RSS Feed for This Post

“Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx)

 “Gri göğün altında, tozla kaplı geniş bir ovadayım. Ne bir yol, ne bir çimen, ne bir diken, ne bir ısırgan otu… Kamburları çıkmış vaziyette yürüyen bir grup insana rastladım.Sırtlarında  bir un çuvalı ya da kömür torbası ağırlığında birer canavar(1) taşıyorlardı. Ama bu canavarlar öylesine bir yük değillerdi. Tersine hamallarını sarıp sarmalayan güçlü kaslarıyla korkunç pençelerini insanların göğüslerine saplamışlardı. Ürküten başları antik çağ savaşçılarının düşmanı korkutmak için giydikleri miğferler gibi insanların başının üzerinden aşıyordu.

İnsanlardan birine sordum, nereye gittiklerini öğrenmek istedim. Bir şey bilmiyordu. Ne o, ne de ötekiler. Ama bir yere gidiyorlardı muhakkak çünkü karşı konulmaz bir yürüme ihtiyacı içindeydiler.Şaşırtıcı bir şey: Bu yolcuların hiç biri hallerinden şikâyetçi görünmüyordu. Boyunlarına asılan, sırtlarına yapışan bu canavarı bedenlerinin bir parçası gibi kabullenmişlerdi. Yorgun ve ciddi yüzlerde bir umutsuzluk yoktu. Sürekli umud etmeye mahkûm insanların teslim olmuş edasıyla melankolik bir göğün altında, en az o gökyüzü kadar kederli bir arazide ayakları toza batmış olarak ilerliyorlardı.

Heyet yanımdan geçip gitti ve ufukta yuvarlaklaşan yeryüzünün insan merakından saklandığı yere doğru uzaklaştı.Bu sırrı anlamak için bir süre inat ettim ama karşı konulmaz bir kayıtsızlık üzerime çöktü, sırtlarındaki canavarın onlara verdiği ağırlığın daha da fazlasıyla ezildim.” (Baudelaire, Chacun sa chimère  -1869-)

“Din Toplumun Afyonudur”… Marx hakkında hiç bir şey okumamış olanlar bile duymuşlardır bu sözü. Marx’a göre ezilenler için bir anestezi, bir tür “ideoloji” olmuştur din, Baudelaire’in girişteki metninde anlattığı gibi dindarlık itiraz etmeden katlanılan, alışılmış bir köleliktir.

Bir “din düşmanı” olarak ünlenmesini sağlayan bu sloganın mucidi Marx değil aslında. Arkadaşları Moses Hess ve Heinrich Heine’ın daha önce yazdıklarında da var bu laf. Ama Marx ile sloganlaşmış.

Türk solcularının İslâm’a bakışını bugün dahi yönlendiren fikrî zemin neydi peki? Daha da önemlisi Marx’ın din-devlet ilişkisine yönelttiği eleştiriler Müslümanların işine yarayabilir mi? Dinsiz (=Nötr?)  bir zeminde, proletarya için marxist bir hukuk, marxist bir ahlâk teorisi geliştirildi mi? Ve tabi Hıristiyanlıktan boşalan yere Marxizm talip oldu mu? Acaba ruhbanları, ritüelleriyle kendisi yeni bir din haline geldi mi? Dogmalaştı mı? Bu da dikkate değer bir başka soru.

Afyon, eroin, esrar… Bunları unutmak için kullanır insan. Tahammül edilmez bir hayata tahammül etmek için. Peki sloganın ötesine geçmek istersek… ne anlatıyor tam olarak o ünlü metin(2a)? Neydi Marx’ın iddiası?

 “Din dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir. […] Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur. Din toplumun afyonudur. Halkın gerçekten mutlu olabilmesi için sahte bir mutluluk olan dinin yok edilmesi gerekir. İçinde bulunduğumuz durumun vehimlerinin yok edilmesini istemek aslında bu vehimlere ihtiyaç duyan durumun terk edilmesini istemektir.”

 “Din toplumun afyonudur”… Evet, Marx’ın yaşadığı dönemin zihniyeti, takıldığı barlarda vs karşılaştığı arkadaşların dine bakışı da bu aslında. Yani dindarlığın modası geçiyor hatta geçmiş. Yaşlı Almanlar “kutsal” ama daha çok putsal bir devlet algısı içindeler. Biraz bizdeki Millî Görüşçüler bazen de Kemalistler gibi. Meselâ Atatürk’ü koruma kanunu gibi kanunlar var Prusya’da. Devletin tanrısal(!) temellerini sorgulayanlar devlet memuru olamıyorlar, akademisyenler istedikleri gibi yayın yapamıyor, sansür var. Kemalist ideolojiyi korumak için 28 şubat sürecinde insanlara “ya dinin ya kariyerin” diye baskı yapılmıştı. Benzeri baskılar 1840’ların Prusya’sında Yahudilere yapılıyor meselâ.

Oysa üniversiteli gençlerin zihinleri fokur fokur kaynıyor. Her gün bir yeni teknoloji ile tanışıyorlar, Avrupa siyasî olarak sarsılıyor, rejimler yıkılıyor, işçiler ayaklanıyor, tren, telgraf ve matbaa gibi buluşlar sayesinde gelişmiş  ülkeler hızla entregre olmakta, ekonomik küreselleşme başlamış bile. Sendikalar ve işçi hareketleri de küreselleşiyor. İngiliz, Alman, Fransız sendikacılar sürekli iletişim halinde. Polonya’da veya İtalya’da gösteri yapan işçilere polis ateş mi açtı? Alman gençleri ertesi gün bunu konuşuyor. Haliyle bin veya iki bin yıllık dinî metinlerden, tozlu raflarda çürüyen İncillerden öğrenilecek bir şey kalmadığını düşünen genç oldukça çok. İncil’in “Tanrısal” ahlâkı silinirken yerini bir “racon” etiğine bırakıyor. Avrupalı solcular tıpkı liberaller gibi FAYDA ile İYİLİK‘i birbirine eşitlemiş, AYNI-laştırmış vaziyetteler. (2b)

Fakat bununla aynı derecede önem taşıyan bir başka faktör var ki çok daha kişisel. Yahudi kökenli ailesinin Protestan Prusya’da gördüğü baskı  bizim Karl’ın hayatı boyunca unutmayacağı bir acı, bir eziklik. Baba Marx avukatlık mesleğini icra edebilmek için din değiştirmeye zorlanıyor. Yahudilere bir çok kısıtlama getirilmiş, seyahat ve çalışma özgürlükleri din adına kısıtlanmış dönem dönem. Bizim için anlaşılması çok da zor olmayan bir durum: Türkiye’de zorla din dersine sokulan bir gayrimüslimin İslâm’ı sevmesini bekleyemezsiniz meselâ. Böyle bir insan kendi dinine daha sıkı sarılabilir ama sonunda bıkarak bütün dinlere de gıcık olabilir… Marx da zaten inançlı bir Yahudi değil. Ama bir kimlik, bir aidiyet olarak Yahudiliğin büyük kıymeti var gözünde. Yalnız da değil. Bir çok Yahudi o dönemde diğer Avrupalılar gibi dinden uzaklaşmışlar. Ama Yahudilik bir miras, bir kök, bir ideal olarak yaşıyor. Hatta dinden boşalan yeri dolduruyor bu ideal. Yol arkadaşlarından Moses Hess‘in sonradan yolunu ayırması ve bugün adının siyonizmin kurucusu Theodor Herzl  ile birlikte anılması rastlantı olmasa gerek. Marx’ın mektuplarında dediği gibi “Yahudilerin refaha kavuşması için Hıristiyan Devletin bünyesinde mümkün olduğu kadar fazla yarık açmak gerek!”.

Evet, Marx din düşmanı değildi. Ama dinsel duyguların devlet tarafından sömürülmesine sinir oluyordu. Vatandaşların haksızlıklar karşısında susturulmasında  dinin önemli bir rol oynadığını düşünüyordu. Bu bağlamda inanç Marx’ın gözünde ezilenlerin ideolojisiydi. (2c) Kader değildi Marx’ı gıcık eden. Kadercilikti. Dinin kendisinden çok “diyanet” idi onun derdi yani iktidarın oyuncağı haline gelen, içi saman dolu o korkuluk!

Din bir uyuşturucu olabilir mi?

Amerikalı zenci haklarının savunucusu Martin Luther King bir din adamıydı. İsmini taşıdığı bir başka din adamının, Alman Martin Luther’in kendisinden 5 asır önce yaptığı gibi zulme karşı durdu. Uyuklayan halkı uyardı, uyandırdı. İnsan haklarını, özgürlüğü savunmakla dindar olmak arasında bir çelişki görmedi. Tam tersine. İnanan bu insanlar için zulme karşı her yolla direnmek bir hak ve bir ödevdi.

İslâm aleminde hemen aklıma gelen üç isim Bediüzzaman Hazretleri, Cezayirli Abdelkader ve Libyalı Ömer Muhtar. Aslında isimler çok, örnek yaşantıları, sözleri ve yazılı eserleriyle de zulme direnmiş Müslümanlar da saymakla bitmez.

Gelin görün  ki aynı inançlar, aynı kitaplar gün geliyor siyasî iktidarın elinde oyuncak oluyor. Her türlü baskıya, ırkçılığa, yüksek vergilere boyun eğdirmek için halkın dini halka karşı kullanılabiliyor. Bir bakmışsınız ki caminizin minarelerine “Varol İsmet İnönü” yazan bir mahya asmışlar ya da “ne mutlu Türk’üm diyene!”. Bir bakıyorsunuz Türk silahlı kuvvetleri kendi ülkesini işgal etmiş, Müslümanı Müslümana kırdırıyor ama utanmadan ölenleri “şehit” ilân ediyor! (Bkz. Kendi ülkesini işgal eden ordu‘nun kitabı)

“Öteki” tarafta da aynı manzara tabi. En yakın örneği Guantanamo’nun, Abu Graib’in mimarları olan ülkelerin, Irak’a saldıran Amerikalıların, Libya’ya saldıran Fransızların hâlâ “Haçlı seferleri” gibi laflar etmesi, İsrail’de katliam fetvası(!) veren hahamlar…

Hoşumuza gitsin ya da gitmesin dinî duyguların bir anestezi gibi kullanılabileceğini kabul etmek zorundayız. Dinin kendisini kastetmiyorum çünkü herkesin dini farklı bir algılayışı olabilir. Ama toplumun din ile kurduğu ilişki “doğru yoldan” saparak “sapık” bir şekle girebiliyor, “Ahiret” anlayışı dünya tutkusuyla kirlenebiliyor. Bu da bir gerçek. (Bkz. Zina da böyle bir şey işte…)

İlâhî bir mesajı eleştirmek anlamsız aslında. Çünkü kimsenin kalbinin içini göremeyiz. İnananlar için adı üstünde, ilâhî bir mesajdır. Marx gibi bir ateist ise mesajın “ilâhî” vasfını reddederek özetle “inanmıyorum kardeşim, var mı?” diyebilir. Bu da mümkün. Yani ister Hıristiyanlık isterse İslâm’a yönelik bir eleştiri/reddediş dinin kendisine değil insanların o mesajla kurduğu ilişkiye yönelik olmalı. Öyle algılanmalı. Zaten Marx’ın itirazı da Tanrı kavramına değil, az önce açıkladığımız gibi bu inancın insanlarca “kullanılmasına”:

 “Strauss’tan Stirner’e kadar bütün Alman felsefi eleştirisi dinsel anlayışların eleştirisiyle sınırlıdır. Hakiki dinden ve gerçek deyimiyle Hıristiyan ilâhiyatından yola çıkılır. Dinsel anlayışın ne olduğu ise, yol alındıkça farklı biçimlerde belirlenmeye başlandı. Kaydedilen ilerleme, egemen oldukları öne sürülen metafizik, siyasî, hukukî ve ahlakî  alanlardaki anlayışları da ilâhiyata dahil etti. […] Son tahlilde insanın, dinsel bir varlık olduğunu açıklamaktan ibaret kaldı. Dinin egemenliği veri alındı. Ve yavaş yavaş her egemen ilişkinin dinsel ilişki olduğu ortaya atıldı ve sonra, bu, bir din haline, hukuk dini, devlet dini vb. haline getirildi. Her yanda sorun, artık yalnızca dogmalar ve dogmalara olan inançtı. Dünya gittikçe daha büyük ölçüde kutsallaştırıldı, ta ki saygıdeğer Aziz Max,[Max Stirner] onu tamamen  kutsallaştırıncaya ve böylece büsbütün ortadan kaldırılıncaya kadar.” (Marx’ın Engels ile birlikte kaleme aldığı Alman ideolojisi‘nden)

 Doğa boşluk kabul eder mi?

Galiba etmiyor. Yani “din kötüdür/ lüzumsuzdur” gibi bir noktadan yola çıkanların genellikle yeni bir tür imana vardıklarını bazen de “benim dinim aklımdır” dediklerini görüyoruz(3). Yukarıdaki alıntıda adı geçen Stirner ile Marx arasındaki fikrî çatışma bunun en güzel ispatı. Neden?

Max Stirner (kendisi reddetmekle beraber) anarşizmin kurucularından kabul edilen bir düşünür. Sanırım onu en güze şu sözü özetliyor: “Devlet, kendi şiddetine ‘hukuk’ adını verir,  bireyinkine ise ‘suç’… “. İnsanın şu veya bu şekilde “üstün” bir amaç uğruna feda edilmesine karşı durmuş Stirner. Dinlere olduğu gibi ideolojilere de karşı çıkmış. Hıristiyanlık konusunda Marx ile anlaşabilirlerdi belki ama Stirner komünizmin de bir tür din olduğunu hatta köklerinin Hıristiyan ahlâkına dayandığını yazdığı için bizim Karl’ın tepesi fena atmış. Alman ideolojisi‘nin yarıdan fazlasında Stirner’i çürütmeye çalışıyor. Komünizmin tarihsel ve bilimsel bir zemine dayandığını, her türlü ahlâkî bağdan uzak olduğunu savunuyor Marx.  Bu mekanist ve deterministik tarihsellik iddiası gerçekten de insanlığın kaderine yönelik komünist bir iman. İşin daha da tuhaf yanı İslâm’daki kader/Kıyamet/Ahiret inancından çok daha fazla teslimiyet gerektirmesi(4) komünist imanın. Cemil Meriç’in tabiriyle modern bir “deli gömleği” oluyor. Max Stirner’in buradaki haklılığını yani komünizmin felsefî sorgulamadan uzaklaştığını, ideolojileştiğini hatta dinleştiğini kabul etmek gerek. Stirner ile alay etmek için çabalayıp durması, ona türlü isimler takması vs Marx’ın çaresizliğinin bir göstergesi olabilir mi? Korkarım evet!

Çünkü daha 17 yaşında iken yazdığı bir kompozisyonda açıkça ifade ettiği gibi Karl Marx’ın kendine has bir dini var aslında yani uğruna büyük fedakârlıklar yapabileceği, hayatını adayabileceği bir maneviyat:

 “Gençler meslekî seçimlerini yaparken ödev şuuruyla hareket etmeliler, kendilerini insanlık için feda edebilmeliler ve nefisleriyle mücadele ederek erdemli olmaya çalışmalılar” (Jerrold Seigel’in ilginç kitabı Marx’s Fate: The Shape of a Life)

 Bu satırları yazarken henüz farkında değil ama bizim Marx bir çok dindarın yapamayacağı özverilerle dolu bir hayat yaşayacak. Bütün ömrünü, kariyerini, sağlığını hatta çocuklarının hayatını insanlığa mutlu  bir dünya kurmak için feda edecek. Evlatları açlıktan ve veremden ölürken o elinde avucunda ne varsa harcayıp devrimcilere silah alacak. Stirner’in iddia ettiği gibi Judeo-Kretiyen bir ahlâkî zemindeyiz sanki?

Ne var ki yazının giriş kısmında aktardığım gibi Marx pozitivizmin hakim olduğu bir toplumda yaşıyor. Teorilerini kabul ettirmek istediği entelektüellerin gözünde ne din ne de ahlâkî kaygılar kıymetli değil.  Hem bu etkiyle hem de gücünü Kilise’den alan bir rejime kafa tutma arzusuyla “batıl inanç” diyerek kestirip attığı Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten uzak, bilimsel, rasyonalist bir ideal peşinde adamımız. Teknolojik olarak bu kadar gelişmiş olan insanlığın hâlâ Tanrı’ya ihtiyaç duyması düşünülebilir mi? Yok canım, daha neler! (Bkz. Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek)

Fakat diğer yandan, bizim Karl… Hâlâ bir insan! Yahudilerin hakkını savunmak için dilekçeler yazıyor, pis hava soluyan, sakatlanan, hakkı yenen işçilere üzülüyor, fazla mesai yaptığı halde parası eksik verilenlerin hakkını arıyor, insanı bir meta, bir ürün, bir cisim gibi gören kapitalizme çatıyor, “kendinden uzaklaşan” insanı uyarıyor. İyi ama bütün bu iddialar pozitif bilimleri, eti, kemiği, maddeyi, ölçülebileni aşan, aşkın bir anlam, bir mânâ, bir maneviyat gerektirmez mi? İYİ ve KÖTÜ ayrımını yapmak için bir mihenk taşı, bir kerteriz noktası lâzım değil mi? (Kötülük’ün zıddı İyilik değildir)

Zannediyorum Stirner’in eleştirileri yüzünden bir felsefî kriz yaşıyor Marx. Daha doğrusu içinden hiç çıkmadığı bir krizi Stirner ona parmakla göstermiş oluyor, “kral çıplak” diyor.  Korkunç bir ikilem: Bir yandan “din aptalca bir şeydir, bir aldatmacadır” diyen bir ses var içinde, her şeyi formüllere, sayılara, deterministik sebep-sonuç zincirlerine indirgemek isteyen maddeci, materyalist ve mekanist Marx. Diğer yanda kadın işçilerin içki içmesine, sarhoş olmasına, açık saçık giyinmelerine kızan, çalışan çocukların okuldan uzak kalmasına üzülen, iş kazalarına kayıtsız kalan patronları suçlayan, maaşını yetiremeyen kadınların fahişelik yapmasına isyan eden, evli kadınların yabancı erkeklerle aynı çatı altında çalışmasından rahatsız olan… vicdanî kaygıları ve ahlâkî sınırları olan bir Marx.

Çelişkili gibi görünse de Marx’ı Marx yapan tam da bu: Onun lokomotifi böyle çalışıyor: Ludwig Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü adlı eserinden devşirdiği ama kalbinde hep hissettiği (tanrısız) “insanlık haysiyeti” kavramı Marx’ın ahlâk cetveli, vicdan terazisi. İşte bu haysiyeti korumak için bütün yaşamını bir mücadeleye dönüştürüyor. Yöntemi ise pozitivist, hatta jakoben! İnsan’ı İnsan’ın sömürüsünden kurtarmak istiyor ama bunu İnsan’a rağmen başarmak istiyor! Bir başka deyişle insan nefsini görmezden geliyor. İnsanları muazzam bir makinenin dişli çarkları gibi görüyor, kendisini ise sonsuz barış ve refahın, yeryüzü cennetinin baş mimarı! Ama aslında bu yolu seçerek kapitalizmde en çok kızdığı şeyi kendisi de yapmış olmuyor mu? İnsanları şeyleştirmek… (Bkz. Yeni başlayanlar için “Müslüman” Marx )

Oysa ne burjuva Marx’ın sandığı kadar kötü ne de proletarya Marx’ın umduğu kadar iyi. Daha önce Marx, Arendt ve Bürokrasi adlı yazımızın sonuç bölümünde şöyle demiştik:

“…MUTLAK İyilik’in insanlarda tezahürü [siyaset ile] garanti edilemez. Bilim de yapamaz bunu. Nihaî karar ve eylem yine de İnsan’dadır. Tek tek insanlarda, her bir insanda…Soljenitsin’in dediği gibi:

“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var ki İyi ile Kötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?”

Marxist Ahlâk ve Marxist Hukuk

Marx’ın Ahlâk kavramıyla kurduğu ilişki sınıf mücadelesi üzerinden gerçekleşmiş. Proletaryanın burjuva sınıfına dair her şeyi, bu arada ahlâkî normları reddetmesi gerektiğini savunmuş. Zira Komünist Parti Manifestosu(1848)  ve Alman İdeolojisinde(1845) ısrarla belirttiği gibi “burjuva ahlâkı” Marx’a göre mevcut sömürü düzenini ayakta tutmak için kullanılan bir aldatmaca. Bu perspektif sanıyorum hayatının sonuna kadar da değişmedi: Ücret, Fiyat ve Artı Değer (1865) veya Gotha Programının Eleştirisi (1875) gibi belgelere baktığımızda da tek ahlâkî ufuk işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi. Amaçların “kutsallığı – yüceliği” Marx’a göre araçları meşru kılıyor. Tıpkı Churchill gibi.

Burjuva ahlâkını reddediyor Marx ama Kapitalizmi eleştirirken yine burjuva ahlâkını referans alıyor. Makalenin sonuna koyduğum alıntılarda görüleceği gibi kadın, aile, toplum, hak vb kavram ve değerlere Marx’ın bakışı tamamen 1800’lerin Avrupa burjuvası gibi. Zaten sefalet içinde geçen dönemleri dışında lüks yerlerde tatil yapması, büyük evlerde oturması, nezih mahalleleri tercih etmesi, çocuklarına piyano dersi aldırması, pahalı giysiler alıp özel okullara göndermesi, Shakespeare’den şiirler öğretmesi Marx’ın proleter değil burjuva yaşamını tercih ettiğini gösteriyor…

Bunun yanında Marx gençliğinden itibaren silah taşıyan bir insan. Sözlü kavgaların bazen ateşli silahlarla yapılacak düellolara dönüşmesi onun için bir sorun teşkil etmiyor. “Faydalı” olduğu müddetçe şiddete karşı değil. Bir makale yazmak ya da bir insanı kafasına kurşun sıkmak… Bunların arasında çoğu kez fark görmüyor Marx! Her ikisi de devrime giden yolda meşru(!) adımlar. Ama işçilerin mutluluğu için başka bazı işçilerin ölmesi/öldürmesini meşru kılacak bir fikrî zemine rastlamadım Marx’ın eserlerinde. Marx belki de SAVAŞ ve ŞİDDET‘i başlı başına birer değer kabul ediyor? Türk solunun “devrim şehidi” gibi bunları taşıyacak değerlere ihtiyacı yok?

Marx’ın takipçileri ne yaptılar Ahlâk ve Hukuk konusunda? Gerçekçilik / Pragmatizm / Oportünizm üçgeninde Troçki’yi buluyoruz ilk önce. Hatırlayacaksınız Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor?  isimli makalemizde Curzio Malaparte’nin bir kitabını tanıtmıştık: Darbe Tekniği. Bu kitapta Troçki’nin yöntemlerine ilişkin bazı bilgiler vermiştik. Torçki’den sonra bir kaç insan hatırlanabilir ki faydalandığım eserlerin adlarını tavsiye okuma listesine ekledim:

  • Kapitalizm eleştirisini evrensel değerler üzerine oturtmaya çalışmış olan Eduard Bernstein,
  • Burjuva ahlâkı karşısına bir proleter ahlâk inşa etmiş olan Roger Garaudy,
  • Sosyalist bir hukukun işlevleri ve tabiatı üzerine fikir üretmiş olan Peteris Stucka,
  • Marxist hukuk teorisyeni Evgeny Pashukanis
  • Pozitivist hukukçu Hans Kelsen

Sonuç

Yaratılış, Hayat’ın anlamı, Ölüm, Ahiret ve Ölüm’den sonra yargılanma gibi “modası geçmiş, batıl inançlardan” uzak olan marxist dünya görüşü paradoksal bir biçimde dindarlara, Din’e hizmet etti aslında. Zira alışkanlıkla tatbik edilen, kâh gelenek kâh iktidar oyuncağı haline gelmiş inançlar 18ci ve 19cu yüzyıllarda temellerinden sarsıldılar. Tabi sadece Marxizm ile değil bütün modernite ile geldi bu sarsıntı. İnsanlar fena halde sorgulamaya başladılar:

 “harbinden yau, biz nEye inanıyoruz ve nİye inanıyoruz?”

Ruhban sınıfı bu sorgulamaya cevap veremedi. Veremezdi de. Çünkü tütsülere, kutsal(?) cisimlere, binalara, giysilere hapsolunan, giderek dünyevîleşen dinler çağın moda ideolojilerine benziyorlardı giderek. Ne doğuştan dünyevî bir ideoloji ne de sonradan dünyevîleşmiş bir din Ahlâk’a, Hukuk’a, Adalet’e zemin teşkil edemiyordu. Din dünyevileşme sürecinde içi boş bir zarf haline geldi. İlâhî mesajın özü olan Özgürlük’ü kaybetti. Komünizm, Faşizm ve Liberalizm gibi ideolojiler ise baştan itibaren boş birer zarftılar. Kayıp Özgürlük’ü hiç bulmadılar. Serbestlik ile yetindiler. Neden?

Komünizm, Faşizm ve Liberalizm teorik olarak birbirleriyle çatışan üç ideolojidir. Dogmaları büyük ölçüde zıtlaşır. Ancak Hannah Arendt‘in şahane kitabı Kötülüğün Sıradanlığı‘nda işaret ettiği bir gerçek var ki bu düşman kardeşleri buluşturur(5):

“Deterministlere göre ise bildiğimiz şekliyle adalet hiç de modern değil, hatta köhnemiş, modası geçmiş bir şey. Hitler’e göre bir gün gelecek, hukukçuluk utanç verici bir meslek olacaktı. Kendisiyle tam bir tutarlılık halinde ideal bürokrasiyi tarif ediyordu bu sözler ile.”

Determinist ve materyalist tercihleriyle marxistler de “Özgürlük” kavramını “Serbestlik” etrafında yorumladılar. Yani işçinin patron karşısında, vatandaşın imparator karşısındaki serbestliği. Oysa böyle bir zemin üzerine Adalet’i tesis edemezsiniz. Ancak bir racon tesis edebilirsiniz. Hırsız çetesi çaldığı parayı EŞİT paylaşır, sapıklar kaçırdıkları kadına SIRAYLA tecavüz eder, Batılı ülkeler Irak’ın petrolünü piyasa sayesinde ADİLANE paylaşır. Racondur bu. Adalet değildir. Konvansiyondur. Kırmızı ışıkta değil de yeşilde durabiliriz meselâ. İngiltere’de trafiğin soldan işlemesi ile Adalet’in bir ilgisi var mı? Adalet’in önkoşulu Özgürlük’tür. Serbestlik değildir:

“[…] Şayet insanların davranışları tıpkı hayvanlar gibi önceden kestirilebiliyor hatta sosyal/psikolojik mekanizmalarla belirlenebiliyorsa Adalet ve Hukuk gibi kavramların bir anlamı kalır mı? Öyle ya, mahkemeye çıkardığımız her katil, her tecavüzcü “annem alkolikti, çocukken babam beni zincirle döverdi” gibi determinist, bilimsel bir açıklama sunarsa, istatistikler bu açıklamaları destekliyorsa suçluları ne hakla mahkum edebiliriz? “Suçlu” kelimesini kullanmak bile imkânsızlaşır. Çünkü mahkemeler suçlanan kişilerin farklı biçimde davranma imkânları olduğunu var sayarak karar verirler. Bir başka deyişle aklı başında, özgür ve sorumlu insanlar suçlanabilir. Bir deliyi, sarhoşu, küçük bir çocuğu, ilaçla bayıltılmış bir kimseyi, hayvanları ve bitkileri suçlayamazsınız.

Burada garip bir yol ayrımına geliyoruz. Bir yanda mahkemeler ve hatta bizim kendi vicdanımız insanları yargılıyor, suçluyor, mahkûm ediyor. “Kötü insan” diye kızdığımız birinin o kötülüğü yapmaya MECBUR olduğunu düşünseydik ona ASLA KIZMAYACAKTIK. Demek ki biz bile hayırsız akrabalarımızı, riyakâr iş arkadaşlarımızı, kazıkçı bakkalı vicdan mahkememizde suçlarken peşinen ÖZGÜR kabul ediyoruz. Tıpkı mahkemeler gibi.[…]” (Zaman Nedir?  kitabı, Hayvan serbesttir, insan özgürdür isimli kısım)

Tavsiye Okuma

Dipnotlar

Buradaki alıntıyı konuşma diline yakın bir şekilde ve özetleyerek yazdım. Orjinal metnin adı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı“. Eriş yayınlarından çıkan tercümeden istifade ederek ilgili paragrafları buraya aktarıyorum:

Almanya konusunda dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve dinin eleştirisi de tüm eleştirinin hazırlık koşulunu oluşturuyor. (MY: Marx burada Ludwig Feuerbach’ın yaptığı teolojik eleştirilerin yeterli oluşunu teslim ediyor)

Yanılgının kutsala saygısız varoluşu, tanrısal oratio pro aris et focis’i çürütülür çürütülmez saygınlığını yitiriyor. Göğün bir üstün-insan aradığı olağanüstü gerçekliğinde kendinin yansısından başka bir şey bulmayan insan, kendi tam gerçekliğini aradığı ve araması da gereken yerde artık ancak kendinin görünüşünü, yani insan-olmayanı bulmaya yatkın görünmüyor.

Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Yani din, henüz kendine erişmemiş ya da çoktan yitirmiş bulunan insanın sahip olduğu kendinin bilinci ve kendinin duygusunu oluşturuyor. Ama insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir öz değil. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri alt üst olmuş bir dünya oluşturuyor. Din bu dünyanın genel teorisini, onun ansiklopedik özetleme kitabını, onun halksal biçimdeki mantığını, onun tinselci point d’honneur’ünü [onur sorununu], kendinden geçmesini, ahlaksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, teselli ve aklanmasının evrensel temelini oluşturuyor. Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz gerçek gerçekliğe sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım vermek, dolaylı olarak dinin tinsel aramasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek anlamına geliyor.

 Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor. Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yandsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.”

2a° Orjinal metinde “Chimères” (oku. “şimer”) kelimesi geçiyor. Bir kaç hayvanın bileşimi mitolojik yaratık. Hristiyan mistisizminde nefsi temsil eden, genellikle yarasa kanatlı, köpek başlı korkunç yaratıklardır. Gotik kiliselerin dış kısımlarında görebilirsiniz. Antik tasvirler için buraya, katolik tasvirler için de buraya tıklayabilirsiniz.

2b° “…Mikro ekonomide öğretilen kavramlar içinde en önemlilerinden biri “fayda” (ing. utility) . Bu fayda bireyin tüketeceği mal veya hizmetten elde edeceği memnuniyettir, tatmindir. Ama ekonomik fayda günlük hayattaki “faydalı” şeyler gibi değildir her zaman. Meselâ bir paket sigara ekonomik olarak “faydalıdır”. Adam para verip satın alıyor ya. Yahut aşırı yağlı bir gıda aynı biçimde “faydalıdır”. şeker hastası bile olsanız bir tepsi baklava size “faydalıdır”… Yersen! …” (Liberalizmin kusurları(3): Liberalizm ahlâksızdır!)

2c° Gözden kaçmaması gereken bir başka nokta ise Engels’in din adamlarının önemli rol oynadığı halk hareketlerine bakışı. Sınıf kavgası perspektifinden değerlendirmiş olsa da dine ve din adamlarına önem vermiş Engels. Meselâ 16cı asır başında ilâhiyatçı Thomas Münzer’in liderliğindeki hareketi övmüş, bunun ilk komünist hareket olduğunu söylemiş. Ancak dini bir propaganda aracı, bir ütopya jeneratörü gibi gören “komünist” düşünce FAYDA perdesini kaldırıp İYİ‘yi görememiş. İster Protestanlığın doğuşunu öven Gramsci’ye bakalım ister “kapitalizmi dinleştiren” Calvin’e taarruz eden Bloch’a, bu dünyevî ufkun ötesine geçebilen birisini göremiyoruz. Türkiye’de “sol ilâhiyat” veya “Peygamber X, Y ve Z ilk devrimcilerdi” başlıklarıyla karşımıza çıkan ezberler bu çerçevede okunmalı. Enbiya ve Evliya hazeratını komünizme devşirme cüretini gösteren bu tayfaya Müslümanların gerekli cevapları vereMEmiş olması çok derin bir cahillikten başka ne olabilir? Bilgisizlik değil, bildiğini idrak edemeyen, yarıM-aydın cahilliğinden başka?

İnsanlık kadar eski olsa da bitmeyen bir fikrî çatışma bu. Bugünlerde fizik bilimini ilahlaştıran fizikçilere rastlıyoruz meselâ. (Bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur) Kâinat’ın ve Hayat’ın kendiliğinden ortaya çıktığına ya da eksi sonsuzdan artı sonsuza uzandığına iman edenlere dehriyun denilmiş yani “zamancılar”. Zaman’ı, maddeyi ya da Tabiat’ı ilahlaştıran bu inanç şekli hakkında Gazâlî Hazretleri El-munkizu Min-ad-dalâl adlı eserinde şöyle der:

“Birinci sınıf dehrilerdir. Bunlar en eski feylesûflardan bir zümredir. Kainatı idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkar etmişlerdir. Alemin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının meniden, meninin canlıdan vücuda geldiğini, böylece ebedi olarak devam ettiğini iddia etmişlerdir ki, bunlar zındıklardır”

Bireyin özgürlüğünü (ve sorumluluğunu) bu derecede görmezlikten gelen kör bir kader inancı artık iman, inanç gibi kelimelerle açıklanamaz. Komünist imanın deterministik katılığına İslâm aleminde belki Eş’arîlerde rastlanabilir, özellikle cüz’i irade konusundaki yorumlarında. İnsanın özgür iradesi konusunda Zaman Nedir?  isimli kitabımıza bakılabilir. Meselâ Hayvan serbesttir, insan özgürdür isimli bölüme ya da kitabın sonunda yer alan 3 kısımlık Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman bahsine.

Gençliğinde odasına, üniversite yurdundaki dolabına Humeyni posteri asmış olan okuyucularımız darılacaklar belki ama “İslâm Devrimi” etiketli hareketler için de aynı yere kayma riski var.

 

Komünizmin temel metinlerinden konuyla ilgili alıntılar (Manifesto, Kapital, Elyazmaları)

Manifesto, Burjuvalar ve proleterler

 Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği  her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiç bir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.

 Manifesto, sf. 13, proleter ve komünistler

  Komünizme karşı dinsel, felsefi ve genel olarak ideolojik açıdan yöneltilen suçlamalar, ciddiye alınıp incelenmeye değmez.   İnsanın düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının, tek sözcükle, insanın bilincinin, maddi varlığının koşullarındaki, toplumsal ilişkilerindeki ve toplumsal yaşamındaki her değişmeyle birlikte değiştiğini kavramak için derin bir sezgiye gerek var mıdır?

 Fikir tarihi, zihinsel üretimin, maddi üretimin değişmesiyle birlikte değiştiğinden başka neyi tanıtlar ki? Her yüzyıldaki egemen düşünceler hep o yüzyılın egemen sınıfının düşünceleri olmuştur.       Toplumu devrimcileştiren düşüncelerden sözedildiğinde, eski toplum içerisinde yeni toplum üyelerinin yaratılmış olduğundan, ve eski düşüncelerdeki çözülmenin eski yaşam koşullarındaki çözülmeyle at başı gittiğinden başka bir şey ifade edilmiş olmaz. Antik dünya can çekişirken, antik dinler de Hıristiyanlık karşısında boyun eğdiler. Hıristiyan düşünceler 18. yüzyılda usçu düşünceler  karşısında yenik düştüklerinde, feodal toplum da o günlerin devrimci burjuvazisiyle ölüm-kalım savaşına tutuşmuştu. Din ve vicdan özgürlüğü düşünceleri, serbest rekabetin bilgi alanındaki egemenliğinin ifadesinden başka bir şey değildir.

 Kapital, Metaların fetişizmi ve bunun sırrı

 Ancak bunlar, emeğin üretkenlik gücünün gelişmesi düşük bir aşamanın üstüne çıkmadığı ve bu nedenle de maddi yaşam alanında insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki toplumsal ilişkilerin karşılıklı olarak sınırlı olduğu zamanlarda ortaya çıkabilir ve varolabilir. Bu sınırlılık, eskinin doğaya tapınmasında ve halk arasında yaygın dinlerin öteki öğelerinde yansır. Gerçek dünyanın, dinsel yansıması, kaçınılmaz olarak, günlük yaşamın pratik ilişkilerinin insana, onun öteki insanlar ve doğa ile ilişkilerini tam anlamıyla anlaşılır ve aklauygun bir ilişki olmaktan öte bir şey sunmadığı zaman, ancak o zaman yitip gider.

 1844 El yazmaları, Ölüm ve Mülkiyet üzerine

 Türsel bilinç olarak insan kendi gerçek toplumsal yaşamını olurlar ve kendi gerçek varoluşunu düşüncede yinelemekten başka bir şey yapmaz; tıpkı türsel varlığın, tersine, kendini türsel bilinçte doğruladığı ve kendi evrenselliği içinde, düşünen varlık olarak, kendisi için olduğu gibi.  İnsan -demek ki hangi derecede olursa olsun tikel bir birey ve tikelliği onu bir birey ve gerçek bireysel bir toplumsal varlık durumuna getirir- demek ki bir o kadar da bütünselliktir, düşünsel bütünsellik, gerçeklikte ya toplumsal varoluşun hayranlıkla seyri ve gerçek zevki, ya da yaşamın insanal belirtilerinin bütünselliği olarak varolan, düşünülmüş ve duyulmuş toplumun kendisi için varoluşu.
Demek ki düşünce ile varlık gerçi birbirinden ayrıdırlar, ama aynı zamanda bir arada bir birlik oluştururlar.  Ölüm, türün belirli birey üzerindeki katı yürekli utkusu gibi görünür ve onların birliğini yalanlıyora benzer; ama belirli birey, belirli bir türsel varlıktan başka bir şey değildir, ve böyle olduğu için de ölümlüdür. Nasıl ki özel mülkiyet, insanın hem kendi kendisi için nesnel, hem de aynı zamanda tersine yabancı ve insanal-olmayan bir nesne durumuna gelmesi, yaşamının belirtisinin yaşamının yabancılaşması, gerçekleşmesinin gerçeklikten yoksunlaşması, yabancı bir gerçeklik olması olgusunun duyulur dışavurumundan başka bir şey değilse, özel mülkiyetin olumlu kaldırılması, yani insanal yaşam ve insanal varlığın, nesnel insanların, insanal yapıtların, insanlar için ve insanlar tarafından duyulur temellükü de, tıpkı öyle, sadece salt, dolayımsız yararlanma anlamında, sadece sahip olma, malik olma anlamında anlaşılmalıdır. İnsan kendi evrensel varlığını evrensel bir biçimde, demek ki bütünsel insan olarak temellük eder. Dünya ile insanal ilişkilerinin herbiri, görme, işitme, koklama, tat alma, düşünme, seyir, duygu, irade, etkinlik, sevgi, uzun sözün kısası bireyselliğinin tüm örgenlikleri, kendi biçimleri içinde, apansız toplumsal örgenlikler olan örgenlikler gibi, nesnel davranışları ya da nesne ile ilişkilerinde, nesnenin temellükü, insanal gerçekliğin temellüküdürler; nesne ile ilişkileri, insanal gerçekliğin belirtisidir insanal etkinlik ve insanal acıdır bu; çünkü, insanal anlamda kavrandığında, acı, insanın kendinden duyduğu zevktir.
Özel mülkiyet bizi öylesine alıklaştırmış ve sınırlı kılmıştır ki, bir nesne ancak ona malik olduğumuz, demek ki [o nesne] bizim için sermaye olarak varolduğu, ya da bizim tarafımızdan araçsız sahip olunduğu, yenildiği, içildiği, giyildiği, içinde oturulduğu vb., kısacası bizim tarafımızdan kullanıldığı zaman bizimdir, -her ne kadar özel mülkiyet sırası geldiğinde sahip olmanın kendisinin bütün bu dolaysız gerçekleşmelerini ancak geçim araçları olarak etkisi içine alır, ve her ne kadar bunların araç hizmeti gördüğü yaşam, özel mülkiyet yaşamı, emek ve sermayeleştirme ise de. Bütün bu fizik ve entelektüel duyular yerine, demek ki, bütün bu duyuların yalın yabancılaşması, malik olma duyusu belirmiştir. İnsanal varlık, kendinden yola çıkarak kendi iç zenginliğini doğurmak için, bu mutlak yoksulluğa indirgenmeliydi.

 Kapital Cilt I, Altıncı Kesim. – Normal İşgünü İçin Savaşım, Emek-Zamanı Yasasıyla Zorunlu Sınırlandırma, İngiliz Fabrika Yasaları, 1833’ten 1864’e

 Sermayenin, işgününü, önce normal üst sınırına kadar uzatması ve ardından bundan da öteye, 12 saatlik doğal günün sınırına uzatılması yüzyılları aldıktan sonra, 18. yüzyılın son üçte-birinde, makineleşmenin ve modern sanayiin doğuşuyla birlikte, bunu, yoğunluğu ve boyutları bakımından bir çığı andıran müthiş bir sınır tanımazlık izledi. Ahlakın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı. Eski statülerdeki o çok yalın gündüz ve gece kavramları bile, öylesine karmakarışık hale geldi ki, daha 1860’ta bir İngiliz yargıcının, gündüzün ve gecenin ne olduklarını “hukuken” açıklayabilmesi için tam Talmud’a yaraşır bir bilgelik göstermesi gerekmişti.Sermaye çılgın bir cümbüş içindeydi. Önceleri bu yeni üretim sisteminin gürültü patırtısıyla şaşkına dönen işçi sınıfı, biraz kendine gelir gelmez, direnmeye başladı ve bu, ilk kez, makineleşmenin doğum yerinde, İngiltere’de oldu. Ne var ki, çalışan halkın 30 yılda koparabildiği ödünler sözden ibaret kaldı. Parlamento 1802 ve 1833 arasında 5 lş Yasası çıkardı, ama bunların uygulanması, gerekli memur giderleri vb. için bir kuruşluk ödenek koymamak kurnazlığını da gösterdi.

 Kapital Cilt I, Yedinci Kesim. İşçilerin Fabrika Sistemi, Tarafından İtilmeleri Ve Çekilmeleri, Pamuklu Sanayiinde Bunalımlar

 Ama işçiler, yalnız fabrika içersinde fabrika sahiplerinin, dışarda ise yöneticilerin deneylerinden, ücretlerin indirilmesinden, iş yokluğundan, yoksulluk içinde kıvranıp sadakaya muhtaç olmaktan, lordlarla avam kamarasi üyelerinin övgülü nutuklarından ıstırap çekmekle kalmıyorlardı. “Pamuk kıtlığı sonucu işlerinden atılan talihsiz kadınlar, böylece toplum dışına sürülmüş oldular; ve şimdi işler yeniden canlandığı ve iş çoğaldığı halde, bu talihsiz sınıfın üyesi olmaya devam ettiler ve belki de bu böyle sürüp gidecektir. Kasabada şimdi son 25 yılda gördüğümden çok daha fazla genç orospu var.”

 Kapital Cilt I, Sekizinci Kesim. Büyük Sanayiin Manüfaktürde, Elzanaatlarında Ve Ev
Sanayiinde Yolaçtığı Devrim, C. Modern Manüfaktür Bahsi

 Büyük bir manevi yozlaşmaya uğramaksızın bir kiremit ocağından geçip kurtulmak bir çocuk için olanaksızdır … en narin yıllarında kulaklarını dolduran kaba konuşmalar, hiç bir eğitim görmeden yarı-yabanil bir şekilde büyürlerken edindikleri pis, bayağı ve yüzkızartıcı alışkanlıklar, onları, daha sonraki yaşamlarında yasa tanımayan, ahlaksız ve sefih bir insan yapar. … Yaşam tarzları korkunç bir ahlaksızlık kaynağıdır. Usta işçi ve grubun başı olan her ustabaşı yanında çalışan 7 işçiye, kulübesinde yatacak yer ve yiyecek sağlar. Ailenin üyesi olsun olmasın, erkekler, oğlanlar ve kızlar çoğu zaman iki, bazan da üç odalı havasız kulübelerde hep birarada, yerlerde yatarlar. Günlük ağır çalışmadan sonra bitkin düşen bu insanlar, ne sağlık, ne temizlik, ne de ahlak kurallarına dikkat edecek durumdadırlar. Bu kulübelerden çoğu, dağınıktır, pislik ve toz-toprak yuvasıdır. … Genç kızları böylesine bir işte çalıştıran bu sistemin en büyük kötülüğü, bunları, ta çocukluklarından başlayarak daha sonraki bütün yaşamları boyunca sürecek bir ahlaksızlık zincirine bağlamasıdır. Daha doğanın kendilerine kadın olduklarını öğretmesine kalmadan, bu kızlar, kaba ve küfürbaz oğlan çocukları haline gelirler. Üzerlerinde birkaç kirli paçavra, bacakları yarıdan fazla açık, saçları ve suratları kir-pas içinde olan bu çocuklar, bütün ahlak ve utanma duygularını küçümsemeyi ve bunlarla alay etmeyi öğrenirler. Yemek zamanlarında çayırlara boylu boyunca uzanırlar ya da yakındaki bir kanalda yıkanan oğlanları seyrederler. Ensonu günlük ağır işleri bitince, daha iyice olan elbiselerini giyerler ve erkeklerle birlikte meyhanelerin yolunu tutarlar.” Çocukluk yaşlarından başlayarak bütün bu sınıf arasında aşırı içki düşkünlüğü pek doğaldır. “İşin en kötü yanı, kiremitçilerin, bütün umutlarını yitirmiş olmalarıdır. Aralarında biraz iyice olan birisi, Southallfield rahibine, eğer kiremitçiyi islah ederseniz, şeytanı da islah etmeyi deneyebilirsiniz efendim, demişti!”

 Kapital Cilt I, Onbeşinci Bölüm, Makine Ve Büyük Sanayi, Sekizinci Kesim. Büyük Sanayiin
Manüfaktürde, Elzanaatlarında Ve Ev Sanayiinde Yolaçtığı Devrim, E. Modern Ev Sanayi

 Buckingham ve Bedford eyaletlerinde dantelacılığın bittiği yerlerde, hasır örücülüğü başlar ve Hertfordshire’ın geniş bir kısmıyla Essex’in batı ve kuzey kesimlerine kadar uzanır. 1861 yılın da, hasır örücülüğü ile hasır şapka yapimında 40.043 kişi çalışıyordu; bunların 3.815’i her yaştan erkek, geri kalan 14.913 kişinin 7.000’i yirmi yaşın altında çocuk olmak üzere kadındı. Dantela okulları yerine buralarda da “hasır örgü okullarını” görüyoruz. Çocuklar hasır örme öğrenimine genellikle 4 yaşında, bazan da 3-4 yaş arasında başlıyorlar. Kuşkusuz, öğrenim gördükleri de yok. Çocuklar, ilkokullara, kendi aralarında, “sahici okul” diyorlar ve böylece, yarı-aç analarının öngördüğü günde 30 yardalık işi bitirmek için hapsedildikleri bu kanemici yerlerden, ilkokulları ayırdediyorlar. Bu aynı analar, bunları okuldan sonra çoğu zaman gece 10, 11, 12’ye kadar çalıştırıyorlar. Sürekli olarak ıslatmak zorunda oldukları kamış, dudaklarını ve parmaklarını kesiyor. Londra’daki bütün hekimlerin genel kanısı olarak Dr. Ballard, bir yatak odası ile işyerinde her insan için en az 300 foot küpe gerek olduğunu belirtiyor. Ne var ki, hasır okullarında yer, dantela okullarından daha cimrice kullanılıyor ve “bir kişiye 121/2, 17, 181/2 ve 22 foot küpün altında yer düşüyor”. Komisyon üyelerinden Mr. White, bu sayılardan en küçüğünün, eğer bir çocuk, boyutları 3 foot olan bir kutuya konulsa, burada kaplayacağı yerin yarısından daha azını temsil edeceğini söylüyor. İşte çocukların, 12 ya da 14 yaşlarına kadar yaşamdan tattıkları zevk bu. Sefil ve yarı-aç yaşayan ana-babaların düşündükleri tek şey, çocukların elden geldiğince çok para kazanmaları. Çocuklar ise biraz büyür büyümez, çok doğal olarak ana-babalarına on paralık değer vermiyorlar ve onları bırakıp gidiyorlar. “Böyle yetiştirilen insanlar arasında bilisizlik ve kötülüğün yaygın olması çok doğaldir. … Ahlak en düşük düzeyde. Kadınların pek çoğunun evlilikdışı çocukları vardır ve bu kadınların yaşları o kadar küçüktür ki, suç istatistikleri ile ilgili olanları bile şaşkınlığa düşürür.” Ve bu örnek ailelerin anayurdu, Avrupa için örnek bir hıristiyan ülke oluyor; bu sözleri, hıristiyanlik üzerindeki derin bilgisi hiç kuşku götürmeyen Kont Montalembert söylüyor!
Yukarda sözü edilen sanayilerde zaten acınacak düzeyde olan ücretler (hasır örme okullarında bir çocuğun alabileceği en yüksek ücret, ender olarak 3 şiline ulaşabilir), her yerde ve özellikle dantela bölgelerinde egemen olan aynı sistemle, nominal miktarının çok daha altına düşer.

 Kapital Cilt I, İkinci Kesim. Artı-Emek Hırsı, İmalâtcı Ve Boyar 

“Böyle (yasayı ihlal ederek aşırı çalıştırma yoluyla) elde edilen kazanç, birçok kimse için karşı konulamayacak kadar çekici bir şey gibi geliyor; daima, yakalanmama olasılığını hesaba katıyorlar; ve üstelik, yakalanıp da mahkum olanların ödedikleri ceza miktarının küçüklüğünü görünce, yaptıkları iş farkedilse bile bundan gene kârlı çıkacaklarını düşünüyorlar.” “Bu ek zamanın, gün boyunca yapılan küçük miktarlardaki hırsızlıkların tamamıyla elde edildiği durumlarda, durumu saptama konusunda deneticilerin karşısına büyük güçlükler çıkarmaktadır.”
Sermayenin, işçinin yemek ve dinlenme zamanında yaptığı bu “küçük hırsızlıkları” fabrika deneticileri, “dakikaların aşırılması” “birkaç dakikanın tırtıklanması” diye adlandırdıkları gibi, işçilerin kullandıkları teknik terim de, “yemek zamanlarının kemirilmesi”dir. Görülüyor ki, böyle bir ortamda, artı-değerin, artı-emekle yaratılması artık sır olmaktan çıkmıştır. Çok saygıdeğer bir bay, bana, “Günde bana on dakikalık aşırı çalışma izni verecek olsanız, cebime yılda fazladan bin sterlin koymuş olursunuz.” demişti. “An’lar kârın öğeleridir.”

 Kapital Cilt I, Üçüncü Kesim. – Makinenin İşçi Üzerindeki Dolaysız Etkileri

 Erkek ve kız çocuklarla birlikte çalışma grupları halinde çalışan evli kadınlar, belli bir ücret karşılığında, bütün topluluğu kiralayan “ırgatbaşı” tarafından çiftlik sahibinin emrine verilir. “Bu çalışma grupları bazan kendi köylerinden çıkıp kilometrelerce uzağa giderler; sabah ve akşamları bunlara yollarda raslanır; kısa bir eteklik, gömlek ve çizme, bazan da pantolon giyerler; çok sağlam ve sağlıklı bir görünüşleri vardır, ama alışageldikleri hafif ahlakın yanısıra, sevdikleri bu hareketli ve bağımsız yaşamın, evlerinde kıvranan talihsiz yavrulara getirdiği öldürücü sonuçlara aldınmaz bir halleri vardır.” Fabrika bölgelerindeki bütün olaylar, burada, hem de daha geniş ölçülerde yinelenmektedir: gizli çocuk öldürme, çocuklara afyonlu maddeler verilmesi gibi. Özel Kurul üyesi ve Halk Sağlığı Raporunun başyazarı Dr. Simon, “Yetişkin kadınların sanayide geniş ölçülerde çalıştırılması konusundaki derin kaygılarımı, bu gibi kötülükler konusunda bildiklerim haklı ve mazur gösterebilir.” diyor. Fabrika müfettişi Mr. Baker ise, resmi raporunda şöyle söylüyor: “İngiltere’deki sanayi bölgelerinde aile sahibi evli kadınların kumaş fabrikalarında çalışmaları yasaklandığı gün, bu bölgeler için büyük mutluluk olacaktır.”
Kapitalist sömürünün çocuklarla kadınlar üzerinde yolaçtığı ahlâk yozlaşması, F. Engels’in, Lage der Arbeitenden Klasse Englands adlı yapıtıyla ve diğer yazarlarca o kadar enine boyuna anlatılmıştır ki, ben, burada, yalnızca değinmekle yetiniyorum.

 Kapital Cilt I, Onbeşinci Bölüm, Makine Ve Büyük Sanayi , Sekizinci Kesim. Büyük Sanayiin Manüfaktürde, Elzanaatlarında Ve Ev Sanayiinde Yolaçtığı Devrim c. Modern Manifaktür

 Büyük bir manevi yozlaşmaya uğramaksızın bir kiremit ocağından geçip kurtulmak bir çocuk için olanaksızdır … en narin yıllarında kulaklarını dolduran kaba konuşmalar, hiç bir eğitim görmeden yarı-yabanil bir şekilde büyürlerken edindikleri pis, bayağı ve yüzkızartıcı alışkanlıklar, onları, daha sonraki yaşamlarında yasa tanımayan, ahlaksız ve sefih bir insan yapar. … Yaşam tarzları korkunç bir ahlaksızlık kaynağıdır. Usta işçi ve grubun başı olan her ustabaşı yanında çalışan 7 işçiye, kulübesinde yatacak yer ve yiyecek sağlar. Ailenin üyesi olsun olmasın, erkekler, oğlanlar ve kızlar çoğu zaman iki, bazan da üç odalı havasız kulübelerde hep birarada, yerlerde yatarlar. Günlük ağır çalışmadan sonra bitkin düşen bu insanlar, ne sağlık, ne temizlik, ne de ahlak kurallarına dikkat edecek durumdadırlar. Bu kulübelerden çoğu, dağınıktır, pislik ve toz-toprak yuvasıdır. … Genç kızları böylesine bir işte çalıştıran bu sistemin en büyük kötülüğü, bunları, ta çocukluklarından başlayarak daha sonraki bütün yaşamları boyunca sürecek bir ahlaksızlık zincirine bağlamasıdır. Daha doğanın kendilerine kadın olduklarını öğretmesine kalmadan, bu kızlar, kaba ve küfürbaz oğlan çocukları haline gelirler. Üzerlerinde birkaç kirli paçavra, bacakları yarıdan fazla açık, saçları ve suratları kir-pas içinde olan bu çocuklar, bütün ahlak ve utanma duygularını küçümsemeyi ve bunlarla alay etmeyi öğrenirler. Yemek zamanlarında çayırlara boylu boyunca uzanırlar ya da yakındaki bir kanalda yıkanan oğlanları seyrederler. Ensonu günlük ağır işleri bitince, daha iyice olan elbiselerini giyerler ve erkeklerle birlikte meyhanelerin yolunu tutarlar.

 Kapital Cilt I, Onbeşinci Bölüm , Makine Ve Büyük Sanayi , Sekizinci Kesim. Büyük Sanayiin
Manüfaktürde, Elzanaatlarında Ve Ev Sanayiinde Yolaçtığı Devrim

 Çocuklar, ilkokullara, kendi aralarında, “sahici okul” diyorlar ve böylece, yarı-aç analarının öngördüğü günde 30 yardalık işi bitirmek için hapsedildikleri bu kanemici yerlerden, ilkokulları ayırdediyorlar. Bu aynı analar, bunları okuldan sonra çoğu zaman gece 10, 11, 12’ye kadar çalıştırıyorlar. Sürekli olarak ıslatmak zorunda oldukları kamış, dudaklarını ve parmaklarını kesiyor. Londra’daki bütün hekimlerin genel kanısı olarak Dr. Ballard, bir yatak odası ile işyerinde her insan için en az 300 foot küpe gerek olduğunu belirtiyor. Ne var ki, hasır okullarında yer, dantela okullarından daha cimrice kullanılıyor ve “bir kişiye 121/2, 17, 181/2 ve 22 foot küpün altında yer düşüyor”. Komisyon üyelerinden Mr. White, bu sayılardan en küçüğünün, eğer bir çocuk, boyutları 3 foot olan bir kutuya konulsa, burada kaplayacağı yerin yarısından daha azını temsil edeceğini söylüyor. İşte çocukların, 12 ya da 14 yaşlarına kadar yaşamdan tattıkları zevk bu. Sefil ve yarı-aç yaşayan ana-babaların düşündükleri tek şey, çocukların elden geldiğince çok para kazanmaları. Çocuklar ise biraz büyür büyümez, çok doğal olarak ana-babalarına on paralık değer vermiyorlar ve onları bırakıp gidiyorlar. “Böyle yetiştirilen insanlar arasında bilisizlik ve kötülüğün yaygın olması çok doğaldir. … Ahlak en düşük düzeyde. Kadınların pek çoğunun evlilikdışı çocukları vardır ve bu kadınların yaşları o kadar küçüktür ki, suç istatistikleri ile ilgili olanları bile şaşkınlığa düşürür.” Ve bu örnek ailelerin anayurdu, Avrupa için örnek bir hıristiyan ülke oluyor; bu sözleri, hıristiyanlik üzerindeki derin bilgisi hiç kuşku götürmeyen Kont Montalembert söylüyor!

 Kapital Cilt I, Dokuzuncu Kesim. Fabrika Yasaları, Bu Yasanın Sağlık Ve Eğitim İle İlgili Maddeleri, Bunların İngiltere’de Yaygınlaşması

 Madenlerde çalışan kadınlar arasında ahlak, fabrikada çalışanlara göre daha mı düşüktür?” “… kötülerin oranı, … fabrikadaki kızlardan belki biraz fazladır.” “Ama siz fabrikadaki ahlak durumunu da tam yeterli görmüyorsunuz değil mi?” “Hayır.” “Siz olsanız, kadınların fabrikalarda çalışmasını da yasaklar mıydınız?” “Hayır, yasaklamazdım.”  “Peki niçin?” “Çünkü fabrikalardaki iş, kadınlar için daha haysiyetli de ondan.” “Ama gene de ahlakları için sakıncalı buluyorsunuz değil mi?” “Kömür ocaklarının çevresinde olduğu kadar değil; ama ben bunu toplumsal yönüyle ele alıyorum, yalnız ahlak yönüyle değil. Kızlar üzerindeki toplumsal yönden aşağılanma son derece üzücü. Bu 400-500 kız, ilerde maden işçilerinin karısı olunca, erkek, bu yozlaşmadan büyük acı çekiyor ve evlerini terkedip kendilerini içkiye veriyorlar.”  “Kadınların çalışmasını, kömür ocaklarında durdurduktan sonra, demir fabrikalarında da durdurmak gerekmez mi?” “Başka işyerleri adına konuşamam.” “Demir işleriyle, kömür madenlerinde toprak üstünde çalışan kadınların durumları arasında bir fark var mıdır?” “Bu konuyu hiç kafamda evirip çevirmedim.”  “Bunları birbirinden ayıran belirli bir fark görüyor musunuz?” “Bunu hiç düşünmedim, ama evlere yaptığım ziyaretlerden biliyorum ki, bizim bölgemizde durum pek berbat…” “Kadınların çalışmasının onu alçalttığı her durumda, buna müdahale eder miydiniz?” “Bu sanırım şöyle zararlı oluyor: İngilizlerde en iyi duygular, ananın öğrettikleridir.

 Kapital Cilt I, Yirmibeşinci Bölüm, Kapitalist Birikimin Genel Yasası

 Emekçileri ile ailelerine konut diye herhangi bir ahırı yeterli bulan toprakbeyi, kira konusunda en çetin pazarlıklara girişmekten de utanmaz. Burası, ocağı, helası, penceresi, bir hendekten başka akarsuyu, bahçesi olmayan tek odalı bir kulübe olabilir, ama emekçi bu haksız durum karşısında bile çaresizdir. … Ve sağlığı koruma yasaları, ancak kağıt üzerinde varolan ölü sözcüklerdir … ve uygulanmaları geniş ölçüde, bu gibi inleri konut diye kiralayan malsahiplerinin keyfine bırakılmıştır. … Parlak ama pek az görülen durumlara bakarak, İngiliz uygarlığının yüzkarası olan bu gerçeklerin ezici ağırlığını gözden kaçırmak haksızlık olur. Bugünkü konut durumunun berbatlığı ortadayken, bu konuda uzman gözlemcilerin, bu halin, sayıca yetersizlik karşısında çok daha küçük bir felaket olduğunu söylemeleri, durumun gerçekten korkunç olduğunu gösteriyor. Kırsal bölgedeki emekçi konutlarının ağız ağıza dolu oluşu, yalnız işin sağlık yönünü önemseyenler için değil, insanca ve ahlaklı bir yaşam sürdürülmesini dileyenler için de, yıllardır derin bir kaygı kaynağı olmuştur. Kırsal bölgelerde bulaşıcı hastalıkların yayılmasıyla ilgili haberlerde daima bu aşırı kalabalığın, hastalığın önlenmesi konusundaki her türlü çabayı etkisiz duruma getirdiği üzerinde ısrarla durulması, sanki aynı kalemden çıkmış gibi, aynı tümcelerle yinelenir durur. Kırsal yaşamın sağlık üzerindeki çok yararlı etkilerine karşın, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına elverişli olan bu nüfus yoğunluğunun, aynı zamanda, bulaşıcı olmayan hastalıkların ortaya çıkmaları için de uygun bir ortam yarattığı gene tekrar tekrar belirtilir. Kırsal nüfustaki bu aşırı yoğunluğun kötülüklerini belirtenler, daha büyük kötülükler karşısında da susmamışlardır. Bunların başlıca konuları, yalnızca sağlığa zararlı etkiler olduğu halde, bu konudaki diğer ilişkiler üzerinde de hemen daima aynı ilgiyle durmuşlar ve dikkatleri çekmişlerdir. Evli ya da bekar her iki cinsiyetten yetişkin kimselerin, ufacık bir odada sıkış sıkış yatıp kalkmalarının çok sık görülen durumlar olduğunu ve bu durumda her türlü ar ve haya duygularının zedelendiğini, ahlakın zorunlu olarak bozulduğunu raporlarında bir inanç olarak belirtmişlerdir. Örneğin, Buckighamshire’ın Wing bölgesinde, bir tifo salgını konusundaki son yıllık raporun ekinde Dr. Ord, ateşler içinde kendisine gelen, Wingrave’den bir delikanlının ‘hastalığının ilk günlerinde dokuz kişiyle aynı odada uyuduğunu, iki hafta içinde bunlardan birkaç tanesinin de hastalığa yakalandığını ve birkaç hafta içinde bu dokuz kişiden beşinin ateşinin yükseldiğini ve bir tanasinin de öldüğünü’ söylediğini belirtir. … Salgın sırasında Wing’e giden St. George hastanesi hekimlerinden Dr. Harvey’den tıpkı bu rapora benzeyen bilgiler alınmıştır. … ‘Ateşli bir hastalığa tutulan genç bir kadın, babası, anası, piç çocuğu, kardeşi iki delikanlı, herbirinin birer piçi olan iki kız kardeşi … hepsi 10 kişi ile birlikte aynı odada yatıyordu. Birkaç hafta önce ise, bu odada 13 kişi kalıyordu.

 Kapital Cilt I, Beşinci Kesim, Genel Kapitalist Birikim Yasasının Örneklendirilmesi, e. İngiliz Tarım Proleteryası

 Çocuk ölümleri konusunu ele alan ve bu arada da ekip sistemine değinilen Halk Sağlığı Raporundan basının ve dolayısıyla İngiliz kamuoyunun haberi olmamıştır. Buna karşılık, komisyonunun son raporu, basına, daima işine gelen, sansasyonel bir haber sağlamıştır. Liberal basın, Güney Adaları sakınlerinin ahlaklarını düzeltmek için güney kutbuna özel misyonerler gönderen kibar beylerle hanımların ve Lincolnshire’i dolduran dolgun maaşlı devlet kilisesi rahiplerinin kendi malikanelerinde ve kendi gözleri önünde böyle bir sistemin uygulanmasına nasıl izin verdiklerini sorarken, daha kibar ve ince basın, kendi öz evlatlarını böylesine bir köleliğe satabilen kırsal nüfusun bu kaba yozlaşması üzerinde derin düşüncelere dalmakla yetinmişti! […] Bazan kilise yardım kurulu üyeleri, bazan patronlar tarafından, okul çağındayken çocukların çalıştırmaları, aksi halde kendilerine de yol verileceği tehdidi ile karşı karşıya kalırlar. … Her türlü zaman ve güç kaybı, işçilere ve çocuklarına yüklenen ve bedeli ödenmeyen yorgunlukların verdiği acı ve ıstıraplar, kalabalık kulübeleriii ya da çalışma ekiplerinin bozucu etkilerinin, çocukların ahlakı üzerindeki tahribatı her an izleyen ana-babaların duyguları …

 Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:ali yardım Tarih: Nis 27, 2011 | Reply

    modern dönem filozoflarının, dine yaklaşım tarzlarının üzerinde etkin olan husus, modernlik öncesinde her türlü iddianın dini bir muhteva içinde savunulmasıdır diye düşünüyorum. modernlik öncesinde de apaçık dinle ilintisiz, iktidar ilişkileri, çıkar çatışmaları var. fakat her türlü fikir, toplumun üst değer olarak kabul ettiği din üzerinden ifadelendiriliyor. devlet din üzerinden meşruiyet sağlıyor, kilise dini kendi nufüzünü sağlamlaştırma ve ekonomik gücü tahkim etme amacıyla kullanıyor ya da yorumluyor. modern filozofların dine yaklaşımını sıhhatsiz kılan bu. bizde laikliğin bu kadar radikal versiyonunun, Osmanlıdan sonra benimsenmesi de benzer nedenledir sanıyorum. ilginçtir Osmanlı tarihinde siyasi toplumsal muhalefet kendini heterodoks İslam anlayışıyla temellendirmiş. biz de ulemanın devlete biraz fazlaca eklemlenmiş yapısının, sünni bir çerçevede kalıp muhalif yahut eleştirel olmayı zorlaştırdığı anlaşılıyor. tabi istisnaları var.
    Marx’ın dine yaklaşımının sıhhatsizliğini, kişisel hayat tecrübesine ve modern öncesi koşullarda dinin dünyevi emeller adına çokça istismar edilişine bağlayabiliriz. yazının bana çağrışım yaptırdığı diğer bir husus da, zaman zaman kendime sorduğum “neden Türkiye’de laiklik bu kadar radikal biçimde savunuldu?” sorusunun yanıtının da, modern dönem filozoflarının dine karşı tepkisel tavırlarının nedenlerine ciddi ölçüde benzediği. tabi bizim laiklerimizin materyalizm ve pozitivizm anlayışlarının, son derece vülgarize olduğunu da hesaba katmak gerekir.
    tabiatı itibariyle seküler olan kurumların, dini bir muhteva ile kendilerini ifadelendirmeleri en çok dine zarar veriyor. yıllar önce Yezitleri-ve ona biat etmeyi- meşrulaştıran alimler! bulunduğu gibi, bugün Esadları meşrulaştıranlar da bulunuyor. maalesef bu dünyevi çıkar kavgasına alet edilen din, bu konuda en fazla zarar gören oluyor. kendini İslami normlar ile meşrulaştıran İrandaki dindarlık oranının, Türkiye’den düşük olması basit bir gösterge.

  3. Yazan:Sait Alioğlu Tarih: Oca 21, 2013 | Reply

    Marksizm’e baktığımızda, zemininin temel kalkış noktası ilerlemecilik bağlamında o amaca batıcı söylem, batıcı bir hayat tarzı ve o yönde oluşan çabalara ek olarak Batının birçok açıdan rededilemez(!) olduğuna ek olarak, ‘sınıfsız’ bir komünist topluma evrilme yolunda özellikle de maddi kaynaklar ve değerler açısından ilerlemeyi sağlayıcı bir rol verilen sömürgeci bir mantığa yaslandığı da kendiliğinden belirginlik kazanır.

    Burada iki şey öne çıkmaktadır. Birincisi; materyalist/maddeci temele dayalı sair Batılı ideolojiler gibi Marksizm/sosyalizmde, seküler silsile içerisinde, okuma biçimlerini, Allah’(cc)ı, onun iradesini, tarihe ve topluma müdahalesini hiçe sayıp, onu zihinsel planda bir itibarsızlaştırma yoluyla dinin insan için hiç de önemli olmadığı öne plana çıkarıp, aksine, güya tarih boyunca onun sadece gücü elinde bulunduran egemelerin, toplumun geri kalanını elde tutmasına yarayan geri ve gerici bir unsur olarak değerlendirmesi, onu din konusunda genel anlamda dinle kendisine bir yol arayan günümüz insanının vicdanında mahkûm etmektedir. Ör. Sovyetler sonrası dindar Rus insanının kilise eksenli olarak, dini referans alarak, yeniden toparlanışı…
    İkincisi; yine sözde ‘ayıcıcı sınıf’ olgusuyla işçi/proleterya sınıfının öncülüğünde yeni ve aynı zamanda da toplumsal hâkimiyeti ‘ilelebet’ elinde tutarak, bu formülasyona uymayan diğer toplumsal katmanların imhasını öngörerek, sonuçta devlet aygıtının da olmadığı, insanları bağlayan hiçbir kaide ve kuralın da olmadığı ilkel(!) ve sınıfsız bir toplum üretme düşüncesi de birinci maddede belirttiğimiz gerekçelerden ötürü ortadan kalkmış oluyordu!
    Zaten Marks’tan bu yana bir silsile içerisinde hemen tüm ideologlarının söylemlerinde yukarıda da vurguladığımız gibi, belirginlik kazanan ‘ayrıştırıcı sınıf’ olgusu üzerinden ilerlemeci ve determinist/cebriyeci bir yol alış, insanlık tarihini karanlıklardan aydınlığa ulaştıracak(!) oranda ve birbirinin anti tezi hükmünde sınıf bazlı toplumsal değişimin var olduğu görüşünü ilelebet sürdürür!
    Ama bunun son raddede belki de o tür bir hayale inanmaya eğilimli insanlar açısından düşündüğümüzde temeli bilimselliğe dayandırılan, ama sonuçta içerik açısından sosyal, siyasal, tarihsel ve en önemlisi de Sünnetullah olgusuna ve Allah’ın kitabında bizlere bildirdiği kesinlikli/hakikate mebni bilgilere uymayan bir vasatta gereksiz yer işgal eder, var olacak olan sonuca baktığımızda…

  4. Yazan:muhibbi Tarih: Eki 23, 2016 | Reply

    mükkemmel bir yazı

  1. 9 Trackback(s)

  2. May 4, 2011: BDP… Sivil itaatsizlikten sivil serseriliğe doğru : Derin Düşünce
  3. May 28, 2011: Sosyalizmden kaçan işçi olur mu? : Derin Düşünce
  4. Haz 10, 2011: YAKINDA:Jean-Paul Sartre neden yalan söyledi? : Derin Düşünce
  5. Haz 25, 2011: İnsan’ı devirmek için kökünden sökmek gerekir(3) : Derin Düşünce
  6. Tem 8, 2011: Aldatılmak güzeldir: Marxist Propaganda(2) : Derin Düşünce
  7. Tem 8, 2011: Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda(3) : Derin Düşünce
  8. Tem 8, 2011: Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda | Zeytin.Net
  9. Tem 9, 2011: Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda | Duyarsız
  10. Nis 3, 2012: Son 12 ayda en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin