RSS Feed for This Post

Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 2:Ahlâk)

«..Hareketleri canlı ve kararlı, biraz fazla emin kendinden, biraz fazla hızlı, müşterilere doğru attığı adımlar biraz fazla kesin. Masaya eğilirken biraz fazla aceleci, sesinin tonu ve bakışları ile abartılı bir alâka gösteriyor müşterinin siparişine… Ah! İşte geri geliyor, bir robotu taklid eder gibi, elindeki tepsiyi tutuşu ip cambazlarını hatırlatıyor. […] Rol yapıyor sanki. Ama ne rolü yapıyor? Fazla incelemeye gerek yok, garson rolü oynuyor… » (Sartre, Varlık ve Hiç, sf. 94)

Varlık ve Hiç’teki ateist ahlâk(?) teorisinin kalbi sayılabilir bu bir kaç satır. Adeta varoluş ile iyi-oluş arasında bir köprü kurmaya çalışıyor ve kanaatimce oldukça başarılı. Neden?

Sartre’a göre garson ve elindeki tepsi aynı şekilde “var” değiller. Tepsi-Eşya göründüğü gibi. Herkes için, her an aynı. Ama garson-insan bir rol oynuyor. Garsonmuş gibi yapıyor. Oysa evine dönerken metroda veya evde çocuklarıyla böyle değil. Başkalarının gözünde “geçerli” olan rolüne eşitlenmiş, indirgenmiş vaziyette. Garsonluk YAPMAK ile (sadece) garson OLMAK arasındaki fark büyük. Sartre’ın başarıyla yakaladığı bir ayrım var burada. Bir FaRuKiyet ve aynı zamanda birleşme: Varlık ve Ahlâk. Var olmak ve iyi olmak

İnsanların garsonluk veya bir başka meslek yapmasında, annelik, babalık ile beraber bu “rolleri” de oynamasında ahlâkî bir mesele yok elbette. Bir şartla: Rol oynadığınızı bileceksiniz, kim olduğunuzu unutmayacaksınız.

Bir başka deyişle ne kendiniz şeyleşmeyi kabul edeceksiniz ne de diğer insanların şeyleştirilmesine göz yumacaksınız. Ama merak etmeyin, göründüğü kadar teorik değil bu mesele. Her türlü önyargıya, ayrımcılığa bakın, aynı pis kokuyu bulabilirsiniz: Sözgelimi “Her Türk asker doğar” cümlesinde insan-Türk’ün insanlığından koparılmasına dikkat edin. Türkler askerlik yapabilir, bu “işi” iyi yapabilir, vs. Bunda mesele yok. Ama ROL = İnsan şeklindeki kabuldür burada eleştirilmesi gereken. “Kürtler hırsızdır / Ermeniler haindir” ya da “Her kadın aptaldır” , “her zenci kavgacıdır” cümlelerinde de  insan’ın özgürlüğünden koparılmasını hissedebilirsiniz. Çünkü onlar isteseler bile “iyi” davranamazlar. Hedef alınan ırkın mensupları “kötü davranmaya mahkûm” ilân edilmiş ve bitmiştir.

Bir insanı ırk gibi şekilsel bir vasfa indirgemek. İnsanı bu yolla “belirlenmiş” görmek, ahlâken “determine” saymak… Özgür iradesi yok sayılan bir insandan geriye bir şey kalmaz tabi, belki bir et ve kemik yığını. Ama burada diktatörlerin baskısıyla kısıtlanabilen serbestlikten bahsetmiyor Sartre. İnsan’ı İnsan yapan özgür iradedir söz konusu olan, demokrasinin ve ekonominin konusu olan serbestlik değil (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür) Tekrar metnin aslına dönelim ve kaldığımız yerden devam edelim:

“Garsonun durumu bir istisna değil. Bütün esnaf böyle bir seremoni sergiler. Halk onlardan bekler bunu. Bakkal ve terzi bütün gün müşterileri sadece “bakkal” sadece “terzi” olduklarına ikna etmeye çalışırlar. Dalgın bir bakkal rahatsız edicidir çünkü “tam” bir bakkal sayılmaz. Nezaket kuralları icabı bakkal hazırolda duran bir askere benzer. Şey-Asker’ın bakışları diktir ama görmez, görmesi de gerekmez. Yaşanan ana göre değil ordunun kurallarına göredir Şey-Asker’ın bakışı, “10 adım ileriye sabitlenmiş” olmalıdır. İşte insanı bir role hapsetmek için alınmış önlemler.” (Sartre, Varlık ve Hiç, sf. 95)

 Evet, bir kez daha görüyoruz çok net bir biçimde: Askerlik YAPMAK ile (sadece) asker OLMAK , Şey-Asker olmak arasındaki fark büyük. İflasın eşiğinde intihar eden patronları, TV’ye çıkamayınca kendini alkole veren şarkıcıları vs düşünün. Patronluk/şarkıcılık yaparken farkına varmadan oynadığı role kendini kaptıran insanlara dikkatle bakın. Ahlâkî bir ikilem karşısında bu insanlar GEREKENİ değil o rolün GEREKTİRDİĞİ şeyi yapacaklardır. Rol ellerinden alınırsa yani patron iflas ederse, şarkıcı şöhretini kaybederse yaşamaları mümkün değildir. Intihar ve/veya cinayetler baş gösterecektir. Çünkü “BEN = ROLÜM” şeklindeki tasavvur insanları şeyleştirir. Role dönük her eleştiri / aşınma / eskime ÖLDÜRÜCÜ bir taarruz gibi algılanır. Rol yok olunca “ben” de yok olur.

İnsanların böyle “rol icabı” insanlıktan soyunmaları, sorumluluktan (=özgürlükten) kaçmaları çok soyut ve bireysel görünebilir. Bunun için günlük hayattan kopMAdan düşünmekte fayda var. Meselâ Kemalist bürokrasi. Dersim katliamı esnasında Alevî Kürtleri katleden askerler neden direnmediler? Atatürk’ün emirlerini o askerlere ileten devlet memurları neden “Paşam yapmayın, onlar da insan!” diye isyan edemediler?

Kendilerini yönetmelik icabı meCBuR veya askerlik icabı “emir kulu” olmayı kabul etmeleri üzerine düşünülmeye değer… Tabi bürokrasinin bu kabul ediş esnasında oynadığı rolü de:

“Baskı rejimlerine artık bir yenisi eklendi, belki en müthiş olanı: Bürokrasi. Son derecede karmaşık bir bürolar arası sistemin gücü. Ne biri, ne en iyisi, ne küçük bir azınlık ne bir çoğunluk… Kimse sorumlu tutulamaz. Bu sisteme “Hiç kimsenin tiranlığı” denilebilir.” (Şiddet Üzerine, Hannah Arendt)

Kanaatimce bu insanların ilk işledikleri suç cinayet değildi, insanlıktan çıkmak ve kendilerini oynadıkları rol sanmaktı. Bu aldanmayı kabul etmeleriydi. Tiyatro bitip perde kapandıktan sonra kendini kral zanneden, sağa sola emirler yağdıran bir oyuncuya benziyorlardı. Ama bürokrasinin “oyununa” kapıldığımızda netice pek komik değil. İster Dersim’e bakın ister Nazilerin Yahudileri katletmesine isterseniz İsrail’in Filistinlilere yaptığı eziyetlere. Hep bu “rolü BEN sanma” hastalığını göreceksiniz. İnsan’a Vicdan’ın sesini unutturan roller…

Jean-Paul Sarte bu şeyleşme-şeyleştirme meselesi ile ilgili olarak detaylı bir sadizm-mazoşizm analizi de yapmış. Tabi kendi icad ettiği kavramlara sadık kalarak. Başkalarını şeyleştiren “Zalim” kadar şeyleştirilmeyi kabul eden mazlum da sorgulanıyor Varlık ve Hiç’in bu satırlarında. Fakat belki de Sartre’ın söylediği şeylerin içinde en önemli olanlardan biri “İnsan’ın kendi kendine yalan söyleyebilme kapasitesi”. Zira özünde insan “özgür olmaya mahkumdur”.

Sartre’ın mauvaise-foi  dediği bu kendine yalan söyleme kapasitesini “iş başında” görmek için edebiyattan yardım alalım. Derin Zaman kitabında Şans, Kader, Özgür İrade konusundan bahsederken Jonathan Littell’in The Kindly Ones adlı romanından söz etmiştik. Bürokrasi tarafından verilen görevi Yahudilere eziyet etmek olan (kurgu) bir Nazi’nin, SS subayı Maximilen Aue’nin hatıralarıydı bunlar:

 “…Açık konuşalım, şu veya bu meselede suçsuz olduğumu iddia etmiyorum. Ben suçluyum, siz değilsiniz. Aferin! Ama itiraf edin ki benim yerimde olsaydınız siz de aynısını yapardınız. Belki daha az istekli olurdunuz. Ama şu ya da bu şekilde yapardınız. Tarih kitapları gösteriyor ki hemen herkes kendisine emredileni yapar. Kusura bakmayın ama bir istisna teşkil edeceğinizi sanmıyorum. Şanslısınız ki iyi bir yerde ve iyi bir zamanda doğdunuz. Ne birisi gelip karınızı ve çocuklarınızı öldürüyor ve ne de kimse size başkalarının karısını ve çocuklarını öldürmenizi emrediyor.  Şükredin o halde. Ama aklınızdan hiç çıkarmayın, belki benden daha şanslısınız ama benden daha iyi değilsiniz. Bunu zannedecek kadar kibirli olduğunuz anda tehlike başlar. Zalim devletlerin karşısına insan ya da insanlık konur  ama devletlerin de insanlardan oluştuğu unutulur genellikle. Çoğu sıradan insanlardır bunlar.  Kendi sıradan hikâyeleri, küçük hayatları vardır. Bir dizi küçük ADIM neticesinde kendilerini bir kâğıt parçasının ya da bir tüfeğin “iyi” tarafında bulmuşlardır. Ötekiler ise “kötü” taraftadırlar. Rastlantılardan oluşan bu güzergâh bir seçim ya da temayül meselesi değildir. Ekseriyetle işkence mağduru insanlar iyi olduklarından eziyet görmezler. İşkenceciler kötü oldukları için yapmazlar bunu.”

Evet, insan canavarlaşıp masum insanları öldürmeden önce kendi içindeki İnsan’ı öldürmek, vicdanını susturmak zorunda. Sartre’în tabiriyle kendi kendine yalan söyleme kapasitesi bu. İnsan kötülük yapabilme imkânına sahip olduğu içindir ki iyilik yaptığında büyük kıymeti vardır. Tabi tersi de doğru. Sonsuz iyilikle, merhametle “daha insan bir insan” olma imkânı varken kötülüğü seçmek. “Yakıtı insan ve taşlaşmış kalp” olan Cehennem’e gitmek için dua eder gibi yaşamak…

“Bürokrasi: Hiç Kimsenin Tiranlığı” isimli makalemizde bu “vicdan uyutma” konusunu derinlemesine incelemistik. Bu sebeple yeniden açmaya gerek görmüyoruz. Ancak Sartre’ın ateist ahlâk teorisini sonuna kadar götürüp gerçek hayata uygulamak ilginç olabilir, Karl Marx’tan dinleyelim:

 “Pamuk sanayii kurulalı doksan yıl oluyor. … İngiltere’de üç kuşaktır varolan bu sanayi kolu bu sürede, fabrika işçilerinin dokuz kuşağını mahvetti. İşlerin hızlandığı dönemlerde, işçi açığı çok büyük seviyelere ulaştı. 1834 böyle bir sene oldu. O sırada imalatçılar, hemen, Yoksullar Yasası Komisyonuna, tarım bölgesindeki “fazla-nüfus”un kuzeye gönderilmesini önerdi; açıklamalarına göre, “oradaki fabrikatörler bu fazla-nüfusu emer ve tüketebilirdi. Devletin onayı ile temsilciler atandı. […] Manchester’a aracılar yollandı. Tarım işçisi listeleri hazırlandı ve aracılare verildi. Aracılar bürolarında kendilerine uygun olanları seçtiler ve aileler yollandı. Bu insan paketleri etiketlerle yollandı tıpkı mal gibi, yük vagonlarında. Bazıları yaya idi. Sağda solda sürtenler oldu, kaybolanlar, sanayi mahallelerinde ölenler… Tarım işçileri tıpkı zenci köleler gibi sistematik bir biçimde aracılar tarafından alınıp satıldı ve bu insan ticareti düzenli olarak gelişti. 1860 tekstil sektörünün tavan yaptığı bir yıl oldu. Yeniden çalışacak “kollar” gerekliydi ve yeniden aracılar kırsal alanlarda insan eti ticaretine koyuldular. […] Ama buralardaki nüfus fazlası zaten tüketilmişti. Fransa ile yapılan ticaretin gelişmesi neticesinde ilk anda 10 bin “kol” gerekiyordu ama bu hızla 50 bine çıkacaktı. İnsan eti ticareti yapan aracılar yeterince köylü bulamayınca PLC başkanına bir temsilci yolladılar ve fakir çocuklarla yetimleri kullanmak için müsade istediler.” (Kapital, Onuncu bölüm [iş günü], 5ci kesim)

Kendisi de bir ateist olan Marx insanların şeyleştirilmesine isyan ediyor. İşçi veya patron rolü oynanması değil mesele. İnsanların, özel kıymetiyle İnsan’ın bir role hapsedilmesine karşı çıkıyor. Tahammül edilmez olan düşük ücretler veya zor koşullar değil bir dişli çark gibi, bir yedek parça gibi kullanılıp atılmasıdır işçilerin, budur kapitalizmin suçu!

Tabi kapitalizme şeyleştirme üzerinden taarruz etmek kolay. Ama  bunun tersini savunacak fikrî ve vicdanî bir temele ihtiyaç var. Yani İnsan’ı ve emeğini mal gibi gören kapitalizm karşısına konması gereken bir alternatif bulmak gerek. Emek’in bir şey / mal /meta olmadığını, değerini madde üstü (=?kutsal / aşkın) bir kaynaktan aldığını söylemek gerek. Aksi takdirde “emeğimi sömürüyorsun, hakkımı vermiyorsun!” diye kimseye kızamazsınız, orman kanunu vardır, güçlü güçsüzü ezer. (Bkz. Liberalizm Demokrasiyi Susturunca)

Evet, olmak ve iyi/adil olmak… İşte bütün mesele… Shakespeare’e göre değil ama Marx’a göre buydu bütün mesele:

“Peki Marx bugünkü anlamda “materyalist” bir düşünür müydü? Aslında değildi. […] Karl Marx her şeyden önce bir insandı ve hepimiz gibi beşerî Karl ile insanî Karl’ın zıt yönlere çekmesinden kaynaklanan bir gerginlik yaşıyordu “derin insan” zemininde. (Bkz. Derin insan  kitabı) […] Bir yandan beşerî Karl ekonomik ilişkilerdeki “soğukluk” ve teknik konulardaki “determinizmi” müşahede ediyor, bu durum ona her şeyin bir sebebi ve bir sonucu olduğunu telkin ediyordu. Fakat diğer yandan işçilerin ezilmesinden rahatsızlık duyan insanî Karl daha adil bir düzen özlüyordu. Kendi deyimi ile zenginliği işçiler üretiyor ama meyvelerinden yöneticiler ve malları alıp satanlar faydalanıyordu. Yani “madde” olmayan bir HAK vardı ateist Marx’a göre. Bir başka deyişle Marx insanları, toplumu, ekonomiyi “materyalist” bir gözle çözümlemek istiyordu ama “daha İYİ / ADİL bir dünya” kurmak için.”( Derin MAЯҖ kitabı)

Jean-Paul Sarte ve Karl Marx’ın yollarının kesiştiği iklimde bir kudsî hadis geliyor hatıra, İnsan ile Eşya’nın arasına net bir çizgi çekiyor!

“Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım; kendim için yarattığımı kendisi için yarattığım yoldan çıkarmasın”

İnsan’ın maddî varlığına rağmen bir eşya olMAdığını bildiriyor. Zira Hristiyan, Ateist ya da başka inançlara mensup olsalar bile insanlarda bir “insanlık onuru” algısı var. Batı’nın hatırı sayılır bir çok düşünürü (ing.) “Human Dignity” veya (fr.) “Dignité Humaine” başlığı altında işkenceye, tecavüze, organ ticaretine, çocukların cinsel istismarına karşı durmuş ve durmaktalar. İnsan denilen varlık ırkı, milliyeti ya da cinsiyeti yüzünden haksızlıklara uğratılabilir, hatta öldürülebiliyor. Ama İnsan’da rollere indirgenemez, bölünüp satılamaz (in-divisible?) bir “ben” (= individu) var.

 

… “Bilerek” kitap okumak için…

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Trackback(s)

  2. Oca 9, 2012: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Şub 1, 2012: YAKINDA: Varlık ve Hiç, Sartre ve özgürlük kavramı : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin