RSS Feed for This Post

Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri)

 Birbirine aşk ile mi dolanmıştır o iki sağ el yoksa dua mı etmektedir? Neden iki sağ el? Bir aşk mümkün olsun diye iki elin iki farklı kişiye ait olduğu mu anlatılır yoksa tek bir sağ el aynada kendini mi seyretmektedir? Rodin müzesini gezen bir göz (=akıl) zannediyoruz La Cathédrale isimli o heykeli unutamaz kolay kolay.

Başlangıçta sıradan insanların gözünde kocaman, şekilsiz bir taştı belki… Ama Rodin o mermere, maddeye baktığında bitmiş eserini, maddenin surete bürünmüş hâlini görüyordu… Bomboş bir tuval karşısında ressam da neticeyi, maksadını, muradını, eserinin kemale ermiş hâlini hayal eder.

Sanatçıların zâhirî “yaratma eylemi” aslında bu tasavvur halinde, hayal aleminde zaten “yaratılmış” olan bir şeyin maddî alemde de VAR edilmesidir. Bir başka deyişle MADDE yani mermer, tuval, boya veya şairin, yazarın kelimeleri işte bu mânânın surete bürünmesi, maddî alemde tecellî etmesidir.

Maddî ortam sanatçıdaki mânâların yansıdığı bir ayna olur. Aynadaki suret sanatçının anlattığı gerçeğin kendisi değildir. Ama o gerçekten ayrı da değildir. Surete bakarak perde arkasını yani gerçeği görmek için sanatçının lisanını, sanatındaki semboliği bilmek gerekir. Bu sembolik sanatçıya bağlıdır. Hayat hikâyesi, acıları, umutları, korkuları, kavgaları… Ayrıca eserin yapıldığı dönemi, sanatçıyı etkileyen fikirleri,  tarihi olayları bilen kişinin gözü (yani aklı) sanatçının lisanına da hakim olur. Sadece akıllı (=gören) seyirciler lisanı kullanarak sanat eserine baktıklarından zahirden gerçeğe doğru gidebilirler.

 Aynanın ve yansımanın ne olduğunu bilen göz (yani akıl) baş aşağı duran bir cami gördüğünde bunun suda yansıyan bir akis olduğunu teşhis eder, başını yukarı kaldırır, gözünü (yani aklını) gerçeğe çevirir ve gerçek camiyi bulur. Aynanın ters çevirici yansıma lisanından gafil gözler ise baş aşağı duran camiye bakıp şaşırırlar.Başlarını ters çevirmek yoluyla gözlerini (=akıllarını) surete uydururlar. Şekilcidir bu yaklaşım, Hakikat’ten uzaklaşan boya-sanat’ın yoludur bu. Hedonistlerin, ırkçıların, pozitivistlerin buluştuğu meydana çıkar bu yol. Zira NE? sorusunu merkezden çıkarıp yerine NASIL? sorusunu koyar.

Kâinat ALLAH’ın “ol!” emriyle var olduğu için bütün varlıklar O’nun sözleridir. Bu bağlamda Kâinat’ın yaratıldığı Lisan’ın dışında bir gerçeklik olamaz. Haliyle iktisab al nu’ût yani O’nun sıfatlarıyla şereflenmek de bir bakıma bu “Lisan” ile alâka kurmak, Lisan-ı İlâhi’yi kesbetmek mânâsındadır.(*)

“Varlık bir harftir, sen onun mânâsısın” diyordu Şeyh ül Ekber Hazretleri. Sormadan edemiyoruz kendimize: Bu Lisan(**) ile yazılan Varlık harfinin mânâsına işaret eden aklî emareleri insan gözüyle (=aklıyla) görmek mümkün müdür?

 « Cansız’dan Canlı’ya geçişte zahiren de olsa bir irade var. Çorak, Hayat’sız bir toprağa yağan ilk yağmur damlaları nasıl o toprağın içine işlerse Madde’ye öyle işliyor İRaDe. Hayatiyet dediğimiz şey baş harfi büyük yazılmak üzere bu İRaDe, Madde’ye canlılık veren. Sonsuzluğa erişme MuRaDını, ölüme direnme MuRaDını Madde’ye “sokan” bir İRaDe var. Madde’nin Madde olarak var oluşu bir iradenin neticesi olarak görülebilir. Ama “Canlı Madde” olan bitki ve hayvanlar bizzat o Madde’yi var eden İRaDe’nin minik gölgeleri, yansımaları. » (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)

 Kâinat’a bakarak Hakikat’i görmek için gözümüze yol açabilecek bir Kâinat lisanı var mıdır? Mısır hiyeroglifini ya da Hitit çivi yazısını ilk defa gören arkeologlar gibiyiz sanki. Elimizde bir dizi işaret var. Tıpkı Eski Mısır tapınaklarının duvarlarındaki kuş, timsah, insan ve bitki tasvirleri gibi. Bir maksadı olduğu belli bu işaretlerin. O maksadı anlamak için ise işaretlerin arkasında gözle görünmeyen / soyut / maNTıKsal / aklî bir şeyler aramak gerek. Eski Mısır lisanı (gramer, fonetik,…) ile birlikte bu lisanı konuşan toplumun tarihi, gelenekleri, dostları, düşmanları, korkuları, umutları…

“Kâinat’ın lisanını çözmek için bilgi bulabileceğimiz bir kaynak var mı?” diye sorulabilir. Bu  konuda Kâinat’ı yaratan Sanatçı’dan ve O’nun Elçisi’nden (SAV) daha güvenilir bir kaynak düşünmek imkânsız doğal olarak:

 “En güzel isimler Allah’ındır. O halde, O’na bu güzel isimlerle dua edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın….” (A’râf, 7/180; bk. Tâ-hâ, 20/8; Haşr, 59/24); “Allah’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen (hıfz) kimse cennete girer.” (Buhârî, Deavat, 68. VII, 169); “Allâh’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri sayan (ihsâ) kimse cennete girer.”(Müslim, Zikr, 6. III, 2062)

 Peki ALLAH’ın isimlerini ezberleyip peş peşe saymak, daha doğrusu o isme tekâbül eden sesi dil ile, diş ile gırtlak ile çıkarmak yeterli mi? Eğer bu soruya “evet” diyebilseydik yani “zikir” (***) sadece bir sesten ibaret olsaydı Müslüman makinalardan ve Müslüman binalardan da bahsetmek mümkün olabilirdi. Şuur olmadan Mânâ olmuyor. Mânâ olmadan da ne zikir, ne namaz ne insan…

Bunun için diyoruz ki göz ve kulak görme/işitme sürecinin özü değil de bir parça, bir uzantıdır. Benzer şekilde dil/diş/dudak gibi organlar da “zikir” sürecinde aklî birer uzantıdır. Esası değildir:

 “Nasıl ki dil ile “ateş” demek dili yakmıyor, “su” demek harareti gidermiyor, “ekmek” demek karnı doyurmuyor, “kılıç” demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (ALLAH’ın rızası dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz. […] Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar. Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, kelime-i tevhid de mâna olmaksızın hiçbir fayda sağlamaz. (Er-Risâletü’t-tevhîd Hz. Gazâlî)

 Bu gün tanıtacağımız kitabın tam adı Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna yani ALLAH’ın en güzel isimlerinin sırrının mânâsının keşfi.

Şeyh ül Ekber Hazretleri kitabın isminden başlayarak bazı hususları okurun nazarına veriyor. Neden keşif? Çünkü özgün bir fikrî eser, bir icad, bir üretim, bir inşa değil söz konusu olan, önceden var olan bir şeyin, bir sırrın keşfi. 99 isimi kapsadığı halde başlıkta çoğul olarak  “sırlardan” değil de tekil olarak TEK BİR SIRDAN bahsedilmesi yine dikkate değer.

Nedir o sır? Bu sorunun cevabını İbn Arabî Hazretleri’nin bir başka eserinde, Tadbîrât İlâhiye‘de verdiğini görüyoruz. ALLAH’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılan İnsan’ın bu maksada, bu kemale(?) erişmesi hakkında bilgi verirken şöyle diyor:

 “Halife kendisine bu mertebeyi Emanet Eden’in vasıflarıyla bezenmeli, donanmalıdır. Öyle ki bu donanım onun eylemlerine, yaşantısına aksetmelidir. Bu vasıflarla donanma sürecinin mânâsını Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna‘da açıklamıştık.”

 Esmâ-i Hüsna konusundaki eserleri incelemiş olan okuyucularımız şüphesiz fark etmişlerdir ki mevcut eserlerin çoğu mevzunun bir ya da iki yönü ile ele alırlar. Yani Esmâ-i Hüsna’yı Ta’alluk (alâka kurma, bağlanma), yahut Tahakkuk (gerçekleştirme), veyahut da Tahalluk (ahlâklanma) veçhelerinden sadece biri ya da ikisi üzerine odaklanırlar. Bu yazıda tanıtmaya gayret ettiğimiz Keşf al Mânâ bu üçünü de açıklaması bakımından zannediyoruz bir orijinallik arz ediyor. Şeyh ül Ekber Hazretleri’nin Marifet’i her bir isim için üç veçheden ele alması ve her bir isim için tek tek bu üç veçheyi nazarlara vermesi gözden kaçmamalı.

Keşf al Mânâ kitabında Marifet’e Ta’alluk,Tahakkuk ve Tahalluk veçhesinden aynı anda bakılması bir kaç sebeple önem arz ediyor ama  teori ve pratiği birbirinden ayırmayan Hikmet ile ilgili kısımın altını çizmek isteriz.

İnsan eğer öğrendiklerinin etkisiyle davranışlarını değiştiriyorsa gerçek anlamda bir öğrenme sürecinden bahsedilebilir.  Ama ya insan tersini yapıyorsa? Meselâ sigara içen bir doktor düşünün; ya da depremde yıkılma ihtimali olan evinden taşınmayan bir mühendis? ALLAH’a inanmış ama  günahlardan uzak durmayan biri? Bu bilgilerle donandıkları halde bilgiyi eylemlerine yansıtmayanların hâli ne acayip. Sırtında kitap taşıyan bir eşeğe benzemiyorlar mı bu insanlar? İlimleriyle amel etmedikleri için, teori ile pratiği ayrı tuttukları için bilgi hamallığı yapıyorlar.

 “Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.” (Yeni başlayanlar için Mesnevî)

Keşf al Mânâ okunup bitirilebilecek bir kitap mıdır? Sanmıyoruz. Bazı kitaplar insanlara hayat boyu eşlik eder. Sırlarının kesafeti, ilimlerinin bereketi sebebiyle yaşantızın her anında, geçlikte, yaşlılıkta, bir doğumhanede ya da ölüm döşeğinde başka başka mânâlar keşfedersiniz.

Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden bahsettiğim yazıyı bitirirken şöyle demiştik ki aynı sözler Keşf al Mânâ için de geçerli:

 “Evet, Mesnevî’yi okuyup anlamak mümkün. Ama bitirmek? Mesnevî kanaatimce bir hayat projesi. Hayatımın değişik dönemlerinde elime aldığımda bulduklarım da değişiyor. Bir kaleidoskop gibi değişken, onunla kurduğum ilişki üzerinden bana beni yansıtıyor Mesnevî. Zannediyorum ki bu kitaptan öğrenilecek şeylerin hepsi kelimeye dökülebilir, objektif bilgiler değil. Aşk da İman da ilim öğrenmenin birer kanalı, penceresi. Haliyle Mesnevî ile onu okuyanlar arasında kurulacak öznel, sübjektif bir ilişki var.”

 

Dipnotlar

(*) Makalemizde eser hakkında verilen bilgiler bu eşsiz kitabı Fransızcaya kazandıran Pablo Beneito ve Nassim Motebassem’in takdim, dipnot vb katkılarından derlenmiştir. Bizim istifade ettiğimiz, Beyrut’ta hazırlanmış olan bu Fransızca-Arapça baskı çok faydalı, açıklayıcı takdimler, fihristler de içeriyor. İstanbul İslâm Eserleri Müzesi ve Beyazıt Kütüphanesi’deki el yazmalarından da istifade ederek hazırlanan baskıda orjinal eserden alınmış imajların (fotokopilerin) bulunmasının kitaba ayrı bir güzellik kattığını düşünüyoruz.

(**) Namaz kılan Müslümanla bir filmin senaryosu icabı namaz kılıyormuş gibi yapan aktör arasındaki mesafeyi idrak edebilen akıldır. Kâinat’a, Eser’e bakarak Sanatçı’yı görme potansiyeline sahip olan da akıldır (=gözdür). Bu madde-mânâ arasındaki mesafeyi idrak etmeye başlamak kanaatimce ilk önemli adım. Kâinat’ın Şiiri’nden (lisanından, semboliğinden) bahsetmiştik daha önceki görme-akıl ilişkisini ele alan bir yazımızda ve şöyle demiştik:

“[…] Tabiat bilimleriyle ve analitik zekâ ile erişemeyeceğimiz ama başka türlü okuyabileceğimiz bir Hakikat var. Vehimlerimizden Gerçek’e, gerçeklerden Hakikat’e geçiş mümkün ama bu bir takım simgeler, rumuzlar ve metaforlar vasıtasıyla olabiliyor ancak. Bunun için “Kâinat Şiiri” diyorum. Bu Şiir’in kendine özgü bir sembol sistemi var ve Görmek-Anlamak fiillerinin birleşmesi (tevhidi?) bu sembol sisteminin bir parçası. […] Hegel‘in Estetik yani sanat felsefesi adlı eserinde isabetle teşhis ettiği gibi:

“Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir”

Çölde ve sıcak asfaltta su görür insan. Ama bu “su” aslında seraptır. Biri sıcak diğeri soğuk (=farklı yoğunluktaki) iki hava katmanının yan yana gelmesinden kaynaklanan bir yansımadır gerçekte. İnsan güneşe baktığında onu parmaklarının arasına alabileceğini görür. Ama gerçeğin böyle olmadığını da bilir. Çünkü GÖRMEK (=ANLAMAK) aklî bir işlevdir, et-göz sadece bu sistemin küçük bir parçasıdır. İşte çöldeki serapların peşinde susuzluktan ölmemek için “Kâinat Şiiri” üzerine düşünmek gerekir.

Bu yolla vehimlerden, zahirî (görünen) alemden Kâinat Şiiri sayesinde Gerçek’e yükseliriz. Bu sayede aklettiğimiz gerçeklerden de Hakikat’e geçiş yine “Kâinat Şiiri” yoluyla olur. Yoksa Akıl (=göz) kendini Yaratan’ı akledemiyorsa (görmüyorsa) neye yarar?”( Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur )

(***) ALLAH’ın isimlerinin anlaşılması, öğrenilmesi, bu mânâlar üzerinde tefekkür edilmesi veya isimlerin dua içinde zikredilmesi başka şeydir, nefs ile mücadele gayesiyle tesbih edilmesi bambaşka bir şeydir. Bu tesbihat insanların yalnız başlarına karar verip yapabileceği bir iş değildir. Meselâ geçim sıkıntısı içinde olan bir kişi “haydi ben her gün şu kadar EL-REZZAK çekeyim de rızkım artsın” derse avuç avuç antibiyotik, uyku ilacı, vitamin vs yutan bir insana benzer. Doktorlar bile muhtevasını, etkisini çok iyi bildikleri halde ilaçları değişik hastalara değişik dozlarda ve sürelerde verirler.Yaşı, cinsiyeti ve geçirdiği hastalıklar sebebiyle aynı ilaçlar farklı insanlar üzerinde çok farklı tesirler yapabilir. Bir kaç Esma-ı Hüsna kitabı okuyup kendi başına zikir yapmaya kalkışmak SON DERECEDE SAKINCALIDIR.

 

…Bu makale ilginizi çektiyse…

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:oturanboga Tarih: Eki 24, 2010 | Reply

    Gazali alıntınız çok önemli bir alıntı kanımca ““Nasıl ki dil ile “ateş” demek dili yakmıyor, “su” demek harareti gidermiyor, “ekmek” demek karnı doyurmuyor, “kılıç” demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de …”

    Bu görüşe Şems’de de rastlıyoruz, Mevlâna’da da. Bugün ezoterizm, kuantum, titreşim diye karşımıza çıkan okullar, kabalistik bir bakışla tasavvufun içine girmeye çalışıyorlar.
    Bir kısmıda Arabi Hz. üzerinden bunu denemeke.

    Bir de not : Harfler birer semboldur. Bu konuda hazırlanmış tezi sunalım. Yazar bu konuda bir kitapta hazırlamış bulunmaktadır.

    http://www.ibnularabi.com/ma001.pdf

  3. Yazan:ç-z Tarih: Eki 25, 2010 | Reply

    Oturanboğa link için çok teşekkürler.

  4. Yazan:MY Tarih: Eki 25, 2010 | Reply

    Oturanboğa Selam,

    Henüz okumadim, hizlica göz gezdirdim ama ilginç bir belgeye benziyor, gerçekten tesekkürler.

    Eskiden insanlar bir kitabi bulmak için deve sirtinda günlerce seyahat edermis, simdi tam tersi, akil almaz bir bilgi kirliligi var. Bu sebeple sizin gibi bir süre fikir alis-verisinde bulundugumuz dostlarimizin tavsiyesi büyük kiymet tasiyor. Fikirlerini, degerlerini az da olsa tanimaya basladigimiz insanlarin tavsiyeleri GOOGLE’da bulunabilecek link yagmurundan çok daha verimli 🙂

    Tekrar tesekkür.

    Dua ile

  5. Yazan:Emilio Santos Tarih: Eki 26, 2010 | Reply

    işte böyle doyurucu yazılar koyun ki buraya tok kalkalım mekandan.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Ara 17, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (7) : Derin Düşünce
  3. Nis 23, 2012: Ölüm’ün –E hâli (4) : Kâmiliyet / έντελέχεια : Derin Düşünce
  4. Şub 15, 2013: Şerhu Esmâillahi’l-Hüsna / Sadreddin Konevî Hazretleri

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin