RSS Feed for This Post

El-munkizu Min-ad-dalâl (Hz Gazâlî)

İskoçyalı düşünür David Hume gibi iflah olmaz bir şüpheci ile Aziz Augustinus gibi, felsefî sorgulamaları için Tanrı’dan özür dileyen bir din adamı aynı zihinde birleşirse ne olur? Felsefî bir Big Bang?

“Biz ALLAH rızası için ilim tahsiline başlamadık. Fakat ilim ALLAH rızası için olmaktan başka bir gayeyi kabul etmedi” (Hz Gazâlî)

Bazı kitaplar vardır, insan onları okurken aklını aCZ bırakan bir muCiZenin kıyısında durduğunu idrak edebilir. Kitabın sayfaları değildir ikiye açılan, Kızıldeniz’in yarılan sularıdır adeta! Çünkü böylesi kitaplar yazıldıkları asırların, coğrafyaların günlük/yerel gerçeklerini delip geçerler ve Hakikat’e dair bir şeylere dokunurlar. Adeta yazan âlim zamanda seyahat etmişçesine kitaptan önceki ve sonraki asırlarda da geçerli olan/olacak şeyler anlatır size. Bu âlimlerin kalemiyle yazıldığında Hakikat ile Gerçek zeytinyağı ve su gibi birbirinden ayrı durur. İnsan düşüncesi tıpkı Sanat gibi güçlü bir matkaba evrilir, belki de olgunlaşır, varoluş sebebine erişir:

“Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir” (Hegel, Estetik veya sanat felsefesi [aestheticam sive philosophiam artis], 1820-1829)

Bu “Matkap” kitaplar insana heyecan, hayret ve ardından idrak kazandırır. Gazâlî Hazretleri’nin yazdığı El-munkizu Min-ad-dalâl adlı kitaptan bahsetmek istiyorum bu gün.  Büyük âlimin kendini ve hayatındaki dönüm noktalarını anlattığı, kısmen otobiyografi sayılabilecek bir eser. Ancak bilimsel yöntemden felsefeye, nübüvvetten tasavvufa, aklın sınırlarından toplum fertlerinin ve alimlerin sorumluluklarına kadar bir çok konu tam 12’den vurmak suretiyle aktarılıyor. Belki 8-10 YTL’ye alabileceğiniz veya buradan ücretsiz olarak indirebileceğiniz bu kitap nasıl oluyor da 100’ü bile bulmayan sayfa sayısıyla başarıyor bu işi? Dedik ya, muCiZe kitap diye! Başkalarının binlerce sayfada anlat(a)MAdığı şeyler 100 sayfada toparlanmış. Konular ilginizi çekmese bile sırf pedagoji öğrenmek için okumaya değer …

Fransızların bir sözü var, “bilgi reçel gibidir, ne kadar az ise o kadar çok yaymak zorundasın”. Tam tersi de doğru:  İnsan bir konuyu Hz Gazâlî kadar derinlemesine bilince böyle bir kaç sayfa içinde toparlama, “ışık hızında” öğretme kabiliyetine de erişiyor. Kendisi için ne kadar dua etsek az.

Kitapta önemli gördüğüm yerleri not etmeye başlamıştım ama neredeyse her sayfasında “önemli” bir şeyler bulduğum için uzun alıntılar yapmaya karar verdim. Aslında dediğim gibi incecik bir kitap. Yine de elimden geleni yapayım ve günümüze ışık tuttuğu için önemli bulduğum kısımları konularını belirterek aktarayım. Hem Türkiye’nin hem de genel olarak İslâm Alemi’nin iç hastalıklarına ışık tutan kısımlar şöyle:

Tasavvuf’a dair

“İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı. Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmekdir. Bu ise, ancak, maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur. Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi.
Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim.”

Müslümanların felsefeye, pozitif bilimlere, İslâm dışı kaynaklara karşı duydukları korku ve içe kapanma hakkında:

“İkinci musîbet, İslâm dîninde samîmî olan kimseler sebebiyle doğmuşdur. Bunlar, felsefecilere âid bütün ilmleri red etmeyi dîne hizmet saydılar. Böylece, onların bütün ilmlerini red edip, câhil olduklarını iddi’â etdiler. Hattâ onların güneş ve ay tutulması ile alâkalı sözlerini kabûl etmediler.

Bu iddi’âların dîne muhâlif olduğunu söylediler. Câhillere yakışan bu iddi’âları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delîllerle bilen kimse işitince, kendi delîlinde şübheye düşmez. Fekat islâm dîninin kat’î delîlleri tanımadığını, câhillik üzerine kurulduğunu zan eder ve felsefeye karşı sevgisi artar. İslâmiyyetden yüz çevirir. Bu ilmleri red etmekle, islâmiyyete hizmet yapdıklarını zan edenlerin, din aleyhinde işledikleri cinâyet çok büyükdür. İslâmiyyetde bu ilmler hakkında müsbet ve menfî bir şey bildirilmemişdir. Bu ilmlerde de dînî mes’elelere dokunacak birşey yokdur.”

Niyet okuma, yaftalama, insanların sözüne veya ameline değil “ne olduğuna” bakma

“Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil.”

Alimlerin hatalarından cahil halkı korumak için yöntemler

“Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhıretde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey câhil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilmin de olmadığına göre, kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.”

Nübüvvet’in Hakikat’i

“İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır. Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl, temyîz ve his kuvvetlerinin, duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar.
Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunları n var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir.
Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.

Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar, bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir. Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur. Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.

Aklın önemi, sınırları, şüphe, ilim ve ilmî yöntem

“Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki, hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. […] Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâşar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir. O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir? Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz.  O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz.

Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yapdığına şaşarım.

Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez. Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir. Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pek çok kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir? Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble, duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.

Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu  organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân bırakmayacak şeklde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.

Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.

Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığı n şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir.

Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [ma’nevî hâllere dalınca], duyu organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takı m şeyler ona zâhir olur.”

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:İbrahim Becer Tarih: Haz 19, 2010 | Reply

    Bahse konu eseri Ben de okumuştum. İmam Gazali’nin bu dinin ihyası yolunda yaptığı hizmetlerin değerini anlamak için yaşadığı devir de göz önünde bulundurulmalı kanaatindeyim. Yaşadığı devir hizipçiliğin kıyasıya rekabetine şahit olmuş bir devirdi. Kimsenin “yoğurdum ekşi” demediği bir ortamda kötüsünü iyisinden, çürüğünü de sağlamından ayırabilmeyi başardı. Fikir sistemleri ve felsefi cereyanları didik didik etti ve sonuçta sırat-ı müstakimin;Kur’an ve Sünnete istinat eden ehl-i sünnetin düsturları ile tanzim edilmiş tasavvuf yolu olduğu sonucuna vardı.
    Duayla…

  3. Yazan:Umit Erdal Tarih: Haz 21, 2010 | Reply

    Çok güzel bir yazı olmuş.

    Bir şey sormak istiyorum: İmam Gazali’yle, İbni Rüşd’ün arasındaki fikir ayrılığı tam olarak nedir?

    Gazali, İbn-i Rüşd’ü Döver mi? yazısını okudum. Benim için şaşırtıcı bir makale oldu bu. Ben İmam Gazali’nin sadece İbni Sina veya Farabi’yi değil, tüm bir felsefe mesleğini şiddetle eleştirdiğini zannediyordum. Bu konuda, anlaşılan tamamen yanlış ve kulaktan dolma bilgilere sahipmişiz.

  4. Yazan:MY Tarih: Haz 22, 2010 | Reply

    Ümit Bey Selam,

    Her iki isim de sadece Islam uygarliginin degil bütün insanligin gördügü en büyük âlimlerdendir. Hemfikir olmadiklari konular ise metafizik konusundadir. Bunlari böyle ufak bir yorumda detaylandirmak imkansiz. Ancak Filozoflarin Tutarsizligi Türkçe’ye çevrildi. Makasit-ül Felasife‘nin ardindan bu ikinci kitabi okursaniz Hz Gazâlî‘nin felsefe konusundaki fikirleri ve elestirileri hakkinda net bir bilginiz olur. Ibn Rüsd Hazretleri‘nin Aristo felsefesi hakkindaki durusunu anlamak için ise Telhis-u Kitab’in Nefs‘i tavsiye ederim. Bu kitap Aristo tarafindan yazilmis Peri Psûke‘ye Hz Ibn Rüsd tarafindan yazilmis Orta şerhtir.

    Ancak belki bütün okurlarimizin bu kitaplari okuyacak kadar zamani yoktur diyerek Derin İnsan isimli kitabimdan bir alintiyla sorunuza hizla ama kismen cevap vermis olayim:

    Gazâlî Hazretleri‘nin felsefe düşmanı olduğu yolunda yaygın bir kanı var. Gerçekte bu büyük alim kibirli ve söz dalaşında üstün gelmekten başka bir gayesi olmayan insanlara “filozof” demekte, Hakikat’i arayan Aristoteles gibi “devasa isimler” ile bu yarı aydınları birbirinden ayırmakta. Meselâ Tehâfutu’l-Felâsife adlı kitabının girişinde şöyle demiş:

    “… zekâ ve anlayış olarak kendilerini diğerlerinden üstün gören, seçkin olduklarına inanan bir grup gördüm. Onların küfürlerinin yegâne kaynağı Sokrat, Hipokrat, Eflatun ve Aristoteles gibi devasa isimleri işitmeleri […] ve onların matematik, mantık, tabiat ve ilâhi bilimlerdeki titizliklerini yöntemlerinin güzelliğini, akıllarının niteliğini ve bu tür gizli hususları ortaya çıkarmadaki yüksek zekâlarını abartmaları ve sapıtmaları…”

    Özetle Gazâlî Hazretleri‘nin kaleminde “filozof” kibirli, laf ebesi, yarı cahil kimsedir. Yine kendisinin verdiği ölçütlerde Hakikat arayıcısı kimin ağzından çıkarsa çıksın Hakikat’i duyunca söyleyene saygı ve minnet duyar. Üstün gelme gayreti içinde olmaz.

    İkinci olarak onun gözünde iman ve bilim çatışmaz, tam tersidir. “Filozof” olmakla suçladığı grup ise insanların akıl sayesinde dine, imana hatta ALLAH’a ihtiyaç olmadığını savunmuş. Akıla tapmanın yanlışlığını anlatırken Gazâlî Hazretleri (1058-1111) adeta 18, 19 ve 20 yüzyılın pozitivist dünyasına bir alarm sinyali gönderecek tarzda yazıyor. Vicdansız, dinsiz bir bilim ve teknolojinin sadece yıkıcı olabileceğini, insanların hayvanlaşacağını görmüş olduğu ve bundan tiksindiği yazdıklarından anlaşılıyor.

    Bu “sapıklığın” etkisini ancak çok geç olduktan sonra anlayan insanlık şimdi Birinci ve ikinci dünya savaşlarını ve soykırımlarını sorguluyor. Anna Arendth, Abraham Maslow, Boris Cyrulnik ve Eric Fromm gibi 20 ve 21ci yüzyıl düşünürlerin eserlerinde çok isabetli analizler bulabilirsiniz bu vicdan ve dünya işlerinin ayrılması konusunda.

    19cu yy düşünürü Henri Bergson da yaşadığı dönemin yobaz bilimci modasından kendini kurtarabilmiştir büyük ölçüde. Tatmin ve haz ile mutluluk arasında çok büyük ayrım olduğunu savunur. Birincisi yani tatmin tenseldir, et ve kemiktir. İkincisi yani mutluluk ilâhîdir. Sonsuzdur. Topluma beğendirilmeye muhtaç değildir. Bergson’a göre maneviyattan yoksun, hazza yönelik bir yaşam bireylere mutsuzluk, insanlığa ise ancak felaket getirebilir.

    Makasıd El-Felasife, Gazâlî Hazretleri (Yine çok kaliteli bir çeviri. Kitabın tamamı çok ilginç olmakla beraber konumuzla doğrudan ilgili kısım Tabiat Bilimleri bölümünün beşinci makalesi: “Faal akıldan nefislere verilenler”, sayfa 293-305)

    Bu eser aslında Tehâfutu’l-Felâsife isimli çalışmasına giriş mahiyetinde. Gazâlî Hazretleri(mealen) “eğer doğrudan felsefeyi ve filozofları eleştirmeye kalkarsam benim felsefeyi anlamadığımı iddia edebilirler” diyerek önce mantık, ardından da felsefe konusundaki bilgilerini bu kitapta sunuyor. Bu kitap bir çok bakımdan ilginç. Zira o dönemde Müslüman alimlerin Grek felsefesine duydukları saygıyı görüyorsunuz. Aynı zamanda onların fikirlerine yöneltilen eleştiriler, çelişik bulunan fikirler, yöntemler de anlatılmış.

    Gazâlî Hazretleri’nin bilimi, metafiziği, imanı, şeriatı birbirlerine göre konumlandırdığı, her birinin meşru ve gayrımeşru alanları oluşunu irdelediği eserleri dikkat çekici bir sistem kurma projesi adeta. Felsefenin felsefesini yaptığı, zekânın, aklın sınırlarını sorguladığı çalışmaları Immanuel Kant’ın asırlar sonra Saf aklın Eleştirisi ile giriştiği sistem projesini hatırlatıyor. Kant da kendi döneminde verimsizleşen metafizik tartışmalara tepki veriyor, insan aklının sınırsız bir güç olmadığını savunan denemeler yazıyordu.

  5. Yazan:Rıdvan Işık Tarih: Oca 15, 2011 | Reply

    iki Gazali var,biri Mustasfa’yı yazan, biri de İhyayı biri avam için biri de….

  1. 4 Trackback(s)

  2. Kas 1, 2010: Nefesler (Ganiyy-i Muhtefî) : Derin Düşünce
  3. Nis 12, 2011: Derin Düşünce ile Yeni Bir Röportaj : Derin Düşünce
  4. Nis 27, 2011: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx) : Derin Düşünce
  5. Ağu 26, 2015: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx)

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin