RSS Feed for This Post

Hiç kimsenin Tiranlığı: Marx, Arendt ve Bürokrasi

“Baskı rejimlerine artık bir yenisi eklendi, belki en müthiş olanı: Bürokrasi. Son derecede karmaşık bir bürolar arası sistemin gücü. Ne biri, ne en iyisi, ne küçük bir azınlık ne bir çoğunluk… Kimse sorumlu tutulamaz. Bu sisteme “Hiç kimsenin tiranlığı” denilebilir.” (Şiddet Üzerine, Hannah Arendt)

 Makine mi İnsan’a uyacak yoksa İnsan mı makineye?

İnsanların yaptığı ve insandan bağımsız bir işleyiş temposu olan şeylere “makine” dersek makas ya da çekiç gibi aletleri bir dikiş makinesinden ayırd etmiş oluruz. Basit bir marangoz atelyesi de yine bu tempo, bu “kolektif zekâya” sahip olMAdığı için bir fabrikadan ayrılır. Bilmem katılır mısınız ama aynı kriteri insanlardan oluşan ama insanlığını ARTIK kaybetmiş organizasyonlara da uygulayabiliriz gibi geliyor bana: Devletler, ordular, büyük şirketler, Borsa… “Makine” kavramının sınırlarını bu şekilde “mekanizmaya” doğru genişletmek istiyorum. Zira Marx’ın fikrî eserlerinde merkeze aldığı YABANCILAŞMA olgusu sadece 1800’lerin değil 2000’li yılların sorunlarını tahlil ederken de işimize yarayacak. Çünkü bir “mekanizma” içinde “ROL” alan bir insan “gerekeni” ya da elinden geleni değil kendisine söyleneni yapıyor. Komutan, mühendis, ustabaşı, başhekim, siyasetçi, gazeteci… müşteri. Roller insanları kapsıyor, kapatıyor, kuşatıyor.

İşimize yaramaktan öte hayatımızı kurtaracak bu YABANCILAŞMA kavramı şayet gerektiği gibi istifade edebilirsek. Sadece işçinin sömürülmesi değil dünya barışı da sıkı sıkıya bunun idrak edilmesine bağlı. Çünkü Marx “azıcık” yanıldı. Kapitalizm çökmeyecek Marx’ın dediği gibi, Liberal Totalitarizm‘e evriliyor. Bu evrilme “yabancılaşma” üzerinden gerçekleşiyor.

 Şimdi müsadenizle biraz açayım: Kılıçla ya da bıçakla bir insan öldürmek zorunda kaldığınızı farz edin. Tehdit altında olsanız bile hem karar vermek hem de uygulamak oldukça zor. Çünkü birebir sorumlusunuz ve o insanı öldürürkenki fizikî yakınlığınız taşıdığınız sorumluluğu madden temsil ediyor. Peki bir tabanca ile aynı işi yapacak olsanız? Bu biraz daha kolay. Çünkü suç biraz da tabancanın, merminin. Ya da bu “korkunç” aleti yapıp size verenin. Değil mi? Uzun namlulu bir tüfeğin dürbününden bakıyor olsanız belki cinayet işlemek daha da kolaylaşacak. Peki mesafeyi biraz daha arttıralım. Tek kişi değilsiniz tetiği çekecek olan. İdama mahkum edilmiş bir suçluyu kurşuna dizeceksiniz. 5 ya da 10 kişiden oluşan bir ekipe dahilsiniz. Komutan sayıyor: “1, 2, 3, ATEEEŞ! “ PAT! PAT! Silahlar patladı. Bir insan bedeni cansız yere düştü. Ne oldu? Herkes suçlu. Ya da hiç kimse suçlu değil. Çünkü artık öldüren bir insan yok. Bir mekanizma (?=makina) var. Makineleştiniz. Mahkemeden biri gelip yanlış kişinin idam edildiğini söylese bile ne gam? Evinize gidip çocuklarınızla oynayabilir, bahçede mangal yapabilirsiniz. Çünkü siz kimseyi öldürmediniz. Mekanizma yaptı bunu. “ATEEEŞ!” diye bağıran komutan da emir kulu değil mi? Terfi bekleyen bir onbaşı ya da her neyse? Ona idam emrini veren hakim? Muazzam bir hukuk makinesinin dişli çarklarından biri sadece. “Ben yapmasam bir başkası nasılsa yapacaktı benim yerime?” diyebilir. O halde hakim beyi ve komutanı da davet edin mangal partisine. Şiş kebap yapın: Bir mahkum, bir vicdan, bir defne yaprağı, bir de domates. İnsanlara ve vicdanlara ihtiyacı yok “modern” devletlerin. Teknoloji sayesinde kurulabilen bütün mekanizmalarda var bu MESAFE sorunu: Bürokrasi, Emir-Komuta zincirleri….

Özetle makinelerin ve fabrikaların Tabiat ile insan arasına koyduğu mesafe bir yabancılaşma doğurdu. Ama yapay makinelerin yanı sıra yapay organizasyolar da bir yabancılaşma meydana getiriyor. Totaliter rejimlerde ve ulus-devletlerde bürokrasiydi bunun adı. Binlerce büro, karmaşık formaliteler, imzalar, damgalar, karar veremeyen karar mekanizmaları sorumluluğu parçalayıp bölüyordu. Ne hiç kimsenin ne de herkesin suçlu/sorumlu tutulamadığı bu sorumluluk değirmenleri nice katliamı, tehciri, soykırımı mümkün kıldı. Çünkü sorumluluklar öğütüldü, unufak edildi!

Bir soruyla başlamıştık: “Makine mi İnsan’a uyacak yoksa İnsan mı makineye?” Neden insanlar daha “insanî” mekanizmalar kuramadılar? Yani bürokrasinin, orduların birazcık olsun biz insanlara benzemesi mümkün değil miydi? Neden biz makinelere ve mekanizmalara uyum sağlama gayretindeyiz ve neden tersi olmuyor? Hannah Arendt’ten dinleyelim:

 “Makina ile alet arasındaki en önemli fark belki de “Makine mi İnsan’a uymalı yoksa İnsan mı makineye?” şeklindeki soru etrafında bitmeyen tartışmalarda saklı. […] Eğer insan karşılaştığı her yeniliği ve ürünü yarınına dahil ediyorsa,  insanların makinelere icad edildikleri andan itibaren uyumlu olduklarını söyleyebiliriz.  Makineler geçmiş zamanların basit aletleri kadar hayatımızın ayrılmaz birer parçası oldular. Bizce ilginç olan bu uyum sorusunun hâlâ sorulabilmesidir. Aletlere uyum sağlamamız hiç söz konusu oldu mu? Bari ellerimize de uyum sağlayalım!

 Makinelerin durumu ise farklı. Aletler elin hizmetçisi iken makine insanın kendisine uymasını bekliyor. Vücut ritmini ona ayarlamasını, hareketlerini mekanikleştirmesini.

 Bu elbette insanın makineye hizmet etmesi demek değil. Ama çalışma süresi boyunca mekanik süreç vücudun ritmine ikame ediliyor. En gelişmiş, en hassas bir alet bile elin hizmetindedir. Ne onu yönetir ne de yerini alabilir. Oysa en basit bir makine bile bedensel çalışmayı “güdebiliyor” ve hatta tamamen insan emeğinin yerini alabiliyor.” (İnsanlık Durumu – Hannah Arendt)

 Modern Devlet ve vicdanın kamusallaştırılması

 Duymuşsunuzdur, Hannah Arendt için “gizli bir marxist” denilir. Ünlü marxist Rosa Luxemburg’a hayran olduğunu da biliyoruz. Ne var ki Totalitarizmin Kökenleri adlı eseri yayınlanınca marxist ve daha genel olarak “sol” cenahta kıyamet kopmuş. Sosyalist rejimleri “ilerici” kabul eden bu insanlar Nazi Almanyası ile Stalin Rusyası arasındaki benzerliklere işaret edilmesinden rahatsız olmuşlar.

Aslında Anti Semitizm, Emperyalizm ve Totaliter sistem adlı 3 ana bölümden oluşan bu eser çok başarılı bir soyutlama sunuyor. Bir diğer deyişle Arendt bu eserinde Marx’ın “yabancılaşma” kavramını oldukça çarpıcı bir şekilde kullanıyor. Sağcı, solcu, ırkçı vs hangi ideoloji ile yola çıkarsa çıksın totaliter rejimi rahatsız eden şey devletin “işine karışan” vicdan sahibi, özgür insanlar. Totaliter liderin rahat etmesi için bu insanları bir şekilde susturmak ve politikanın dışına itmek gerekiyor.

Geçen iki bölümden hatırlayacaksınız, endüstrileşme, makineleşme, işbölümü ve uluslararası ticaretin gelişmesinden bahsetmiş, özellikle buhar makinesi üzerinde israr etmiştik:

Bu bölümlerde bir sorun olarak sunmuştuk yabancılaşma kavramını. Oysa kendine yabancılaşmış insan yığınlarını bir amaç değil de araç gibi gören « modern » devlet için yabancılaşma bir sorun değil bir imkândı. Köklerinden, geleneklerinden, topraklarından ve inançlarından kopmuş insan yığınlarına ihtiyaç duydukları maneviyatı üretmek suretiyle devlet onlardan her şeyi bekleyebilirdi. Ölümden sonra gelecek bir Cennet ve Cehennem yerine yeryüzünde “mutluluğu yakalamak” icab ediyordu. Peki Modern Devlet ne verecekti bu insan yığınlarına?

A) Gerçekleşmesi muhakkak olan zaferlerin, gelecek güzel günlerin kehanetleri: Naziler biyoloji kanunları gereği üstün(!) Alman ırkının zaferini vaadediyorlardı, Komünist rejimler ise marxist bir determinizm neticesinde insanlığın geliştikçe Komünizme doğru gideceğini savundular.

B) Irk / sınıf / tarih kökenli bir kibir: Kendisine saygısını yitirmiş “vasıfsız” işçiler asla kaybetmeyecekleri bir teselliye ihtiyaç duyuyorlardı.  Üstün(!) ırklar, ataların kanıyla sulanmış kutsal(!) topraklar, uğrunda akan kanlar ile şereflenen(!) bayraklar, proleterya diktası…

C) Bütün krizleri, askerî mağlubiyetleri, açlığı üstlenecek günah keçileri yani “iç düşmanlar”: Bu sayede bir türlü gelmeyen zaferin gecikmesi açıklanabiliyor, halka yapılan baskı meşrulaştırılıyor, devletin kötü idaresinden kaynaklanan sorunlar unutturuluyordu. Nazilerin başlıca iç düşmanı Yahudilerdi. Çok bilinmez ama Yahudi avı komünist Rusya’da da yapılmıştı. Bunun yanında burjuva sınıfının yok edilmesi adına “Kulak” (кулак) denilen toprak sahiplerine büyük eziyet edildi. Orta Asya kökenli Türkler de de bu “iç düşman” temizliğinde paylarına düşen zulmü aldılar. Naziler gibi komünistlerin de çalışma (=çalıştırarak öldürme) kampları vardı.

Bunlardı vaadleri alternatif maneviyatının. 1900’lerin özelliği ise zulmün endüstrileşmesiydi. (Bkz. Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu) Yani ortaçağdaki gibi zalim bir derebeyin ya da toprak ağasının kaprisleri degildi halkı ezen. Devlet bütün ağırlığıyla insanların üzerine çullanıyordu. Cumhuriyet Türkiye’sinde de de durum bundan farklı değildi tabi:

“… Mustafa Kemal, Kastamonu’daki konuşmasında ‘Bu serpuşun adına şapka denir’ şeklindeki meşhur ilanını yaptıktan hemen sonra […] aşağıdaki sözleri sarf etmişti:

‘Keskin bir gerçek olarak söylüyorum […] İsterseniz bildireyim ki,bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşabilmek için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemli yoktur. … Şapka Kanunu’nun yürürlüğe konma sürecinde ve sonrasında Kayseri, Sivas, Maraş, Rize, Giresun ve Erzurum başta olmak üzere […] isyanlar sonucunda binlerce kişi tutuklandı. Tutukluları yargılamak üzere ilgili bölgelere gönderilen gezici İstiklal Mahkemeleri, (içlerinde ulemanın da bulunduğu) çok sayıda insanı şapka kanununa muhalefet gerekçesiyle idam etti.” ( Üç Büyük Devrim, Naşit Hakkı Uluğ)

Peki ama devlet denilen şey insanlardan oluştuğuna göre “zalim” kanunlar doğrultusunda idam kararı veren hakimler, kararı uygulayan cellatlar neden itiraz etmediler? Vicdan sahibi özgür insanlar neredeydi? Neden devlet “makinasına” karşı kimse direnemiyordu? Meselâ 1938 Dersim katliamında veya 1993 Özalp katliamında neden diren(e)medi tetik çekenler ya da “öldür” emri veren komutanlar?

 1920’lerin totaliter rejimleri ulus-devlet formatında kuruldular. Bir insan topluluğunu diğerlerinden ayırdılar “ulusal” sınırlar ile. Bu sınırlar hem dışarıdan gelecek saldırılara bir direniş noktasıydı hem de içeride devletin baskı yapacağı “yetki” alanını belirliyordu. Meşruiyetini Gök’ten alan “eski model” iktidarlar “Tanrı’nın gölgesi / Halifesi / Kılıcı / Kırbacı” idi. Yeni iktidarlar ise çağın modasına uygun bir maneviyata (mânâ ile donatmaya, içini doldurmaya) ihtiyaç duydular: “Rasyonalite”. Hatalı bir tercüme ile dilimize “akılcılık” olarak geçmiş olsa da özünde aklı (fr. raison) değil zekâyı (fr. intelligence) yücelten, ilâhlaştıran bir maneviyattı bu.

Rasyonalite yani analitik zekâ üzerinden pozitif bilimlerin ilâhlaşması, modern devletin Tanrı ile ilişkisini kopararak onu soğuk bir mekanizma haline getirilmesidir. Teknik’in devlet yapısına nüfuz etmesidir söz konusu olan. Devletin var olma sebebi olan insanlardan soyutlanmasına marxçı perspektiften bakınca bu çok net bir YABANCILAŞMA / UZAKLAŞMA sürecidir.

 Bir karınca yuvası ya da arı kovanı gibidir artık modern devlet. Yetkisi son derecede sınırlı küçücük “böcek-memurlar” gözlerini kaparlar ve vazifelerini yaparlar. Zekâ yerini “kollektif zekâya” bırakır. Vicdan toz zerrecikleri gibi atomize vaziyettedir. Ahlâkî endişe taşımayan böceklerin işlettiği kocaman bir sistem… Böyle bir sitem içinde meselâ bir soykırım yapmak çok kolaydır. Bu diğer “teknik” işler gibi küçük parçalara bölündüğünde artık kimsenin hiç bir şeyden sorumlu tutulamayacağı kesindir. Özetle “modern devlet” sahip olduğu teknik-büroratik yapı sayesinde yukarıdan verilen emir ile o emiri icra eden memur arasına bir mesafe koymuştur. Emirlerin ahlâken hatalı/kirli/kusurlu olması memur için bir endişe kaynağı olamaz. Zaten memur da “teknik” sebeplerle kendi eylemleri ile o eylemlerin ahlâkî sonuçları arasına mesafe koyar. Bir soykırım emrini telgrafla başka bir büroya iletmek kadar masum(!) bir işin neresi “kötü” olabilir ki zaten?

Bürokrasi bu bağlamda devlet  kaynaklı şiddeti kamufle eden bir yapıdır. Eski tiranların şiddetini taşıyan unsurlar onların askerleri, zindanları, zicirleriydi. Modern devlette ise bu şiddetin taşıyıcısı bürokrasiydi , renksiz ve kokusuz:

  “[…]şahsa/hanedana biat etmeye dayanan feodal düzenlerdekinin tersine modern devlet makinası, tıpkı endüstriyel bir makine ya da bir fabrika gibi kişisellikten arınmıştır. Bürokratik bir mekanizma onu denetlemesini bilen herkesin elinde kolaylıkla çalışabilir. Düşman bir ülkeyi işgal ettikten sonra rasyonel düzene sahip bir memurlar sistemi pürüzsüz işlemeye devam edebilir. Müdürlerin değiştirilmesi yeterlidir. Kalan memur ordusu çalışmaya devam edecektir. Zira bu herkesin çıkarınadır, en başta da düşmanın.” (Weber, Sosyoloji Yazıları)

 Özetle siyaset tarihinde yer alan oligarşik, mutlak, monarşik, yönetim biçimlerinin yerini alan bürokrasi etkili ve yetkilidir ama sorumlu değildir. Çünkü bürokratik devlet tabiatı icabı kurucularına, halkına ve maksadına YABANCILAŞMIŞTIR. Arendt’in bürokrasiyi nitelerken “hiç kimsenin tiranlığı” demesi de bu yüzden isabetlidir .

 Müslümanca bir perspektifte Marxçı yabancılaşma

Şeyleştirmeden  bahsettiğimiz Müslüman Marx yazısının sonuç kısmında Karl Marx’a ve marxistlere “referans nedir?” diye sormuştuk. Yani:

  1. İnsan bir şey değilse, eşyaya dair değilse,
  2. İnsan hak sahibi ise, adalet ve iyilik insan için bir ödev ise,
  3. İyilik, adalet, hak tek başına birer değer ise,
  4. Bu insanî değerler para, kâr, ünvan, güç ile değiştirilemez ise,

Şey olMAyan insan nedir? demiştik. Ne yazık ki Marx’ın eserlerinde ve marxist çizgiye sadık yorumcularda bu konuda bir cevap bulamamıştık.

Aynı şekilde, yabancılaşma konusundaki tahlillerde Marx yine çok haklı:

  1. Yabancılaşmanın olumsuz sonuçları ve insanın kendinden uzaklaşması,
  2. Bunun başta toplumsal dayanışmayı ve sonra aileyi yıkması,
  3. Kadını erkekleştirmesi,
  4. Çocukların alınıp satılması

vb konularinda yerden göğe kadar haklı. Ancak yine kaçınılmaz bir soru geliyor: YabancılaşMAmış insanın referansı nedir? Bu eleştirilen olgu yani yabancılaşma eğer bir bozulma, bir uzaklaşma, bir çözülme ise (ki bizce de öyle) DOĞRUSU nedir?

YabancılaşMAmış, kendinden uzaklaşMAmış insan nasıldır? Kendine YAKIN, TANIDIK, kendini BİLEN insan nasıl olmalıdır?

Ailesine ayıracak vakti olan kadın, evine ekmek getiren baba, şefkat gören ve ana-babaya saygılı bir çocuk… Bürjuvayı ve kapitalizmi suçluyoruz bu şemayı bozmakla. Dayanak nedir?? Bu şemanın ontolojik zemini nedir? Althusser’in tabiriyle “pratik hümanizmin” kaynağı nedir ?

Tamamen seküler ve/veya pozitivist ve/veya rasyonalist zeminde Marx’ın “iyi aile” tasavvuru hangi fikrî ve vicdanî temele dayanır?

Evet Marx yakınmalarında haklıdır. Yabancılaşmanın mümkün kıldığı zulmün önündeki tek engel kendine yabancılaşMAmış insandır. Ama Marx’ın cevapsız bıraktığı sorulardan biri de bu yabancılaşMAmış insanın kim olduğudur.

Gerek Marx’ın kitapları gerekse marxist siyasî tecrübeler ispat etti ki Marx’ın parmakla gösterdiği suçlular(!) ve önerdiği çareler(!) geçersizdi.  Çünkü işler göründüğü kadar kolay değildi. Marx’tan bu yana geçen 150 yıl gerçek suçlunun burjuva, para ya da teknoloji olMAdığını gösterdi.

Marxçı fikirlerin dogmalaşmış hali yani marxizm de insanı şeyleştiren ve kendine yabancılaştıran rejimler doğurdu. Temel sorunu tarif etmesi, “yabancılaşma” şeklinde kavramsallaştırması isabetliydi. Ama çözüm yöntemi yanlıştı. Bu sebeple Filozof Marx büyük bir zafer kazandı Devrimci Marx’a karşı. Neden böyle oldu?

Sıkı bir Marx okuyucu olan Hannah Arendt sorunun (=çözümün) sistemde değil İnsan’da olduğunu teşhis etmişti. Bu büyük düşünür parmağını tam yaranın üstüne basmış ve şöyle demiştir: “İnsan determinizme maruz kaldığını bilemediği takdirde, özgür olamaz çünkü kendisini determinizmden kurtarma çabasının başarısıdır onu özgür kılan.”

Bir başka deyişle Tabiat bilimlerinden aşina olduğumuz Sebep-Sonuç zincirlerini “koparmak” ile gerçek özgürlüğe erişilebilir. Ne var ki Arendt’in kasdettiği determinizm iki farklı seviyede anlaşılabilir. Serbestlik ile cismî zinciri kırmak ve Özgürlük ile hayvanî/nefsanî zinciri kırmak. Açalım biraz bu mevzuyu:

Cansızların “ölüme” yani aşınmaya, eskimeye direnemediklerini, canlıların ise beslenme, üreme vb yoluyla bir parça olsun Can’ı muhafaza ettiklerini, “ölüme” direndiklerini söyledik. Kuş bu yolla SERBEST oldu Zaman ekseni üzerinde, taşın MECBUR olma halinden kurtuldu, “üst kata” geçti. İçine CAN SOKULMUŞ, canlı madde oldu.

 İnsan da ancak benzeri şekilde bir “üst kata” geçebilir. Yani önceki paragrafta anlattığımız, ekonomistlerin fayda fonksiyonundan kurtulabildiği ölçüde “ölüme” direnebilir. Çünkü kuşlar için taşlar gibi MECBUR olmak “aşağılık” bir durumdur. İnsan için aşağılık olan ise kuşlar gibi “hayvaniyat yasasına”  yani ekonomistlerin fayda fonksiyonuna MECBUR olmak, hayvanlar gibi yaşamaktır.

 İnsan’ın fayda fonksiyonundan kurtulması elbette yemeden, içemeden, barınaktan ve cinsel hazdan vazgeçmesi demek değildir. Zaten kuşlar da canlı bile olsalar bedenleri itibariyle cansız cisimler gibi fizik kurallarına tabidirler. Kanat çırpmayan kuş taş gibi düşer yere. İnsan da bedeni itibariyle taş, nefsi itibariyle de hayvan gibidir. Yani “alt kattakilerin” kanunlarından tam anlamıyla kurtulmuş sayılmaz. Ama aynı İnsan aç kaldığı zaman çalışıp kazanmak ister. Çaldığı zaman duyduğu rahatsızlık ve yakalandığı zaman hırsızlıkla suçlanması bunun için bir mânâ taşır. Aksi takdirde yakalanmayacağını bildiği müddetçe çalmak, öldürmek, tecavüz etmek “hayvaniyat yasasına”  aykırı değildir. Hayvan gibi yaşamayı ÖZGÜRCE seçen,  haz/ızdırap = ödül/ceza sisteminden başka sınır tanımayan insanlar biyolojik olarak yaşasalar da onları İnsan yapan Mânâ’dan koptukları için ölmüş gibidirler. Tersine, ekonomik çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ekmeklerini paylaşmış olan insanlar biyolojik olarak ölmüş olsalar bile mânen yaşıyorlardır. Çünkü İnsan’ın Mânâ’sından kopmak yerine ekonomistlerin fayda fonksiyonundan kopmayı ÖZGÜRCE tercih etmişlerdir.” (Zaman Nedir? Kitabı, “Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür” isimli bölüm)

Müslümanca bir perspektifte Marx’ın özlediği insan “sınıf bilinci” ile donatılmış işçi değil kendisi olma şuuruyla donatılmış insandır. Kendine yabancılaşMAmış insan nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilen insandır. Yani öleceğini bilen insandır. Ölerek onu Yaratan’a döneceğini bilen, yaratılmasının maksadını bilen, o maksda uygun yaşayan insan kendine yabancılaşMAmıştır.

Ancak bu sayede yani “kendi” olabilmesi sayesinde paradan, ünvandan, lezzetli yemeklerden ve cinsel hazlardan daha üstün “değerlerin” varlığını bilebilir. Aslında kendini bilen insan için de fizikî beden tıpkı cansız cisimler gibi determinizme tabidir. Yanabilir. Kırılabilir. Bir de nefsi vardır ona yediren, içiren. Bu nefs de determinizme tabidir. Acıkır, ağzı sulanır, korkar, eşyayı arzular, elde edemezse öfkelenir… Ama bu iki determinizm dışında, daha hakikî, daha kalıcı bir ‘Ben’ vardır. Bu kalıcı ‘Ben’ yok edilemez olduğunu bilir.(1)

 

Sonuç

Rachel Corrie, Hrant Dink, Furkan Doğan gibi insanların sayıca çok olduğu bir ülkede baskıcı siyaset yapmak zordur. Çünkü bu tür insanlar ölüm tehdidi karşısında dahi adaleti savunurlar. Komünist, faşist, liberal ya da demokratik bir rejim olsun fark etmez onlar için. Sindirilmezler. Elleriyle durduramadıkları zulmün önünde dilleriyle dururlar. Onu da yapamazlarsa kalpleriyle direnirler. Rachel, Hrant ve Furkan gibi insanlar İyilik’in sadece özlenen, masallarda, Hollywood filmlerinde anlatılan bir his olmadığını yaşayarak yaşaTarak gösterirler. Sadece onlar mı? Zulüm karşısında sesini yükseltebilen milyonlarca isimsiz kahraman ve aramızda yaşayan, sadaka ile, hilm ile hayatımızda İyilik kıvılcımları uyandıran nice insan var. Bu insanların gerçek oluşları Azizlerin, Evliyaların birer efsane olmadığının ispatıdır. İyilik erişilmez bir ideal değildir.

İnsanın dünyadan daha üstün değerler uğruna nefsine sınır koymayı ögrenmesi elbette devlet eliyle, bir ideoloji ya da millî eğitim ile standart bir süreç olamaz. Dinlerin ve diyanet gibi kurumların rolü de bu “savaşta” son derecede sınırlıdır. Devlet mekanizmaları gibi din ve dinsel kurumlar, cemaatler İyilik’e erişmeyi kolaylaştırabilir. İyilik’in varlığı, mümkün ve gerekli oluşu konusunda insanları uyandırabilir.

Adaletin işlediği bir devlet, evlâtlarına şefkat gösteren bir baba, fakirlerin dertlerine koşan bir dernek insanların kendi içlerindeki iyiliği hissetmelerini kolaylaştırır. Bu sayede hayata hergün, yeniden yansıtmalarını umabiliriz. Ama bu bir umuttur. Netice değildir. MUTLAK İyilik’in insanlarda tezahürü garanti edilemez. Bilim de yapamaz bunu. Nihaî karar ve eylem yine de İnsan’dadır. Tek tek insanlarda, her bir insanda…

Soljenitsin’in dediği gibi:

« Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var ki İyi ile Kötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?”

 

Dipnotlar

1° Yok edilebilen bedenimizi tehdit edebilecek fırtına, deprem vb dış olaylar aslında daha içerilerden olup biten bir şeyleri bize haber verir. Bir başka deyişle korku veren müthiş olaylar “Ben kimdir?” sorusuna cevap arayanlar için iyi bir fırsattır. İlgilenen okurlarımız için faydalı linkler verdiğimiz bir alıntı ile yardımcı olmaya çalışalım. Derin Göz kitabı, Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William? İsimli bölümden:

“Ama onu en çok etkileyen kitaplardan biri Edmund Burke‘nin yazdığı “Müthiş ve Güzel kavramlarının kökeni üzerine felsefî bir sorgulama” oldu.  (A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful). Diderot ve Kant’ı da etkileyen bu kitapta Burke Müthiş (=Sublime) denen şeyin Güzellik Matkabı  gibi estetik bir “değer” olduğunu savunuyordu. İnsana korku veren ama aynı zamanda ilâhî bir saygı, bir hûşû uyandıran olaylara bakışlarını çeviren Burke için doğanın yıkıcı gücü bir Korku matkabı idi. Etten, kemikten yapılmış beşeri öldürebilecek güçteki doğa içimizdeki İnsan’ı ortaya çıkartıyordu metafizik bir korku yoluyla. Bir başka deyişle en büyük fırtınanın, depremin, yangının yok edemeyeceği bir “Ben vardı Ben’den içeri”. Kant’ın da Yargı Gücünün Eleştirisi (Alm. Kritik der Urteilkraft) isimli kitabında desteklediği bu yaklaşımın Haşyet(1) ile paralelliği dikkate değer:

HAŞYET:
Korku anlamına gelen ve Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette geçen “Havf” ile eşanlamlı bir kelime. Eşanlamlı olmalarına karşılık, literatürde havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu; haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanıla gelmiştir. Havf, dünyevî bir korku; haşyet uhrevî ve ilahî bir korku anlamını yüklenir olmuştur. Bu anlam yüklemesinin “gönül alçaklığı, boyun eğme, itaat” biçiminde duyulan duyguyu anlatmak için Arapça’da kullanılan ve haşyet kelimesiyle ise gerek kök, gerek manâ bakımından aralarında hiçbir bağ bulunmayan huşû’ ile haşyet arasındaki ses benzerliğinden kaynaklanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, haşyet ve havf kelimelerini, birçok âyetlerde birbirleriyle eş anlamlı olarak almıştır. Kur’ân’da Allah’tan korkmanın gereği vurgulanırken, haşyet sözcüğü kadar havf kelimesi de kullanılmış; insana ait bir endişenin anlatımında ise kimi yerde havf denirken, kimi yerde haşyet denilmiştir.” (Sadık bir dostumuzun yorumundan)…

Tavsiye okuma

(tr.) Hristiyanlığın Özü (Ludwig Feuerbach )

(tr.) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (Friedrich Engels)

(tr.) İnsanlık Durumu (Hannah Arendt)  – Orijinal Metin: (ing.) The Human Condition

(ing.) Marx: A Life (Francis Wheen)

(ing.) Love, Death, and Revolution in Central Europe: Ludwig Feuerbach, Moses Hess, Louise Dittmar, Richard Wagner(Peter C. Caldwell)

(ing.) Bruno Bauer and Karl Marx: The Influence of Bruno Bauer on Marx’s Thought (Zvi Rosen)

(ing.) Moses Hess: Prophet of Communism and Zionism(Shlomo Avineri)

(tr.) Gulag Takım Adaları (Alexander Soljenitsin)

(tr.) Rusya Nasıl Kurtulur? (Alexander Soljenitsin)

 

 

… Türk Solu ve Normal Sol üzerine okumak için…

Mülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph ProudhonMülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph Proudhon Ulusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninUlusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninDerin MAЯҖ

Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden?

Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok. Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.

Türk solu iktidar olur mu?

Mülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph ProudhonMülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph Proudhon Ulusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninUlusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninKendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Sosyalizm İslam’a uyar mı? (Tartışma)

Mülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph ProudhonMülkiyet Nedir? / Pierre-Joseph Proudhon Ulusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninUlusların kaderlerini tayin hakkı / Viladimir İliç LeninBir yanda zekât üzerinden eşitlikçi bir İslâm yorumu yapan anti-kapitalist Müslümanlar. Diğer tarafta bir türlü iktidar olamayan, sosyalizmi bilmeyen, kemalizmi demokrasi zanneden devletçi, hatta darbe yanlısı bir Türk solu.

Türk solu geçmişiyle yüzleşemekten korkuyor. Solcunun solcuyu katlettiği 1 Mayıs 1977 bir tabu. Deniz Gezmiş’in ulusalcı duruşunu da eleştiremiyorlar. Evet… Türk solcuları iktidara yürümek için bir koltuk değneğine muhtaçlar. Peki ya İslâm? Sosyalizm İslâm’a ne kazandırabilir? Sosyalist devletlerin Müslümanlara yaptığı onca eziyetten sonra Müslümanlar sosyalizm ile ittifak yapabilir mi? Derin Düşünce okurları tartıştılar, biz de kitaplaştırdık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Mar 30, 2011 | Reply

    Merhaba Mehmet Bey,

    Harika bir yazı dizisi olmuş. Devamı varsa, takip edeceğim.

    “Yabancılaşma” kavramının çok temel bir sorun olduğunu vurgulamanız, çok yerinde olmuş. Yalnız bu yazıları okurken, kafamdan sürekli şu soru geçiyordu:

    Ekonomik verimliliğin en temelinde, işlerin parçalanması, süreç tasarlanması ve otomasyonu yer alır. Halbuki, işleri parçalamak ve bir sürecin adımları haline getirmek, yazılarınızda çok net gösterdiğiniz gibi, yabancılaşma sorununa neden oluyor.

    Peki bu “yabancılaşma” sorunundan kaçınılarak, nasıl verimlilik artırılabilir? Bunun bir çözümü var mı acaba, diye kafa yoruyorum.

    Toplam kalite yönetimi düşünce akımında çıkan bir süreç tasarım fikri var: Yalın düşünce (Lean thinking), diye geçer literatürde. Yalın düşünce akımına göre, işler yine parçalanır ve bir süreç tasarımı yapılır. Ancak bir işçi, bir imalat aşamasında, sürecin başından sonuna kadar sorumlu ve yetkilidir. Bunun hem motivasyon açısından işçilere çok büyük faydası oluyor, hem de üretkenliği ve etkililiği klasik Taylorcu seri imalat tekniklerine göre daha da artırmak mümkün olabiliyor.

    Bu tür bir çözüm üzerine mi çalışmak lazım acaba, diye düşünüyorum? Sizin, bu konudaki düşünceniz nedir? Yani yabancılaşmaya neden olmadan verimliliği artırmak için, süreç tasarımı ve yönetiminde nasıl bir yöntem üzerine çalışmayı öneriyorsunuz?

  3. Yazan:MY Tarih: Nis 1, 2011 | Reply

    Mert Bey kusura bakmayin, geciktim.
    sordugunuz sorular çok önemli, zihnen müsait
    oldugum bir vakit hakkiyla bir cevap yazmak istiyorum, yarin öglen saatlerinde ALLAH nasib ederse.

    Selam ile

  4. Yazan:MY Tarih: Nis 2, 2011 | Reply

    Mert Bey Selam,

    geç olsun, güç olmasin, sonunda yazabiliyorum. Direk kalbine girelim konunun:

    “Toplam kalite yönetimi düşünce akımında çıkan bir süreç tasarım fikri var: Yalın düşünce (Lean thinking), diye geçer literatürde. Yalın düşünce akımına göre, işler yine parçalanır ve bir süreç tasarımı yapılır. Ancak bir işçi, bir imalat aşamasında, sürecin başından sonuna kadar sorumlu ve yetkilidir. Bunun hem motivasyon açısından işçilere çok büyük faydası oluyor, hem de üretkenliği ve etkililiği klasik Taylorcu seri imalat tekniklerine göre daha da artırmak mümkün olabiliyor.”

    diyorsunuz. Hem evet, hem hayir. bir is kolundan ötekine, bir üründen digerine degisir cevap. Kullanilan teknoloji ve proses karmasiklastikça isçileri buna “ortak” etmek zorlasir. Bunu uygulamanin da bir maliyeti var, belli sayida mühendisi mobilize etmek gerek. Belki isçilere madden “faydasiz” bir egitim vereceksiniz. Yani kisa vadede geri dönüsü olmayan bir egitim.

    Ek olarak borsada hisse senetleri bulunan firmalar çok ciddi bir KISA VADE baskisi altindalar. Bu baski çok ciddi bir gösterge fetisizmi dogurdu. Bir yil hatta 6 ay içinde BOTTOM LINE üzerinde OLUMLU bir etki yapmayacaksa hiç bir proje, hiç bir eylem yesil isik alamiyor firma yönetiminden. En azindan Avrupali firmalarda bu böyle. Finans/muhasebe müdürleri artik ruhban sinifi gibi oldu. Onlari elestiremiyoruz, kararlarini sorgulayamiyoruz. Ne olur? bir gün çökecek bu KISA VADE TiRANLIGI. Ama isçiler de mühendisler de altinda kalacak.

    Tahmin ederim ne demek istedigimi anliyorsunuzdur. Liberalizmin Kara Kitabi‘nda biraz anlattim bu meseleyi. ileride daha derine inmek de isterim.

    neyse, fazla karamsar oldu. Aslinda önerdiginiz yaklasim küçük-orta boy aile isletmelerinde BÜYÜK BASARIYLA uygulanabilir. Yani firma dis finansmana göbeginden bagli degilse. Meselâ ortaklarin %80’i aile fertleri ve/veya o meslege, o sektöre gönül vermis, maddî kaynak disinda yaptigiyla gurur duyan kimseler ise. Kisaca maddî faydayi, hayvanî/nefsanî beklentiyi asan hani neredeyse manevî bir tatmin arayisi olmali firmada.

    Bu tabi taktik olarak mümkün. Yoksa YABANCILASMA ve SEYLESTiRME tehlikesine karsi gerçek mücadele cephesi Soljenitsin’in dedigi gibi her insanin kalbinden geçiyor. Daha çok çalismayi, daha çok kazanmayi ve daha çok tüketmeyi terk etmeliyiz. Bunun yerine aile ve dost sevgisi, tabiat sevgisi koymaliyiz. Haftanin bazi günleri yardim kuruluslarinda gönüllü çalisan, felsefe kitaplari okuyan, hangi din olursa olsun düzenli ibadet eden, amatörce resim yapan, müzik çalan insanlar olmaliyiz. Vermeyi bir KAYIP degil bir KAZANç olarak gören, verme hakkini kullanan insanlar çogalmali içimizde.

    Bu dönüsümü gerçeklestirebilirsek, yani MUTLU olmayi TATMiN olmaya tercih edebilirsek o zaman insanligimizi idrak edecegiz.

    Pratikte ne yapilabilir? Tüketim pompalayan, siddet ve sex disinda bir sey göremedigimiz seylerden uzak durmak. Yani TV, günlük gazetelerden uzaklasmak. Bunlara ayirdigimiz saatleri her hafta %10 azaltarak baslayabilirz ise. Eve gelen promosyin/indirim vb reklamlari okumadan çöpe atmak. Otomobil, cep telefonu degistirmek gibi durumlarda iyi düsünmek. Hatta delik vb degilse ayakkabi, giysi vb ürünleri idare etmek. Tamir etmek, ettirmek, sökükleri dikmek, kiriklari yapistirmak… daha az satin almak. Alis-veriste daha az vakit geçirmek. Artan zamanda bulutlari seyretmek, kus seslerini dinlemek, çiçek kokusu olan parklarda gezip güzel kokulari içimize çekmek, konser, tiyatro, kitap ile doldurmak hayati. Mezarliklari ziyaret etmek, Ölüm ve Zaman üzerine tefekkür etmek…

    Kanaatimce direnis cephesi firmalardan ve siyasi sistemden çok herkesin kalbinden ve kol saatinden geçiyor. Ömür denen hazineyi neye harciyorsaniz onu kazaniyorsunuz: MUTLULUK ya da TATMiN… (Bkz. Derin Insan isimli kitabimizda konu ile ilgili bölümler)

  5. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Nis 5, 2011 | Reply

    Kısa vade baskısı ve finans perspektifi, gerçekten özellikle büyük şirketlerde bir tiranlığa dönüşmüş durumda. Büyük şirketlerin zaman ufukları, bir seneyi bile bulmuyor. Kısa vadeli menfaatler, karar alımında başrol oynuyor.

    İnsanın kişisel hayat tercihlerinin yabancılaşma sorununu aşmanın en sağlam çözümü olduğu konusunda ben de hemfikirim. Hırstan uzak, yavaş, dünyayla uyumlu bir hayat tarzı, yabancılaşmaya ve kısa vadeli politikalara neden olan tüketimci hayat tarzına karşı kökleri sağlam bir alternatif.

    Bütün bunların, süreçlerin otomasyonuyla ve yabancılaşma ilişkisi çok ilginç ve önemli görünüyor bana. Bunun üzerine kafa yormak lazım.

  1. 10 Trackback(s)

  2. Nis 6, 2011: Kötülük’ün zıddı İyilik değildir… : Derin Düşünce
  3. Nis 27, 2011: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx) : Derin Düşünce
  4. May 4, 2011: BDP… Sivil itaatsizlikten sivil serseriliğe doğru : Derin Düşünce
  5. Tem 1, 2011: YAKINDA:Jean-Paul Sartre neden yalan söyledi? : Derin Düşünce
  6. Ağu 8, 2011: Liberal Totalitarizm(2):Adolf Hitler Reloaded! : Derin Düşünce
  7. Ara 17, 2011: Varlık ve Hiç - Jean-Paul Sartre (Bölüm 2) : Derin Düşünce
  8. Ara 12, 2012: Gençligin sorunları / Ernst Fischer
  9. Oca 19, 2013: Muhtemel İnsan, şans, ortalama / Jacques Bouveresse
  10. Haz 1, 2015: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx)
  11. Ağu 26, 2015: Kötülük’ün zıddı İyilik değildir...

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin