RSS Feed for This Post

Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek

“[…] trrrrum, trrrrum, trrrrum!  trak tiki tak! …makinalaşmak istiyorum! … beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! … her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! … tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor  oto-direzinler lokomotifleri! … mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım … karnıma bir türbin oturtup … kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! ”

(Nazım Hikmet)

Bugünkü konumuz  “Entfremdung” yani yabancılaşma. Nur yüzlü, ak sakallı Müslüman Marx’ı anlattığımız geçen bölümde “ŞEYLEŞTİRME kavramını anlamayan Marx’ı anlayamaz” demiştik. YABANCILAŞMA kavramı da Marxçı düşüncenin olmazsa olmazlarından. (Dikkat: bazen Entäusserung diye de geçiyor, dışa ait olma, yabancı, öteki olma…) . Bu kavram hem Marx’ı ve komünizmi anlamak için gerekli hem de çağımızdaki bazı “yeni” meseleleri, krizleri çözümlemek için son derecede kullanışlı. Biz bu makale kapsamında her ikisini de yapmaya gayret edeceğiz.

Frankenstein adlı romanın Karl Marx ile aynı yaşta olduğunu duymuş muydunuz? Her ikisi de 1818 yılında gelmişler dünyaya.  Mary Shelley tarafından yazılan bu romanı “bizim” Marx 25 yaşında iken okumuş ve çok beğenmiş. Meşhur eseri Kapital’deki “kan emici Kapitalizm” metaforu ihtimal bu kitaba bir atıf. Zannediyorum çoğu insanın fark etmediği bir şeyi gördü Marx Frankenstein’ın sayfalarında… Neydi o?

Karl Marx ve kendine yabancılaşan insan

Okuyanlar hatırlayacaktır, Frankenstein bir korku romanından çok felsefî bir romandır aslında. Evet, bilim-kurgu sosludur. Ama özü felsefîdir. Sanırım Marx’ın kitabı sevmesinin sebebi de buydu. İki satırda özetleyecek olursak: Romanın kahramanı tabiat bilimleri ve felsefe ile uğraşan bir öğrencidir, Victor Frankenstein. (“Yaratıcının” adıdır bu, canavarın değil). Victor deneyler sonucunda hayat vermenin sırrını keşfeder ve insanı yeniden yaratmak ister. Mezarlardan topladığı ceset parçalarını birleştirir. Fakat netice beklediği gibi olmaz. “Yaratık” canavarlaşır, başta “yaratıcısı” olmak üzere insanlara zarar verir.

 Romanın yazarı Shelley (kadınsal bir sezgiyle?) gelecek felaketler konusunda bizi uyarmaktadır adeta. Bilimsel icadların altında ezilirken hâlâ buna “ilerleme” diyebilen 20ci ve 21ci yüzyılın insanlarını yani: Henüz öğrenci durumundaki insanlık ateşle oynuyor, Tanrı gibi doğaya, insanlığa hükmetmek istiyor. Akıl ile dengelenmeyen bilimsel zekâ/bilgi kontrolden çıkıyor. Ateşi tutan el önünü aydınlatmayı umarken kendini yakıyor…

Adamımızın dehası işte tam burada! Bilimden korkan, teknoloji ve ekonomi düşmanı günümüz solcularının aksine  tahlil yolunu seçiyor Karl Marx. Neyin tahlili? Parayı, çalışma hayatını, işçi-patron münasebetlerini, endüstriyelleşmeyi, fabrikaları, makineleri… İnsanların bunlarla kurduğu ilişkiyi… Teknolojinin sürekli gelişmesi ve işbölümünün çok ileri bir safhaya varmasının insanî ve ahlâkî neticeleri…:

 “Ölesiye çalışma yalnız terzi atelyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; […] Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden daha canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemezmiş. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılırmış. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone’da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31’dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı halde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş halini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekiç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür.” (Kapital, Cilt 1, Üçüncü Kesim. – Sömürüye Yasal Sınırlar Konulmayan İngiliz Sanayi Kolları)

Bu kısacık paragraf bile Kapital’in eşsiz bir eser olmasını sağlayan bütün faktörlerden örnekler içeriyor aslında. İnsan’dan yola çıkıyor Marx. Demirciyi ele alıyor. Tıpkı başka paragraflarda çiftçiyi, iplikçiyi, dokumacıyı ele aldığı gibi endüstrileşme öncesi ve sonrası mesleklerde yaşanan değişimi irdeliyor.

Marxçı düşüncenin merkezinde bireyleri yok sayan bir kolektivite ya da halka rağmen halkı yöneten Komünist parti gibi bir güç odağı yok. Merkezde baş harfi büyük yazılmak üzere İnsan var. Çalışmak, üretmek, ürettiği ile karnını doyurmak… Bunlar insan olmanın AYRIL-MAZ birer parçası. Ama endüstrileşme ya da Marx’ın deyimi ile “kapitalist üretim biçimi” bu ayrılmaz’ı ayırıyor. İnsan yabancılaşıyor mesleğine, ürettiklerine… Artık o güçlü  kasları ve şen kahkahasıyla tanınan bir demirci değil, demir-döküm fabrikasına ücret karşılığı saatlerini veren bir emek satıcısı.

Elbette, teknoloji-insan ilişkisini, endüstrileşmenin insan hayatı üzerindeki etkilerini incelemiş bir çok düşünür vardır. Simondon, Weber, Simmel, Arendt aklıma ilk gelenler. Ama zannediyorum hiç kimse Karl Marx kadar açık, anlaşılır bir dille paylaşamadı bulgularını, tahlillerini. Yukarıdaki paragrafta gördüğünüz gibi istatistiklerle dolu Kapital. Sadece istatistik değil işçilerin hayatıyla ilgili olmak üzere gazete haberleri, mahkeme kararları, çalışma bakanlığı müfettişlerinin raporları, patronlarla yapılan mülakatlar… Yine bu paragraftaki gibi hemen her konuda duruşunu belirliyor Marx. “Sömürü” diyor, “insan ticareti” diyor, “çocuklarını patrona sattılar” diyor, kadınları, çocukları “ölene kadar çalıştırıyorlar” diyor. Kapital’i yazmadan çok önce temellerini attığı ahlâkî duruşuna sadık ve son derecede tutarlı bir biçimde (geçen bölümde anlattığımız) “şeyleştirme” merceği altında inceliyor İşçi-Patron ilişkilerini ve aldanmıyor kolay kolay.

Yalnız bir noktaya dikkat! “Marx neylerse güzel eyler” diyen marxistlerin yoluna girmeyelim. Unutmayalım ki Marx bile hayatının sonuna doğru “ben marxist değilim” demiştir. Doğuşundan itibaren insanın bütün zenginliğini, karmaşıklığını kucaklamaya çalışmış olan marxçı düşünce ne yazık ki hızla dogmalaşmış ve Marxizm çıkmıştır ortaya. Bunun yanında Marx’ın tahlilleri ne kadar isabetliyse önerdiği çözümler(!) de o kadar eşyanın ve İnsan’ın tabiatından uzak olabilmiştir. Nasip olursa devrim, devlet, burjuva, proletarya  konularını işlerken bu konulara gireceğiz. Son olarak Marx’ın Ekonomist (bazen de mühendis) olMAmasından dolayı kimi tahlillerde ciddi hatalar yaptığını belirtip geçelim şimdilik.

 Yabancılaşmanın bilimsel zemini

Evet, yazımıza başlangıç yaparken andığımız Frankenstein adlı  romanın 1818’de yazılması kesinlikle bir rastlantı değil. Zira 1800’lü yıllar insanlığın Tabiat’ın kıyısından FAZLACA uzaklaştığı, Marxçı ifade ile kendine YABANCILAŞTIĞI bir dönem oldu. Marx henüz bir yaşında bir bebek iken Savannah adlı geminin buhar gücüyle Atlantik okyanusunu geçmesi(1) ister istemez Arendt’in İnsanlık Durumu adlı kitabını getiriyor akla. “İnsanların dünya hapishanesinden kaçışına doğru atılmış bir adım”. Amerikalı bir gazeteciye ait bu cümle ile mevzuya giriyor Hannah Arendt. Söz konusu gazetecinin 1957 yılında uzaya bir uydu fırlatılmasından dolayı duyduğu heyecan göründüğü kadar “masum” değil belki de? Bu cümle Arendt’e bir rus bilginin mezar taşında yazan şu kehaneti düşündürmüş: “insanoğlu sonsuza kadar Dünya’ya çakılı kalmayacaktır”. İnsan uzaya çıkabildiği için dünyadan “kurtuluyor”, beşeriyeti aştığını sanıyor. Aslında teknik sayesinde sekülerleşen bir zihniyet var ortada. Maddî bir maneviyat icad eden modern insan kendi kibiriyle baş başa .

1950’lerin uzay fantezileri yerine Marx’ın doğduğu 1800’lerde okyanuslar aşan buharlı gemiler süşlüyor düşleri… Ve buharlı trenler, buhar gücüyle işleyen tarım makineleri… Bilimsel buluşlar elbette bu asırda başlamadı. Ve tabi ki buhar gücü dışında bir çok buluş yapıldı. Ama şu “Tabiat’ın kıyısından FAZLA uzaklaşma” meselesini anlamak için buhar makinelerinden istifade etmek gerek. Buhar makineleri icad edilene kadar insan eliyle yapılan mekanik sistemler enerjiyi dışarıdan, çoğunlukla bir nehirden almak zorundaydılar. Meselâ İngiltere’de suyla işleyen dokuma tezgâhları var o yıllarda. Ama Tabiat’ın kaprislerine boyun eğen mühendis ya da iş adamı aslında köylü ile aynı limana demir atmış durumda. Yani nasıl bir tarla ekinlerin büyümesi Tanrı’nın yağdıracağı yağmura bağlı ise enerjisini nehirden alan fabrika da öyle Tanrı’ya muhtaç. Meselâ nehrin sularının alçalması ya da taşması tarım gibi endüstriyi de aksatıyor. Tabiat’a böyle göbekten bağlı olmanın getirdiği acziyet ise mühendisi, iş adamını tevazuya davet ediyor, aç gözlülük edenleri Tabiat frenliyor.

Ah! O eski güzel günler…Tarlasına yağan yağmura baktıkça yağmurun da bir Sahibi olduğunu hatırlıyordu çiftçi. Sulama motoru ve Sular İdaresi henüz icad olunmamıştı! Bir köylü için ekmeğini, rızkını “veren” Tabiat’ı seyretmek kutsal bir kitabı okumak gibiydi:

 “Rivayet edildiğine göre, Benî İsrail zamanında bir adam, Musa aleyhisselama gelerek:

– Ya Musa! Sen Rabbinle münacaata gidiyorsun. Ona söyle, rızkını bana vermesin! Dedi. Musa aleyhisselam, Allahu Zülcelâl’e münacaatta bulunarak:

 – Ya Rabbi! Onu Sen yarattın. Filan kulunun ne dediğini biliyorsun, dedi. Allahu Zülcelâl buyurdu ki:

– Evet, Ya Musa! Biliyorum. Git ona de ki: ‘Eğer Ben’den başka bir Rab istiyorsa Benim göklerimi ve yerimi terk etsin. Gitsin kendisine başka bir Rab bulsun.’ Ya Musa! Ben rızkımı hiç kimseden, öldüğü güne kadar kesmem, ona söyle!”

 Şu cümleyi sessizce tekrar edin içinizden: “Benim göklerimi ve yerimi TERK etsin“. Kimbilir kaç kişi kapıyı vurup çıkmak istemiştir değil mi? Beşer olmanın acziyetini TERK etmek, tam anlamıyla Tanrı olmak…

İşte buhar makinelerinin icadıyla bu acziyet bir çoklarında hissinin kaybolduğunu görüyoruz. Demek ki o kadar da dindar değillermiş? Demek ki korkudan tapıyorlarmış?

Bir miktar kömür ve suyu yanınızda götürmek şartıyla “özgürsünüz”, Tabiat’tan (=Tanrı’dan) kurtuluyorsunuz ilk defa. Ne demek? Kendimizi biraz o dönemin insanlarının yerine koymaya çalışalım. Atımız var. Ama Tanrı’nın yarattığı otu yiyebilirse ilerliyor. Yelkenli kayığımız var. Ama Tanrı’nın yarattığı rüzgâr eserse balık tutmaya gidebiliyoruz… Sonra çarşıdan aldığınız kömürle ilerleyen bir trene biniyorsunuz. Tabi “kömürü kim yarattı?” diye sorulabilir ama araya bir mesafe (= uzaklaşma = yabancılaşma)  giriyor. Para vererek aldığınız bilet “taşıyor” sizi, Tanrı’nın kömürü değil. O biletin parasıyla alınan kömürün üretim koşullarını bilmek zorunda değilsiniz. Hatta bindiğiniz trenin kömürle çalıştığını da bilmek zorunda değilsiniz. Bir başka deyişle “taşıma” denen fayda ile onu gerçekleştiren imkân arasındaki dolaylı ilişki uzadıkça uzuyor: Kömür,  yanma, buhar, dönme,  lokomotif, çekme… Bir YABANCILAŞMA doğuyor böylece.(2)

İllâ lokomotifleri, buhar makinelerini düşünmek gerekmez tabi. Geleneksel şekilde ekmek yapan bir fırıncı ile ekmek fabrikasında çalışan bir işçiyi düşünün. Un, su, maya vs doğru oranda karıştıran, yoğuran, bekleyen, pişiren… EKMEK YAPAN bir insan, bir usta. Diğer yanda bütün işi gün boyunca kamyondan un çuvallarını boşaltmak olan bir işçi. Hamura dokunmuyor, fırının sıcaklığını, pişmiş ekmeğin kokusunu duymuyor. Bu işçi gururla göğsünü kabartıp “ben ekmek yapıyorum” diyebilir mi?

“Sonunda başardık. İki arkadaş o son ekmeği fırından çıkardığımız günü hiç unutmadık. Evin içini enfes bir koku dolduruyordu. O kadar uğraşmış, o kadar emek vermiştik ki ekmeği tutmaya kıyamıyorduk. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi havluya sardık. Ekmeğin soğumakta olan kabuğu çıt çıt..çıt… diye çok hoş bir ses çıkarıyordu. Kulağımızı yaklaştırıp dinledik ekmeğimizi. Tam kitaplarda tarif edildiği gibiydi. Kabuğun rengi mükemmeldi. Pişmeden önce üzerine un serpip jiletle yardığımız kısımlar şişmiş, kabaran yerlerdeki hava kabarcıkları sertleşmişti.

 Ürkek dokunuşlarla okşadık ekmeği. Arkadaşımın yüzünde adeta şefkât ifadesi vardı. Güzelliğine bakmaya doyamıyorduk. Bebeğine bakan bir anne-baba gibiydik. Kahkahalarla güldük halimize. Gözlerimizden yaş gelmişti. […]  Soğuduktan sonra birer parça kopardık ve tadına baktık. Tam istediğimiz gibi ekşi bir lezzeti vardı. Daha önce yaptığımız “yenilebilir” ekmekleri ev halkına tattırmaya uğraşırdık. İsterdik ki “çok güzel olmuş” desinler, emeğimizin karşılığını “ötekinin” dudaklarına asmıştık çünkü. Ama bu kez öyle olmadı. Çünkü mutluyduk. Eski ekmeklerin nispî başarısı bizi tatmin ediyordu, “alkış” arıyorduk, “yeniden, yeniden” diyorduk. Ama bu kez farklıydı. Bu kez mutluyduk. muRaDımıza ermiştik. Buğdayın ekilmesinden, sulanmasından, ezilip un edilmesinden bizim “bebeğimize” uzanan gayret ağacı meyvasını vermişti. Ekmek müKeMmeL idi. Biz ekmeği yapmıştık, ekmek bizi terbiye etmişti” (Nefesler)

Yabancılaşmanın fikrî zemini

Yabancılaşma kavramının mucidi bizim Marx değil aslında. Onu kalıcı biçimde etkilemiş iki isim olan Hegel ve Feuerbach daha önce kullanmışlar bu kavramı. Ama yabancılaşmaya bu derecede merkezî bir rol veren ilk düşünür zannediyorum yine de Marx olmalı. Hatta bu kavramı sadece kullanmakla kalmamış. Onun kapsamını genişletip farklı alanlardaki yabancılaşma ilişkilerini ihata eden “federal” bir üst anlam kazandırmış. Bir başka deyişle meta-Yabancılaşma ya da üst-Yabancılaşma kavramını üretmiş.  Meselâ:

  • İnsan’ın Tabiat’tan uzaklaşması / Tabiat’a (ve kendi tabiatına) yabancılaşması,
  • Çalışanın ürettiği ile arasına mesafe girmesi, Emek’in Ürün’e yabancılaşması,
  • Dinsel kavramların devlet tarafından sömürülmesi, insanların kendi inançlarına yabancılaşması,
  • Toplumsal hayatın devlet baskısı altına girmesi, devlet-halk yabancılaşması,
  • Sermayenin çalışanları ezmesi, insan’ın kendi emeğine yabancılaşması.

İsterseniz bu meta-Yabancılaşma’nın somut örneklerine bakalım Kapital’den. Marx’ın gerçek hayattan kopmadan bu kadar kaliteli fikir ve kavram üretebilmesini takdir edeceksiniz sanıyorum:

 “Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına elatmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de elatmıştır.” (Kapital, Cilt 1, Üçüncü Kesim. Makinenin İşçi Üzerindeki Dolaysız Etkileri, a- Sermayenin Ek Emek-gücüne Elkoyması, Kadınlarla Çocukların Çalıştırılmaları)

Makine konusundaki kullanımdan sonra ticaret alanına uyarlanışına bakalım. Marx burada eski zamanlarda ilkel toplumlardaki iş bölümünü ve ticareti ele alıyor. Bu “doğal” ticaret ile kapitalist düzenin dayattığı ticaretin farklı olduğunu vurguluyor. Satır aralarından sızan “üst-yabancılaşma” kokusuna dikkat:

 Değişim, üretim alanları arasında farklılıklar yaratmaz, yalnızca bu çeşitli şeyler arasında ilişki kurarak, bunları, genişlemiş bir toplumun ortak üretiminin az çok birbirine bağlı dalları haline getirir. Burada toplumsal işbölümü, aslında birbirinden farklı ve bağımsız üretim alanları arasındaki değişimden doğar. Fizyolojik işbölümünün çıkış noktası olduğu durumda ise, birbirine kenetli bir bütünün özel organları; her şeyden önce yabancı topluluklar ile meta alışverişi nedeniyle gevşeyerek koparlar, ve öylesine bağımsız duruma gelirler ki, çeşitli çalışma alanlarını birbirine bağlayan tek bağ, ürünlerin meta olarak birbiriyle değişilmesi olur. Bu durumda, daha önce bağımsız olanın bağımlı duruma gelmesi, diğer durumda ise daha önce bağımlı olanın bağımsızlaşmasıdır.” (Kapital, Cilt 1, Dördüncü Kesim. – Uretimde İşbölümü Ve Toplumda İşbölümü)

Gördüğünüz gibi güçlü bir soyutlama yapıyor Marx, yabancılaşma meselesini tıpkı şeyleştirme gibi düşüncesinin merkezine alıyor. Dinsel alanda ve kendine yabancılaşma konusunda esin kaynaklarının Feuerbach ve Bruno Bauer olduğunu teslim edelim. Araç ve amaçların birbirine karışması, Para’nın adeta tanrılaşması ise Moses Hess’in mirası. Kimi marxçılar ve marxistler yabancılaşma kavramının gençlik dönemine ait olduğunu iddia etseler de kanaatimce Marx bunu ölümüne dek terk etmedi. Zaten geçen bölümde yayınladığımız Kapital’in birinci cildinden alınmış kısa bölümleri okuyarak kendiniz de karar verebilirsiniz.

Ama bu “yabancılaşma” olgusunun Alman/Avrupalı köklerine bakıp da meseleyi “ötekilerin” ya da 18ci asrın meselesi zannetmeyin. Biraz “içeriden” hissetmeye, yaşamaya çalışın kendi günlük hayatınıza odaklanarak. Geceleri evinizi aydınlatan elektrik ampullerine bakın meselâ.

Eskiden havanın kararmasına yakın evin yaşlıları gaz lambalarını hazırlarmış. “Şişe” denilen bombeli kısımdaki is lekelerini siler, alttaki hazneye gaz koyarlarmış.  Gaz lambası yanmadığında ise ya gazı bitmiş ya fitili içine düşmüş olduğundan gereken ev halkınca yapılırmış. Eskiden ışık bir “yabancı” değilmiş. Oysa bugün yerini bile bilmediğimiz bir barajda ya da termik santralde üretilen elektrik trafolardan geçerek evimize geliyor. Elektriğin ne olduğunu tarif edebilecek kaç komşunuz var? Bu akşam ışıkların yanacağından emin misiniz? Sigorta  atmazsa ve ampul sağlamsa ve, ve, ve… Teknik karmaşıklığın yanı sıra toplumun organizasyonundan, çalışanların uzmanlaşmasından da kaynaklanan bir YABANCILAŞMA ile karşı karşıyayız. Elektrikle gelen ışık, çıra ya da gaz lambası ışığı kadar “bizim” değil.

Yabancılaşmanın psikolojik zemini

Yabancılaşma’nın yaşantımızdaki bütün yansımalarını ele almak kolay değil. Bu sebeple biz de Marx gibi dikkatimizi çalışma, üretme biçimlerimizdeki yabancılaşma üzerine yoğunlaştırmakta fayda görüyoruz. Yani bu yabancılaşmanın çalışan insanlara yaptığı etki üzerine.

İnsan son derecede karmaşık bir varlık. BEN kimdir? Bunu net olarak bilmiyoruz. “Ben” derken neyi, kimi kasdediyoruz? Derin insan  kitabının Korku Matkabı isimli kısmında izah ettiğimiz gibi « ben » mutlak bir varlık değil. Zihinsel bir inşaat. Her an yapım sürüyor. Ama « ben » aşınıyor hatta bazen yıkılabiliyor. Bunun için de depresyon ve şizofreni  gibi “bozukluklar” mümkün oluyor.

İnsan BEN’liğinin inşa sürecinin vazgeçilmez ögelerinden biri de çalışmak, ekmeğini kazanmak, “hak” etmek. Toplumun ve Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen (ve sayesinde) birisi olmak demek çalışmak:

“Rüyamda bile denizi görüyordum. Gündüz kaçırdığım balıkları gece rüyamda yakalıyordum. Gündüz fırtınada dengemi kaybedip düştüysem gece dimdik ayaktaydım. Gündüz satamadığım balıkları rüyamda satıyordum. Ben denizi ve balıkları “çalıştığım” gibi onlar da beni “çalışıyor” şekillendiriyordu. […] Her yere kürek çekerek gidiyorduk. Ellerimiz nasır tutmuştu. Bel ve sırt kaslarımız güçlenmişti. Uzaktaki dalgaların arasında atlayan küçücük balıkları bile görebiliyordum. Gözlerim keskinleşiyordu sanki. Dalgalı havalarda ağ atıp çekmek baştan çok zordu çünkü oturmadan, ayakta yapılan bir işti bu. Ama zaman içinde ayak bileklerim ve dizlerim “akıllandı”. En sert havada bile dikkatimi yaptığım işe verebiliyordum zira vücudum “otomatik viteste”  idi rüzgâra ve dalgalara uyum sağlarken. Balıkçılık bedenimi, zekâmı ve hissiyatımı şekillendirmişti. […] Çalışmak insanın geçimini sağlamanın çok ötesinde bir süreç. O yıllara geri dönüp baktığımda bunu görüyorum. İnsanı şekillendiren, zorlayan, her başarısızlıktan sonra “bir daha asla!” dedirten, içimizde uyuyan enerjileri hayata geçiren…  Çalışmak insana değer katan, kendine saygısını, toplumdaki yerini ve benliğini inşa eden bir süreç.” (Liberalizmin Kara Kitabı, “Liberalizm Çalışan Bireyleri intihara sürükler” isimli bölüm)

Bu örnekte görülebileceği gibi Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen çalışmak insana dayanmayı, direnmeyi öğretiyor. Çalışan insan doğadan “kopardığı” bir maddeyi  ve kendi ömründen feda ettiği bir zamanla harmanlıyor. Emek ile ortaya çıkan “ürün” yerde bulunmuş bir taş gibi sıradan bir cisim değil. İnsanın emeğinin kristalleştiği, zamanın, tecrübenin ve becerinin elle tutulur, gözle görülür hale geldiği bir şey. Anlam yüklü her ürün.

Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda açıkça ifade ettiği gibi üretmek demek sübjektiften objektife geçmek demek (Öznelden nesnele). İnsan-Marangoz’un evlatlarını doyurma arzusu, çok sevdiği babasından öğrendiği mesleği, ormana gidip en uygun ağacı seçtiği uzun yürüyüşler… Bütün bunlar bir Masa-Ürün’de toplanıyor. Marangoz yaptığı masayı sattığında biraz nasırlı ellerini, biraz yorgun gözlerini, biraz ömrünü satıyor müşterisine. Karşılık olarak aldığı para da bir kâğıt parçası değil, mânâ yüklü: “Alın teri, helâl kazanç…”

Oysa seri üretimle günde yüzlerce masa üreten bir fabrikada vida sıkan bir işçi bütün bu mânâ boyutundan yoksun. O yaşlı marangoz gibi sahip değil ürettiklerine. Baştan itibaren patrona ait bir fabrikada, patrona ait aletlerle, patrona ait malzemeyi işliyor. İşçinin sahip olduğu tek şey maaşı. Bunun için para, maaş, ücret kaybolan sübjektiviteyi, mânâyı sırtlanıyor. Bunun için düşük maaşlı insanlar yüksek gelirli “tabakanın” tükettiği sigaraları, içecekleri, kol saati ve parfümleri satın almak ve kullanmak istiyorlar. Birisi OL-amayanlar sahip OL-mak yolunu tutuyor. Geçim derdi değil “adam” olmak için para kazanmak gerekiyor. Marka fetişizmi kırılan onurları tamir ediyor. Artık yaptığı işten gurur duyan bir usta ve ona güvenen bir müşteri arasındaki insanî ilişki yok. Bunun yerine parasıyla BEN olmaya çalışan insanlar var. Ekmek almak için değil para için para istiyoruz. Yedikçe acıkmamız bundandır. Yine Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda dediği gibi:

 “Ticaretin motoru insanlık değil bencilliktir. Fizikî duyularımız ve entelektüel yolla oluşan mânâlar yerine bir yabancılaşma var: SAHiP OLMAK […] Özel mülkiyet bizi o kadar aptal ve dar kafalı yaptı ki bir cisime sahip olmadıkça kullanamıyoruz. “( 1844 Elyazmaları, Savurgan Zenginlik İle Sınai Zenginlik Arasındaki Ayrım, Burjuva Toplumda İşbölümü)

[…]

Bütün bu sonuçlar, şu gerekliliğe tabi bulunurlar: işçi, kendi emeğinin ürünü karşısında, sanki yabancı bir nesne karşısındaymış gibidir. […] işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar DIŞlaştırırsa, kendi karşısında yarattığı YABANCI, NESNEL dünya o kadar güçlü bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur. […] İşçi, yaşamını nesneye koyar. Ama artık yaşamın o parçası kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu şekilde çalışma ne kadar artarsa, işçi o kadar nesnesiz (vasıfsız)  hale gelir. O, emeğinin ürünü olan şey değildir. Öyleyse bu ürün ne kadar büyükse, işçi o kadar az kendisidir. İşçinin kendi ürünü içinde YABANCIlaşması, sadece emeğinin bir nesne, DIŞsal bir varoluş durumuna geldiği anlamına gelmez. Aynı zamanda ürün emeğinin kendi DIŞında, ondan kopmuş, ona YABANCI, ve onun karşısında bağımsız bir güç durumuna gelen bir varlık şeklindedir.” (1844 Elyazmaları, Yabancılaşmış Emek)

Tabi burada bir noktaya dikkat etmek gerek. Bu satırları eğer bir modernite eleştirisi olarak okursanız daha çok istifade edebilirsiniz. İnsan tabiatındaki olumsuzlukların, bencilliğin aç gözlülüğün teknoloji ve kapitalizm yoluyla kurumsallaştığını, devlete ve dünya ticaretine hakim olduğunu çok net bir biçimde anlıyoruz Marx’ın kaleminden. Ancak bu felsefî çabayı ciddî biçimde perdeleyen bir etken var: Marx aynı zamanda bir devrimci. Daha sonraki bölümlerde detaylı biçimde gireceğimiz bir konu bu. Ama kısaca söylersek en çok ızdırap çeken sınıfın yani işçilerin devrim yapmasını istiyor. Hatta bu devrim ile kurulacak komünist düzenin kaçınılmaz bir son, insanlık için bir tür olgunlaşma olduğunu düşünüyor. Bunun yanında bizim Marx daha bir çok etken sebebiyle özel olarak Alman burjuvası ve genel olarak burjuva ile kavgalı. Nedir bu sebepler?

  • Kuşaklar boyu haham yetiştirmiş dindar bir Yahudi aileden gelmesi,
  • Ailesinin katlandığı yobaz protestan baskılar,
  • Prusya’da hüküm süren siyasî baskı ve sansür,
  • Fransız ihtilâlinin fikrî sonuçları,
  • Vs.

Eserlerinde her fırsatta kâh “kapitalist” kâh “burjuva” olarak adlandırdığı zengin ve orta-zengin insanları suçluyor. Ona göre işçiler dışında hemen herkes işçilerin emeğini sömüren parazitlerdir. Tabi öz babasının avukat, kendisinin akademisyen ve gazeteci kimliği, hayatı boyunca çalışıp para kazanMAmış olması sebebiyle Marx’a da “parazit”, burjuva ve/veya rantçı denebilir. Kazanmayan ama para harcamayı seven bir insan bizim Marx. Güzel evlerde oturuyor,  hizmetçi tutuyor, lüks yerlerde tatil yapıyor… Karısı Jenny soylu ve zengin bir ailenin kızı. Arkadaşı, yoldaşı Engels’in ailesi de varlıklı ve Marx için hiç de fena bir şey değil bu!

Yabancılaşmanın tarihî zemini

Evet, Marx’ın haklı olduğu noktalara geri dönecek olursak… Batı Avrupalılar 16cı asırdan itibaren evinin yolunu unutan çocuklar gibiler. Bilim ve teknolojide ilerledikçe kendilerinden, özlerinden uzaklaşıyorlar. Bu uzaklaşma ise ne yazık ki günümüze kadar artarak ve dünyaya sirayet ederek sürüyor. Tabiat onların gözünde sahip olunan bir “şey” haline geldi. Korkunç bir kavram karmaşasına balıklama dalıyorlar (dalıyoruz),  kelimelerini kaybediyorlar (kaybediyoruz).

Meselâ Ölüm ve Hayat aynı bir Hakikat’in iki yüzü değil artık, ölüm çözülmesi gereken bir problem. 16cı asırdaki viraja kötü giren ve peşinden bütün dünyayı sürükleyen Avrupa bugün 21 asırda uçurumun dibinde(yiz). “Değer” denilince çalışkanlık, paylaşma, vefa değil kastedilen, doların japon yeni karşısındaki “değeri” anlaşılıyor. “Mükemmellik” eskiden insanın kendi kusurlarından arınması, fıtratına uygun yaşaması, erdemle donanmasıydı. Avrupa’da da bu böyleydi. Bizdeki insan-ı kâmil gibi “parfait” yani kusursuz denilen Hristiyan din adamları vardı. Oysa bugün mükemmellik kelimesi performansı çağrıştırıyor. Mükemmel bir ev, mükemmel bir iş (yüksek maaş)… Mükemmel bir kadın ise erdemiyle değil 90-60-90 ölçüleriyle ön plana çıkan, insan olmadan önce dişi olan bir kadın.

Bu bağlamda Marx’ın çalışan insanların “yabancılaşması” konusunda yazdıkları bütün güncelliğini muhafaza ediyor. Meselâ Irak’ta, Afganistan’da binlerce bebek ölürken Tokyo, New York ve Londra borsalarında endekslerin “değerleri” yükseliyor. Peki kim başlattı bu “ilerleme” adlı gerilemeyi?  İnsanlar nasıl YABANCILAŞTILAR kendilerine? Unuttular insanlıklarını? Din, sanat, bilim neden yardım etmedi onlara? Suçlu kim?

  • Cennet’ten tapu satacak kadar dünyevîleşen Vatikan?
  • Hakikat ile Gerçek’i birbirine karıştıracak kadar aklını kaybeden bilim adamları?
  • Sanat’ın varlık sebebi olan NE sorusunu unutup NASIL’da kendini kaybeden boyacı-sanatçılar?

Sanırım dinciler, bilimciler ve boyacıların hepsi suçlu biraz. Ancak bu “kaybolma” mevzusunu daha önceki yazılarımızda ele aldığımızdan burada ilgili referansları vermekle yetiniyoruz:

Yabancılaşmanın psikolojik zemininde elbette Tabiat’a şekil verme çabası var, aletler, makineler ve fabrikalar yani. İnsan Tabiat’ı “kullanarak” ve ona şekil vererek hayatını devam ettiriyor. En eski yaşam biçimlerinde doğadaki meyveleri toplamak, hayvanları avlamak suretiyle yapılıyordu bu. Sonra insan zekâsını “kullanarak” aletler yaptı.

Bir ucu beşerî, diğer ucu Tabiat’ın zorluklarına dönük Tabiat parçacıklarıydı bu aletler. Tabiat ile arasına kısa bir “mesafe” koydu insan alet kullanarak. Baltanın sapı ele göreydi, keskin yeri ise tabiatı dönüştürmek içindi. Maşanın sapı tutmak içindi, diğer ucu ise “tutulmaz” ateşe göreydi… Aletler ve makineler eskinin imkânsızlarını mümkün kıldı. Daha uzağa, hızlı gitmenin, hatta uçmanın yollarını keşfetti insan.

Buhar makinesinin icadından itibaren doğaya olan bağımlılık gözle görünür olmaktan çıktı. O kısa mesafe büyüdükçe büyüdü. İnsan ekmeğini çıkardığı Tabiat’ı artık alınıp satılabilen bir mal gibi görüyor. Uzaya gidebilen, nükleer silahlarla şehirleri haritadan silebilen bir insan var şimdi. Hatta hayvanların, bitkilerin ve insanların genetik kodlarıyla “oynayabilen” bir insan.

Dünya ölçeğinde düşünecek olursak insan kendi gözünde kısmen “tanrılaştı”. Dünyadaki hayatı yok edebilir, uyduları ve internetiyle herşeyi görebilir, borsalarıyla herşeye sahip olabilir… Ama dedik ya bu tanrılaşma sadece “kısmen” gerçekleşti. Tanrısal adaletten, tanrısal iyilik ve merhametten eser yok. Bunun için daha hızlı ve daha ucuza üretiyor ama üretileni adilce paylaşmanın yollarını bulamıyor.

Belki de işçinin mesleğine, vatandaşın devlete yabancılaşması / uzaklaşması bir gölgeler ve yansımalar manzumesinden ibaret? Belki de daha “derin” bir kırılmanın, yırtılmanın yüzeyden hissedilen neticeleri? Zihinlerimizde Hakikat ve Gerçek’in birbirine karışmasından dolayı yaşadığımız dünyayı, bedenlerimizi, “ötekileri” anlamlandıramıyoruz… Kim bilir?

Dipnotlar

1° Aslında buharlı makineden çok yelkenlerini kullanmış, sadece rüzgâr kesilince buhar devreye girmiş ama yine de insanlığın gururu (kibiri?) okşanmış bayağı.

Yani iaŞenizi veren Tanrı yerine maaŞınızı veren bir patron çıkıyor ortaya. Ara sıra depremler, su baskınları olunca patronların ve kralların da bir Sahibi olduğu hatırımıza geliyor. Bir de cenazeler ve mezarlık ziyaretleri kaldı dededen yadigâr, bize Tanrı olMAdığımızı hatırlatacak. Ama yetmiyor.

 

Tavsiye okuma

(tr.) Hristiyanlığın Özü (Ludwig Feuerbach )

(tr.) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (Friedrich Engels)

(tr.) İnsanlık Durumu (Hannah Arendt)  – Orijinal Metin: (ing.) The Human Condition

(ing.) Marx: A Life (Francis Wheen)

(ing.) Love, Death, and Revolution in Central Europe: Ludwig Feuerbach, Moses Hess, Louise Dittmar, Richard Wagner(Peter C. Caldwell)

(ing.) Bruno Bauer and Karl Marx: The Influence of Bruno Bauer on Marx’s Thought (Zvi Rosen)

(ing.) Moses Hess: Prophet of Communism and Zionism(Shlomo Avineri)

(tr.) Gulag Takım Adaları (Alexander Soljenitsin)

(tr.) Rusya Nasıl Kurtulur? (Alexander Soljenitsin)

 Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Trackback URL

  1. 11 Yorum

  2. Yazan:izzettin Tarih: Mar 25, 2011 | Reply

    ”Marxçı düşüncenin merkezinde bireyleri yok sayan bir kolektivite ya da halka rağmen halkı yöneten Komünist parti gibi bir güç odağı yok”.İşte Marx’ın Kapital’de kendini gösteren üstün tahlil yeteneği ve öngörüleri bu noktada tutmamış maalesef.Marx,özlediği düzeni Almanya veya Avrupa’da düşlerken bu düzen Rusya ve Balkanlarda ortaya çıktı.Hem de Marx’ın hiç istemediği tarzda.Düşüncesinin temeline ”insan” olgusunu koyan ve Kapital’i okudukça görülen merhametli,duygusal ve adaletsizliği reddeden bir karakter olarak önümüze çıkan Marx eğer Sovyet diktatörlüğünü gördüyse mezarında ters dönmüştür.Marx nasıl ki Hegel’in diyalektiğini başı üstünde dururken ayakları üstüne çevirdiyse Sovyetler de Marx’ın ayakları üstünde duran diyalektiğini ve ideolojisini amuda kaldırarak bir ucube ortaya çıkardılar.Türkiye’de de bu durum ”Milli demokratik devrim” suretinde ortaya çıktı.Marksist olduğunu iddia edenlerin,Marx’ın enternasyonalist kimliğinin yerine milli kimliği ikame etmeye çalışmaları da Sovyet ucubesinden geri kalır değildi.Marx’ın en çok anlaşılması gereken postmodernizmin eşiğinde olduğumuz bu zamanda ”Milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu günlerde”diyen Marksistlerin yerini gerçek Marksistlerin almasını umut ediyorum

  3. Yazan:ç-z Tarih: Mar 26, 2011 | Reply

    …………Çalışmak insanın geçimini sağlamanın çok ötesinde bir süreç. O yıllara geri dönüp baktığımda bunu görüyorum. İnsanı şekillendiren, zorlayan, her başarısızlıktan sonra “bir daha asla!” dedirten, içimizde uyuyan enerjileri hayata geçiren… Çalışmak insana değer katan, kendine saygısını, toplumdaki yerini ve benliğini inşa eden bir süreç.” (Liberalizmin Kara Kitabı, “Liberalizm Çalışan Bireyleri intihara sürükler” isimli bölüm)

    Marx’ın demircisi ile bu balıkçıyı şekillendiren çalışma arasında bir fark olmalı!

    Bizim köyün erkekleri gemiciydiler, balıkçı değil…Denizden kum, çakıl çeker ya da denizden nakliye yaparlardı…malum o zamanlar ülkenin her köşesine arabayla ulaşmak mümkün değildi…onlar, camı islenen gaz lambalarıyla aydınlanan evlerin ve olmayan arabaların farları gibi rüzgarda sönmeyen kandillerin aydınlattığı patika yolların olduğu zamanların insanlarıydılar…neredeyse bir köyün tüm erkekleri ya denizde boğuldular ya da denizde uzun yıllar kalmanın ciğerlerinde bıraktığı izlerin hırpalamasıyla bu hayattan göçüp gittiler…geride neredeyse her evde yalnız başına ihtiyarlayacak bir kadının yaşadığı amazonlaşmaya yakın bir köy bırakarak…kadınlar erkeklerin ölümlerinin ardından çok uzun yıllar toprakla uğraşmaktan şekil değiştirmiş elleri, vücutlarıyla yine de sağlıklı uzun bir hayat sürdürdüler. Marx bunu o espri dili ile ele alıp yazmış olsaydı muhtemelen erkeksiz bir hayatta kadınların, yorulsalar da çok daha uzun, sağlıklı ve huzurlu bir hayat sürdüğünü ya da genç yaşta ölen erkeklerin sayısına bakarak kadınların, erkeklerin hayatını kısalttıkları şeklinde yorumlayabilirdi…ölümde erkeklerden geride kalan bu yalnız kadınların tereyağ, yoğurt, pekmez ,nişasta yaparken ne kadar sabırlı olduklarına şahit oldum… Sırtlarına yüklendikleri yeşil yapraklı dal parçalarının ağırlığından iki büklüm olmuş vaziyette uzun, çoğu zaman da dik ve dar dağ yollarından sütünü sağdıkları hayvanlarının hem günlük hem de kış için kurutacakları yiyeceklerini taşıdıklarına da şahit olabildim. Ektikleri buğdayı nasıl harmanda başağından ayırdıklarına, mısırı fırında kuruttuktan sonra koçanında ayırmak için nasıl da avuçları yanarcasına ovaladıklarına ve nasıl evlerindeki 40 santimlik taş değirmenlerde havaya süt kokusu yayarak öğüttüklerine de şahilik edebildim de gördüm…ama çöp diye atılan hiçbir şey görmedim 🙂 yiyeceklerin kabukları hayvanlara yundu(sebze çorbası niyetine), çekirdekleri ise ekilecek tohumlardı…insanların ve hayvanların dışarı attıkları bağ ve bostanın gübresiydi…Eski diye kenara atılmış bir şey de görmedim…delik olduğu için lehim yapılmış bakır kap, yırtık olduğu için yama yapılmış elbise gördüm ama…Çöp ve eskinin olmadığı bir yerde ölüm ve hayat’a bakıldığında görülenlerin neler olduğu az çok tahmin edilebilir sanırım.

    Bu örnekte görülebileceği gibi Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen çalışmak insana dayanmayı, direnmeyi öğretiyor. Çalışan insan doğadan “kopardığı” bir maddeyi ve kendi ömründen feda ettiği bir zamanla harmanlıyor.(MY)

    Kısacası benim göremediğim erkekler de yaşamlarına kısa bir süre de olsa şahitlik edebildiğim kadınlar da hayatlarını bir ürün için feda etmiyorlardı. Ecel gelene dek yaşamak için denizin ya da toprağın verdiklerini(rızık) almak için gereken gayreti gösteriyorlardı. Bu rastgele çocuk bakışlarımın şahitlikleriyle görebildiğim (Mehmet beyin tanımıyla) Kristalleşen emeğin hayat’ın kendisinin olduğuydu. Soyut bir kavram olan hayat bir insan olarak kristalleşiyordu. Anlam/mânâ(!) yüklü bir ürün olduğu kesin 🙂 İnsan, tecrübesiyle ve becerikli elleriyle insan kalmaya gayret ederek göze insan olarak görünüyor olmalı!

    Emek ile ortaya çıkan “ürün” yerde bulunmuş bir taş gibi sıradan bir cisim değil. İnsanın emeğinin kristalleştiği, zamanın, tecrübenin ve becerinin elle tutulur, gözle görülür hale geldiği bir şey. Anlam yüklü her ürün.(MY)

    Aslında yazmayı düşündüklerim bunlar değildi. Yazıyı okudukça aklımdan geçen İletişimdi; Yabancılaşan iletişim!

    Yabancılaşma’nın yaşantımızdaki bütün yansımalarını ele almak kolay değil. Bu sebeple biz de Marx gibi dikkatimizi çalışma, üretme biçimlerimizdeki yabancılaşma üzerine yoğunlaştırmakta fayda görüyoruz. Yani bu yabancılaşmanın çalışan insanlara yaptığı etki üzerine.
    İnsan son derecede karmaşık bir varlık. BEN kimdir? Bunu net olarak bilmiyoruz. “Ben” derken neyi, kimi kasdediyoruz?

    Çalışan insan, doğayla ve birbirleriyle olan iletişime yabancılaşıyor. Teknolojiden bahsedilemeyen zamanlarda kaleme alınmış klasik eserlerde kullanılan kelime sayısı ile bugün günlük konuşmada ihtiyaç duyulan kelime sayısı mukayese edilse iletişimde yabancılaşmanın ölçülebilir sonuçları elde edilebilir sanırım. Doğadan koparılan sadece kristalleşen bir ürün değil. Dil, doğadan besleniyor, insanların birbirleri ile olan ilişkilerindeki iletişime ilham veriyor, zenginleştiriyor. Vivaldi/4 mevsim/klasik müzik/ vs…bugün bu kadar büyük ve derin, iz bırakan pek çok insanı kuşatabilen besteler yapılabiliyor mu? Domino taşı. Yabancılaşan iletişimle insan “ben” e ulaşamaz. Biri sağır diğeri dilsiz zamanla birbirinin varlığından bile habersiz hale gelirler ki inşa nasıl sözün konusu olabilsin. İlişkiler atık sadece bir alış-veriş=ticaret. “Merhaba” potansiyel, gelecekte kazandırması muhtemel bir ilişkinin sermayesi. (Beyaz kurdele filminde isimlerini yitirmiş ve birer mesleğe dönüşerek büyük bir sistemin dişlerinden biri haline gelmiş makina parçaları!)Zihinlerimizde

    Hakikat ve Gerçek’in birbirine karışmasından dolayı yaşadığımız dünyayı, bedenlerimizi, “ötekileri” anlamlandıramıyoruz… Kim bilir?

    Dip not 2:…Tanrı olmadığımızı hatırlatacak..Burada aklımaNarkissos geldi http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji) Teknoloji insanı, susamış Narkissos’un su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görüp daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenip kendine aşık olmasına benziyor. …. sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir.
    Hakikat ve Gerçek’in birbirine karıştığı an insanın ilkel bulduğu doğa aynasına sırtını dönmesi ve aklının yettiği kadar ondan aldıklarıyla elleriyle yaptığı teknolojiyi ayna olarak kabul etmesi. Ona yansıyan görüntüleri de kendi aklı ve elleri ile yaptığına inanması. Teknoloji ilerledikçe insanın gerilemesi; yapabildiklerine hayranlığı arttıkça Tanrı olduğuna dair inancı daha derinine kök salıyor. Öyle ki bu iflah olmaz narsist, bilimsel yöntemlerle geleceği bir Venüs projesi gibi ele alıp üzerinde hiç durmadan çalışıyor!
    İhtimal! Yabancılaşmanın zihinlerimize yansımasından dolayı çalışmayı doğadan koparmak, doğayı şekle sokmak olarak tanımlıyor olabilir miyiz?
    Not: Çalışan insan doğadan “kopardığı” bir maddeyi ve kendi ömründen feda ettiği bir zamanla harmanlıyor.(MY)

    Bu tanımlamaya katılamayacağım. Çünkü insan kontrolü dışında acıkan karnını doyurmak için bile elini ağzına götürmeye mecbur. Bu fiil, soluk alıp vermek, göz kırpmak, kalp atışı gibi irade dışı görünmese de insan, yaşamak için elini ağzına götürme iradesini göstermek zorunda olarak yaratılmış. İnsan ömrünü, ağzına koparabildiği, en büyük lokmayı götürebilmek için telef edebilir.(lokmalar büyüdükçe birisi olduğunu vehmetmek! Daha daha çalışmanın pazarlanmakta olan bu yanını da unutmamak gerek sanırım; tüm zorluklarına rağmen büyük lokmayı koparmak için hayatını feda etmeye hazır olan o büyük lokmayı hak edendir!) Karnın açlığı ağza atılan her lokma ile doyar ama insanın “koparma” açlığı ise asla doymak bilmez.

    Bunun yerine parasıyla BEN olmaya çalışan insanlar var. Ekmek almak için değil para için para istiyoruz. Yedikçe acıkmamız bundandır.(MY)

    Koparma açlığına ve kopardıklarına tamam doydum diye(bile)cek olan ilk harfi büyük yazılan(:)) İnsan. İnsan, kendini bu açıdan doğadan koparmalı. Ömrün gayret ede ede feda edilebileceği çalışma da bu olsa gerek!
    Kopardıklarıyla bir türlü doymayan insanın BEN çatlatan iştahını dizginlemesi zor.

    ömrünüzden feda ettiğiniz zamanla harmanlandığınız emeğinize bereket..düşünce denizindeki dalgalara alışkınsınız yine oltanız balık dolu 🙂

  4. Yazan:Asi_asi Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Her ne kadar yazıyı kaleme alan Mehmet Yılmaz, Marks’tan alıntılar yaparak YABANCILAŞMAYI anlatmaya (kaleme alamaya) çalışmış olsa da kendiside kaleme aldığı yazıya yabancılaşarak, toplumsal yabancılaşmasını ortaya koymuş..Yazını kaleme alan Mehmet Yılmaz yabancılaşma konulu yazılarından birincisinde kendince bir yorum yaparak (kendi çelişkili düşüncelerinin farkına varmadan) “”Gerçekte solculuk, sosyalizm ve komünizm polise yumurta atmaktan çok daha akıllıca bir şeydir. Kendisini solcu zannedenlerin konferans basarak, lastik yakarak solcu olamayacaklarını öğrenmeleri gerekiyor artık. (MY)”” şeklinde bir ifade ile konudan koparak gündemsel yorumlarla asıl bakış açısını da ortaya koyarak başlıyor ki bu yorum dahi yazının objektif olmadığını ortaya koymakta. Buna benzer yorumları yabancılaşma (1), yabancılaşma (2) yazılarından da görmek mümkün..Ki bunun yanında marksın ortaya koyduğu (üretimden uzaklaşma ile gerçekleşen) yabancılaşmayı, farklı bir şekle sokmayı da elden bırakmamış.. Her ne kadar Marks’tan alıntılarla süslenmiş yazı defolu imalat ürünü gibi karşımızda..çünkü yazının üretiminde parçalar yanlış birleştirilmiş..Bundan kaynaklıda yazarın yazıya yabancılaşarak sistemsel bakış acısını yazısın da görmek mümkün..Marksın tarihsel ekonomik çözümlemesi, diğer iktisatçılardan farklıdır..Tıpkı yazarın yabacılaşmayı (marksın bakış acısına dayandığı görsel objelerle desteklenerek ortaya konsada) ortaya koyması ile Marksın Yabancılaşma düşüncesi çok farklıdır.. Yazıyı kaleme alan arkadaşın yazısına yapılan yorumlara yazdığı yorumları da göz önüne aldığımda; (benim yorumuma da yorum yazacağını düşünerek “ MARKSIN YABANCILAŞA düşüncesi…” biraz daha araştırmalısınız..ki bu daha kalıcı ve anlaşılır olur.. ve elimizdeki metaları birleştirirken daha dikkatli olmalısınız, çünkü ortaya koyduğunuz meta sizin olmalı fabrika ürünü değil 🙂 kolay gelsin… Bir şey daha alıntılar ile mehmet beyin kendi düşünceleri iç içe geçirilerek yapılan alıntıların içine mehmet bey sızmış..kısaca ikisi arasına ayrım konulması gerekirken yazıyı kaleme alan arkadaş kendi düşüncelerini alıntıymış gibi vermekte..buna dikkat etmesi gerekirken..yazar ayrıca ahlak üzerinede bir çalışma yapmalı..çünkü yazarın ahlak yorumu (çocuklar ve kadınlar üzerine yazılanda) diyalektik olmadığı gibi..sistemsel yabancılaşmış bir ahlak anlayışı…yazıda daha bir çok hatalı duruş ve bakış mevcut..iyi çalışmalar

    NOT: Yayınlanacağını sanmıyorum, umarım yayımlanır..

  5. Yazan:MY Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Selamlar Asi-Asi,

    Yorumunuzun yayinlanmasinda elbette bir sakinca yok. “Marx’i anlamadiniz” seklindeki fikrinize saygi duyarim. Ancak ben de tersini yazabilirim ve sonu gelmez, “asil sen anlamadin” veya “kendi amaçlarina alet ediyorsun vs vs”

    neyse. Marx topluma çesitli tavsiyelerde bulunuyor ama kendisi uygulamiyor. Mesela kadinlarin çalismasi vb konularda Ali Bulaç gibi konusuyor. Simdi Türkiye’de hiç bir köse yazari tepki almadan böyle bir sey yazamaz. Marx’in 1844 el yazmalari, Kapital vb eserlerinde öyle kisimlar var ki… Maço ya da yobaz Müslüman damgasi yersiniz bunlari yazarsaniz. Zihnen 1800’lerin Alman erkegi. Ögrenciliginde bol bol içip kavga çikariyor. Silahi var. Polis kayitlarinda ismi geçiyor. “Komünist” degil “kavgaci” diye. Düsmanlari var daha 20 yaslarinda iken. Silah aliyor. Babasinin yolladigi para yetmiyor. Defalarca azar isitiyor babasindan. Mektuplar var. Babasi onun zekâsinin farkinda ama bu asi tavirlarindan hoslanmiyor.

    asiri alkol ve uykusuzluktan sagligi bozulmus. Tabi bu arada ayikken bol bol felsefe okuyor. Kanalize edemedigi bir enerjisi var. çogu ateistte görmeye alistigimiz bir “sarkaç” bu. Hedonizm ile Nihilizm arasinda gidip geliyor zavalli. iki durus geçerli sadece:
    1) Alem buysa kral benim ulan! Yiyelim, içelim, eglenelim!
    2) Bu dünya anlamsizdir, yakalim, yikalim!

    Jenny ile evlenecegi zaman da kayin biraderi polis kayitlarindan Marx’in sicilini çikartip Jenny’nin ailesine gösteriyor, evlilige mani olmak için.

    Ek olarak Marx kisa bir süre yazi isleri müdürlügü yapiyor ama bunun disinda maasli olarak hiç çalismiyor. Bu da tuhaf. Yani kas gücüyle çalisanlara, “emekçilere” aciyor, onlari alin terini hak eden tek sinif olarak görüyor ama kendisi bir fabrikaya ayak bile basmamis. Engels’in tecrübelerinden istifade ediyor. Gazete, mahkeme karari vb okuyor bol bol. Buralardan biliyor fabrikalari. Ama elini sürdügü tek makina daktilo 🙂

    devrim ve din kavrami ile olan iliskisi de oldukça karmasik. Benim yazilarimi sevmediginize göre baska kaynaklardan istifa edersiniz artik. ama ileride deginecegim bu konulara da.

    Yabancilasma(1)’de benim yorumum yok, bastan bir sunus yazdim, gerisi Marx’in ya dogrudan yazdigi ya da baska yazarlardan, raporlardan alip Kapital’e koydugu metinler.

    Ama “yorum istemeeeem, ille de malumat isteriiiim” diyenler için, nötr, objektif bilgi arayanlar için çok sayida biyografi var. Rahmetli Orhan Hançerlioglu’nun Felsefe Sözlügü var 7 cilt + 2 cilt düsünürler. Remzi kitabevi. Orhan Bey de marxistmis, ya da en azindan sempatizan. Gönül rahatligiyla okunabilir. Bir de Kurtulus Cephesi adli komünist site var. Sayfalari kirmizi, yazilar sari, adamin gözleri çikiyor yerinden 🙂 Ama indirmek için PDF dosyalar, kitaplar var. SOL yayinlari vs.

    Türkiye’nin solcularina gelince… Sözüm meclisten disari, son derecede cahiller. Romanlarin haklarinin tartisildigi bir toplantiyi basip “bedava üniversite isteriz” diye pankart açan, tanimadiklari insanlarin kafasina yumurta atan solcular biraz olsun cahillikten kurtulmalilar. Marx’i Rus zanneden solcular var Türkiye’de. Yani insan ölecekse ne ugruna ölecegini de bilmeli degil mi? Anlamadan, dinlemeden solcu olmasinlar. Söyledigimiz bu. Neden bu milletin oyunu alamiyorlar? Neden iktidara talip olamiyorlar?

    “Küresel güç” zart-zurt demeden önce cahil olduklarini bilerek en azindan KARA CAHiL statüsünden çikmalilar. ALLAH’in verdigi nimetleri ziyan ederek, yerlere atarak olmaz. O yumurtalari üreten isçilerin emeklerine de saygi duymak gerekir. Türkiye’deki çocuklarin çogunun simarik zeingin çocuklari oldugunu düsünüyorum. Ögrencilikleri bitince CV gönderecekler küresel güçlere. Kapitalizmin en acimasiz askerleri olacaklar.

    inanmiyorsaniz “solcu” arkadaslarinizin kariyerlerini takip edin, göreceksiniz. Artik gözüne sinekler konmus afrikali çocuklari fotograflarini forward etmekle adam olunamayacagini anlamalari gerek. Bu dogmatik uykudan uyanmazlarsa Türk Solu’nun siyaset masasindaki yeri sahanda yumurta kadar bile olmayacaktir.

    Uyandirici ACI KAHVE niyetine üç makale teklif ediyorum milliyetçi, militarist, ulusalci, kemalist, anti-kapitalist vs vs vs Türk Soluna:

    Yumurtanın sarısı, solcu olmuş yarısı!

    Türk Solu Uyanıyor!

    Roni Margulies’e yumurta atan kendisine ’solcu’ diyorsa, ben asla değilim

    Saygilarimla

    Türk Solu

  6. Yazan:MY Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Ah ç-z ah,

    keske bu kadar dikkatle okuyacaginizi bilseydim 🙂 Sanat ile ilgili degil diye “okumaz” diyordum. Gidip bir kahve içeyim de kendime geleyim bari. Artik sonraki bölümleri yazarken ellerim titreyecek 🙂

    ben okurlari Venus Project ile basbasa birakiyorum, yeryüzü cenneti mümkün, Ölüm’ü düsünmeye gerek kalmadi(!)

    2500 yildir felsefe dünyasinda degisen bir sey yok, acaba zaman gerçekten geçiyor mu yoksa bize mi öyle geliyor?

    İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi? isimli makaleden:

    “Hâsılını öğrenirsen kuşkusuz zaman gerçektir. O vehimlerle bilinir. Doğa gibi tesirdedir onun gücü. Zamanın ve doğanın dış varlığı ise yoktur. Şeyler onunla belirlenir. Onun ise kendisinde hükümranlığı olacak bir dış varlığı yoktur. Akıl suretini idrak etmekten acizdir. Bu nedenle şöyle der: ‘Dehr mevhumdur’. […] Tıpkı boşluk gibi. Ucu olmayan bir uzam. Cisim olmayan bir şeyde. Kendisinde cisimleşme bulunma vehmiyle” (Fütûhât-ı Mekiyye, Hz. İbn Arabî, Cilt II, sf. 380)

    Get Flash to see this player.

  7. Yazan:durhat Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Asi asi mahlaslı yorumcuya,

    Merak ettim-yorumunuzun sonunda-yorumunuzun yayımlanamayacağı kaygısına kapılmanıza sebep nedir acep?Ben söyleyeyim,solculuğu futbol fanatizmiyle karıştıranlarda sıkça rastlanan bir vakadır bu.Bir makaleyi veya metni habire takım taraftarlığı hissiyatıyla yorumladıklarından olsa gerek,daha olumlu olumsuz bir eleştiri gelmesini beklemeden gardlarını alırlar.Çünkü kendilerinden kuşkuludurlar.Çünkü farklı düşünceleri sindiremediklerinden herkesi kendileri gibi bilir sanırlar.

    Neyse ki kendilerinin dahi yayımlanmasına inanmadıkları yorumları yayımlanıyor.

    Yalnız şu var:Diyelim ki görüşlerinizin yayımlanmayağına dair kuşkularınız oldu,okey.Peki en azından kuşkularınız boşa çıktığında siz de biraz şaşırtın.Mesala görüşlerine katımasanız da düşünce özgürlüğüne saygıyı onurlandırıp bir jest gösterebilirdiniz.Ben olsam bunu yapardım.Yapıyorum da.Bu sitenin benimsediği dünya görüşüyle ortak bir fikir bağım yok.Dindar değilim.Bir dini inanca da sahip değilim.Ve ayrıca koyu bir solcuyum.Sınıf mücadelesine inan;sosyal adaletin,hakça paylaşımın,eşit ve onurluca bir yaşamın sol devrimci mücadele ile ancak elde edilebileceğine olan inanç ve umudumu yitirmiş değilim.

    Lakin bu asla, benimle aynı görüşü paylaşmayan insanlarla kişisel çekişmeleri merkeze alacağım anlamına gelmez.Emeğe,emekçiye,sosyal adalete,hakça paylaşıma verdiğim değer kadar insanların farklılıklarıyla kendi olma hakkını da sonuna kadar savunuyorum ve savunmaya da devam edeceğim.Alevi,hıristiyan veya müslüman;Türk,Kürt,Ermeni…Etnik kökenine/kimliğine,inanç veya ideolojilerine bakmaksızın “önce İnsan”diyorum.Ve işte bunun için dinlemeyi,anlamayı,ortak müştereklerde buluşmayı önceliyorum.Zira ezilen kitlelerin sorunları ortaktır,acıları ve sıkıntıları birdir.Onlara her türlü zulmü reva gören egemenler de aynı şekilde ortaktır.Hrant’ı katleden zihniyet ile Kürtleri haklarından mahrum bırakan,Alevileri dışlayan,süni müslümanlara yaşamı zindan eden zihniyet aynı zihniyettir.Bunun bilincinde olmayarak zalimlerin,despotların yanında saf tutanlar solcu olamazlar;Tıpkı müslüman geçinerek zalimlerin yanında saf tutanların gerçek müminler olamayacağı gibi.Aslında bu tarz tanımlamaları da çok doğru bulmuyorum.Solcu olsun,müslüman olsun,ateist olsun…Eğer hakka,hukuka,adalete inanmışsa,eğer vicdanının sesine kulak verip insanlık için iyi,doğru ve güzel olana inanmışsa solcu,müslüman,liberal ayrımına bile gerek yoktur.

    Bu bağlamda sitede yazan pek çok yazar bana göre benden çok daha solcudur.Ben onları böyle gördüm ve böyle bilirim.Zira bizim “yumurtacı solcuların”kıyısından bile geçmediği pek çok konuyu cesurca taşıdılar bu sayfalara.Derin devleti sorguladılar,mahyacı takımı yobaz dincileri sorguladılar,ırkçılığı faşizmi,militarizmi sorguladılar.Müslümandır,bizdendir deyip ayırmadılar,kayırmadılar.Yeri geldi Ermeni vatandaşlarımızın acılarına ortak oldular,yeri geldi özelleştiri yaptılar.

    Bugün de Marks,Kapital tartışılıyor.Kendilerine yakışan tarzda,ideolojilere prim verilmeden,dosdoğru.Şahsım adına söylüyorum Kapital’i üyesi olduğum sol sitelerden defalarca okumuşluğum var.Öncesinde de okumuşluğum vardı 12 Eylül döneminde rahmetli babamın beni düşünerek imha etmesinden önce de benim başucu kitabımdı.Ama hiç biri sayın Mehmet Yılmazın kaleminden çıkan metin derlemesinin tadını vermedi.Kendisine bu vesileyle bir okur olarak teşekkür ediyorum.

    Lakin sizde belli ki aynı tadı bırakmamış.Bu da gayet normal.Ancak tek eleştiri noktanız maalesef “yumurtacı solculara”dokundurmuş olması.Oysa yabancılaşma kavram veya olgusu bu basit polemiğin çok daha fazlasını hakediyor.
    Yani uzun lafın kısası,doğruya doğru:Panel basmakla,akademisyenlere yumurta atmakla solcu olunmuyor be kardeşim.Neden gocunuyorsunuz ki?O solculardan(!)birine-eylemini icra etmeye kalkışırken-sağduyuya çağırıp vazgeçirmeye çalışan rektöre,elinde fırlatmaya hazır yumurtasıyla “biz Atatürk’ün ilkelerini korumak için buradayız,Cumhuriyetin bekçileriz”diye yanıtlamıştı genç eylemci.Yumurta atarak nasıl Atatürk ilkeleri korunuyor ve CUMHURİYET’E BEKÇİLİK yapılıyorsa artık.

    Ve artık nasıl solculuk oluyorsa bu!

    Kel alaka dedikleri şey bu olsa gerek.Ama bizim solcu diye geçinenlerin meşrebine de pek uygun.

    Vah ki ne vah!Vallahi Marks amca bu soytarılıkları duysa mezarında ters dönecek:)

  8. Yazan:Asi_asi Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Egemen ideolojinin laf ebeliğine soyunmakta belli bir birikim gerektirir…Marks’ın laf ebelerine dair sözlerini de biliyorsunuzdur.. Öncelikle yorumuma yorum yapmanız beni sevindirdi diyemem..Yazdığınız yazıya yabancılaştığınızı belirtmişsim zaten.. Ki bakın “”keske bu kadar dikkatle okuyacaginizi bilseydim Sanat ile ilgili degil diye “okumaz” diyordum. “” şeklinde bir ifade ile de bu yabancılaşmayı çok net ortaya koymuşsunuz. Bu kadar dikkatli okunacağını bilseydiniz sizin çocuğunuz mu olurdu.. Ki bu ibareyi yazınızda kullanmışsınız.. Bunun yanında sol literatürünüz solculara yazıları ile saldıran roni margulies’ten, okuyamadığınız (Kurtulus Cephesi adli komünist site var. Sayfalari kirmizi, yazilar sari, adamin gözleri çikiyor yerinden Ama indirmek için PDF dosyalar, kitaplar var. SOL yayinlari vs. ) yazılardan ve yazarlardan ibaret mi?
    Bunun yanında Marks hayatını bu kadar kurgulayarak film yaptığınız için sizi tebrik ederim…Resmi ideolojiden ve onların laf ebeliğinden hiç ayrı düşmediğiniz gibi yaratıcılığınızı da katmışsınız..çok basit bir araştırmadır-7 ciltlik felsefe kitabında ki bilgileri yüklenme zahmetine girmeden(yazıyı kaleme alan arkadaşın alıntı eşittir entelektüel birikim sanısından kaynaklı) – googlede (kirli bilgi yığını olsada) Marksın hayatı yazıp aratmak…Ve aramaların sonucunda hiçbir bilgi marksın refah içinde yaşadığını ortaya koymaz..Bunun yanında yazıyı kaleme alan Mehmet bey daha da ileri giderek, kendince (ilk yazısında ) övgülere boğduğu Marks ile dalga geçerek kendi yazısına daha da yabancılaşarak..çünkü ilk yazısında marksın yabancılaşma düşüncesinin kendisine yakın olduğunu kapitalist düzeni, makineleşmeyi, insanın yabancılaşmasının anlaşılacağını ortaya koymakta..fakat Nasrettin hoca misali dalı kesip, fıkraya sığınan duruşu ise bir o kadar trajikomik bir durum….Fıkradan çıktığını sanıp bir başka fıkraya atlayarak, resmi ve egemen ideoloji kaynaklarından marksın ahlak anlayışını ortaya koyduğunu sanırken yeni bir belgesel daha kurguluyor…Sanırım buda ikinci yazısında anlattığı 1818’de yazılan (ki bu bilgiyi teğit ettirmek gerek) Frankenstein durumunu kendinde yaşatmış..Topladığı (alıntılar) kemikler ile yarattığı (yazı) kendi ölümünü getirmiş…Ah yurdumun insanı ah…malum resmi ideolojinin dışında entelektüel bir duruş ile gerçeği ortaya koymak cesaret işi.. bundan kimisi görüntüyü gerçek sanıyor…
    NOT: iyi çalışmalar dilemek ne hacet.. Frankenstein olmuşken yazı…

  9. Yazan:Asi_asi Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Sisyphos öyküsünde;tanrılar Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. (Marks bunu kapitalde de işlemiştir.) Ve bu hep böyle devam edecektir..Marks eleştirilenlerde, karalayanlarda, beğenmeyenlerde malesef bu sisyphosun cilesine ortak oluyorlar…:) ha bu arada sanırım yazıyı kaleme alan MYnin alıntı yaptığı ama yazmayı unuttuğu bir kaynak 🙂

    http://www.felsefeforumu.com/viewtopic.php?f=31&t=604

  10. Yazan:MY Tarih: Mar 29, 2011 | Reply

    Selam Durhat,

    anlasimlmak güzel sey, yazarlarin buna ihtiyaci var 🙂

    yumurtaci solcular bizim yazdiklarimiza gicik oluyor ama aslinda Marx’i övdük ve övmeye devam edecegiz.
    Elestirdigimiz yerlerde millet sinir olabilir, yapacak bir sey yok. Müslümanlarin iç hastaliklari’ni yazinca da “din düsmani” ilan edilmistik. Sonra sirasiyla Türk düsmani, vatan haini, libos ve liberalizm düsmani ilan edildik. Demek ki kendi kuyrugunu isiran kedi yavrularini rahatsiz etmisiz. Onlar dönüp duruyorlar ne güzel 🙂

    Yabancilasma konusunda dikkatimi çeken bir sürü önemli nokta var ama iki tanesi mühim, nasib olursa gelecek bölümde liberal totalitarizmden bahsetmek istiyorum, piyasanin tipki bürokrasi gibi insani kendine yanacilastirici etkisinden. Aslinda bu harbî solcularin sahip çikmasi gereken bir tema. umulur ki birgün sendikalar, dernekler vb laikçilik ve Türkçülük yapmayi birakip emekçileri savunur. O gün geldiginde bu makaleler ve özellikle gelecek bölüm çok islerine yarayacak.

    ikinci ve yine bir o kadar önemli alan ise isçilerin YOGUN isbölümünden dogan haklari.

    Söyle açayim, mesela tehlikeli veya yipratici is yapanlar hem kask vb ile hem de sigorta ile korunuyor. En azindan böyle olmasi gerekir. Fakat is bölümünün asiri uçlara itildigi üretim hatlarinda emekçilerin haklari muhafaza edilmiyor.

    Mesela iki sandalye fabrikasi düsünün. Birincisinde bir A isçisi bir parçayi, dyelim sandalyenin ayagini bastan sona yapiyor. Metal ve agaç islemeyi, cilalamayi vb ögreniyor. 3 sene tecrübeden sonra ekip sefi oluyor. insan yônetmeyi ögreniyor, vs vs.

    Bir diger fabrikada bir B isçisi sadece vida sikmak gibi çok basitlestirilmis bir is parçasi yapiyor.

    Yillar sonra B isçisi A’ya göre psikolojik olarak çok daha yipranmis olacaktir. Bunun yaninda “vasifsiz” olarak basladigi is hayatina ayni biçimde devam edecektir. Bir üçüncü mesele ise her an otomatiklestirilebilir (robotlarca yapilabilir) bir is yapmasi sebebiyle issizlik tehlikesi daha fazladir.

    Etüd yapilsa süphesiz marxçi perspektifte daha bir çok fark bulunabilir.

    Tabi bu bir örnek. Bu bakis açisini bütün is kollarina genisletip bütün aktörlerin (sermaye, devlet ve tabi isçi) uzun vadede kazançli çikacagi bir sistem kurulabilir. Sistem derken yasal, teknik ve ekonomik boyutlari kapsayan bir çerçeve demek istiyorum.

    Benim hayalimdeki Türk Solu iste böyle Marx’tan veya bir baska düsünürden, meselâ Simondon, Weber, Arendt… yola çikarak gerçekçi, somut çareler üretebilen, diger siniflari tehdit etmeden isçi haklarini savunabilen AKILLI BiR SOL:

    1) Politikasi olan,
    2) iktidara talip,
    3) Halkina ve Islâm dinine YABANCILASMAMIS,
    4) diger dünya solculariyla iletisim içinde,
    5) küresellesmeyi sadece bir dert degil ayni zamanda bir çare olarak görebilen bir ekip.

    Bu mümkündür. Ama simdiki solcularla olmuyor. Sizin de çok net ifade ettiginiz gibi ulusalci, darbeci, devletçi, ayni zamanda kürtçü ve türkçü, hatta bazen alevici tuhaf bir güruh. Birakin iktida olmayi, ortak bir dergi bile çikaramazlar. Kanli biçakli olurlar. Deniz Gezmis gibi biriyle Kürdistan Komünist Partisi’nin bir araya geldigini düsünebiliyor musunuz?

    Neden böyle? çünkü hep tepki üzere düsünüyorlar. AKP’ye ters gidebilmek için:
    a) dine karsi ama halk destegi arayan,
    b) sermayeye karsi ama istihdam isteyen,
    c) Türkçü ve bazen Kürtçü ama “evrensellik” iddiasinda….

    liste uzun. Gicik olduklari seylerin tersini yaparak politika kurmaya çaisiyorlar. “Düsmanimin düsmani dostumdur” derler ya. Bir taktik olarak geçerli ama strajik anlamda tam bir intihar!!! Oysa özgün bir çikis noktasi lazim ki bu Marx olabilir.

    @Asi-Asi,

    alintilari yaptim ve kaynak gösterdim. Marx’a gicik degilim, verdiginiz linkte güzel bilgiler var ama bence bunlar malümat mertebesinde. Günlük hayata ve özellikle de Insan’a ilisik degil, çok teorik. Ve çeviri kokan satirlar, asiri “entel” terimler sebebiyle “normal” insanlarin erisimine kapali. Türk soluna hizmet etmez ama siz eder diyorsaniz öyle olsun.

    Saygilar

  11. Yazan:ali duman Tarih: Mar 30, 2011 | Reply

    yukarıda bir yorumcu “komünist”(!) KURTULUŞ CEPHESİ’nin sitesinden bahsetmiş.

    madem ki bu sitenin adı geçti yeri gelmişken ilginç bir şeyi paylaşmak istedim.

    sanırım 1 yılı kadar oldu, belki de daha fazla olmuştur, bu sitede yaptığım bir yorumda, Mahir ÇAYAN’ın “ASD (Aydınlık Sosyalist Dergi)’ye Açık Mektubundan söz etmiş ve bu mektub ile Mahir Çayan’ın Ergenekon’un izlerini o zaman görmüş olduğunu vurgulamıştım, zira Mahir Çayan o mektubunda “milliyetçi” MDD geleneğinin önemli aktörleri olan MİHRİ BELLİ ve DOĞU PERİNÇEK’i “HAİN, İŞBİRLİKÇİ,İHANETÇİ” olarak itham etmişti, ancak ne var ki söz konusu “hain”lere hiç bir şey olmazken, kendisi devrim yolunda şehit oldu.

    asıl değinmek istediğin çarpıcı husus ise, söz konusu mektubu gündeme getirmemden bir dönem sonra mektubun KURTULUŞ CEPHESİ’nin sitesinden kaldırılmış olduğunu gördüm.

    Zira Mahir Çayan’ın yolundan gittiğini iddia eden ve komünistlikleri nevi şahıslarına münhasır olan goişist ve “milliyetçi” komünistler, önderleri Çayan’ın “hain” ilan ettikleriyle aynı yolun yolcusu ve aynı cephede mücadele eder olmuşlardı. Daha ötesi “hain”lerin yolunu kendileri yol edinmişler, bunu da Çayan’ın yolu diye yutturma sahtekarlığına girişmişlerdir.

    elbette ki Çayan’ın mektubu bugüne ışık tutarken, bugünden düne bakıldığında ihanetlere de, hainlere de çok açık bir şekilde ışık tutmaktadır. Bunu söz konusu “komünistlerin” anlamasını beklemek safdillik olacaktır. Çünkü bu maocu bozkurtların tek derdi, yolunu yol edindikeri hainlerin yolu için “gerekçeler” “kılıflar” bulmaktır, bunun için de bol miktarda “anti-akp”cilik, “anti-emperyalizm”, “anti-abd” ve “anti-ab” argumanları işlerini görmeye yetmektedir, ancak bu nasıl bir “anti-abd” ve “anti-emperyalistlik” ise bunların yerli işbirlikçisi olan tusiad ve başka kurumlarla işbirliği yapmaktan da kaçınmamaktadırlar. Referandum gibi önemli tercihlerde “maocu bozkurtları”, orjinal türkçü “milliyetçi bozkurtlarla” omuz omuza, ele ele, kol kola gördük, daha bu manzaraları çok göreceğiz, zira aslına rücu etme halidir bu durum, başka bir açıklaması yok. MHP ve benzerleriyle aynı cephede yer almaktan hiç utanmayacaklardır. Bu fiiliyatta geçmiş olup, gizli kapaklı oluşturdukları ve utanarak açıklamadıkları bir diğer hakikat ise “kızılelma koalisyonu” olup, her önemli siyasi tercihte bu birlikteliği reel olarak göreceğiz.

    ne büyük çelişki, hem Mahir Çayan’ın izinden gittiğini iddia edeceksin, hem Çayan’ın mektubunu ortadan kaldıracaksın, hem de Çayan’ın hain ilan ettikleriyle iş tutacaksın.
    tüm bunları yaparken de “komünist” olabileceksin.

    ne oldu da Çayan’ın mektubu siteden yok edildi? sakın buna ergenekon kardeşliği sebep olmuş olmaya? bu solcusumculara sormak gerekir, önderiniz Çayan’ın hain ilan ettikleriyle niye omuz omuzsanız, onların yargılandığı ergenekon davasına niye devrimci bir tavrınız yok?bu davanın abd komplosu olduğunu ileri sürmek nasıl bir solculuk, nasıl bir Çayan’cılık?

    herşey o kadar net ortaya çıktı ki, solun ihanetçileri de, sağın, milliyetçiliğin ihanetçileri de ayna gibi deşifre oldular, hala kafayı kuma gömerek, inatla ihaneti ve ihanetçileri görmemek ancak kemalist zihniyetin giydirmiş olduğu “DELİ GÖMLEĞİ” ile açıklamak mümkündür.

    türk milliyetçiliği üstüne oturtulmuş “maocu bozkurtluğu” “komünistlik” olarak yutturan bu hokkabaz ve yumurtacı solcusumculuğun geldiği son noktadır, keyfiyet arz olunur.

  12. Yazan:jiyan Tarih: Ara 3, 2011 | Reply

    güzel yorumlanmıs tebrik ediyorum kemalistci komünizm degil gercek marxcı komünizm benimsenmeli ve en insancıl komünizmi yalan üzerine kurulmus bir akımın(kemalizm)icinde acıklamak insanlıga en büyük ihanettir

  1. 4 Trackback(s)

  2. Mar 27, 2011: Hiç kimsenin Tiranlığı: Marx, Arendt ve Bürokrasi : Derin Düşünce
  3. Nis 27, 2011: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx) : Derin Düşünce
  4. Haz 15, 2011: İdeolojiye boyun eğen İnsan ve Makineleşme’nin rolü : Derin Düşünce
  5. Haz 16, 2011: YAKINDA:Jean-Paul Sartre neden yalan söyledi? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin