RSS Feed for This Post

Liberal Totalitarizm(2):Adolf Hitler Reloaded!

Sunuş: Michel Foucault “modernite bir zaman dilimi değil bir zihniyettir” diyordu. Galiba haklıydı. Büyük insanlık 19cu asırdan çıkamadı henüz. O zihniyeti terk etmediğimiz için 1800’lü yıllarda icad edilen felaketler yakamızı bırakmıyor. İşte bu makalenin maksadı da başta Karl Marx olmak üzere Arendt, Tockeville ve Soljenitsin’in yardımıyla 21ci asrı “kirletmiş” olan 19cu asrı deşifre etmekten ibarettir…(MY)

 Hatırlıyor musunuz? 11 Eylül saldırıları sırasında dünya insanlarının tepkisini TV ekranlarında naklen izlemiştik. Hatta bir ara ekranlar ikiye bölünmüştü: Bir yanda yıkılan binaların içinde yakınları olan amerikalılar korku ve şaşkınlık içinde ağlıyor, diğer yanda dünyanın çeşitli yerlerinde sevinç gösterileri yapılıyordu. Çünkü ABD sert bir tokat yemişti. Amerikan saldırganlığından çok çekmiş olan Güney Amerika, Ortadoğu ve Asya’da yaşayan bir çok insan için bir bayram günüydü o gün. Bir yanda annesinin, karısının, evlâdının fotoğrafını itfaiyecilere gösteren, cesetlerin arasında tanıdık bir yüz arayan insan-Amerikalı; diğer yanda zafer işareti yaparak, caddelerde korna çalarak dolaşan insan-Arap, insan-Kübalı, insan-Vietnamlı… Usama Ben Laden’in öldürülmesinden sonra benzeri bir sahne tekrar yaşandı: Beyaz Saray’ın önüne toplanan Amerikalılar sevinç gösterisi yaparken “öteki” taraf kınadı, yas ilân etti, ağıtlar yaktı. Uydu TV internet vb ile ülkelerarasında HABERLEŞME bu kadar artmışken insanlar arası NEFRET nasıl bu kadar tırmanabildi? Ayrı ülkelerin insanları değil de ayrı canlı türleri gibi davranan, birbirlerinin ölümüne sevinen bu insanlarla dünya nereye gidiyor?

“…İnsanlık tarihinde bir ilk bu: Bütün dünya halkları ortak bir ŞİMDİ‘nin içinde yaşıyorlar. Ehemmiyeti ne olursa olsun, bir ülkede meydana gelen bir hadise diğer ülkelerin halkları tarafından da biliniyor. Her ülke diğer bütün ülkelerle KOMŞU oldu adeta. Ama bu KOMŞU-luk ve bu ŞİMDİ-lik ortak bir geçmişe dayanmıyor ve kesinlikle ortak bir gelecek garantisi de vermiyor. İnsanları böylesine BİR-leştiren, (=homojenleştiren)  teknoloji dünyanın yok olmasına yol açabilir. Küresel iletişim tekniklerinin küresel yıkım teknikleriyle birlikte ilerliyor. […] Küresel bir nükleer savaşın yeryüzündeki insan varlığına son verebilme kapasitesi insanlığı BİR-leştiren en güçlü sembol haline geldi. Bu bağlamda insanlığın birliği ancak yıkım ve tüketimde:  Bu birlik küresel yıkımı engelleyecek uluslararası antlaşmalardan değil sadece biraz daha az BİR-leşmiş bir dünya özleminden müteşekkil.” (Hannah Arendt, Men in Dark Times)

 Açalım: Hitler, Mussolini, Stalin gibi liderlerin, komünizm, faşizm gibi totaliter rejimlerin dönemi geride kaldı. Ama totalitarizm yeniden doğuyor. Çünkü yeni güçler ile, Teknoloji ve Para ile ilgili insan eylemleri Akıl’ın, Vicdan’ın kapsama alanı dışında gelişti, serpildi. Totalitarizm işte tam bu sebeple geri geliyor. Üstelik de hiç beklenmedik bir silahla vuruyor bizi: Bireysel haklar ve özgürlükler! Nasıl oluyor?

Kötü’den kaçarken EN KÖTÜ’ye yakalanmak

Yukarıda “dünyanın yok olmasından” bahseden Hannah Arendt’in abarttığını söyleyebilirdik. Çünkü üretim/tüketim tutkusuyla HOMOJENLEŞEN  insanlık için ilk sorun kültür emperyalizmi gibi gözüküyor. Peru’dan Bangladeş’e hep aynı manzara: Hamburger, Coca Cola, Amerikan sineması, kot pantolon ve İngilizce kelimeler konuşan gençlik… Ama Dünyanın Teknoloji ve Para ile tekdüze bir şekil alması, BİR-leşmesi elbette totalitarizm demek değil. Sermaye ile birlikte insan emeğinin, üretim biçimlerinin ve tüketim alışkanlıklarının tekdüzeleşmesi, dünyanın küresel BİR fabrika (ve BİR süpermarket) haline gelmesi  kimilerine göre can sıkıcı olabilir ama bu duruma totalitarizm diyemeyiz yine de.

Bir rejimi, düzeni (=düzensizliği) “totaliter” diye niteleyebilmemiz için başka koşulların gerçekleşmesi gerekir. Totaliter rejimler geçmişin zalim kralları gibi askerî gücü, iktidarı, ekonomiyi ellerinde toplarlar. Ama eski model despotlardan farklı olarak insanların DUYGULARINA da hakim olurlar. Bir başka deyişle KAMUSAL ALAN SİZİN CİLDİNİZLE SINIRLI DEĞİLDİR. Beyniniz ve kalbiniz de devlete aittir. “Devlet herşeydir, Devlet’in dışında hiç bir şey yoktur” diyordu Mussolini. Nazi Almanyasının mottosu ise “Ein volk, ein reich, ein fuhrer” idi (tek halk, tek devlet, tek lider).

 Totaliter rejimlerde kamusal alan HER yerdir, HER şeydir, totaliter rejim bunun için TOTAL’dir. “Klasik” bir despot halkına işkence yapabilir ama insanlar despotu sevMEme serbestliğine sahiptir yine de. Kuytularda gizlice konuşurlar. Zalim kral hakkında fîkralar uydurarak fikren intikam alırlar meselâ. Oysa totaliter bir rejimde millî eğitim ve/veya medya yoluyla insanların neyi sevecekleri, nelerden korkacakları da onlara “öğretilir”. İnsanların muhalefet etme hakkı soyutlaşır çünkü gerçeklikten kopmuştur. Yani uygulamada iktidara karşı olma serbestliği yoktur. Bu bağlamda totaliter iktidarın zulmü insanları öldürmesi değildir. İnsan’ı öldürmektir. AKIL ve VİCDAN felçe uğradıktan sonra geriye kalan insanlar büyük ölçüde hayvanlaşmıştır. Aynılaşmıştır. Şekilsiz bir çamurun atalet içinde çömlekçiyi beklemesi gibi halk yığınları da “ulu önder” bekler. Güneş gibi doğacak, onları “yoktan var edecek” bir tür tanrı.

Siyasî anlamda insansız politika demektir totalitarizm. Halka hizmet götüren bir devlet yerine devlete feda edilen, hammaddeleşen, ürünleşen, yedek parçalaşan halk yığınları vardır. İnsan’ın şeyleştirilmesi adeta yerçekimi kanunu gibi zihinlere kazınır: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun, her Türk asker doğar…”

Totaliter rejimlerin ortak yanlarını bu şekilde özetledikten sonra liberal totalitarizmin özel haline geri dönelim. Mal ve hizmetlerin, sermayenin serbest biçimde, devlet müdahelesi olmadan dolaşması aslında anti-totaliter bir ilke. Çünkü bütün ticaretin ve endüstriyel, tarımsal üretimin devlet elinde toplandığı komünist ülkelerde hem serbestlik hem de özgürlük doğrudan devletin tehdidi altında kalıyor. Ticaret ve endüstri devletin elinde siyasî bir enstrüman haline geliyor ve halkı açlıktan ölmeye kadar götürebiliyor. Bunu Marxizm serisinin geçen bölümlerinde anlatmıştık:

Fakat şaşırtıcı bir durum bunun tersi yapıldığında çıkıyor ortaya. Bireyleri CeBeRrut Devlet’ten korumak istediğinizde birey yine Devlet’e endekslendiyor. yani insanlar, hak ve mesuliyetleriyle vatandaşlığa sıkıştırıldığında da totalitarizm çıkıyor ortaya. İnsan, toplumu oluşturan bir atom, bir oy hakkı ve bir kredi kartı sahibi, EKONOMİK BİR AKTÖR rolüne indirgendiğinde, bireyin çıkarları YIKICI  BİR YORUMLA öncelendiğinde yine totalitarizmin karanlık labirentlerinde buluyoruz kendimizi.

Mesele HER BİR İNSANI özel kılan, diğerlerinden ayrı, YERİ DOLDURULAMAZ YAPAN VASIFLARIN yok dilmesinden kaynaklanıyor. Entelce söylersek “sübjektif” insanlardan “objektif” halk yığınlarına açılan her yol aynı tehlikeyi ihtiva ediyor. Asker yığınları, işçi yığınları, tüketici yığınları fark etmiyor. Çünkü “Devlet” denen soğuk makine, ya da bürokrasi, piyasa gibi “soğuk” mekanizmalar ölçülebilir vasıflarımızla “görüyor” bizi. Boy, kilo, yaş,ten rengi, kas gücü, cepteki para,… Bürokrasi ve piyasa kendi başlarına kötülük üretmiyor ama biz bunlarla sağlıklı ilişki kuramıyoruz bazen. Devlet’i, Piyasa’yı, Para’yı, Bilim’i ya da bir başka “objektif” mekanizmayı TEK…, HEP…, HER… olarak görüyoruz. Bu “görüş”, bu fikrî yapıdır totalitarizmi mümkün kılan. Yoksa Hitler, Mussolini veya Stalin tek başlarına üretmediler o kanlı rejimleri. Akıl ve Vicdan’dan “kurtulmuş”, koyunlaşmış, sürüleşmiş halk yığınlarını güdecek bir çoban nasılsa bulunuyor.

1930 model devletler halkı BİR-leştirmek, tektipleştirmek için korkular ve nefretler icad etmişlerdi: Bolşevizm korkusu, Bölünme korkusu, Yahudi korkusu, Ermeni nefreti, Kürt nefreti, Burjuva nefreti… 1980’lerden itibaren dünyaya hakim olmaya başlayan liberal totalitarizm ise tersini yaptı, TEHDİT yerine FAYDA’da birleştirdi bizi: Refah, zenginlik, lüks ve güvenlik. Zahirî güzelliklerine rağmen bu hedefler de bizi aynı noktaya götürüyor:

Bir kez daha BİR-leşmek = Bütün insanlarda ortak olana indirgenmek… Yani nefsanî arzu ve korkularda BİR-leştik bir kez daha, AYNI-laştık. Bir farkla: Eskiden “ulusal” bazda olan totaliter sistem artık küresel.

Bireyi savunmak totalitarizme hizmet eder mi?

Bireysel hak ve özgürlükleri savunanlar iki kavramı karşı karşıya getirirler: Birey ve Devlet. Kolektif ihtiyaçlara cevap vermek için tasavvur edilen Devlet’in özellikle savunma bahanesiyle bireysel hakları çiğnemesinden korkulur. Özel hayata müdahaleden tutun da yargısız infaza kadar gider söz konusu korkular. Türkiye’deki darbe tecrübesinin defalarca ispat ettiği gibi meşrudur bu, itiraz etmek zor. Fakat KeLiMelerini 19cu asırda unutup 21ci asra gelmiş olan, gayrı-medenî uygarlığımız(!) için durum biraz karışık. Çünkü MUTLULUK yerine FAYDA yada TATMİN koyduğunuzda, haz almaya dönük bir yaşama odaklandığınızda yine totalitarizme çıkıyor yolunuz. Devlet’e transfer edilen gücü bu düzenin (=kaosun) muhafazası ile meşru kılıyorsunuz insanların nezdinde:

“…Yeni despotizmin neye benzeyeceğini hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile.Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var. Elinde bir aile kaldıysa bile artık vatanı yok.Onun bu bireysel hazlarının sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde. Mutlak, düzenli,  öngörülü ve şefkatli. İnsanı yetişkinliğe hazırlayan baba şefkatini andırsa da özünde bireyleri çocukluk mertebesinde tutmayı amaçlıyor. Vatandaşların haz almalarından hoşlanıyor, yeter ki istedikleri tek şey bu olsun.

Bu güç gönüllü olarak bireylerin mutluluğu için çalışıyor ama bu mutluluğun tek vektörü ve tek hakemi olmak iddiasında. Onların güvenliğini sağlıyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, haz almalarını kolaylaştırıyor. Endüstrilerini yönetiyor, miras sorunlarını çözüyor. Böylece bireyler düşünmenin zahmetinden ve yaşama ızdırabından kurtuluyorlar.Vicdan ve özgür irade her geçen gün biraz daha gereksiz ve nadir oluyor, daha küçük alanlara hapsediliyor. Özgürlük böylece insanların parmakları arasından kayıp giderken birey [felçli bir hasta gibi] kendini yönetme kabiliyetini tamamen kaybediyor…” (Alexis de Tocqueville [1835], De la démocratie en Amérique, Tome II, Quatrième partie : De l’influence qu’exercent les idées et les sentiments démocratiques sur la société politique, Türkçesini okumak için: Amerika’da Demokrasi)

1800’lerin Amerikasını gözlemlerken yazılmış bu satırlar o günkü durumu tarif etmiyor. Tocqueville’in gelecek ile ilgili -ki bugün artık gelmiş- öngörüleri bahis konusu. Görünen o ki bireyin, bireysel keyif ve çıkarların yüceltilmesinin demokrasiye zarar vereceğini söylerken yanılmıyordu büyük usta. Peki ama Alexis de Tocqueville iki asır önceden nasıl tahmin edebildi bütün bunları?

 İnsan tabiatına dair bir hakikat var burada. Acayip bir şey ama sade bir örnekle ifade edelim. Elleriniz vicdanınıza aykırı bir iş yapacak olsa gözleriniz (=aklınız) görür ve kalbiniz itiraz eder. Meselâ uyuyan bir insanın gırtlağını sıkmak zordur. Çünkü eylem ve netice gözün önündedir. Mekânsal ve zamansal yakınlık cinayetin yükünü omuzlarınıza yükler. Uyuyan birine 50 metre uzaktan kurşun sıkmak daha AZ zordur. Fizikî mesafe vicdan yükünü (zahiren) azaltır. Uykudaki adamın bardağına zehir koymak ve hemen kaçmak? Neticesini görMEyeceğiniz için daha da AZ zordur bu. Peki insanların uyuduğu bir saate Hiroşima’ya uçaktan bomba atmak? O kırmızı düğmeye kim olsa basabilirdi. Belki bomba patlamaz? Belki çocuklar ölmez? Nefsiniz vicdanınızı rahatlatmak için gerekli zamansal ve mekânsal manevra kabiliyetine fazlasıyla sahip değil mi?

Teknolojinin mümkün hale getirdiği karmaşık organizasyonların “sayesinde” AKIL’ın ve VİCDAN’ın ufalanarak devlete, bürokrasiye aktarıldığını anlatmıştık daha önceki bölümlerde:

Bu yazının kapsamında liberal totalitarizme odaklanalım yeniden. Az önce “Alexis de Tocqueville bireysel çıkarları öncelemenin zulme kapı açacağını iki asır önceden nasıl tahmin edebildi” diye sormuştuk. Bir başka büyük ustadan yardım alalım:

  ” […] Yaşamını komünist rejimin hakim olduğu bir yerde geçirmiş bir insan olarak, size şunu kesin olarak söyleyebilirim: Ortak hukuk ölçüsü olmayan bir toplum korkunç bir toplumdur. Ama , yegâne ahlâkî dayanağı yasalardan ibaret olan bir toplum da insanoğluna layık bir toplum değildir. Yasaların üzerine inşa edilen, daha iyisini amaçlamayan bir toplum, insanoğlunun hakikî kapasitesini değerlendiremiyor demektir… Yasaların haklı bulduğu bir insandan daha başka bir şeyler talep edilemez. Yasaların onayladığı haklılığı kimse sorgulayamaz. Kimse kimseden yasal haklarından ödün vermesini isteyemez, insaf telkin edemez. Yasal haklardan isteyerek vazgeçmek, fedakârlık, kendi çıkarlarını düşünmemek en basitinden saçma görünür. Gönüllü özveriye hemen hiç rastlanmaz…

Yeni bir enerji türünün kullanılmasını önlemek üzere lisans haklarını satın alan bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ürünün raf ömrünü uzatmak için içine zehir katan gıda üreticisi de yasal olarak suçsuzdur, çünkü insanlar söz konusu ürünü satın alıp almamakta özgürdürler… Günümüz Batı toplumunda iyilik yapmak özgürlüğünün kötülük yapmak özgürlüğü ile bir olduğu bir durum sergilenmektedir… Dediğim gibi, hal böyle olunca özgürlüklerin kötülük lehine bükülmesi kaçınılmazdır…”

 Soljenitsin sorumuza verdiği cevap damardan: Ahlâk’ın yerine etik koyarsanız Özgürlük ile Serbestlik birbirine karışır. (Bkz. Zaman Nedir? Kitabı, “Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür” isimli bölüm) Kelimelerini böylesine yitirmiş, kavram karmaşası içindeki toplumlar insanların günlük hazlar ve adi çıkarlar üzerine odaklandığı, Kötü’nün İyi’yi ezdiği toplumlar olur.

Gerçekten de modern devletleri gözlerseniz Soljenitsin’in haklı olduğunu görürsünüz. İnsan haklarına saygılı(?) ülkelerde bile lüks bir markanın taklidini yapmak yetim hakkı yemekten çok daha zordur. Yetimlerin, kimsesizlerin hakkı telif hakkı gibi korunmaz. Çünkü Devlet, maddî çıkarlarına aykırı olmadığı müddetçe Ahlâk’a aykırı bir çok şeyi YASALARA UYGUN kılabilir:

  • Zencilerin veya çocukların köle olarak çalıştırılması,
  • Yahudilerin toplama kamplarında öldürülmesi,
  • Petrol şirketlerinin Meksika körfezi kadar büyük bir alanda doğayı tahrip etmesi,
  • Kaddafi, Saddam, Esad gibi kanlı diktatörlere silah satılması…

Ahlâk tektir ama etik görecelidir. Bir dükkânı soyan hırsızlar parayı aralarında eşit, “adil” biçimde paylaşabilirler. Bu dükkan soymayı ahlâken “doğru” bir iş yapmaz. Soyguncular kendi aralarındaki kavgayı  önlemek için yaparlar bunu. Yüzbinlerce Iraklıyı öldürüp petrollerini çalan ülkeler de ganimetlerini kendi aralarında “adilane” paylaşırlar. Ama bu hırsızların etik anlayışı Irak’a yapılanları Ahlâk’a uygun hale getirmez.

 Kandırma özgürlüğü

Peki madem bu kadar kötü bir şey, neden insanlar itiraz etmiyor, direnmiyor liberal totalitarizme? Çünkü liberal totalitarizm tıpkı ataları olan faşizm ve komünizm gibi etkili bir propaganda yöntemi kullanıyor. Marxist propoganda ile ilgili şunları yazmıştık daha önce, hedef yine aynı: Gerçeklerin yerine daha gerçek görünen yanılgıları yerleştirmek…

Ama liberal totalitarizmin propaganda yöntemi marxist ve faşist propaganda yöntemlerinin TAM TERSİ:

“Merkezî bir düşünce kontrolünden bahsetmek aptallık olur. İnsanlara özgür oldukları hissini veren bir yığın metin ve görüntü piyasa modunda üretiliyor ve dağıtılıyor. İletişim piyasasında “bilgi” alınıp satılan bir mal. Bu piyasada mallar (=bilgi) üçlü bir baskı mekanizması ile denetleniyor: Medya patronları, reklâm veren firmalar ve bilgiyi üretenler” (Noam Chomsky, Necessary Illusions)

 Medya sahipleri genellikle başka sektörlerde imalat ve ticaret yaptıkları için ne kendilerini ne de iş ortaklarını rahatsız edecek haber ve yorumları yayınlanmasını istemiyorlar. Aynı iş adamları siyaset ile de bağlantılı olduklarından güçlü ve görünmez bir otosansür mekanizması var. 1930 model totalitarizmde “geveze” gazeteci öldürülüyordu. 1980 model totalitarizm ise sakıncalı gazetecileri işsiz bırakıyor. Örnekler çok ama akla ilk gelenler olarak Irak’ın işgali sırasında CNN ve Fox TV’nin “vatansever” (=şahin) pozisyonu hatırlanabilir. Bir başka örnek Fransa’da yazılı basının %65’inin silah endüstrisine ait oluşu ve Fransız gazetecilerin Afrika ve silah ticareti konusundaki suskunluğu.

Yine Chomsky’nin kitabında işaret ettiği gibi “derinlemesine” bir araştırma gazeteciliği ya da eskisi gibi her şehirde bir gazeteci bulundurmak kârlı değil. Bunun yerine meselâ Avrupa’ya “bakan” 2 veya 3 kişi en sansasyonel (=satılabilir) olaylara koşarak “optimal” gazetecilik yapıyorlar. Yani en az masraf ile en çok üretim. Hem Türk basınında hem de Batılı gazetelerde “bilgi” denen mal o kadar homojenleşti ki neredeyse manşetler bile aynı. Bir gazete ÜRETMEK ile naylon torba ÜRETMEK arasındaki fark azalıyor. İnsanlar gibi gazeteler de sübjektif yönlerini yitiriyorlar. Ülkelerin hatta bölgelerin kendine has içerikleri, yazı ve yorum tarzları yok oluyor bu objektifleşme sürecinde.

Fakat Chomsky’nin söz ettiği baskılardan daha da önemli gördüğüm bir baskı var: İnsanlara homo economicus olmaları için yapılan baskı. Yeme, içme, cinsel arzu, korku, öfke gibi bütün insanlarda ve hayvanlarda ortak olan nefsanî yönlerimizin sürekli tahrik edildiği bir dünyada yaşıyoruz: “Siz özelsiniz, siz başkasınız, daha iyisini hak ediyorsunuz, daha beyaz yıkayın, daha az ödeyin, daha çok alın, yiyin, için, pahalı kıyafetler alın, lüks otellerde tatil yapın”

Bu şekildeki propoganda -ki buna “reklâm” deniyor- özünde “Siz Almanlar üstün ırktansınız, Yahudileri öldürün” şeklindeki Nazi propagandasından çok farklı değil:

“Markaların çekim güçleri birbirlerini iptal etse de baskın olan ideolojik klişeler her reklamla biraz daha güçleniyor. Birer isteme makinesi haline getirilen tüketicilerin insanî değerlerinin yerini firmaların çıkarlarına uygun ORTAK (objektif) değerler alıyor.” (Ignacio Ramonet, Propagandes silencieuses)

Evet, kelimelerini 19cu asırda kaybetmiş bir insanlık 21ci asırda hiç büyümeyen bir bebek gibi iki asırdır emekliyor. “Daha iyisini hak ediyorsunuz” gibi bir sloganda bile İyi’sini ve Hak’ını şaşırmış, Fayda ile İyi, satın alma gücü ile Hak birbirine karışmış. İnsan’ı insan yapan Özgürlük nerede? VISA kartında mı yoksa maaş bordrosunda mı saklı?

“İdeoloji eleştirel aklı ortadan kaldırarak fanatizme açar kapıyı. Sürekli haklı olmak ve geleceğe dönük kehanetlerde bulunmak bu davaya hizmetin birinci şartıdır. İdeoloji sayesinde zalim yaptığı zulümü aklar. Hem kendi gözünde hem de etrafındakilerin gözünde. Artık zalime eleştiri yapılmaz, lanet okunmaz. Bunun yerine iltifatlar yağar. İdeoloji sayesindedir ki Engizisyon mahkemesi sırtını Hristiyanlığa dayamıştır, istilacılar vatan sevgisinden dem vururlar, sömürgeciler uygarlık götürdüklerini iddia ederler. Naziler zulümlerini ırk uğruna yaparlar, Jakobenlerse eşitlik, kardeşlik ve gelecek kuşakların mutluluğu uğruna. […] Eğer bir gün cebbar bir iktidar tarafından köklerimizin sökülmesini istemiyorsak herkes kendi kendini frenlemeyi öğrenmeli. İnsanların özgürlüğü etrafındakilerin iyiliği için kendini sınırlamaktır. ” (Soljenitsin)

 Sonuç

1930’ların dünyasından geriye ne « üstün Alman ırkı » kaldı ne de « mutlak muzaffer proleterya ». Ama totaliter tehdit başımızın üzerinde hâlâ bir kılıç gibi sallanmakta. Çünkü siyasî haklarından MaHRuM bir vaziyette, MaHReM hayatlarına odaklanmış halk kitleleri var yine. Geçmişte katliam, açlık ve sürgün korkusuyla köklerinden koparılmıştı insanlar:

Bugün (zengin ülkelerde) sopanın yerini havuç aldı. Daha büyük bir ev, daha hızlı bir otomobil, daha beyaz çamaşırlar ve “size özel” kredi kartları var. Ama yine insanların üzerilerinde muAZzaM ve CeBeRrut bir iKtiDaR. Devlet değil sanki, tatminlerin, hazların bekçisi olan, yere inmiş bir tanrı!

Hannah Arendt bir Müslüman olsaydı Hucurat suresinin 13cü ayetinden esinlendiğini söyleyebilirdik. Çünkü İnsan “öteki” olmadan “Ben” olamıyor. “Tek bir nefisten yaratılmış” olan insan Kendi’sine bir giysi gibi giydirilen Ben’i Kendi’si sanıyor. Bir kez daha Eşya ile Mânâ birbirine karıştırılıyor. Teknik farklara rağmen Nazizme, Stalinizme, Faşizme KORKUNÇ DERECEDE benzeyen yeni bir totalitarizmin kollarına koşuyor insanlık: Liberal totalitarizm…

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Enes Yalçın Tarih: Ağu 7, 2011 | Reply

    Muazzam bir yazı olmuş. Allah razı olsun.

    Mesele HER BİR İNSANI özel kılan, diğerlerinden ayrı, YERİ DOLDURULAMAZ YAPAN VASIFLARIN yok dilmesinden kaynaklanıyor. Entelce söylersek “sübjektif” insanlardan “objektif” halk yığınlarına açılan her yol aynı tehlikeyi ihtiva ediyor. Asker yığınları, işçi yığınları, tüketici yığınları fark etmiyor. Çünkü “Devlet” denen soğuk makine, ya da bürokrasi, piyasa gibi “soğuk” mekanizmalar ölçülebilir vasıflarımızla “görüyor” bizi.

    Bam teli burası galiba! Çok doğru.

    Teknolojinin mümkün hale getirdiği karmaşık organizasyonların “sayesinde” AKIL’ın ve VİCDAN’ın ufalanarak devlete, bürokrasiye aktarıldığını ifade ediyorsunuz. Katılıyorum ve bunun yanında, bu karmaşık organizasyonların tek tek insanları, karşısında akli ve vicdani muhakemeler yapma, doğrunun ne olduğu konusunda pratikte uygulanabilecek sonuçlara ulaşabilme ya da ulaştıkları aksiyon planını uygulama ya da sergiledikleri bu duruş ve aksiyondan sonuç alabilme konularında çok fazla aciz kıldığını düşünüyorum. Yani, aldığımız bir çikolata ile Afrika’da kakao üretimi için kullanılan çocuk-köle işçiler arasındaki bağlantıyı anlamak, anladıktan sonra bununla ilgili bir şey yapabilmek, yapılan şeyden sonuç alabilmek filan çok zor şeyler.

    Bir dükkânı soyan hırsızlar parayı aralarında eşit, “adil” biçimde paylaşabilirler. Bu dükkan soymayı ahlâken “doğru” bir iş yapmaz.

    Belki biraz ağır bulunabilir bu ifade, ama liberal dünyada profesyonel etiğin uygulamadaki tezahürlerinin temel olarak bundan çok da farklı olduğunu düşünmüyorum.

    (…)satın alma gücü ile Hak birbirine karışmış.

    Hem de nasıl!

    Soljenitsin’den yaptığınız ilk paragraf liberal bir zihinden yapılan okumalarda milliyetçi, faşist vs eğilimli görülebilir, ki Avrupa ve Amerikalı okur-yazarlar Soljenitsin’in bu görüşlerini böyle görmüş ve onu anlamamıştır genel olarak. “Toplum bireylerin tek tek toplamından daha başka ve fazla bir şeydir.” dediğimde mesela bu mutlaka ve mutlaka faşizme yoruluyor, liberal insanlar tarafından. Atilla Yayla bu cümlemi yarıda kesip “Ama bu faşistlik!” demişti 🙂 Hasılı, çok açıklayamadım meramımı ama şöyle bağlayayım: Soljenitsin’in bu söyledikleri aceleci değerlendirmelere kurban gidebilir. Gitmesin diye de ben kendi adıma, Alev Alatlı’nın Gogol’ün İzinde serisinin ilk kitabı olan Aydınlanma Değil Merhamet’i tavsiye edebilirim bu sitenin okurlarına. Bizzat burada yapılan alıntı da dahil Soljenitsin’den yapılan alıntılar, bu alıntılar ve Soljenitsin üzerine fikirler ve içeridiği Amerikan liberalizmi eleştirileri sebebiyle bu kitabın bu yazıda bahsedilenlerle denk düşen bir önemi olduğunu düşünüyorum.

    Yine ardından sizin yaptığınız açıklamalar bence yerinde ve vazıh olsa da, Chomsky alıntısındaki medyanın tek ve büyük bir merkezin kontrolünde olduğu tezi, tek tek herşeyi dizayn eden, masanın başında toplanmış kötü adamlar gibi imaları akla getirebilir ve bu yüzden komplo eğilimli ve paranoyakça filan bulunabilir, fakat tabi ki bu kontrolün mahiyeti ve pratiği bahsedilen gibi değildir. Bu konudaki açıklama için de Chomsky’nin kitabının tamamını okumak en doğrusu olur bu site okuyucuları için.

    “Nazi Alanyası” ve “geitrdiği” gibi iki imla hatası da gözüme takıldı. Benim açımdan bir önemi yok, ama yine de düzeltmek istersiniz diye düşünerek söyleyeyim dedim.

    İdrakinize kuvvet!

    Selamlar..

    Enes..

  3. Yazan:MY Tarih: Ağu 8, 2011 | Reply

    Selamlar Enes Bey,

    yaziyi çok dikkatli biçimde okudugunuz belli oluyor, ilginize gerçekten tesekkürler. Uyardiginiz imla hatalarini da düzelttim simdi. Yakind PDF kitabini yayaina girecegiz, bu bakimdan imla hatalarini düzeltmek önemliydi.

    “Toplum bireylerin toplamindan farkli bir seydir” konusu gerçekten mühim. irdelenmezi, akledilmesi zor ama elzem. Ibn Haldun’dan yardim almak lazim, ileride bu konuya geri dönmek istiyorum. Toplum’un iyiligi için tek tek bireylere ne kadar baski yapilabilir? Yapilmali midir?

    Bu sorulari liberaller erteliyor. Solcular ve islamcilar ise ne yazik ki bazi ezberlerin arkasina saklaniyor. 21ci asrin gerçekleriyle yeniden masaya yatirilmali. LIBERALIZMIN KARA KITABI’nda bir kaç makaleden olusan bir bölüm vardi, “liberalizmin kusurlari”. Bu bölümde biraz islemistik bu konuyu. Aslinda birey ile toplum bizim olusturdugumuz iki “entity”. Tasavvur edilen, düsünceyi kolaylastiran kategoriler. Bunlari MUTLAK CEVHER ya da “substance” gibi görMEmek gerekir.

    Meselâ oglan isteyen hamile bir kadin “vücut benim, ne istersem yaparim” diyerek ultrasonda gördügü kiz bebegini kürtaj ile öldürmek isterse toplumun diger fertleri buna karsi çikMAmali midir?

    çikacaksa hangi fikrî ve ahlâkî zeminde yapilacaktir bu? Ya sakat çocuklar?

    Bu soruyu Türkiyedeki en aktif liberal gruplardan birinin liderine sormustum. Bana “münferitçi” oldugumu söyledi. Oysa çin ve hindistan’da her sene onbinlerce kiz çocugu öldürülüyor ERKEK OLMADIKLARI için.

    Evet, liberaller kadar feministler, solcular ve islamcilar da düsünce tembelligini terk etmeliler.

    Kaliteli yorumunuz için tekrar tesekkürler.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ağu 29, 2011: Liberal Totalitarizm(4): Ayı yavrusunu severken öldürür : Derin Düşünce
  3. Eki 2, 2012: Kaliteli Ateizmin Faydaları ve Sartre(1) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin