğdu : 2000; Öztürk : 2007) Mesela Tanpınar’ın “yekpare, geniş bir an” sözleri, bu zaman kavrayışının tipik sembollerinden biri olarak nitelenegelmiştir…”

    bu uzun alıntıyı “sanat” ın ne’liğine dair konuşulunca ve bergsondan da bahsedilince faydası olur umuduyla yaptım. tamamına şuradan bakabilirsiniz:http://antiotoridan.blogspot.com/2009/07/din-devlet-iliskileri-baglamnda.html

    şimdi buna değinme sebeplerimden birincisi sanat’ın başlıbaşına bir gayya kuyusu oluşuna inanmam ve sanat üzerinden devlet inşa etmenin örnekleriyle dolu bir dünyada yaşamamızdan. ister gelecekte ister geçmişte. mesela türkiye’de bir koca edebiyat mekanizmasının arka planını ve neyi inşa ettiğini görebilmek için bergsonu tanımak lazımdır. sadece bergsonu mu?
    katılıp katılmamak ayrı mesele ama kanaatimce yukarıda verdiğim linkte “muhafazakarlık” üzerine yapılmış farklı bir araştırmayı yayınlamıştım. hoş, yerleşik algılara aykırı bunu biliyorum yani kendimize aid olduğunu sandığımız mistik telakkide hz.Muhammedden çok bergsonu görmek insanı üzebiliyor ve doğal bir refleksle ilk elden inkar etmeye teşvik edebiliyor bu insanı ama okumanızda fayda var; ben de daha önce eflatun’un faşizmin babalarından biri olduğunu bilmiyordum iyi bir adama benziyor diye düşünmek daha konforlu geliyordu. açılsın diye bir alıntı da ondan yapalım:

    “İlkelerin en büyüğü, erkek-kadın hiç kimsenin öndersiz kalmamasıdır. Kimsenin aklı kendi girişkenliğiyle iş becermeye alışmamalıdır. Savaşta da, barışta da herkes gözünü önderine dikmeli ve sadakatli onun ardından gitmelidir. Örneğin, ancak böyle yapması buyurulunca kalkmalı, yürümeli ve yemelidir. Bir kelimeyle, herkes kendi ruhunu, bağımsız hareket etmeyi hayal edemeyecek ve böyle hareket etmek yeteneğini büsbütün yitirecek biçimde alıştırarak eğitmelidir.”

    perdeleme iyi bir örnek; perdenin ardından bize bilgi taşıyacak şaman aynı zamanda sanatın üstadı ve sezginin de devi olacaktır dure duree…

    birde size katılmadığım bir ayrıntıyı bu vesile ile aktarmak isterim mehmet bey. şöyle demiştiniz:

    “…Müslümanlar tersine bir siyasî yönetim biçimi olusturdular, bir devlet gelenegi ortaya çikti…” bana kalırsa “devlet” i yıkarak insanca yaşamın temeli olan hukuk’u inşa ettiler.

  23. Yazan:MY Tarih: Ağu 14, 2009 | Reply

    Rüstü Bey sagolun,

    Bergson’dan yaptiginiz alintilar çok faydali. Gerçekten de din, zaman, tabiat, vb üzerine yazdiklari çok ilginç bu düsünürün.

    Bir düsünürü ya hep ya hiç diyerek körlemesine kabul/red edenleri hatali buluyorum. Ben bu insanlarin yazdiklarini birer alet kutusu gibi görüyorum. Belki bir düsünürün bazi fikirlerini Müslüman oldugu için daha iyi anlarim. Bir baskasini ise bana yakin bir çagda yasadigi için.

    Hakikat bin fasetli bir elmas gibi. Bir yüzünü Gazalî Hazretleri parlatmis, bir digerini Bergson. Bana göre hepsi ALLAH’tan. Bu düsünürleri bizim anlayis seklimiz de kendi aydinligimiz ve karanligimizin bir sonucu degil mi?

    (sanirim siz de böyle düsünüyorsunuz)

    Ancak yorumunuzun en sonunda bana katilmadiginiz noktayi iyi anlamadim. Biraz açarsaniz memnun olurum.

    Saygilar

  24. Yazan:rüştü Tarih: Ağu 15, 2009 | Reply

    kardeş bundan önce giden isimsiz yorum benimdi çok uğraştım bulabiliyorsanız yayınlayın yoksa sağlık olsun vardır bunun da bir hikmeti selamünaleyküm

  25. Yazan:ampirik kraliçe Tarih: Ağu 18, 2009 | Reply

    un jugement d’un tribunal de bordeaux ne fait pas jurisprudence
    la preuve, un autre tribunal parisien a interdit une expo pour atteinte à l’intégrité humaine …..

    ce qui prouve que ce n’est pas la justice qui peut régler cette question de l’immoralité de certaines œuvres « d’art »

    encore une fois je crois que l’on en revient à l’appréciation souveraine de chacun, de savoir en son âme et conscience, ce qui relève de l’art ou non

    cette notion étant évidemment totalement subjective car pouvant varier d’ une personne à l’autre selon ses propres sensibilités ou expériences passées.

    à moins d’instituer un régime totalitaire , il parait difficile de poser une interdiction pure et absolue sur la diffusion de telles « œuvres » ….

    Sanatın, sanatçıların insafına bırakılamayacak kadar önemli birşey olduğunu düşünüyorum…

    et pourtant ….

    liberté … j’écris ton nom ….

    cela étant dit : article REMARQUABLE , bravo

  26. Yazan:MY Tarih: Ağu 18, 2009 | Reply

    ampirik kraliçe,

    sitemize hos geldiniz, güzel sözleriniz için tesekkürler.

    normal kosullarda Türkçe disindaki dillerde yazilmis yorumlari yayinlamiyoruz.

    Bu dili kullanmayan okuyucular için asagiya bir tercümesini veriyorum:

    Bir Bordeaux mahkemesinin karari ile içtihad olmaz. ispat? Paris’teki bir mahkeme insan onuruna saygisizliktan dolayi bir sergiyi yasakladi.

    Bu da ispat ediyor ki “sanat” eserlerinin ahlaksizligi meselesinin çözüm yeri mahkemeler degil.

    Bir kez daha neyin sanat olup olmadigina karar verme mercinin insanlarin vicdani oldugunu görüyoruz. Tabi bu da tamamen göreceli, herkesin hassasiyetine ve geçmisine bagli.

    Totaliter bir rejim kurulmadigi müddetçe bu tür “eserlerin” yayilmasina engel olmak zor gibi görünüyor.

    “Sanatın, sanatçıların insafına bırakılamayacak kadar önemli birşey olduğunu düşünüyorum…”(MY)
    “… ama özgürlük, adini yazarim …” (Paul Eluard)

    Bütün bunlardan sonra çok güzel bir yazi, bravo

  27. Yazan:Beril Boz Tarih: Eyl 20, 2010 | Reply

    Kendi kendime diyorum ki hayatı ve insanı aşağılayan, bir “obje” mertebesine indiren (ya da bu riski içeren) faaliyetler “sanat” adıyla yüceltilmesin. Birisi ufacık çocukların çıplak resmini çekince ya da çekiçle bir keçinin başına vururken filme alınca “heyy polis, çek ellerini üzerimden, ben sanatçıyım, dokanma!” demesin.

    evet, haklısınız.
    ve hayvanları topluca katletmenin ve taze et yemekten başka hiçbir manası kalmamış olan kurbanın adı da ibadet olmasın. (Konu dışı görünebilir ama fikrimce çok yakından ilişkili)

  28. Yazan:ç-z Tarih: Nis 20, 2012 | Reply

    “Muhafazakar sanat” üzerine güzel bir tartışma

    http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=426ED5E2AC9EDF55EE7E3C86998407E2?yazino=1271265

    http://www.taraf.com.tr/cihan-aktas/makale-muhafazakar-sanat-basortulu-kadin.htm

    http://www.taraf.com.tr/murat-belge/makale-muhafazakar-sanat.htm

    http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20375341.asp

  1. 20 Trackback(s)

  2. Eyl 29, 2009: Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? : Derin Düşünce
  3. Oca 29, 2010: Giuliano Carmignola ile ibadet : Derin Düşünce
  4. Şub 17, 2010: Bakmak ve görmek:Sanat’ta ayrıntı (1) : Derin Düşünce
  5. Mar 8, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  6. Mar 9, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  7. Nis 30, 2010: Boşluk aynası ve Edward Hopper: Sanat’ta Ayrıntı(8) : Derin Düşünce
  8. Eki 24, 2010: Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri) : Derin Düşünce
  9. Ara 8, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (5) : Derin Düşünce
  10. Ara 15, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (6) : Derin Düşünce
  11. Mar 25, 2011: Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek : Derin Düşünce
  12. Eki 22, 2011: Kırık parçalar (Marilyn Monroe) : Derin Düşünce
  13. Kas 22, 2011: Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri : Derin Düşünce
  14. Ara 17, 2012: Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
  15. Ara 17, 2012: Figüratif resim sanat mıdır?
  16. Şub 14, 2015: Sanat / Eğlence / Entertainment / الفنون
  17. Ağu 2, 2015: Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri)
  18. Eyl 9, 2015: Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek
  19. Mar 8, 2016: Kadına Karşı Şiddet Aforizmaları | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  20. May 12, 2016: Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  21. Eyl 11, 2017: Estetizasyon / Ayartma / aestheticisation | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin