RSS Feed for This Post

Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi?

 Yazıyı kullanma klavuzu: Bu yazıyı okurken zihnen müsait olmanızı istirham ediyorum. Ne aç olun ne de tok. Üşüdüğünüz ya da sıcaktan bunaldığınız bir sırada okumayın. Hava güneşli ise güneşe arkanızı dönün. Ocakta yemeğiniz, ağlayan çocuğunuz olmasın. Korna çalan birine kızdıysanız ya da geç kalan bir ödeme için endişelendiyseniz bu duyguların yüreğinizden kirli bir su gibi akıp gitmesini bekleyin… Ekrandan okumayın, kâğıda basın bu yazıyı. Elinize şekersiz demli bir çay ya da acı bir kahve alıp rahat bir koltuğa yerleşin. Cep telefonunuzu kapayın. Müzik dinleyecekseniz kısık sesli, sakin, sözsüz parçalar olsun… Hazır olduğunuzda kırmızı çizgilerin arkasında iki saatliğine bir gezintiye çıkarmak istiyorum sizi.

Anlatılanların zihninizde bir miktar yankı bulmasına ve anlam kazanmasına  müsade edecek kadar yavaş okumaya gayret edin. Dipnotları lütfen ertesi güne bırakın. 

 Okumaya başlamadan önce ufak bir ricam daha olacak. Yazının ana konusuna odaklanabilmek için buradaki sunumu bilgisayarınıza indirin ve seyredin. Yazısız, müziksiz bir sunum bu. Sadece “güzel” bulduğum 32 resim var. Günlük koşturmalardan kolayca uzaklaşmak için sadece bir kaç dakika… Geçişler otomatik değil. Her bir resim üzerinde bir kaç saniye kalsanız yeter. Yazıyı hissetmek için gerekli bir etap bu.

Güzellik matkabı Zekâ Duvarını deler mi?

Hayret-okul’a giriş günü

Neredeyse 1 yıl oluyor, bu “garip iş” ilk defa başıma geldiğinde “sıradan” bir eylül sabahıydı, işe gidiyordum. Seine nehrinin üzerinden geçen köprülerden birinin, Pont de Neuilly’nin üzerindeydim. Köprünün ayaklarının destek aldığı adanın üzerindeki kavak ağaçları rüzgârın etkisiyle sallanıyordu. Sabahın ilk ışıkları kavak yapraklarını, etrafta uçuşan deniz kuşlarının kanatlarını, köprünün taşlarını hatta yoldan geçen insanların üzerini sarımtırak bir örtü gibi örtmüştü. Köprünün altından geçen kuşlara “tepeden bakmak” o kadar şaşırtıcıydı ki bir an kendimi unuttum ve hayatımda ilk defa kuş görüyormuş gibi hayretle bu görüntüye kilitlendim. Sanki bir eşik değeri aşılmış, fazladan bir pirinç tanesi zekâ-akıl terazisinin dengesini “doğru” yönde bozmuştu.

Kendimi 2 yaşında bir çocuk gibi hissettim o an. Dünyanın ilk ve tek kuşu karşımda duruyordu ve ben o kuşu gören tek insan olacaktım! Hayretim ve güzellik karşısındaki hayranlığım dışa öylesine vurmuş olmalı ki köprüden geçen insanlar önce bana bakarak yavaşlıyor, gözleriyle gözlerimi takip ederek bakışlarını kuşlara çeviriyolardı. Benim gördüğümü göremedikleri için kafalarını iki yana sallayarak yeniden hızlanıyorlardı bir süre sonra.

40 yaşımda olmama rağmen kendimi 2 yaşımda hissetmiş olmak çok eğlenceli geldi. O hayret halinden çıkmak yerine sürdürmek istedim biraz daha. Seine nehrinin dalgalarına, kavak ağaçlarına o samimi şaşkınlığımla baktım bir süre daha. Hayatımda gördüğüm ilk kavak ağacı ve ilk su dalgası beni mutlu ediyordu.

Hissettiğim şey gitgide bir sarhoşluğa benzemeye başlamıştı. Ameliyattan hemen önce narkoz verildikten sonraki saniyelerdeki gibi bir “uçuş” hissi. Ama uyutan değil tersine ayıltan bir sarhoşluk olduğunu söylemeliyim. Saatlerce çamurlu yol gittikten sonra arabanın ön camını yıkayıp “ohh” çeken şöför gibiydim. Herşey daha “net” görünüyordu gözüme.

Aniden bir ürperti hissettim. Adını koyamadığım bir his bedenimi kaplıyordu yavaş yavaş. Ne yerçekimi ne de sabahın serin rüzgârını duymuyordum artık. İçimde bir titreme başladı, gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Ne bir sevinç ne de bir üzüntü. İçimde bir duygu yoktu. Hissettiğim tek şey bir tür “görme” idi. O sabah, o dalgalar, o ağaçlar ve o kuşlar bütün güzellikleriyle oradaydı. Bu güzelliği “görüyordum” sadece. Ama eskiden baktığım güzel manzaralardan farklı olarak bu sefer bir tür “hayret-lezzet” vardı. Hayret-lezzet öyle güçlü bir duyguydu ki hani biraz daha ileri gidebilsem sadece göz yaşlarım değil kanım dahi vücudumun dışına çıkacak gibiydi. Öylesine “çözülmüş” hissediyordum bedenimi, sanki hücrelerim birbirinden uzaklaşıyordu..

İzleyen günler ve haftalarda o lezzeti arar oldum. Hemen hergün o köprüden aynı saatte geçiyor, hayretle kuşlara, ağaçlara bakıyordum. Bu hayret-lezzet o kadar hoştu ki “insan bu uğurda işini hatta ailesini dahi terk edebilir” diye düşündüm. Randevularım, toplantılarım ve ailem olmasa o köprünün üzerinde bütün bir gün kalıp ağlayabilirdim. Hayret-lezzet bir uyuşturucu halini almaya başlamıştı. Alkol ya da kumar tutkunları gibi perişan olmak ihtimal dahilinde görünüyordu…

Fakat sürekli aynı yerden katlanan bir çamaşırın iz yapması gibi zamanla zihnimde bir yerlerde bir “katlama izi” oluştu. Doğanın güzelliğini seyrederek “kafayı bulmak” oldukça kolaylaştı bir süre sonra. Başlangıçta “kendimi unutmak” için ciddi ciddi dikkatimi yoğunlaştırmam gerekirken sonraları bu “geçiş” neredeyse otomatikleşti. Zihnim artık duyduğum Hayret-lezzet ile meşgul değildi. Bu otomatikleşme sayesinde olayı biraz çözmeye başladım.

Öncelikle hadise doğa ile sınırlı değildi. bir bebeğin masumiyeti ya da yaşlı bir insanın yüzündeki kırışıklar bu iç titremesini ve ağlamayı başlatabiliyordu. Zihnimde bilinçli olarak bazı kapıları kapatmam ve başka bazı kapıları açmam ile mümkün oluyordu bu Hayret-lezzet halini yaşamak. (Bu kapıları ve açma-kapama yollarını ve fikrî sonuçlarını ve faydalarını birazdan anlatacağım)

İkincisi bu hayret-lezzet insanı müthiş derecede dinlendiriyordu. Ama bu dinlendiriciliği iyi bir haber, bir dost sohbeti, kas gevşetici ilaçlar ya da masaj ile karşılaştırmayın. Bu “çareler” üzücü şeylerin ve/veya onların sonuçlarının yok edilmesinden ya da unutulmasından ibarettir. Oysa hayret-lezzet hali üzüntü-sevinç kavramının ortadan kalktığı bir hal. Öfkenin, sabırsızlığın, cimriliğin ya da bunların tersinin mümkün olmadığı bir tür alternatif iç-alem(?) veya her zamankinden farklı bir bilinç hâli.

Bu “aleme” bir süre gidip geldiğiniz zaman hayret-lezzet yerine hayret-okul isminin daha doğru olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Zira insan içinde yaşadığımız fizikî aleme “geri döndüğünde” bazı şeyleri idrak etmiş olduğunu fark ediyor. Eliniz boş dönmüyorsunuz o sarhoşluk-titreme-ağlama halinden. Özeti bu.

Hayret-okul‘a gitmenin bir kaç yolu var kanaatimce. Bunlardan birincisi benim gibi yaş tahtaya basmayı sevmeyen, herşeyi anlamak isteyen mühendisler için, zahmetli bir yol. Çok vakit alıyor. Çıplak ayakla kayalık bir dağa tırmanmaya benziyor. Zihninizle o patikaları adım adım aşmalısınız ama kolaya kaçmadan. Elinizdeki bu yazı mühendisin yoludur.

İkinci yol sanatın yolu, boyacılık mertebesini aşmış, hakiki sanatçının yolu. (Bkz. “Ayıp sanat olur mu?” makalesi, Sanatçı başka, boyacı başka! isimli paragraf)

Sanatçı insan mühendisin adım adım gittiği yollar üzerinde kendi kanatlarıyla uçuyor. Doruk noktasının tadını biliyor, hatta mühendise yol gösterebilir ama kendisi yere inemiyor. O kanatlara söz geçirmek kolay değil. Kanatlar kimin efendi, kimin hizmetkâr olduğunu unutabiliyorlar. Sanatçı yolunu her an kaybedebilir. Geri dönüş yolunu ya da doruğa nasıl gideceğini unutabilir, işi zor.

Üçüncü yol ise üç kâğıtçıların yolu. LSD gibi uyuşturucu bağımlılarının, halisünojen bitkileri çiğneyerek sarhoş olan bazı şamanların ve büyücülerin yolu. Onların yaptığı paraşütle Everest dağının tepesine atlamaya benziyor. İnsanın nereye düşeceği belli değil. Oksijen tüpü yok ve fazla hızlı tırmanmış olduğundan vücudu yüksekliğe alışamamış. Doruk noktasına herkesten önce varıyor ama gördüklerini idrak edecek durumda değil. İndiğinde Hayret-okul‘a dair doğru dürüst hiç bir şey hatırlamayacak. Çünkü sadece oradaki kitapların son sayfasını okudu, filmlerin son dakikalarını seyretti. Hayret-lezzet‘i isteyecek Hayret-lezzet‘in kendisi için. Bağımlısı olacak. Sigarayı bırakışını kutlamak için yeni bir tane yakan tiryakinin dramı bu. Paraşütçüler ve üç kağıtçılar kısmı ile ilgili şüpheler için oldukça uzun, özel bir dip not yazdım(1)

 Hayret-Okul’un faydaları

Bu hayret-lezzet halini bir okula benzetmiştim. İnsan ne öğreniyor burada? Bu halde iken öğrendiklerinizi sıradan bilimsel veriler halinde dökmek imkânsız. Kelimelerin bittiği bir yer burası. İnsanca lisanlar yetersiz kalıyor. Belki de müsade yok metin halinde paylaşılmasına? “Gidemediğin yer senin değildir!” yazıyordu bir kışlanın duvarında. Bu da o hesap. Ama Hayret-Okul’dan fizik aleme geri döndüğünüzde çok şey hatırlıyorsunuz:

1-Gerçeklik

Birincisi, bu halde iken gördükleriniz “gerçek” kelimesini fizik aleme göre daha çok hak ediyor. Bir güzellik, saflık, çıplaklık ve gerçeklik hissediyorsunuz ki insanı rahatlatan bir şey bu. “Ohh” diyorsunuz. Hayatın yaşamaya değer olduğunu idrak ediyorsunuz. Zaten aklınıza uygun bir fikirdi bu belki. “Hayat yaşamaya değer”. Üzerinde düşünmüştünüz ya da bir slogan gibi dilinizdeydi. Ama bu kez kelime diyarında değilsiniz. Öğrendiklerinizi yaşayarak öğreniyorsunuz. “Bilgiler” zihninize adeta bir mermere kazınır gibi, silinmemek üzere kazınıyor.(2)

Kendinizi ve diğer insanları daha fazla “sevilesi” hissediyorsunuz. Sevginin ve aşkın hayattaki yerinin çok daha önemli olduğunu da idrak ediyorsunuz. Yine gizli bir mermer ustası iş başında sanki!

2-Mükemmellik

Hayret-lezzet’in size doğrudan hissettirdiği, idrak ettirdiği bir başka şey ise mükemmellik. Bütünleştirici, kusursuz, sonuçlanmış ya da varması gereken yere varmış bir şeyin karşısındasınız. Kendine yeten ve bir kalp gibi atan, kendine has ritmi olan bir şeye parmaklarınızın ucuyla dokunuyorsunuz. Meselâ kuşların kanat çırpması, yaprakların sallanması ve sizin kalbinizin atışının ritmi ile bir müzik yapılmış gibi. O müziği bir kez duyduktan sonra fizikî alemdeki müzikleri başka bir kulakla dinliyorsunuz. Ayıldıktan sonra bile lezzeti süren bir sarhoşluk bu. Gördüğünüz ve duyduğunuz bir çok şey size Hayret-okul’u hatırlatıyor ve bu hatırlamanın kendisi bile lezzetli.

3-Zıtlıkların yok oluşu

Soğuk-sıcak, iyi-kötü, büyük-küçük gibi zıtlıkların tanımlı olmadığı bir bilinç hâli bu. Cisimleri birbirinden ayıran sınırlar da anlamsızlaşıyor. Bir ebrunun ya da Osmanlı minyatürünün içindesiniz sanki. Mesafeler, perspektif, ışık ve gölge yok olmuş ve zaman geçmiyor. Herkes ve herşey aynı derecede önemli ve değerli, insanlar tek bir insan gibi. Sınıflandırmalar, kategoriler, genellemeler imkânsız. Zaman ve mekân hissedilmiyor çoğu kez. Meselâ uçan bir kuşun 20 kez kanat çırpmasını değil bir bütün olarak uçuşunu görüyorsunuz. Bütün hareketli cisimler için bu algı böyle.

4-“Kötü” şeylerin kabul edilişi

Kötülükler, hastalıklar ve normal hayatta olmasını istemediğimiz şeylerin hepsi bu delikten baktığınızda iyi, doğru, yerli yerinde görünüyor. Aslında bu his-görüş zıtlıkların yok oluşu ile bağlantılı. İyi ve kötünün var olabilmek için birbirine ihtiyaç duyduğu bir bahçeden iyi ve kötünün özünde MUTLAK İYİ olduğu bir başka bahçeye bakıyorsunuz. Günlük yaşamın sorunları güneş görmüş kar gibi eriyip buharlaşıyor. Bu hali yaşamanın insana huzur vermesi büyük ölçüde bu buharlaşmadan kaynaklanıyor olmalı. “Herkes ne der?” gibi başkalarına odaklı kaygılar ile yağmalanmış ömrünüz, uydurma hastalıklarınız, pişmanlıklarınız, erişemedikleriniz, korkularınız, borç ve alacaklarınız buharlaşıp gidince geriye bir tek … siz … kalıyorsunuz … kendinizle … baş başa.

5-Ve anlatılamayanlar

Bunun dışında da hissettikleriniz oluyor ama kelimelere dökecek kabiliyetim olmadığı için  denemiyorum bile.

Bütün bu “bilgilerin” dünyaya ve insanlara bakışımızı etkileyebilecek bazı temel sonuçları var kanaatimce. Bunları yazının sonuç kısmında anlatacağım. Şimdi verdiğim sözü tutayım ve biraz kapılardan bahsedeyim.

Kapıların açılması ve kapanması

Satranç müsabakalarını izlediyseniz bilirsiniz, ikili kronometreler vardır, bir oyuncu düşünürken sadece onun “oyun zamanı tükenir”. Hamlesini yapar yapmaz bir düğmeye basar ve öteki oyuncunun kronometresi dönmeye başlar.

İnsanın da bu türlü birbirini dışlayan iki farklı “bakış” sahibi olabileceğini düşünüyorum. Meselâ Fahişelik, şehitlik ve özgürlük yazısında belirttiğim gibi bir insan-fahişe gördüğümüz zaman erkek-gözlerimiz çekici bir dişi-kadın, insan gözlerimiz ise “ekmek kavgası veren” bir anne-insan görebilir.

Buna dayanarak bedensel ihtiyaç ve arzularımıza (hayvanî yanımıza) göre hareket eden bir çift gözümüz olduğu gibi her şeyi “İnsan” penceresinden gören ikinci bir çift gözümüz olduğu sonucunu çıkarıyorum. Tıpkı satranç saati gibi hayvanî-gözlerimizi(3) kapatabildiğimiz ölçüde insanî gözlerimiz açılıyor.

Fakat hayvanî-gözlerimizi kapatmak o kadar kolay değil. Çünkü sadece yeme, içme gibi arzular değil daha “soylu” kaygılar da doğanın güzelliğine odaklanmamıza engel olabilir. Bunu yaşanmış bir örnekle açmak istiyorum:

Kızlarımı çocuk parkına götürmüştüm. Tam kitabıma dalmak üzerediydim ki “baba arı var” dediklerini duydum. Gerçekten de bir arı etraflarında hızla dönüyordu. Kızlarımı yavaşça uzaklaştırdım oradan. Yerime döndüm. Sonra oturduğum banka yakın bir dala bir arının konduğunu gördüm. Arı kendi halinde yaprağın üzerinde duruyordu. Ona yaklaşmamı umursamadı. Arıyı dikkatle gözlemeye başladım. Siyah sarı halkalarını, kanatlarını, antenlerini dikkatle süzdüm. Bir süre önce kızlarım için tehlike arz eden ve uçan siyah nokta şimdi neredeyse şirin görünmeye başlamıştı gözüme.

Bizim için bir tehlike ya da fayda ifade ettiği müddetçe ne doğayı ne de diğer insanları göremiyoruz. Arı? Çocuklarımı sokabilir. Elma? Yiyebilirim. Polis? Ceza kesebilir. Patronum? Zam yapabilir ya da işten atabilir…

Dikkat ederseniz bir çok insan gözlerini süpermarketlerde fiyat “okuyan” barkod okuyucusu gibi kullanıyor. Diğer insanları birbirlerinden ayırd etmemize yarayacak yanlarını görüyoruz sadece. Bıyık, gözlük, giysiler, saç şekli… Bıyığını kesmiş bir tanıdığa yabancı gibi bakmamız acaba ne kadar masum? Peki eşini bir para kazanma makinesi ya da çocuk doğurabilen bir hizmetçi olarak gören insanların körlüğü ve mutsuzluğu da hayvanî-gözlerini fazla açmış olmaktan kaynaklanmıyor mu? Düşünmek lâzım üzerinde…

Doğaya ve cansız cisimlere de böyle bakıyoruz çoğu kez. Susamışsak görüyoruz suyu. “Hayvanları çok severim, ızgara lüfere ve fırında kuzuya bayılırım” diyen mizahçı geliyor aklıma. Hafızamız bile böyle işlemiyor mu? En çok zevk aldığımız ve korktuğumuz şeyleri hatırlıyoruz. Hafızamız herşeyi eksiksiz kaydeden bir tutanak değil. Hayatta kalma gayretimiz sonucu bize madden faydalı/zararlı olabilecek şeyleri hatırlıyoruz çoğu kez ve bu da bir tür körlük teşkil ediyor kanaatimce. Kendi hayatımızı seçici şekilde hatırlıyoruz.

“Güzel” kelimesi bu sebeple faydalı şeyler için yani yanlış kullanılıyor çoğu kez: Güzel bir kadın (=çekici), güzel bir yemek (=lezzetli)… Oysa zekâ duvarını delebilecek hakiki güzellik faydanın bittiği yerde başlıyor. Faydası olmayan şeylerin bizde uyandırdığı bir ilgi var ki bu ilginin üzerinde durmayı amaçlıyorum bu yazıda.

Burada biraz durup dinlenin şimdi. Yazıyla, okuduklarınızla ve benimle aranıza bir mesafe koyun şayet henüz yapmadıysanız. Zira amacım size bir şey kabul ettirmek değil sadece bu kapılar ve alternatif gözler hakkında fikir alış verişinde bulunmak. Bu noktaya kadar okuduklarınızı zihninizden yavaşça geçirin. Bildiklerinizle, yaşadıklarınızla, inançlarınızla ve değer yargılarınızla tartın…

 Eğer benim arzu ettiğim kadar yavaş okuyorsanız çayınız ya da kahveniz çoktan bitmiş olmalı. Tazeleyin lütfen. Ayağa kalkmışken camdan dışarı bakın. Mükünse uzak bir noktaya. Size faydası olmayan güzelliklere bir göz atın. Bir serçe? Bir güvercin ya da bir martı geçiyor mu pencerenizin önünden şu anda? Pencere önündeki saksıdaki sardunyalar? Geçen yaz topladığınız ve özenle sehpanın üzerine dizdiğiniz deniz kabukları? Bahçede kurumuş çınar yaprakları var mı? Ya bulutlar? Akşam oldu mu? Ayın önünden geçen bulutları görüyor musunuz?

 Yazının geri kalan kısmı yeni kavramlar ile devam edecek. Buraya kadar anlatılanları içselleştirmiş olmanız çok mühim… Devam edelim şimdi çayınızı tazelediyseniz…

Zihnimizin misafirperverliği

Hayvanî-gözlerimizi kapatıp etrafa bakabilmek kolay değil demiştim. Ama sadece amaç engelinden bahsetmiştim. Yani hayvanî-gözlerimiz bizi hayatta tutmak ve bedensel arzularımıza hizmet etme AMACI GÜDER ve bunun için çalışır demiştim. Oysa ikinci bir engel daha var ki onun aşılabilmesi, kapıların açılabilmesi için büyük önem taşıyor. Bu ikinci engel zihnimizin Hakikat’i misafir edebilecek durumda olMAmasından kaynaklanıyor. Neden?

Bir balık(4) hayal edin. Yüzgeçlerini ve kuyruğunu kullanarak suda ilerleyen bir balık. Hem ilerliyor hem de söyleniyor : « Ah şu deniz olmasa çok daha hızlı yüzebilirim! Suyun direnci beni yavaşlatıyor… ». Hayvanî-gözlerin hizmetkârlık ettiği insan zekâsı da bu balık gibi. İlerlemek için ihtiyaç duyduğu mekanizmalar onu bir noktadan sonra frenliyor. Meselâ bir yarış arabasının daha hızlı gitmesi için daha büyük motor takıyorsunuz ama motorun ağırlığı arabayı yavaşlatıyor.

Neden böyle? Çünkü insan zekâsı Hakikat’i anlamak için değil zaman-mekân akvaryumunda yüzmek için var. Zaman-Mekân ile sınırlanmayacak mevzularda zekâmız ve bütün heybetiyle kimyamız, fiziğimiz ve biyolojimiz sudan çıkmış balığa dönüyor:

  1. Zaman’ın ne olduğunu nasıl anlatabiliriz? Zaman’dan önce ya da sonrasını?
  2. Mekân nedir? Uzay nerededir? Neyin içindedir?
  3. Aşk nedir? İyilik ve kötülük, adalet duygusu, vatan sevgisi, gelecek kaygısı? Birer ilüzyondan, vehimden mi ibarettir hayata anlam veren bu kavramlar?
  4. Hayat nedir? Ölüm nedir?
  5. Mezarda saçları ve tırnakları uzamaya devam eden, binlerce kurda, böceğe gıda ve yuva olan bir bedene kim ne hakla ölü diyebilir? Can nedir?

Sanırım yavaş yavaş kelimelerin tükendiği o kırmızı çizgilere yaklaştığımızı daha iyi anlatabiliyorum. Ancak ve ancak bilinmediği zaman anlaşılan ANLAMLAR ülkesi burası! Kavramsallaştırılamayan gerçekler diyarı… Güzellik işte bu anlamlardan biri kanaatimce. Bir norma, standarta gelmeyen, bilimi, bilişi, yöntemi ve tahsili olmayan bir ANLAM.(5a)

Bilimin ve felsefenin yakıtının bittiği bu topraklarda hakimiyet sanata ve edebiyata geçiyor. Zekâ duvarı ya da güzellik matkabından bahsediyorsam bilmece gibi konuşmak için değil sadece konuşmayı ve yazmayı sürdürebilmek için. Zira ölçülebilir, varlığı zaman ve mekân ile ifade edilebilir kavramları (matkap, duvar, okyanus…) ve bunların aralarındaki ilişkileri (delmek, yakmak, yükseltmek,…) kullanarak benzetmeler yapmak zorundayım. Biz sıradan insanlar bu zoraki sanatçılık sayesinde düşünmeye devam edebiliyoruz: Aklımızda bu tür kavramları “görebilmek” ve hatta misafir edebilmek için bir yer açıyoruz. Çünkü eti, kemiği, kuvveti ve zekâsı sonlu olan biz insanların sonsuzluğu, sonsuz güzelliği “içimize sokabilmemiz” ancak bu yolla mümkün.

Bu noktayı netleştirmek için Gazalî Hazretleri’nin Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği) adlı eserinden (sf. 75-77) istifade etmek isterim:

  • Göz kendini göremez, akıl ise kendinden başkasını da, kendine ait özellikleri de idrak eder. […] ayrıca kendisinin bilgi sahibi olduğunu idrak ettiği gibi kendinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini, kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… sonsuza dek idrak eder. Bu özellik cisimler vasıtasıyla idrak eden göz için tasavvur edilemez.
  • Göz kendisine uzak ve çok yakın olan nesneleri göremez. Halbuki akıl için uzak ve yakın eşittir. Uzaklıkta semaların en yücesine çıkar, bir anda yeryüzünün en derin taraflarına iniverir. […] aklın cisimler arası yakınlık-uzaklık anlamlarından münezzeh olduğu ortaya çıkar.
  • Göz perde arkasındaki nesneleri göremez. […] Doğrusu hiç bir Hakikat akıldan gizlenemez. Göz nasıl kapaklarını kapatarak kendine bir perde oluşturursa akıl da bazı nitelikleri sebebiyle kendine bir perde oluşturur. […]
  • Göz nesnelerin dış tarafını, en üstte bulunan yönünü görür, Hakikat’inden ziyade kalıplarını ve suretini idrak eder. Akıl ise nesnelerin derinliklerine, sırlarına nüfuz eder. […] Akıl bunların sebebini, gayesini, hikmetini ortaya çıkarır. (5b)
  • Göz varlıkların bir kısmını görür, akılla idrak edilenlerin tamamını, hislerle idrak edilenlerin de bir kısmını idrakten acizdir. Sesleri, kokuları, tatları […] idrak edici kuvvetleri yani işitme, görme, koklama […] kuvvelerini idrak edemediği gibi ferahlık, sevinç, gam, hüzün, […] gibi nefsanî sıfatları da idrak edemez. […] Renkler ve şekiller alemini aşamaz. […] göz aklın casuslarından biridir.
  • Göz sonsuz olanı göremez. Cisimlerin sıfatlarını görebilir. O cisimler ise sonlu olmaktan başka türlü tasavvur edilemez. Akıl bilinenleri idrak eder. […] Akıl sayıları idrak eder. Bunun bir sonu yoktur.
  • Göz büyüğü, küçüğü görür.[…] Akıl ise yıldızların ve güneşin yeryüzünden defalarca büyük olduğunu anlar. Göz yıldızları, önünde duran çocuğu hareketsiz görür. Akıl ise çocuğun büyüdüğünü, yıldızların her an büyük mesafeler katettiğini idrak eder.

Bilginin ve lisanın körleştirici etkisinin sebepleri

Neden Hakikat’i hemen göremiyoruz? Bölünmez biçimde düşünemiyoruz? Çünkü eğitim, kültür ve alışkanlıklar bir yandan, hayatta kalma çabamız ve hazcı bakışımız diğer yandan bizi engelliyor. Bu iki “motor” Hakikat ile bizim aramızdaki perdeyi kalınlaştırıyor. Biraz açalım şimdi:

Bilimsel yöntemlerimiz, ölçümlerimiz ve kullandığımız lisan ne yazık ki yaşananları, Hakikat’i ve Mutlak olanı “objektif” biçimde ifade etmeyi hedefliyor ama onu parçalara bölüyor. Her bir parçayı da adına “kelime” dediğimiz kutucuklara hapsediyor. Böylece biz Hakikat’i anladığımız vehmine kapılıyoruz. Ama bu kutulama işine tersinden baktığımızda ne kadar yetersiz ve hataya götüren bir yolda olduğumuzu da görebiliriz.

Meselâ bir akşam yemeğinde olduğunuzu hayal edin. Komik bir fıkra anlatıyorsunuz. Herkes gülmekten kırılıyor. Ev sahibesi mutfakta olduğu için duymamış. “Ne oldu? Ne oldu? Neyi Kaçırdım?” diyerek geliyor. Komik olan şeyin ne olduğunu anlatıyorsunuz ama ev sahibesi de dahil kimse gülmüyor. Neden? Çünkü neyin komik olduğunu analitik bir biçimde çözdü, öğrendi, kutuladı. artık gülmesi imkânsız!

Bir insan gözünü ne kadar küçük parçalara ayırmalısınız “görme” denen şeyi görebilmek için? Parçaladığınız bir gözün içinden “görme” çıkmazsa bunun sonucu nedir?

  • Görme diye bir şey bilimsel olarak yoktur, bu bir inançtır, yanılgıdır,
  • Yöntemimiz yanlıştır.

İnsanı kimyasal bir formül ile ifade edecek olsak:

İnsan = 7x1025H2O + 9x1024C6H1206 + 2x1024CH3(CH2)14 + … yazabiliriz. (5c)

Zira birinci bileşik su ve ikincisi olan şeker vücudumuzda bol mikarda var.

Ancak bir yer solucanı veya bir gergedan da buna benzer bir formüle sahip. Nerede kaybettik insanın insanlığını? O halde analizi biraz daha ileri götürelim ve kimyasal bileşik değil değil atom bazında yazalım benzeri bir formülü:

İnsan = H15750 + N310 + O6500 + C2250 + Ca65 + P48 + K13 + S15 + Na10 + Cl6 + Mg3 + Fe1 + … (5c)

Bu kez bedenimizdeki kalsiyum, potasyum ya da demir gibi atomlari daha net görebiliyoruz. Ama İnsan’a yaklaşmak şöyle dursun bir kamyon lastiğini ya da çöp torbasının kimyasal formülüne benzer bir şeye vardık neticede. Çünkü fosil yakıtlardan imal edilen cansız cisimler de karbon, hidrojen vb içeriyorlar bol miktarda. İnsan’ı ararken Can’ı ve Canlı’yı da kaybettik!

Mehmet Âkif İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdı? Şair önce bir “K” koymuş, ardından bir “O”…  Eee? İstiklâl Marşı = K+O+R+K+M+A+S+Ö+N+M+E+Z… demek gibi bir şey bu. Gerçek şu ki kelimeler hatta duygular harften önce gelmiş. Savaşlar olmuş, insanlar ölmüş, şairin yüreği yanmış, kavrulmuş.

Yanlış yöne doğru ilerlediğini anlayan her insan gibi gericilik yapacağım. Bilimin ve analitik zekânın sınırları olduğunu iddia edeceğim. Nasıl bir futbolcu bale yapamazsa bir bilim adamı da Hakikat’e pozitif bilim ile erişemez diye düşünüyorum. Tersine bu yolda ısrar etmek bizi Hakikat’ten uzaklaştırır.

 Çünkü analitik zekâmız için her zaman Bütün = Parça + Parça +… şeklinde bir kural var. Oysa bu kural sadece belli koşullarda ve inşa edilen, üretilen şeyler için geçerli. Zekânın kendisinden önce var olan, batılıların “a priori” dedikleri evveliyat‘ı açıklamak için değil. Meselâ bu zekâ ile bir çömleğe baktığınızda çömlekçinin el hareketlerini göremezsiniz.(6a) Çömleğin yapılışı kendine özgüdür. Islak bir çamurun çömlekçinin elinde dönerek şekillenmesi, fırında pişmesi… Bunlari bilmeyen bir gözlemci analitik zekâsıyla çömleğin kuru ve soğuk parçalardan yapıştırma yoluyla yapıldığı sonucunu çıkarabilir. “Yaratılış” aşamasındaki suyu ve ateşi çömleğe bakarak göremezsiniz.

Madalyonun diğer yüzünde ise faydacılık var. Pozitif bilimler ve analitik zekâ bizim biyolojik anlamda hayatta kalma çabamızın hizmetinde. Daha iyi yemek, içmek, barınmak, üremek… Bu zekâ, zaman ve mekân ile sınırlanmış şeyleri anlamak ve modellemek için var. Bu zekâ zaman-mekân akvaryumundan dışarı her çıktığında hem kendi rezil oluyor hem de bizi rezil ediyor.

Peki bilimsel bilginin körleştirici etkisi nasıl işliyor? Ne zaman devreye giriyor? Bizi aydınlatmasını beklediğimiz bilim neden bizi engelliyor?

 Bu noktada daha önce aktardığım arı örneğini hatırlayın. Arıyı bilimsel yönüyle öğrendikçe parçalarına ayırıp kavram ve kelime kutucuklarına hapsediyoruz aslında. Arıların uçma şeklini, kanatlarını çırpma frekansını, sindirim sistemini “öğrendikçe” Arı’yı anlamaktan uzaklaşıyoruz. Bal üretimi için faydalı olan bilgiler Hakikat’i görmemizi engelliyor. Arı’yı kendi varlığı içinde görebilmek için fen derslerinde öğrendiklerimizi unutup bir çocuk şaşkınlığı ile bakabilmek gerekiyor yeniden. Bunun için ise sanata ihtiyaç var. Kelimelerin kutulama sırasında bize kaybettirdiği Hakikat bir nebze olsun metaforlar, semboller ve benzetmelerde, sanatın güzellik kaygısında ifade buluyor. Ama Mutlak olanı ifade etmek için sanat da bir yerden sonra yetersiz kalacak tabi. Bir aşk romanı okuyarak ya da aşk filmi seyrederek Aşk’ın ne olduğunu öğrenemezsiniz. Aşık olduğunuz zaman öğreneceğiniz yeni bir şey vardır. O şey ise sizin ve aşık olduğunuz kişinin “tekliğinde” bir teklik bulur. Bu sebeple Aşk kelimesi kimsenin aşkını ifade etmez. Üzüntü, sevinç de böyledir. Genelleme yapıldığı anda -ki konuşmak için bu kaçınılmazdır- anlam kaybolur. Tasavvuf ehli “kâl ilmi değil hâl ilmi” der. Yani sözle öğrenilen değil yaşayarak öğrenilenden bahseder. Sebepsiz değil sanırım.

Bireysel olarak yaşanan tecrübeler lisan sayesinde/yüzünden toplumla paylaşılabilir “standart” ve “homojen” parçacıklara indirgenirler. Duyguları temsil eden kelimeler, vatanları temsil eden bayraklar, hatıraları temsil eden özel eşyalar… Ama bu temsil kümesiyle hakikaten yaşananlar arasında elbette bir hendek vardır. Elma kelimesi sert ve sulu değildir. Köpek kelimesi havlamaz ve ısırmaz. Bu hendek kendi başına zihinsel alemimizin bir parçasıdır. İçine düşMEmek için orada olduğunu bilmek yeterlidir. Bu hendek hem faydalıdır hem de engelleyicidir. Deniz sebebiyle yüzmesinin engellendiğini düşünen balık örneğini hatırlayın.

Kapsama alanı dışındaki konuları analiz etmeye kalkan analitik zekâ devrilen bir dolabın altında ezilen araştırmacı gibidir. İcad ettiği araçları, yöntemleri bir süre sonra Hakikat’in kendisi sanabilen zekâ, bilimi de Mutlak zannedebilir. Hatta tamamen delirme noktasına gelerek bilim ve feni bir yol gösterici ilân edebilir. Bu konuyu ayrıntılı bir biçimde Evrimcilerin iç hastalıkları isimli yazının altındaki yorumlarda tartışmıştık site okurlarıyla.

Yeniden çay ve ihtiyaç molası… Mümkünse cep telefonunuzu açmayın. Kelimelerin gökyüzünden düşen kuş tüyleri gibi yavaşça yere inmesini, zihninizdeki nihaî yerlerini almalarını bekleyin. Şimdi başlayacak olan son bölümde Doğanın güzel olMAyışı’ndan ve Aşk’tan bahsedeceğim ve tabi Hayret-Okul’un insan ve insanlık ile ilgili sonuçlarından.

Doğanın güzel olMAyışı

 Bir bülbülün şarkısında ya da ağustos böceklerinin sesine kulak verin. Hayvanlar birbirleriyle Türkçe konuşsalardı ne duyardık? “burada yiyecek var gelin, bayan arkadaş arıyorum, bayan var mı müsait? Dokunma benim yediğim ete!… “ Ne hayvanlar, ne bitkiler ne de dağlar, denizler güzel değil aslında. Erkek tavus kuşu dişisinin ilgisini çekmek için tüylerini sergiliyor, leş yiyen sırtlanlar ise bize fırsatçı insanları, yağmacıları hatırlattıklarının farkında değiller.

Yazının başında aktardığım sarhoşluk halini doğal güzelliklerin tetiklediğini düşünmüştüm ilk zamanlar. Yani faydacı bakışımı ve açıklama çabamı uykuya geçirebildiğim zaman doğadaki güzelliği görebildiğimi sanmıştım.

Germen halklarından Orta Asya Türklerine kadar doğanın kendisine kutsallık atfeden kavimleri daha iyi anlamıştım artık. (6b) Yöntem doğruydu ama erişilen güzelliğin “doğadan kaynaklandığı” sonucu koskoca bir HATA!

Neden?

 Dağlarda koşan atlar bize özgürlüğü hatırlatır meselâ. Beyaz güvercin barışı. Tavşan yavrusu masumiyeti… Gerçekte vahşi atların kendilerini özgür hissettiklerini söyleyebilir miyiz? Rengi beyaz bile olsa erkek güvercinler dişileri için kavga etmez mi? “Masum” bir tavşan yavrusunu parçalayarak yutan “vahşi” kurt en az o tavşan kadar masum değil mi gerçekte?

Tabiatları gereği hareket eden hayvanlar gerçekten suçlu olamayacaklarına göre bize bizden bir şeyler yansıtıyorlar aslında ayna gibi. İnanmıyorsanız cansız varlıklara bakın: “Yüce” dağlar, “çılgın” akarsular, “öfkeli” deniz…

Dağlar, denizler ve balıklar kendilerini “güzel” bulacak kriterlere sahip değiller.  Bu güzelliği tasavvur edecek hayal gücü ve işleyecek sanatkârlık ise ne tavşanlarda ne de kuşlarda var.

Gözlerimin dolmasına, bedenimin tir tir titremesine sebep olan bu güzellik nereden çıktı öyleyse? Tavşanlar, martılar, bulutlar ve kavak ağaçları özlerinde güzellik barındırmıyorlarsa benim gördüğüm faydasız ve kavramsız güzelliğin kaynağı nedir?

Okulda bana öğretilenlere göre hayat çok daha basit olmalıydı. Zeki bir hayvan(!) olan ben sadece çıkarlarımın beni götürdüğü yere gitmeliydim. Etrafımdaki şeyleri sadece çıkarlarım açısından görmeliydim. İllâ ki güzellikle bir işim olacaksa evimin duvarlarını “güzel” bir renge boyar, üzerine de “güzel” tablolar asar, “güzel” bir kadınla evlenir, “güzel” de bir araba alırdım. Ama öyle olmuyor, doğadaki(?) her güzellik aklımı çeliyor, gözlerimi çekiyor. Bu güzelliğe kuvvetle odaklanınca sarhoş oluyorum, arkasından da bu dünyadan daha “gerçek” olduğunu idrak ettiğim şeyler hissediyorum. Nedir bu komplo teorisi?

Aşık Veysel’den geliyor ilk netleş(tir)me çabası: “güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” diyor. Güzelliğin sebebi/kaynağı olduğumu iddia edebilir miyim bu söze bakarak? Ben, yani MY güneşin batışının, okyanustaki balinaların “güzelliğinin” sebebi ben miyim? Aşık Veysel şiirin tamamında bazı ip uçları vermiş sanki?

Güzelliğin on par’etmez

Bu bendeki aşk olmasa

Eğlenecek yer bulaman

Gönlümdeki köşk olmasa

 * * *

Tabirin sığmaz kaleme

Derdin dermandır yareme

ismin yayılmaz aleme

Aşıklarda meşk olmasa

 * * *

Kim okurdu kim yazardı

Bu düğümü kim çözerdi

Koyun kurt ile gezerdi

Fikir başka başk’olmasa

 * * *

Güzel yüzün görülmezdi

Bu aşk bende dirilmezdi

Güle kıymet verilmezdi

Aşık ve maşuk olmasa

 * * *

Senden aldım bu feryadı

Bu imiş dünyanın tadı

Anılmazdı VEYSEL adı

O sana aşık olmasa.

Fazla bir yanılma riskine katlanmadan aşk-güzellik sayesinde seven ile sevilen arasında bir yansıma olduğunu söylemek mümkün görünüyor bu şiir sayesinde. Yansımak, ayna, akis deyince tabi aklıma Mesnevî geliyor, meselâ şu beyit:

Halife Leylâ ya dedi ki: “Mecnun’un perişan olmasına, sapıtmasına sebep olan Leylâ sen misin? Sende başka güzellerden daha fazla bir güzellik yoktur.” Leylâ; “Sen sus, çünkü, sen Mecnun değilsin.” diye cevap verdi.

 Bu iki bakış açısı çarpıcı bir şekilde Kant’ın Yargı yetisinin eleştirisi adlı kitabındaki önermelerle teyid ediliyor sanki?

  • Güzellik ampirik değildir yani haz vaad eden çekicilikten ayrıdır. Yeme, içme, cinsel münasebet gibi ihtiyaçların giderilmesi için gerekli cazibe güzellik değildir.
  • Güzellik estetik değildir yani kuralları, standart ve normları yoktur. (Bkz. örneklerle Ayıp sanat olur mu? isimli yazının “Nötr bir güç olarak sanat” paragrafı)
  • Güzellik göreceli değildir yani “zevkler ve renkler tartışılmaz” sözü güzelliğe uygulanamaz.(7)

Bu noktada güzelliği yakaladık ama kaygan bir sabun gibi elimizden kaçıyor: Güzel olan doğa mı yoksa ben miyim? Her ikisi de değilse yine Kant’ın dediği gibi “güzellik yargısı” sadece beğenen ile beğenilenin aradaki ilişkinin bir vasfı mıdır?

Aşık Olan ile Aşık Olunan arasındaki ilişkinin yani Aşk’ın gözlerde ve akılda ifade bulduğu fikrî noktada mıyım? Aşk’ı ellerimle tutabildim mi bu kez? Akıl da bir ayna vazifesi görüyor belki de? Yani doğa güzel değil, benden gelen güzelliği bana yansıtıyor ama ben de güzel değilim, demek ki aklımın aynasında Aşk’ın yansımasını görüyorum.

Teorik olarak kendimi bu büyük güzelliğin kaynağı zannetmem için tamamen delirmiş olmam gerekirdi zaten. Zira kapıların kapanıp açılması konusunda benimle aynı gayreti gösteren her insanın aynı hisleri tecrübe edebileceğinden eminim. Hemen her insan batan bir güneşi güzel bulabileceğine göre bu hayret-lezzet bütün insanlara, İnsan’lığa açık bir kaynak olmalı. Nasıl bir güvercin bütün Güvercinlik’i içinde barındıramaz ve bunun kaynağı olamaz ise bir insan da tek başına bu güzelliğin kaynağı olduğunu iddia edemez.(8)

Fakat hadisenin bütün insanlığa açılması ortalığı biraz  karıştırıyor. Yani zenci, beyaz, Müslüman, Yahudi, Türk, Kürt… her insan potansiyel olarak doğadaki(!) güzelliğin ve Aşk’ın muhatabı. Ölmüşler de böyleydi, doğacak olanlar da böyle olacak!

Teknik açıdan toparlayacak olursak: Ortada benden ve doğadan bağımsız olarak var olan (oldurtulan?) bir güzellik var. Güzellik var olmak için ne bana ne de doğaya muhtaç! Bu güzelliğin var olması için ben bir talepte bulunmadım. Bunu yapacak gücüm ve iradem yok zaten. Demek ki bu bana bir başka yerden geliyor. Sadece benim dışımdan değil Kâinat’ın da dışında olan bir Kaynak’tan. Aksi takdirde meselâ gece gökyüzündeki yıldızları ya da galaksileri güzel bulmak imkânsız olurdu.

Neticede ben de bir yansıtıcıyım ama aynı zamanda bir görücüyüm. İçimde bir göz bir de ayna var. Güzellik adeta bir elektronik posta gibi bütün insanlığa gönderilmiş bir mesaja benziyor. İçimizde de bu mesajı okumak için gerekli teçhizat var: Doğa’yı ve/veya aklımızı bir ekran(/ayna) gibi kullanabiliriz, gözlerimiz ise okuyucu!

Ama okuyucuya engel olan bir duvar var: Faydacı ve hazcı bakış ile bu bakışı yorumlayan analitik zekâ. Güzellik matkabı ile zekâ duvarını delen herkes kendine gönderilen bu mesajı okuyabilir! İmamlara, rahiplere, tütsülere, kutsal(!) cisimlere gerek yokmuş! Bu kadar basitmiş meğer!

Hayret-Okul’da ne öğrendim?

A) Görmek yansımaktır

Gece yıldızlara bakarken gördüğüm gök kubbe’nin yarıçapının benim görüş menzilime eşit olması ne büyük raslantı(!)  Gökyüzü bir yarım küre gibi görünüyorsa bunun sebebi gökyüzü değil elbette, gözlerimin menzili. Yani gözlerimin bir görme sınırı oluşu. Yoksa gece gördüğüm uzay parçası ne küre ne piramit ne de bir başka şekilde değil. Yani görüLen şey görenden bağımsız değil. Gören ve görülen arasındaki bir ilişki söz konusu. Pasif ve objektif olarak etrafa BAKMAK değil yaptığım. Aktif ve subjektif olarak katıldığım bir eylem: görüş.

Doğanın güzelliği ve o güzelliğin Aşk ile olan ilişkisi de işte böyle kaynağı görünende olmayan bir şey. Bu yansımaları zaten “Doğanın güzel olMAyışı” isimli paragrafta anlatmıştık.

Peki bunları idrak etmenin bir birey olarak bana ve içinde yaşadığım insan topluluğuna ögretebileceği şeyler nelerdir?

B) Sanat kendini unutturabilirse güzeldir

Bir müzeyi gezerken çok beğendiğiniz bir tablonun önünde çakılıp kaldığınızı hayal edin. Ressam onu çizerken ne hissetiyse aynı şeyi hissediyorsunuz, bundan eminsiniz. Tabloyu değil anlatılanı “görüyorsunuz”. Ressamın hüznünü, sevincini hissetmeye başladınız. Adeta bu resmi yapan kişi oldunuz. Tam o sırada arkanızdan geçen biri şöyle haykırıyor: “Aa ne kolay resim, iki kırmızı sürmüş oraya, biraz mavi buraya. Ben bile yaparım!”. Ne oldu? O kişi sizin gördüklerinizi neden göremedi? Çünkü sanat=teknik yanılgısından çıktı yola. İşte bunun için botanist fotosentezi gördüğü müddetçe çiçeğin güzelliğini göremez. Sizi sergide duygulandıran o resimdeki güzelliği belki bir ressam ya da resim öğretmeni de göremeyecektir. Çünkü onlar da resim tekniğine, altın üçgen, üç leke vb estetizasyon kurallarına uyulup uyulmadığını göreceklerdir. Çerçevenin resime uyumuna, salonun aydınlatmasına, tablonun fiyatına bakacaklardır. Bir ressam meslekî bilgileriyle arasına mesafe koyamadığı müddetçe tablodaki güzelliği göremez. Yeniden çocuklaşmalı, hayretle tabloya bakabilmelidir.

Güzel bulduğumuz bir mehtabın birden bir sokak lambası olduğunu keşfedersek “tılsım” bozulur, hayret yerini tekniğe, açıklamaya, kavramlaştırmaya bırakır. Yansıma biter. Keyifle dinlediğimiz bülbül sesinin bir ses cihazından geldiğini keşfedersek yine yansıma bozulur.(9) Güzellik-Aşk tecrübesi yarıda kalır. Akıl değil zekâ girer devreye. (Satranç için kullanılan ikili kronometreyi hatırlayın.)

C) Güzellik-Aşk sayesinde Özgürlük keşfedilir

Öncelikle bu Güzellik-Aşk tecrübesi bize doğanın determinist yapısından kaçabileceğimizi ögretiyor. Yani “aynı sebepler aynı sonuçları doğurur” şeklinde özetleyebileceğimiz, bilimin belki de en temel ilkesi olan bu kural biz insanları kısmen bağlıyormuş, bunu keşif ve idrak ediyoruz. Güzellik-Aşk tecrübesi bize tek kelimeyle özgür olduğumuzu ögretiyor. İnsan denen varlık dağlardan, gezegenlerden, sinek ve fillerden farklı olarak ÖZGÜRDÜR. Evet, bedenini bağlayan doğa kuralları vardır. Yerçekimi, hastalıklar vs onun bedenini diğer varlıklar gibi bağlar. Ama bedeni dışında insanı insan yapan bazı şeyler vardır ki (Ruh? Akıl? Güzellik’i ve Aşk’ı yansıtma kapasitesi?) bunlar sayesinde insan özgürdür.

Özgür olmak demek seçebilmek ve elbette sorumlu olmak demektir. Bu özgürlük sayesinde insanın yaptığı işlerin “iyi” ya da “kötü” olarak nitelenmesi mümkündür. İnsanın yaptığı işlerden etkilenen varlıklara karşı sorumlu olabileceği ihtimali de bu özgürlük sayesinde gerçeklik kazanır. Potansiyel olarak dağlar, denizler, hayvanlar, bitkiler, diğer insanlar ve her bir insanın kendi bedeni hatta organları birer “hak sahibi” durumuna geçer. “Masum” bir kuzuyu parçalayan “hain” kurt gerçekte masumdur. O kuzu kurdun gözünde bir et parçasıdır. Kurt doğası gereği nefsinin esiridir. Ama tecavüz ettiği kadını et parçası olarak gören insan suçludur. YapMAma özgürlüğü verilmiştir kendisine. Komşusu açken tok yatabilen, silah satıp kâr eden ya da doğayı kirleten insan da masum değildir.

D) Güzellik-Aşk sayesinde Akıl keşfedilir

Doğanın determinizminden kaçabilen, özgür olduğunu idrak eden insan, zekâsının dışında bir başka zihin işlevi olduğunu da idrak eder, bu akıldır. Zekâ ve Akıl aynı şey değildir. Zekâ kavramlaştıran, problem çözendir. Akıl ise iyi-kötü ayrımı yapabilen, zahir ile batını sorgulayabilendir. Meselâ nükleer enerjiyi keşfeden zekâdır ama bununla atom bombası yapmanın “kötü” olduğunu söyleyen akıldır. Zekâ ölmemek için gayret gösterirken akıl ölümden sonrasını hazırlamak ister.

İşte doğadan bize yansıyan güzellik insana hayatta kalma, yeme içme, öldürme gibi dürtülerin dışında, üzerinde “şerefli” bir varlık olduğumuzu idrak ettiriyor kanaatimce.

E) Ölüm yoktur, ölümler vardır

Doğal güzelliğin öğretici etkisinin tavan yaptığı bazen doğanın bedenimiz için tehlike arz ettiği zamanlar. Neden? Yargı yetisinin eleştirisi adlı eserinde Kant’ın isabetle teşhis ettiği gibi kayalık kıyılara vuran dev dalgalar bizi adeta büyüler. Doğanın yıkıcı gücü bizi bir yandan korkuturken diğer yandan da “çeker”. Kendi hayatımız doğrudan tehdit altında değilken doğal kaynaklı “şiddetin” seyri bize “güzel” gelir. Bunun sebebi ise bu şiddetin hayatta kalma kuvvetimizi bir anda sıfırlamasıdır. Doğanın Mutlak(!) gücü beniğimizi öldürdüğünde (ya da bayılttığında?) dipdiri bir başka BEN keşfederiz. Doğanın gücü asla bu iç-ben’i öldürmeye yetmeyecektir. Bu şekilde yüce(!) dağlar, yüce(!) dalgalar yansıma yoluyla bize içimizdeki bir yüceliği(?) işaret eder. Bir başka deyişle iş, güç, sağlık, kredi kartı borçlarıyla meşgul olan benlik sahneden çekilir, geriye ölümsüz(?) ve yüce(?) bir benlik kalır. Bu keşif, bu idrak bize şunları söyletir:

  • İçimizdeki bir Varlık’a ve onun Hakikat’ine kıyasla bütün doğanın gücü, depremi, fırtınası… bir hayalden ibarettir,
  • İnsan ölüm korkusunu, biyolojik yok olma tehdidini aşabilecek kadar özgür ve güçlüdür,
  • Doğanın yıkıcı gücü insanın faydacı, bilimci, zekâcı benliğinden yani nefsinden kopabilmesini sağlayacak bir baltadır, insanı ortadan ikiye böler.

Hayret-Okul’un insan ve insanlık için sonuçları

 Güzellik-Aşk tecrübesinin kulluk mertebesindeki sıradan insanlara verilmiş bir ilâhî armağan olduğunu düşünüyorum. Yani inanmak için mucizeye ihtiyaç duymayanlara, iman ettikten sonra “verilen” bir mucize-hediye bu kanaatimce. Kulun ne kadar çok sevildiğini idrak için bir işaret. Ve tabi diğer “insan kardeşlerinin” de aynı biçimde sevildiğini…

Kimbilir peygamberlere, velilere verilen hediyeler ne kadar daha güzeldir. Öldükten sonraki hayatın güzelliği hakkında bir ipucu beklide bütün bunlar?

Yazının başında aktardığım tecrübelerin imanımı güçlendirdiğini ya da beni daha iyi bir insan yaptığını söyleyemem. Ancak ardından başlayan sorgulama ve arayışların ve bulduğum cevapların benliğimde köklü etkileri oldu. Kendi gözümde yaşamımın kıymeti arttı ve bu kıymet bütün insanlığa yayıldı zihnimde. Kur’an ve Sünnet sayesinde kelime olarak öğrendiğim ve zaten aklıma yatmış olan Hakikat’in yaşandığı zaman apayrı bir lezzeti olabilceğini keşfettim. Ölüm’e karşı duyduğum merak ve sevgi arttı. Ölüm’ü Hayat’ın tersi ya da tamamlayıcısı değil başlı başına bir hediye gibi görmemi sağladı bütün bu anlattıklarım.

İnsanlığa bakışım da değişti. İçinde yaşadığımız dünyanın bencillikleri, zulümü, savaşları bize adil bir dünyanın ve kalıcı bir barışının mümkün olmadığı yönünde telkinde bulunuyor. Oysa Güzellik-Aşk tecrübesi bunun tam tersinin ispatı, aklın zekâ üzerine Mutlak ve aşıNmaz zaferi kanaatimce. Zira doğmuş ve doğacak her bir insan kalbinde bütün Kâinat’ın Güzellik’ini ve Aşk’ını taşıyor. Bu Hazine’nin geçici olarak maskelenmiş olması bunun hep böyle süreceği anlamına gelmez elbette.

Güzellik-Aşk tecrübesi kısaca insan ve insanlık için karamsarlığın imkânsız hatta saçma oluşunun ispatı.

 Sonsöz:

2 saatlik beraberliğimizin sonuna geliyoruz. Dipnot, kaynaklar ve düşünürler hakkındaki izlenimlerim için de makalenin kendisi kadar özen gösterdim. Umarım meraklı dostlara faydası olur.

Bu yazı bir içe bakış sürecinin seyir defteridir. Anlatılanlar, yaşananlar ve bunların yorumlanması kişiseldir. Adı geçen alimlerin, kitapların tek/mutlak yorumu gibi görülmemelidir. Eğer okuyucuda bunları inceleme ve tefekkür isteği uyandıysa yazı maksadına ulaşmıştır. Kur’an ve Sünnet ile çelişkili gibi görünen fikirler varsa akıl sahibi okuyucu neyi esas alacağını zaten bilir. Zahiri çelişkiler itiraz değil anla(ta)MAyış olarak değerlendirilirse daha hayırlı olur.

Gazali Hazretleri’nin Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği)‘nin sonunda okuyucusuna dediği gibi:

“…Ricam şu ki kalemin haddini aştığı yahut ayağın kaydığı hususlardan dolayı ALLAH TEÂLÂ’dan benim için af dileyesin. Nitekim ilâhî esrarın derinliklerine dalmak tehlikeli, perdeler ardından ilâhî nurları keşfe çalışmak gayet güçtür. Vesselam.”

Tavsiye okuma

Notlar

 (1) Güzellik sarhoşluğu ve uyuşturucu bağımlılığı meselesi: Yobaz bilimcilik ile göbek bağını kesebilmiş akıl sahibi okuyucu bu noktayı yadırgayabilir. Yani güzelliğe odaklanarak başlayan bu “garip” tecrübeyi şamanlar, büyücüler ve LSD gibi uyuşturucu bağımlıları ile ilişkilendirmeme şaşırabilir, hakkıdır.

Ancak güzelliklere odaklanmak, dua etmek ve meditasyon yapmak insan bedeninde ve beyinde biyokimyasal değişimlere yol açıyor, bu bir gerçek, daha doğrusu Gerçek’in bir parçası. Tabi burada büyük bir tuzak bekliyor mühendisi: Bütün = Parça + Parça +… şeklindeki yanılgıya düşmek, parçalara bakarken İşlev’i, Oluş’u, Oluşturuluş’u ve daha nicesini kaybetmek: Aşık olduğum kadına bakarken kalbim hızlı atıyor, 4 kahve içince kalbim hızlı atıyor, koşunca kalbim hızlı atıyor. Demek ki aşk = Hızlı kalp atışı = Kahve = Koşmak…(!) bilim yobazına ve materyaliste “kardeşim, çıkar artık o at gözlüğünü” dememizin sebebi tam da bu düşünme(!) şekli zaten.

Ama yobaz bilimciye tepki olarak bilimi tamamen reddetmenin de akıl sahibi okuyucuya yakışmayacak, dar gelecek bir elbise olduğu aşikâr. İnsanlık 18 ve 19cu yüzyıllarda din ile bilimi birbirinden ayırarak hem bu ikisine hem de kendine büyük zarar verdi. Adına ironik bir şekilde “ilerleme” adını verdiğimiz büyük felaket bunun sonucudur. Bu çukurun dibine doğru “ilerleyişimiz” ise ancak dindar bilim adamları ve bilime dost din adamlarının gericiliği sayesinde durdurulabilir.

Bu dipnotun odaklandığı konuya dönecek olursak onyıllardır bazı bilim adamları dinsel(?) ve mistik(?) tecrübeleri “ölçülebilir” biçimde ifade etmeye çalışıyorlar. Çıkış noktalarını hatalı buluyorum. Zira iman gibi, aşk gibi bir şeyi “ölçme” çabası başlı başına hastalıklı bir duruş. Ama Hindistan’ı ararken Amerika’yı bulan(!) Kristof Kolomb gibi bu adamcağızlar da bilmeden Gerçek’e dair bazı parçacıklara dikkat çekiyorlar. Özellikle elektroansefalogram ile yapılan bazı gözlemler, beynin gama dalgalarındaki değişimler, andorfin, seratonin seviyesindeki oynamalar hadisenin biyokimyasal bir boyutunun da olabileceğini gösteriyor. Okuyucu bu saptamalarda dinin rasyonalizasyonu gibi çaba görmeyecektir diye umud ediyorum. Üst alemlerdeki varlıkların alt alemlerde yansıması olabilmesi bana sadece “normal” geliyor. Riskler bu normali anlamakta değil bu ölçümlerin ve kimyasalların fetişizmini yapmakta bulunuyor.

Müslüman açısından dikkat edilecek husus ise hiç bir tecrübenin, düşünce ve varsayımın insanı ALLAH’tan uzaklaştırmamasi gerektiği. Bu bağlamda Karl Marx’ın da istemeden Kristof Kolomb durumuna düşüşünün altını çizelim: Evet, din de bir afyon olabilir tıpkı mistik(!) tecrübeler gibi. İnsan ALLAH’ı unutacak kadar dine ve/veya mistik tecrübelere bağlanabilir. Din Marx’ın iddia ettiği gibi egemen sınıfların elinde bir afyon değil ama nefsin elinde güçlü bir silah olabilir mü’mine karşı. Bu elbette apayrı bir yazının konusu.

(2) Hayatın değerinin idraki meselesi: Bu tür tecrübelerin ardından depresyon hastalarında intihar oranının azaldığına işaret eden raporlar ve makalelere rastladım. Bir başka dikkat çekici nokta ise bir şehirdeki yeşil alanların çokluğu ile adi suçların azalması arasındaki sıkı ilişki. (Abraham Maslow ve Boris Cyrulnik kitap ve makalelerinde çok sayıda örnek vermişler). İnsanı insan yapan manevî değerlerin ve olguların faydacı-bilimci bir gözle indirgenmesine, küçültülmesine, aletleştirilmesine karşıyım. Ama Mesnevî’den beyitler alıp kişisel gelişim seminerlerinde kullanarak dibi bulan bu indirgeme çabasına duyduğumuz tepkinin bazı gerçekleri maskelemesini istemem: Fahişelik, şehitlik ve özgürlük, Kötü insan nasıl üretilir? , Cezaevleri okul olsun , PKK’lıları affetmek gibi yazılarda anlatmaya çalıştığım gibi bu manevî olgular aletleştirilmeden de “kullanılabilir”. İnsanları barış içinde yaşatmayı amaçlayan çabalar önce insanın ne olduğunu çözmelidir. Aksi takdirde Homo Economicus’tan öteye gidemez insanlık ve bugünkü mağara adamı vahşiliğini hiçbir zaman aşamaz. Bu sebeple eğitim, adalet sistemi, polis ve iç güvenlik, uluslararası barış çabaları insanlığın manevî birikiminden istifade etmelidir. Yoksa goriller ve şempanzeler için dikilmiş elbiselerle yaşamaya devam edeceğiz.

(3) hayvanî-gözler meselesi: Bu noktada “hayvanî” diyerek birinci tipi kötülediğim anlaşılmasın. Eğer onları sürekli kapatmış olsak açlıktan ölebiliriz ya da karşıdan karşıya geçerken ezilebiliriz! Zira hayvanî-gözler bizi biyolojik-hayatta tutan organlarımız.

Bir şeye hangi gözle baktığımızı bilmek için o bakışın bize getirisine bakabiliriz: Eğer haz getiriyorsa yani kısa süreli bir tatmin ve ardından yeniden başlama isteği, hayvanî-gözler söz konusu demektir. Mutluluk ile tatmin aynı şey değildir. “İnsan maymunlaşabilir mi ?” isimli makalede bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi bulunabilir.

Her şeye, her insana, her soruna ve çözüme hayvanî-gözler ile baktığımızda hayvan gibi yaşamaktan başka bir yol kalmıyor. Hayvanların tabi olduğu determinizme de tabi oluyoruz ve bu işin sonu yok:

Karnın aç, ye,

Paran yok, çal,

Cinsel ihtiyacın var, tecavüz et…

(4) Balık meselesi: Immanuel Kant, Saf aklın eleştirisi adlı nefis eserdeki güvercin örneğinden uyarlama.

(5a) Güzellik, estetik ve anlam meselesi: Kimi düşünürler güzelliğin kavramsallaştırılabileceğini ve objektif biçimde adeta “ölçülebileceğini” savunmuşlardır ama Kant ve Bergson’un güzellik anlayışlarındaki ortak payda daha tutarlı geliyor bana. Ölçülebilir/saptanabilir bir güzellik daha çok estetizasyon olarak adlandırılmalı diye düşünüyorum. Bu konudaki görüşlerimi ayrıntılı bir biçimde ve görsel örneklerle Ayıp sanat olur mu? isimli yazının “Nötr bir güç olarak sanat” paragrafında izah etmiştim.

(5b) Paragrafın devamı: “…Çünkü akıl ALLAH’ın nurunun bir misalidir. Misaller de ayniyet zirvesine tırmanamasalar bile benzememekten tamamen uzak değildirler. Bu belki senin “ALLAH Âdem’i kendi sureti üzre yarattı” hadisini anlamanı kolaylaştırır…”

(5c) Formülleri New Scientist dergisinden aldım.

(6a) Açıklanan fıkra ve çömlekçi meselesi: Henri Bergson’dan aldım. Kendisi bu konuda “l’absolut c’est l’experience” yani “mutlak [olan] tecrübedir” demiş. Bu düşünürün kaynaklar kısmında önerdiğimiz eserlerinde lezzetli okumalar yapmak mümkün.

(6b) Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği)‘da bir Türk kavminden bahsedilir: [sf 120]

“[…] Bunların dini ve şeriatı yoktur. Bunlar bir Rableri olduğuna, O’nun herşeyden güzel olduğuna inanırlar. Çok güzel bir insan, ağaç ya da at gördükleri zaman ona secde eder ve ‘bu bizim Rabbimizdir’ derler. Bunlar duyuların karanlığıyla bulunan Cemâl nûruyla perdelenmiştir. Bunlar putperestlere nazaran nûr tasavvuruna daha yakındırlar. Çünkü belirli bir varlığa değil Mutlak Cemâl’e tapmakta, bu cemâli herhangi bri nesne ile sınırlandırmamaktadırlar. Sonra kendi elleriyle yaptıkları değil tabiatta bulunan Cemâl’e tapmaktadırlar.[…]”

(7) İskoçyalı kibar buldozer meselesi: David Hume‘un güzellik, estetik ve sanat konulu sorgulamaları çelişik fikirler içeriyor kanımca. Bazen dogmalaşan bir şüphecilik bazen de estetik ile güzelliği bir tutan, tektipleştirici bir standart/kural arayışı seziyorum. Hume’a alternatif olarak güzellik konusunda Kant ve Bergson’u daha tutarlı buluyorum. Mevlana Hazretlerindeki manevî boyutu hiç göremesem de bu iki düşünürü birleştirebilecek bir ortak payda oldukça kullanışlı bir başlangıç noktası olabilir. Özellikle pozitivizmin karanlık çölünde açan çiçekler için.

(8) Olanlar ve görünenler meselesi: insanlığın felsefe ve inanç mirası Eflatun’dan Budizm’e, Hinduizm’den İslâm’a kadar izini kolayca sürebileceğimiz bir ikilik(dualite) içeriyor. Binlerce yıldır kavranışında evrilen ama ikiye bölünmüşlüğünü muhafaza eden bir öge bu. Hakikaten olanlar ile görünenler, Mutlak Hakikat ile bu Hakikat’in yeryüzündeki aldatıcı gölgeleri…

Bu yazıda anlattıklarım elbette zihni modernist ortamda şekillenmiş kimi dostları rahatsız edecektir. Kant’ın numen-fenomen ayrımı, Bergson’daki intuition (=sezgi), Tasavvuf’taki perdeler, aynalar, gölge tiyatroları onları bıktıracaktır.

Ne var ki kendi düşüncelerine bilimci, pozitivist, akılcı, materyalist… gibi sıfatları layık görenlerin bilmeleri gereken “acı” bir gerçek var: Olan-Görünen ayrımını ortadan kaldırdığınızda ikilik silinmeyecek, sadece yer değiştirecek: Sonlu ve sonsuz. Yani sonsuz olan şeyleri sonlu şeylerin içinde varsaymanız ve her bir bireyin kendi kendine sonsuzluğa erişme kapasitesi olduğu yönünde yeni bir felsefî bir sistem kurmanız gerekecek. “Tanrı’yı devre dışı bırakalım” derken her bir varlığa, dağlara, taşlara, sineklere tanrılık bahşetmek noktasına gelmeye bir adım kalıyor sadece. Materyalist bir animizm!

Bazen Müslümanların içinden de bu ikiliğe karşı çıkanlar oluyor. Hatta bu insanların bir kısmı Tasavvuf’un Hint felsefesinin Anadolu’daki yansıması ya da Moğol saldırılarına karşı direnmek için veya İslâm’ı yaymak için uydurulmuş bir doktrin olduğunu iddia edecek kadar ileri gidiyorlar. Hatta bazı din kardeşlerimizin İslâm büyüklerini birbiriyle karşılaştırmaya gidecek kadar dalalet içinde olduklarına bile tanık oluyoruz. Sanki “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır” diyen Peygamberimizin (SAV) ümmeti değil konuşan. “Ölmeden önce ölünüz” ne demektir? “Nefsini bilen Rabbini bilir” ne demektir? Akıl sahibi her Müslüman için bunlar yeterli işaretler değil midir? Biz bu konuda son sözü Gazâlî Hazretleri‘ne bırakalım:

 “Ateşin yanında bulunan ısınır, haberini işiten değil* […] Artık kimin idraki bunu anlamaya kâfi değilse ilmin bu çeşidini terk etsin. Nitekim her ilmin kendine mahsus adamları vardır ve her şey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.” (*: Neml suresi 7ci ayete telmih)

 (9) Bülbül ve sokak lambası örneklerini Immanuel Kant’ın Yargı yetisinin eleştirisi adlı eserinden uyarladım.

Meraklı okurlara faydası olabilecek çağrışım kaynakları:

Mesnevî, Mevlânâ Hazretleri (Özellikle burada bağlantısını verdiğim Şefik Can tercümesi hem çok anlaşılır bir dille yazılmış hem de dipnotlar ile zenginleştirilmiş. Hangi beyitin hangi ayete işaret ettiğine dair faydalı açıklamalar var. Dipnotlarla ilgili tek sorun Şefik Can’ın yer yer eklediği kişisel -bazen siyasî- görüşleri, okuyucu bunlardan istifade ederken temkini elden bırakmasa iyi olur.)

Mevlânâ kaşıkları, tabak ve tişörtleri yetmiyormuş gibi bugün malesef kişisel gelişim seminerlerinde bu eserden beyitler okunuyor, düğünlerde ve moda defilelerinde Semâ(!) gösterileri yapılıyor. Mevlânâ Hazretleri’nin okyanus gibi mirası “herkes birbirini severse mesele kalmaz” gibi bir slogana indirgeniyor! Hatta kozmik kardeşlik gibi uçuk kaçık din mucidleri(!) bile türedi bu eser etrafında.

Sadece Mevlevîlerin değil bütün Müslümanların bu mirasa sahip çıkmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu ise kanunlar, yasaklamalar ya da yaptırımlarla değil eseri okumak ve tefekkür ile olabilecek bir şey.

Mevlânâ Hazretleri eserin önsözünde şunları söylemiş:

“[…] Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgâh olmak, akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. […] Kur’ân’ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir. Gönülleri temiz insanlardan, hakîkati sevenlerden başkalarının Mesnevî’ye dokunmalarına müsâade yoktur.[…]”

 Mesnevî’yi övmek için ne sayfalar ne de kitaplar yeter. Bu eser bir okyanusa benziyor, kıyısına her gittiğinizde yeni zenginlikler keşfediyorsunuz. Bu eseri okuyup anlamaya başlayan bir insan Kur’an’ı, hayatı, insanı ve kendini daha iyi tanımaya başlıyor. Kur’an’daki ayetlerin her birinin ardında ne büyük sırlar saklı olduğunu keşfettiren, insanı ALLAH’a yaklaştıran muhteşem bir eser Mesnevî. Henüz başlamamış olanlar için makalemizin de konusuyla alakalı olacak kısa bir alıntıyla yetinmek istiyorum:

Kesret(=çokluk)teki vahdet(=birlik)i görmeye gayret et.

3080

• Görünüşte kemend iki kattır. Ama yaptığı iş tektir.

• Ayaklar, ister iki ister dört olsun, bir yolda yürürler; iki ağızlı makasın da kesmesi birdir.

• Bez yıkayan şu iki arkadaşa bak, her ikisinin de yaptıkları iş, görünüşte birbirine aykırıdır.

• Biri bezi suya vurur, öteki alır kurutur.

• Öteki, yine kuru bezi ıslatır; böylelikle sanki, onlar birbirine zıt, birbirlerine aykırı hareket ederler.

3085

 • Fakat birbirine aykırı görünen, zıt düşen bu işleri yapan bu iki kişinin gönlü birdir. Onlar bir işi yapmaya koyulmuşlardır, onlar birbirlerinden râzıdırlar.

• Her peygamberin, her velînin ayrı bir mesleği, ayrı bir meşrebi vardır. Ayrı bir yolu, yordamı vardır. Fakat hepsi de kendilerine gönül verenleri HAKK’a götürdükleri için, hepsi de bir yolda, hepsi de HAKK yolundadır.

 Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği), Gazâlî Hazretleri (Bağlantısını verdiğim incecik, 126 sayfalık bir kitap ve iki diğer eseri yani Eyyühe’l-veled ve Ledünnî ilim‘i kapsayan çok kaliteli bir çeviri. Mümkünse buradan her üç eseri de okuyun derim.

Dikkat: Bu büyük alîmin bizden yaklaşık bin yıl önce yaşamış olduğunu unutmayın. Eserlerini okurken yaşadığı dönemde ve coğrafyada bazı kelimelerin günümüzdeki anlamlarından farklı kullanıldığına tanık olacaksınız. Nefs ve ruh kademelerine göre çok detaylandırılıyor ve bazı kademelerde bu kelimeler (Türkiye Türkçesine göre) birbirinin yerine kullanılıyor. Bir başka örnek “zevk” kelimesi. Haz ya da tatmin değil bir hâli bizzat yaşayarak öğrenmek kasdediliyor. “ilim imanın, zevk de ilimin üzerindedir… Ehl-i zevkten olmaya gayret et” sözlerinde olduğu gibi.

Gazâlî Hazretleri’nin müthiş öğreTme kabiliyeti sayesinde kitabın sayfaları kendi kendini çeviriyor, karmaşık kavramlar domino taşları gibi birbirini deviriyor. Bu büyük alimi öğrencilerini çok seven ve onlardan daha fazla çalışarak ilmini aktarmaya çalışan bir öğretmen olarak hayal ediyorum. Gazâlî Hazretleri’nin “pedagojik sırrı” çözülebilirse, okullarda geçirdiğimiz süre çok ama çok azaltılabilir.

Yeri gelmişken bir önemli noktaya dikkat çekelim: Gazâlî Hazretleri‘nin felsefe düşmanı olduğu yolunda yaygın bir kanı var. Gerçekte bu büyük alim kibirli ve söz dalaşında üstün gelmekten başka bir gayesi olmayan insanlara “filozof” demekte, Hakikat’i arayan Aristoteles gibi “devasa isimler” ile bu yarı aydınları birbirinden ayırmakta. Meselâ Tehâfutu’l-Felâsife adlı kitabının girişinde şöyle demiş:

 “… zekâ ve anlayış olarak kendilerini diğerlerinden üstün gören, seçkin olduklarına inanan bir grup gördüm. Onların küfürlerinin yegâne kaynağı Sokrat, Hipokrat, Eflatun ve Aristoteles gibi devasa isimleri işitmeleri […] ve onların matematik, mantık, tabiat ve ilâhi bilimlerdeki titizliklerini yöntemlerinin güzelliğini, akıllarının niteliğini ve bu tür gizli hususları ortaya çıkarmadaki yüksek zekâlarını abartmaları ve sapıtmaları…”

 Özetle Gazâlî Hazretleri‘nin kaleminde “filozof” kibirli, laf ebesi, yarı cahil kimsedir. Yine kendisinin verdiği ölçütlerde Hakikat arayıcısı kimin ağzından çıkarsa çıksın Hakikat’i duyunca söyleyene saygı ve minnet duyar. Üstün gelme gayreti içinde olmaz.

İkinci olarak onun gözünde iman ve bilim çatışmaz, tam tersidir. “Filozof” olmakla suçladığı grup ise insanların akıl sayesinde dine, imana hatta ALLAH’a ihtiyaç olmadığını savunmuş. Akıla tapmanın yanlışlığını anlatırken Gazâlî Hazretleri (1058-1111) adeta 18, 19 ve 20 yüzyılın pozitivist dünyasına bir alarm sinyali gönderecek tarzda yazıyor. Vicdansız, dinsiz bir bilim ve teknolojinin sadece yıkıcı olabileceğini, insanların hayvanlaşacağını görmüş olduğu ve bundan tiksindiği yazdıklarından anlaşılıyor.

Bu “sapıklığın” etkisini ancak çok geç olduktan sonra anlayan insanlık şimdi Birinci ve ikinci dünya savaşlarını ve soykırımlarını sorguluyor. Anna Arendth, Abraham Maslow, Boris Cyrulnik ve Eric Fromm gibi 20 ve 21ci yüzyıl düşünürlerin eserlerinde çok isabetli analizler bulabilirsiniz bu vicdan ve dünya işlerinin ayrılması konusunda.

19cu yy düşünürü Henri Bergson da yaşadığı dönemin yobaz bilimci modasından kendini kurtarabilmiştir büyük ölçüde. Tatmin ve haz ile mutluluk arasında çok büyük ayrım olduğunu savunur. Birincisi yani tatmin tenseldir, et ve kemiktir. İkincisi yani mutluluk ilâhîdir. Sonsuzdur. Topluma beğendirilmeye muhtaç değildir. Bergson’a göre maneviyattan yoksun, hazza yönelik bir yaşam bireylere mutsuzluk, insanlığa ise ancak felaket getirebilir.

Makasıd El-Felasife, Gazâlî Hazretleri (Yine çok kaliteli bir çeviri. Kitabın tamamı çok ilginç olmakla beraber konumuzla doğrudan ilgili kısım Tabiat Bilimleri bölümünün beşinci makalesi: “Faal akıldan nefislere verilenler”, sayfa 293-305)

Bu eser aslında Tehâfutu’l-Felâsife isimli çalışmasına giriş mahiyetinde. Gazâlî Hazretleri(mealen) “eğer doğrudan felsefeyi ve filozofları eleştirmeye kalkarsam benim felsefeyi anlamadığımı iddia edebilirler” diyerek önce mantık, ardından da felsefe konusundaki bilgilerini bu kitapta sunuyor. Bu kitap bir çok bakımdan ilginç. Zira o dönemde Müslüman alimlerin Grek felsefesine duydukları saygıyı görüyorsunuz. Aynı zamanda onların fikirlerine yöneltilen eleştiriler, çelişik bulunan fikirler, yöntemler de anlatılmış.

Gazâlî Hazretleri’nin bilimi, metafiziği, imanı, şeriatı birbirlerine göre konumlandırdığı, her birinin meşru ve gayrımeşru alanları oluşunu irdelediği eserleri dikkat çekici bir sistem kurma projesi adeta. Felsefenin felsefesini yaptığı, zekânın, aklın sınırlarını sorguladığı çalışmaları Immanuel Kant’ın asırlar sonra Saf aklın Eleştirisi ile giriştiği sistem projesini hatırlatıyor. Kant da kendi döneminde verimsizleşen metafizik tartışmalara tepki veriyor, insan aklının sınırsız bir güç olmadığını savunan denemeler yazıyordu.

İslâm dışı kaynaklardan istifade etmek hakkında bir kaç not:

Dini, asrı ve coğrafyası ne olursa olsun bütün alim ve düşünürlerin mirasçısı kabul ediyorum kendimi. Bir konuda inançlarıma, ilkelerime çok ters düşen bir isim bir başka konuda bana yardımcı olabiliyor. İslâm alimleriyle aynı inançları paylaşmak bir Budist yada Katolik rahipten istifade etmeye engel değil gözümde. Bunun yanında Kant ya da Bergson gibi zamanımıza yakın yaşamış, endüstrileşmeyi görmüş bir düşünür bazı konularda benim hayatıma daha iyi tekabül eden sorular sorabiliyor. Arendth ya da Fromm gibi bazı acıları yaşamış Yahudi düşünürlerin despotizm, ulus-devlet, akla tapma gibi konulardaki sorgulamaları 21ci yüzyılın Türkiye’sine ve dünyasına daha iyi hitab edebiliyor. Kaldı ki soruların batıdan gelmesi cevapların doğudan ve 8 asır önceden verilmesine engel değil. Felsefe tarihini düz bir yolda ilerleyiş olarak görmüyorum. Keşif ve hayretin hiç bitmeyeceği bir arayış bu benim için.

Bu yazıyı hazırlarken aşağıdaki eserlerden de çok istifade ettim.  Fransızca baskıları var elimde. Türkçe çevirilerin kalitesine kefil olamayacağım. Ama yeni başlayacak dalgıçlara bir iki dost önerisi vermek isterim:

Bergson stilinin güzelliği sayesinde çok keyifle okunabiliyor ama yine aynı güzellik yüzünden insanın dikkatini dağıtıyor, bazı TEMEL kavramlar kolaylıkla gözden kaçabiliyor. Hume-Kant-Bergson şeklindeki sorgu-yanıt zinciri zihinde tutulursa bu büyük düşünürün fikirlerinden istifade etme imkânı daha da fazla olabilir.

Kant kapısı ve penceresi olmayan betonarme bir bina gibi. Elinize kazma, kürek, darbeli matkap ne varsa alın da gelin. Kant’ı çözebilmek için fihrist tarzı ufak bir defter tutabilirsiniz. Kantça-insanca bir sözlük yazmanız gerekiyor kendiniz için. Kelimeleri o çağdaki anlamlarında değil etimolojik kökenlerine göre kullanıyor. Meselâ kritik dediği şey eleştiri değil varoluş koşullarını ve ilkelerini anlama çabası. Amacı eleştirmek değil arkeoloji yapmak. Bu sebeple çevirmenler Kant’ın üç büyük eserini “…-nin eleştirisi” diye degil de sırasıyla “akıl nedir? ahlâk nedir? Güzellik nedir?” şeklinde çevirselerdi Türkçe okuyacak olanlara büyük iyilik yapmış olurlardı. Kant’ın çıkış noktası hiç de hafife alınmaması gereken şu üç soruyla özetlenebilir:

  • Neyi bilebilirim?
  • Neyi yapmalıyım?
  • Neyi umud edebilirim? (=? hangi umuda müsade var?)

Bir başka zorluk ise her üç eleştirisinde ortak ve çok soyut kavramlar bulunması. Her üç Kritik’i birden (paralel olarak) okuyan birinin anlayabileceği bazı şeyler var ki bunları tek tek okuyanların anladıklarının toplamından fazla. Meselâ “mutlak kötü” ve “köksel kötü” kavramları üzerine yazdığı denemelerden kötünün bir insan özelliği olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Kötü iyiye bir direniş, bir atalet, iyinin eksikliği gibi sunuluyor. Bu vizyon elinizde olmadan Pratik Aklın Eleştirisi‘ni anlamak zorlaşabilir.

Kant yıllar boyunca aynı “proje” için ter dökmüş, tutarlılık kaygısı onu örneklerden ve genellemelerden alı koymuş. Bunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir.

Ek olarak döneme egemen olan fikrî zemini, Protestan yaşam tarzını, Hume’un sorgulamalarını, Fransız ihtilâli’nin sonuçlarını, endüstri devrimini göz önünde bulundurarak okunması gerekiyor Kant’a ait eserlerin. Ama sonunda uğraştığınıza değiyor. Batı felsefesinin bu somurtkan muhtarını konuşturabilirseniz diğer batılı filozofları özellikle de o dönemi çözmeniz kolaylaşıyor.

Sartre belki en fazla öğretme çabası gösteren düşünür bu listedekilerin içinde. En azından Varlık ve Hiçlik’in kayalardan süzülüp gelen billur bir su gibi içildiğini teslim etmek gerek. Yine de ontoloji konusuna aşina olmayan insanlara zor gelebilir bu kitaptaki fikirler.

Nietzsche ile ilgili temel zorluk kanımca simgeler ve tıpkı Bergson gibi çok güzel yazması. İnsan “aa ne güzel!” diye diye bir şey anlamadan sayfalar geçebilir. Oysa satır aralarına saklı simgeler taşıyor metinlerin gerçek anlamını. Mesnevî’deki sembollere bu düşünürün eserlerinde rastlamak oldukça ilginç: Işığa yaklaştıkça, kanatları yandıkça ışıktan bir parça olan pervane, karanlık ya da ışığın değil ikisinin (zıtlıkların) bir (şafak vakti, akşam üzeri) bazı şeyleri görmeyi kolaylaştırması gibi. Çağdaş yorumcuların bir kısmının Ortaçağ semboliğine dayanarak pervane örneğini kibir olarak yorumladıklarını gördüm ki bu tür yorumların hatalı olduğunu düşünüyorum.

Trackback URL

  1. 21 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: Eyl 29, 2009 | Reply

    mehmet eline sağlık çok kapsamlı ve çok güzel br yazı olmuş. eleştirecek birşey bulamıyor insan kant haricinde:)) gerçekten çok güzel. özellikle giriş kısmındaki tecrübenin dile getirilişi. sartre’nin bulantı’sında roquentin’in deneyimine benziyor. demek ki senin dediğin gibi Allah insana varlığını hissettirmek için zaman zaman böyle “kişisel mucizeler” takdir ediyor. zaman zaman dönüp okuyacağım kadar güzel bir yazı olmuş. tekrar gönlüne, aklına sağlık.

  3. Yazan:arif Tarih: Eyl 29, 2009 | Reply

    Mehmet bey, çok özel bir deneme olmuş. Bunu paylaştığınız içinde ayrıca teşekkürler. Hz. Ali aklın bize Rububiyeti idrak için değil, layıkıyla kulluk edebilmek için verildiğini söylüyor. Yaratıştaki inceliği sezdikçe, hayret ve Hayranlık, mükemmel tasarımın Sahibine saygıyı, aşka çeviriyor. Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği istedim Kudsi Hadisinin ortaya serdiği gibi, bilinmekliğin zemini insanın bu seviyede, Muradı İlahi ile tanışıklığını, hiç değilse kalben seziş zevkini tatması ve bunu yansıtıp paylaşması çok güzel. İlahilerin sonunda, çeşitli sözler söylenir, Tabibel Kulub, Sahibel Meydan vs. Ehli dilin medet ya diye seslendiği bu muhteşem varlığın, bizlere ihtiyacı yok elbette, kibir ve küstahlık değil ama, Bu bendeki aşk olmasa diye Aşık Veyselin dile getirdiği yaklaşımındaki, Ben’i biraz geniş tutar ve tüm insanlar için Ben olarak kavrarsak, hemen bir muzip gülümseyiş yapışıyor dudağımızın kenarına. Şimdi bu düzeyde kavrayışlar, elbette yansıtıcı olarak insanda açığa çıkan tecellilere daha bir anlayışlı bakışı gerektiriyor. İnsanların sorumluluğu düşüyor mu denmiş oluyor böyle bir yaklaşımın dillendirilmesiyle. İşte insanın sınırlarının başladığı nokta burası, akıl buradan sonrasına yol bulamıyor. Malum akıl dışı olanın konuşulmasınında kimseye faydası olmaz. Sonuçta bu bir çarkı felektir ve er yada geç her taneyi öğütür. Baki kalanın manayı mücerrette başka bir maceraya yol alacağı ise, her ehli İmanın yakin olarak bildiği bir konudur. Aşk olsun…

  4. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eyl 29, 2009 | Reply

    Enver Kardesim,

    Kant amcamla aranizin çok iyi olmadigini biliyorum 🙂 ama ne yapayim? Ben sevdim bu adami, entelektüel dürüstlügünü sevdim en çok.

    Levent Bey,

    Ask olsun demissiniz ya, wallahi ask olsun. ALLAH ögretiyor kuluna ya bin kere hamdolsun 🙂

    MY

  5. Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Eyl 30, 2009 | Reply

    Selamlar

    Gerçekten çok fazla konuya değinebilen ve bizlere “insan kavrayışının” nın ötesindeki birliği gösteren bir yazı olmuş.

    Tevafuken yazıyı okurken okumaya devam ettiğim William Chittick’in “Hayal Alemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi” kitabından çok benzer ifadeler buldum. İbn Arabi’nin eserlerindeki kavramların bir analizini sunan Chittick, İbn Arabi’deki Tenzih-Teşbih ilişkisi üzerinden alemdeki varlıkların varoluşları ile ilgili O/O değil birlikteliğinden bahsediyor. İnsandaki cismaniliği “çamur” ile, ilahiliği ise “ruh” ile ifade eden İbn Arabi; bu ikisinin arasında olmayı “nefs” ile ifade ediyor. Hayvani gözümüz bizim dünyevi arzu ve isteklerimizi, akl-ı maişeti temsil ediyor. Kalp gözümüz ise “ilahi akıl”, “irfan” veya “kalp gözü” veya “kalp” veya “intellect” ile ifade edebileceğimiz farklı bir bilgi alanını müşahede edebiliyor. Bu alan Hz. Mevlana’ya göre “ilm-i ledûn” denilen; “zeka” nın veya “rasyonalite” nin ulaşamadığı bir alana tekabül ediyor. Hayret-Lezzet denilen şey ise dünyevi şeylerden ne kadar “fani” olduğumuz ve Allah’ta ne kadar “baki” olduğumuz ile ilişkili. Bu durum bizlerin çamur-ruh ikilisinden ne kadar “ruh” tarafına yükselebildiğimiz ile ilgili. Çamur-ruh ikilisinin arasındaki alan “hayal alemi” olarak tasavvur ediliyor ve bu alemin ruhtan getirdiği mana kadar gerçek yani “vücud” olduğunu ve cismani tarafı kadar da “vücud” olmadığından bahsediyor. Yani yine alemin varoluşunun vücud olup olmaması ile ilgili hem gerçek, hem gerçek değil ifadesi kullanılıyor. Böylece İbn Arabi saf “ruh” un müşahedesinin imkansız olduğunu ve insanın ancak az da olsa “hayal” e ihtiyacı olduğundan bahsediyor. Yani insan az da olsa ancak bir cismaniliğin içinde “ruh” u müşahede edebiliyor. Böylece alem, cismaniliğin içinde taşıdığı ruh veya “mana” kadar gerçek.

    Yunus Emre’nin beyitlerine paralel olarak, insandaki müşahede olmadan veya insan olmadan (aslında insan-ı kâmil olmadan) alemin durumu nasıl olurdu sorusu ile ilgili Şeyh: “Alemin insana göre durumu, bedenin ruha göre olan durumuna benzer” diyor.

    Mikrokozmosun makrokozmosa hükmettiğinden bahsediyor.

    “Kendini Âlem’den, Âlemi de kendinden ayırd et, çünkü Âlem içinde sen onun ruhusun ve o senin zahir suretindir. Ruh olmadan suretin hiçbir manası yoktur. Bu yüzden sensiz Âlem’in hiçbir manası yoktur (Fütühat-ı Mekkiye III 363.2)

    Gazali’nin bahsettiği Türk kavmi ile ilgili aklıma Füsûs-ul Hikem’deki Nuh kelimesindeki Tenzih hikmeti ile ilgili olan kısım geldi. Doğaya tanrılık sıfatları atfetmeye başlamak, teşbihte ileriye gitmek demek oluyor. Bu anlamda Allah’ın alemden münezzeh olması ve alemin kusurlu oluşu ve ancak Allah’a bakan vechinin baki kalacağını bilmek ve Allah’ın benzersizliğini vurgulamak gerekiyor.

    Yine başka bir konu olan hakikat algısı ile ilgili olarak Frithjof Schuon’un İslam’ın Metafizik Boyutları adlı eserinde “tefekkür” ile ilgili olan bölümde şöyle diyor:

    “O halde tefekkür, karanlık bir oda içinde yakılan bir ışığa değil de, bu odanın içine ışığın girmesinin sağlamak için, bu odanın duvarına açılacak bir deliğe benzetilebilir. Işık duvarda önceden vardır ve delme işleminin bir sonucu değildir”

    Bu anlamda hakikate ulaşmak modern bilimin tasavvur ettiği şekilde bilgi yığmak ve sahip olmak ile değil, varolan perdelerin kaldırılması ile görülebilir.Yani kesinlikle bilmemiz gereken şey hakikatin zaten saf bir halde var olduğudur. Onun görülmesini engelleyen insanın dünyevi eğilimleri veya “perdeler” veya “hijab” tır. Dünya’ya sonsuzmuşcasına sahip olma tutkusu veya “yasak meyve” dir. Sizin bahsettiğiniz güzellik matkabı ve zeka duvarı da bu kavramlarla çok güzel örtüşüyor 🙂

    Zeka’nın analitikliği ve parçalayıcı üslubu veya daha açık konuşursak Modern aklın indirgemeciliği ile ilgili, Guenon “ölçmek” kavramından söz ediyor. Modern aklın “keyfiyet” ten çok “kemmiyet” e önem verdiğini veya “nitelik” ten çok “nicelik” e önem verdiğinden bahsediyor. Böylece modern akıl kavramların “mana” sından ve “öz” ünden çok onların niceliklerine önem veriyor. Meslekteki başarının ölçüsü “kaç” para maaş alındığı, güzelliğin ölçüsü vücut ölçülerinin “kaç” olduğu, öğrencinin başarısı ise not ortalamasının “kaç” olduğu ile ölçülüyor. “Kaç” kelimesi, Arapça’da “kem” “كم” kelimesinden türemiş bir kelime olan “kemmiyet” bu kavramı kısaca çok iyi ifade ediyor.

    Aslında yazıyla ilgili yazılabilecek çok fazla şey var ama şimdilik toparlayabildiklerim bunlar. Elinize sağlık, bu zamanda çok fazla bulamadığımız, içinde “irfan” olan bir yazı olmuş.

  6. Yazan:MY Tarih: Eyl 30, 2009 | Reply

    Selamlar Muaz Kemerli,

    Sitemize hos geldiniz. Yorumunuzla makaleye önemli bir katki yapmissiniz. Derin Düsünce duvarlarinda “delik” metafizigi de böylece dogmus oldu :))

    çok farkli konulara girdim ama sizin de yorumunuzda çok iyi toparladiginiz gibi bu konular “yukari” çiktikça birbirine yaklasiyor, aynilasiyor.

    1) ALLAH’a inanmak,
    2) O’nun ilminden O’nun müsade ettigi kadarini anlamak,
    3) ve Aşk…

    Bu üç ayri sey örülmüs saçlar gibi bir noktadan sonra ayni yerde buluşuyor, birbirinden ayrilmaz hale geliyor.

    Aslinda zaman konusunda da Zekâ’nin körlestirici bir etkisi var ve bunu da makale dahilinde anlatmak istemistim ama sonradan ayirdim. Ayri bir yazi yazacagim ins. Zaman, Endişe, illiyet, şirk ve iman konusunda.

    eger zaman hakkinda önerebileceginiz kaynaklar varsa çok memnun olurum. Aziz Augustin’i incelemeye basladim. Islamî kaynaklar konusunda arayis içindeyim. iletisim kutusundan da yazisabiliriz. Eger elinizde PDF gibi dosyalar varsa memnun olacagim.

    selam, saygi ve muhabbetle

  7. Yazan:cb Tarih: Eki 1, 2009 | Reply

    Selamlar,

    ben Mehmet beyin bu yazısında rastladığım pırıltının itmesiyle yazı altına yorum düşmek değil de başlı başına bu yazı üzerine bir yazı yazmak niyetindeyim,hakkını verebildiğime inandığım an bu yazıyı karşılayabilecek bir yazıyla yorumlamak istiyorum,haddim olmayarak.

    dua ile

  8. Yazan:Zehra Nûr Tarih: Eki 2, 2009 | Reply

    Bizim bu dünyaya gönderilişimizin bir gayesi olduğu gibi, sahip olduğumuz her bir organımızın da bir yaratılış sebebi vardır. Bizler her bir uzvumuzu yaratılış istikametinde kullanmakla mükellefiz. Mesela gözlerimiz Allah’ın bizlere bahşettiği çok değerli birer nimet olduğuna göre, bu nimetin şükrünü eda etmek de ancak onları Rabbimizin razı olacağı bir yolda kullanmakla mümkün olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu enfes ifadeleriyle şu şekilde ele alır: “Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer, Cenab-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer göz Allah hesabına kullanılırsa hem büyük bir kıymet kazanır, hem de göz gibi bir nimete sahip olma ve onu Allah yolunda kullanmanın manevî zevkini yaşatır. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mûcizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.” (Sözler, s.25)
    Geniş manasıyla günahı; İlahi emirlere ve yasaklara aykırı inanç, söz, fiil ve davranışlar; dince suç sayılan işler şeklinde tanımlayabiliriz. Fehthullah Gülen Hocaefendi’nin ifadeleri içinde ise günah; bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşma; iradenin yüzüne atılmış bir tükürük ve ruha içirilmiş bir zakkum; insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir duman, vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, ruhun aldığı bir yara ve muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmektir. İnsanın bu çukura yuvarlanmasını gerektirecek büyük-küçük birçok günah vardır. Ama bunların içerisinde bizim de üzerinde duracağımız bir günah çeşidi, zinanın ilk adımı sayılabilecek harama nazardır.
    Burada haram olan nazar, kastî ve iradi olan bakıştır. Yani burada nehyedilen husus çarşıda, pazarda yürürken kişinin ani olarak gözüne çarpan haramlar değil, onun bizzat bakmayı murad ederek, bakışlarını harama çevirmesi ve bu menhiyatı işlemesidir. Efendimiz’in (s.a.s) Hz. Ali’ye (r.a) tavsiyelerinde bu mesele açıkça görülmektedir:
    “Ey Ali, elinde olmadan gözüne ilişen bir haram ikinci defa bakma. Zira ilk bakış lehinedir, ama ikinci bakış aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44)
    Aynı şekilde Hz. Cerir (r.a) Resülüllah’a ani bakıştan sorduğunda ona “nazarını hemen çevir” buyurur. (Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 44)
    Demek ki, bizler gözümüze bu şekilde nahoş görüntülerin gelmemesi için daha baştan dikkatli olacak, ancak gözümüze ilişen böyle bir tablo karşısında da hemen bakışımızı başka tarafa çevireceğiz.
    Harama Bakmak Kalbe Saplanan Zehirli Bir Ok Gibidir
    Kişinin gözlerini haramdan koruması bizzat Kur’an’da emredilmiştir: “Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle!” (Nur, 24/30-31) Aynı şekilde Allah Teala “zinaya yaklaşmayın” emriyle, zinanın öncüsü sayılabilecek her türlü söz ve davranışı yasaklamıştır. Bu yasağın içine öncelikle harama nazarın girdiğini söyleyebiliriz. Çünkü müstehcen görüntülere bakmak bir taraftan mü’minler arasındaki hürmet ve muhabbeti yok ederken, diğer yandan kişinin ahlaki ve dini yönden derin yaralar almasına ve sahip olduğu birçok duygunun sönmesine veya ölüp gitmesine sebep olmaktadır.
    Efendimiz (s.a.s) bir kudsî hadiste bu günahın mahiyetini tasvir ederken şöyle buyuruyor: “Harama bakış şeytanın oklarından zehirli bir oktur. Kim benden korktuğu için bundan sakınırsa, bu hareketine karşılık ona öyle bir iman bahşederim kî, o imanın tadını tâ kalbinin derinliklerinde hisseder.” (Münzirî, et-Tergib ve’t-Terhîb, III, 63). Demek ki, bir açık saçık görüntüyle karşılaşan kişinin önünde iki seçenek vardır: Ya bu günahı irtikap ederek şeytanın bu zehirli okuna hedef olacak; ya da Allah korkusundan dolayı bu günahtan yüz çevirecek ve bu amelinin neticesinde kalbinin derinliklerine kadar işleyecek bir iman neşvesi tadacak. İşte bu imtihan dünyasında tercih kula kalıyor.
    Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz (s.a.s), gözleri haramdan korumanın, Allah katında ne kadar makbul bir amel olduğunu şu ifadeleriyle anlatıyor: “Kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır, ancak şunlar müstesna: Allah’ın haramlarına bakmayan gözler, Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler, Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler.” (et-Terğib ve’t-Terhîb, 3:35) Buradan anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak haramlar karşısında ürperti duyup, gözlerini o çirkin manzaralardan sakındıran kullarını, orada mahzun etmeyecek ve o gözleri ağlatmayacaktır.
    Kişinin helal olmayan görüntülere bakması karşılığında, onun ruhî ve manevi hayatında oluşacak tahribatlar Risale-i Nurda şu şekilde anlatılıyor: “Nasıl ki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder, öyle de, ölmüş kadınlar suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-yi insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” (Sözler, s. 381) “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” (Lemalar, 655)
    Gözünü Haramdan Sakınan Kişiye Vacip Sevabı Vardır
    Burada üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Her haramı terk, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır. Yani kişi sevap haznesini, haramlardan kaçarak da doldurabilir. Hatta yerine göre, kişinin bu yönden kazanacağı sevaplar daha çok olabilir. Çünkü günümüz şartlarını düşündüğümüzde, çok sık haramlarla baş başa kalabilmekteyiz. Bu haramlara karşı bizim göstereceğimiz her karşı koyuş, mertebemizin yükselmesinde bizim için ayrı bir basamak olacaktır. Biraz daha açarsak, çarşısıyla pazarıyla, televizyonuyla, internetiyle günümüz dünyası haramlara çok açık hale gelmiştir. Aynı ölçüde bizler, harama girmeme konusunda azmimizi ve gayretimizi arttıramazsak farkında olmadan düşmeye başlayabiliriz. Ve (Allah muhafaza) öyle bir an gelir ki geri dönüşü çok zor olabilir. Ve yine günahların neticesinde kalbimizde oluşan o siyah noktalar, öyle bir gün gelir ki, bütün kalbimizi kaplar da, biz farkında bile olamayız.
    Dolayısıyla, daha baştan günaha karşı tavrımızı açıkça ortaya koymalıyız. Ve böyle bir günah işlediğimizde, ona hiç hayat hakkı tanımamalı ve derhal derin bir pişmanlık içerisinde tövbe ve istiğfarla o günahın izalesine bakmalıyız.

  9. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Eki 12, 2009 | Reply

    Sevgili Mehmet Bey

    Büyük bir emeğin, ve yılların birikimi neticesinde ortaya çıkmış, adeta 40 yıllık bir zaman diliminde kısık ateşte pişen lezzetli bir yemeğin sunumu olmuş bu güzel yazı. Mevlana Hazretleri diyor ya; “Hamdım, piştim, yandım”. Henüz, kendi adıma bu mertebelere gelmesem de, yüreğinizden kopup gelen yanık inilti ve na seslerini duyabiliyorum. Yüreğiniz adeta inleyen bir na gibi.

    Bu denli ilim sahibi olmak, büyük mesuliyetleri de beraberinde getiriyor.Her şeyin gerçek sahibine ve sonsuz ilim sahibine karşı, bize lütfettiği, emanet ilimi yaymak mükellefi var en başta. Siz de bunu en güzel biçimde yapıyorsunuz. Bu mevzuda, site sakinlerinin size bir gönül ve vefa borcu ve teşekkür borcu vardır diye düşünüyorum.

    Evet, yazı da çok ilginç tespitler mevcut. Enteresan bir yöntemle, kendimizden bahsetmişsiniz. Bizi, bize anlatmışsınız.

    Ve adeta:

    “İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir” diye içten bir şekilde haykırıyorsunuz. Ve öyle bir an geliyor ki her şey O’na çıkıyor. Bütün gönüller ve bütün kapılar O’na açılıyor ve her şey O’nu anlatıyor.

    Evet yine söylediğiniz gibi zeka duvarlarını, görünmeyen duvarlarımızı ve hatta önyargılarımızı delmek ve hatta yıkmak gerekiyor. (Reklam gibi oldu ama olsun)

    Zira o duvarın arkasında, göremediğimiz, tahayyül edemediğimiz ne güzellikler yatıyor. Küçük bir delik açıp, içeriye bakmamız ve hatta o güzel kokuyu duymamız dahi o duvarların yıkılması gerektiği kanaatine ulaşmamız için kafidir diye düşünüyorum. Bu güzelliklerden mahrum kalmak ve mahrum yaşamak, dahası bu güzelliklerden bihaber olmak ne korkunç bir şey.

    Bilmem okuduklarımdan birşey anlayabilmiş ve doğru sonuçlar çıkarabilmiş miyim?

    Yazı, o kadar başarılı, derin ve içli bir yazı ki, kendi adıma, her okuduğumda ayrı dersler ve ayrı sonuçlar çıkarabileceğime inanıyorum. Bu yüzden bu yazı defalarca okunmayı hak ediyor.

    Ufkumuzu genişleten, hayata farklı bir bakış açısı kazandıran, herşeyi güzelleştiren bu güzel yazıya tekrar teşekkürlerimi borç bilirim.

    Sevgi ve muhabbetlerimle…

  10. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eki 13, 2009 | Reply

    Sevgili Kardesim MB,

    kendi güzelliklerini görmüssün, yazi ayna vazifesi görmüs, maksadina ulasmis.

    Muhabbetlerimle

  11. Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    Mehmet bey,

    Bugün soru günüm herhalde 🙂

    İnsan ölüm korkusunu, biyolojik yok olma tehdidini aşabilecek kadar özgür ve güçlüdür,

    Kur’an ve Sünnet sayesinde kelime olarak öğrendiğim ve zaten aklıma yatmış olan Hakikat’in yaşandığı zaman apayrı bir lezzeti olabilceğini keşfettim. Ölüm’e karşı duyduğum merak ve sevgi arttı. Ölüm’ü Hayat’ın tersi ya da tamamlayıcısı değil başlı başına bir hediye gibi görmemi sağladı bütün bu anlattıklarım.
    (Mehmet Yılmaz)

    Eti, kemiği, kuvveti ve zaman-mekan akvaryumunda yüzebilecek kadar zekâsı sonlu olan biz insanların bu korkuyu yenip başlı başına bir hediye olarak görmemizde “sonsuzluk” kavramının etkisi sizce nicedir acep?

    Biz insanlar için ölüm denilen dünya mekanındaki anlamı, başlanıp da bitirilmemiş bir cümle gibi yarım.( İlm-ül-yakîn) Akvaryuma benzer nitelikte parantez içi düşünebilen biz insanların “sonsuzluk” tanımı bu yarım cümleyi tamamlama gayreti olamaz mı?

    Sizin kelimelerin kifayetsiz kaldıklarını benzeterek anlatabilmek için kullandığınız delmek,matkap vb. gibi zamansızlığı yada zaman dışılığı da aklımıza sığdırabilmek için bulduğumuz kavram “sonsuzluk=düşünüleyecek boyut” olmasın?

    Zaman bu mekanda biz insanlar için ölçülebilir nitelikte bir anlam ifade ediyor.Her şeyin bilgisine sahip olan El-Evvel El-Ahir olan Allah katında zaman, an’dan ibaret değil mi?

    Hakikat’in yaşandığında ayrıca bir “sonsuzluk” bilgisine ihtiyaç duyulur mu ? Sonsuz güzellik yada ölümden sonraki sonsuz var oluş düşüncesi ile insan ölümü severken sendelemez mi?

    Zaman, Endişe, illiyet, şirk ve iman konusunda bir yazı yazacağınızı biliyorum.Ama bu “sonsuzluk,emanet,ölüm,halife olmak” konuları ile bunların birbirleriyle ilişkilendirilerek tamamlanan anlamlarından yola çıkılarak varılan neticeler uzun zamandır aklımı kurcaladığından bekleyemedim.Sabırsızca davrandığımı biliyorum.Bir iki kelamla da olsa belki tek noktada saplanıp kaldığına inandığım düşünceler istikamet bulup,kaldığı yerden devinimine devam edecek.

  12. Yazan:MY Tarih: Eki 15, 2009 | Reply

    Cuvaldiz Hanim Selam,

    zor sorular sormussunuz 🙂 aklimin erdigi kadariyla iman edilen, tefekkür ile kesfedilen ve kalben hissedilen hazlar sonsuza dogru yaklastikça birbirine karisiyor. bunlara “asagida” iken ayri isimler vermek ne kadar dogruysa “yukarida” hepsine tek bir isim vermek o kadar gerekli.

    bunun için sonsuzluk konusuna kendimce cevap vermeye çalisayim önce: insanin drami(batili gözüyle) veya takdir-i ilahî’ye dair bir cilve diyelim, evet, insanin temel problemi HEM sonlu HEM de sonsuz bir varlik olmasi galiba.

    insanlar genellikle vakitlerini bu sonsuzlugu doldurmaya çalismakla harciyorlar. kimimiz çok yiyerek, kimimiz sigara dumaniyla, kimimiz parayla, kimimiz sevgili ya da is, otomobil degistirerek içimizdeki boslugu doldurmaya çalisiyoruz.

    peki bu bosluk ne? aslinda faydali bir bosluk bu. Taoizmin kutsal kitabi Tao Te Ching’de (yol ve onun erdemi) söyle denilir:

    “…11. var olMAmanın yararlılığı

    otuz kiriş bir tekeri oluşturabilir ama
    göbeğindeki boşluktur
    tekere işlevsellik veren.

    çömlekçinin attığı* kil değildir
    kaba kullanışlılığını veren
    ama şeklin içindeki boşluktur
    kabın yapıldığı.

    kapı olmadan bir odaya girilemez
    ve pencereler olmadan karanlıktır.

    işte budur var olMAmanın yararlılığı”

    evet çuvaldiz hanim, biz insanlar aslinda dogdugumuz guden beri olecegimizi biliyoruz. Konusmayi bilmeyen bebekler bile oleceklerini biliyorlar. Bunun için hiç ölmeyecekmis gibi anne sütüyle dolduruyorlar karinlarini.

    “Zaman bu mekanda biz insanlar için ölçülebilir nitelikte bir anlam ifade ediyor.Her şeyin bilgisine sahip olan El-Evvel El-Ahir olan Allah katında zaman, an’dan ibaret değil mi?”(çuvaldiz)

    Bence de ALLAH’in isimleri bazi seyleri idrak etmek için birer vasita. Bu isimler uzerine tefekkur eden insan hayatta tattigi herseyin SONLU oldugunu da fark ediyor. Bu iman etmeyenler için TAHAMMUL EDILMEZ bir yük. Sarte’in meshur BULANTI (la nausée fr ) kavrami bunu çok guzel anlatir.

    Fakat inananlar için bu daha çok bir heyecan, bir bas dönmesi gibi oluyor. Çok yüksek bir uçurumun tepesinden asagiya bakarken duydugunuz yükseklik hissi hatta korkusu gibi. Ama neticede bir sonsuzluk, doldurulmaz bir bosluk söz konusu. Sanirim dünyevî korkularimiz da bu mutlak korkunun bir tecellisi, örümcekler, yilanlar vb birer bahane. Özünde ölecegini bilen nefsimiz ölümden sonraki hayati bekleyen bize kendi korkularini yasatiyor. Biz insanlar da nefsimizin ölecegini unutmak için icad ettigimiz afyonlarla kafayi buluyoruz 🙂

    “Hakikat’in yaşandığında ayrıca bir “sonsuzluk” bilgisine ihtiyaç duyulur mu ? Sonsuz güzellik yada ölümden sonraki sonsuz var oluş düşüncesi ile insan ölümü severken sendelemez mi?” (çuvaldiz)

    Ben buna cevap vermek için benligimde bir seyler yasamayi beklemekten yanayim. Yoksa ezbere konusmus olurum. Ama sanirim Müslümana yakisan tam ortada durmaktir yani hem hayati hem de ölümü sevmektir.

    “Zaman, Endişe, illiyet, şirk ve iman konusunda bir yazı yazacağınızı biliyorum.Ama bu “sonsuzluk,emanet,ölüm,halife olmak” konuları ile bunların birbirleriyle ilişkilendirilerek tamamlanan anlamlarından yola çıkılarak varılan neticeler uzun zamandır aklımı kurcaladığından bekleyemedim.Sabırsızca davrandığımı biliyorum.Bir iki kelamla da olsa belki tek noktada saplanıp kaldığına inandığım düşünceler istikamet bulup,kaldığı yerden devinimine devam edecek.” (çuvaldiz)

    :- ) simdi ALLAH biliyor o yazinin ne zman gelecegini ve neye benzeyecegini. Belki sizin hayriniza daha kaliteli bir sey olur. Birlikte düsümeye devam edelim. Soru soralariniz çok olsun

    O’na emanet

  13. Yazan:nilgün öven Tarih: Kas 28, 2009 | Reply

    MY Bu makaleyi okumamı bir başka sütunda önermiştiniz. Okudum. Yaşadığınız tecrübeye imrenmedim desem yalan olur. Ortodoks müslüman olmayıp ama inançlı bir-iki arkadaşıma da gönderdim. Böyle bir rahatlamaya hepimizin o kadar çok ihtiyacı var ki! İster Hakikat kendini göstermiş olsun, ister pozitivist bağlamda duygu yoğunluğu olsun. Buna yakın bir tecrübeyi 20 yıl kadar evvel Bodrum-Gökova daha sakin iken bir koyda eşimle tek başımıza ve yalnızca yıldızların altında demirlediğimizde yaşamıştım. Ancak sanırım benimki Hakikat algısından ziyade doğa karşısında duyulan bir hayranlık şeklindeydi. Çünkü, rahatlamak yerine, düşüncelerim az sonra ilkel insanın kapkaranlık, sakin bir gecede ışıldayan yıldızlara bakarak hayal kurarken bir anda değişen hava ile ortaya çıkan dehşetli fırtına karşısındaki korkusu ve çaresizliği üstüne younlaştı. Böyle bir insan neye sığınırdı? İhtiyacı olan şey bir ‘iyi’ üstün güç ten başka ne olabilirdi? Pozitivist akıl işte; büyülendiği doğa karşısında bile bunu dolu dolu yaşamaya kendini bırakamaz; akli, mantıki, determinist sonuçlar çıkarma çabasından bir türlü kendini alıkoyamaz!
    Kabala üstüne epey okuma yaptım. Mistik dini tecrübe yaşayanların bu tecrübelerini bir göz yaşı, titreme ve arkadan gelen ‘vision’ ile semboller vasıtasıyla ifade edebildiklerini ve tecrübeyi izleyen bir ferahlık yaşadıklarını söylediklerini biliyorum. Tam olarak emin olamadığım şey, insanın inandığı için mi bu hali yaşayabildiği yani bir duygu mu olduğu, yoksa dıştan bir etken, yani Hakikat’in kendini mi göstermiş olduğu…Her halukarda bunu yaşayabilmek imrenilesi, muazzam bir tecrübe olmalı!

  14. Yazan:MY Tarih: Kas 28, 2009 | Reply

    Nilgün Hanim Selam,

    Vakit ayirip okudugunuz için tesekkürler. Hakkaniyetle teslim ettiginiz gibi müthis bir tecrübe bu. Tabi Tasavvufî tecrübelerden Sartre’in Nausée’sine kadar hepsini ayni kefeye koyma hakkim var mi bilmiyorum. Ama çok benziyor. En azindan bir ortaklik var galiba aralarinda.

    Sunu söylemek isterim, inançli bir arkadasinizi hayal edin. Bu kisinin karisina/kocasina karsi duydugunuz aski bu inanç ile birlestirin ve bu “karisima” bir de bilgi ekleyin. Iste bu tecrübe bu üç seyin karisimi, inanç-ask-bilgi sanki tek bir duygu oluyor. Yani korku ile acilen bulunmus bir siginak degil inanç. En azindan böylesi.

    Tabi benim gibi inanan birine “sen de bir anlamda ampirist Müslümansin” denebilir. Evet, kabul ediyorum, pozitivizim ile Islam inancinin dogmalarindan birazcik uzaklastigi noktada birbirine yaklastigini görebiliriz 🙂 Daha dogrusu Müslüman insan aklini kullanip kalbini dinlerse ve pozitivist insan laboratuarundan burnunu çikarip insanlarin gözünün içine bakarsa, avuçlarindaki sicakligi hissederse… neden olmasin? :))

    Kaldi ki Islam da bunu emreder, kalbi ve akli dinlemeyi. Yüzlerce ayetle vaaz vermeyeyim simdi :)) Bilim ise süphelerin kralligidir. 19cu yy bilim felsefesine ve epistemolojisine takilip kalmak en basta bilime ve bilim adamina yakismaz :))

    Yorumunuzda GÜZELLiK tecrübesinin hemen ardindan KORKU tecrübesinden bahsetmeniz dikkat çekici çünkü simdi bu konu üzerine bir çalisma yapiyorum. Daha da uzun bir yazi olacak sanirim. Okuyucularin sabir göstermesi gerekecek 🙂

    Güzellik ve ardindan gelen korku ve bunlarin dogurdugu SIGINMA ihtiyaci konusundaki sorgulamaniz elbette pozitivist bir sorgulama. Ama dikkat edin, bu sorgulamaniz KESiN KABUL EDiLEN BiR HAKiKAT’e (?) dayaniyor. Yani “ölçülemeyen, objektif olarak saptanamayan sey yoktur” diye özetlenebilecek bir DOGMA bu.

    Kanimca pozitivistlerin bir kismi tam da bu korku yüzünden “bilimcilik” semsiyesinin altina siginiyorlar. Onlara göre kontrol altinda, determinist bir evrene inanmak daha güvenli. Oysa ALLAH ve meleklerin oldugu bir evren o kadar tekin degil :)) Heidegger’in Unheimlichkeit kavramini hatirlayin.

    Bunun için bazen pozitivizm en ortodoks Islam yorumlarindan daha da dogmaci gelir bana. Bilimsellik degil bu. Bilimcilik. Bilimi bir ideoloji hatta bir din haline getirmek. En basta bilime yazik oluyor 🙂

    Sizi incitmek niyetinde degilim; sahsî almayin, zaten kalbinizin içinde degilim. fikirler üzerinden gidelim.

    Basit bir soru, belki kliselesmistir ama… Bahsettiginiz korku (firtina korkusu?) hayvanlarda da bir tür din üretmeliydi degil mi?
    Mesela filler ölen bir arkadaslarini hemen terk etmezler, bir çok hayvan annesi, çocugu ölünce sarsilir, yemeden içmeden kesilir. Yani gözlenebilir bir korkunun yani sira gözlenebilir bir üzüntü de var hayvanlarda. Ama Güzellik algisi ve SANAT insanlara özgü oldugu gibi MANEVÎ AçLIK, iNANç ve DiN de insanlara özgü.

    Motivasyon konusunda çok ünlü çalismalari olan Abraham Maslow’un “peak experiences” (paroksist – doruksal(?) tecrübeler) adi altinda yaptigi ilginç isler var. Amazon’da satiliyor. Bulgular, yorumlar… Bilimcilik ile bilimsellik arasindaki farka dikkat çeken çok isim var ama son zamanlarda bolca okudugum Boris Cyrulnik ve rahmetli Eduard Zarifian’i hemen anmak isterim.

    iyi bayramlar diliyorum size

  15. Yazan:nilgün öven Tarih: Kas 28, 2009 | Reply

    MY “Kanimca pozitivistlerin bir kismi tam da bu korku yüzünden “bilimcilik” semsiyesinin altina siginiyorlar. Onlara göre kontrol altinda, determinist bir evrene inanmak daha güvenli. Oysa ALLAH ve meleklerin oldugu bir evren o kadar tekin degil” demişsiniz.

    İfadenizin ilk bölümü doğru. “Determinist bir evrene inanmak daha güvenli.” Ama bunun nesi kötü? Örneğin ‘korku’yu ele alırsak, ‘nedenini bilmekle’ bir korkuyu aşabildiğimizde bu bizim için olumlu bir sonuçtur. Korkuyu yenmiş oluyoruz işte. Çocukluğumdan beri pancurlar tıkırdadığında cinleri, perileri değil bir rüzgarın çıktığını düşünmeyi telkin ettim kendime.

    “Allah ve meleklerin olduğu bir dünyanın tekin olmadığı” nı düşündüğüm şeklindeki bir yoruma katılamıyacağım. Çünkü Allah ve meleklere inancımı yitirmemin nedeni onların bana dünyayı tekin kılıp kılmamaları değil; beni Allah ve meleklere götüren ‘merdivenler’ şeklinde düşündüğüm kutsal metinlerin hem kendi içlerindeki, hem de birbirleri karşısındaki çelişkileridir. Kanımca son dinler tarihi çalışmaları ile bu merdivenler çökmüştür; tepede bir şey varsa da bunun nasıl temellendirilebileceği açık seçik belli değildir. Bireysel dini tecrübe yaşanmasını Allah ve meleklerin kabulü için yeterli bulmuyorum. Çünkü geride binlerce yıllık ‘şartlanmışlık’ bulunuyor.

    Bir de ‘korku hayvanlarda niçin bir din üretmemiş’ diye soruyorsunuz. Ve sanat, manevi açlık, inanç ve dinin insana özgü olduğunu söylüyorsunuz. Şimdi burda da siz yorumunuzu bir dogma üstüne kurmuş oluyorsunuz: Tanrı’nın türleri ayrı ayrı yarattığı inancı. Evrim açısından ele alırsak ‘hayvanların niçin bir din üretmedikleri’ sorusu anlamını yitirir. Çünkü insan dediğimiz organik varlık, diyelim ki bir şempanzeden, farklılaşarak insan dediğimiz şey haline gelmiştir. Sanat yaratımı, dini inanç ta bu milyarlarca yıl süren farklılaşmanın şekilleridir yalnızca. Yani insan korkup aniden bir ‘iyi’ üstün güce sığınmamıştır. Milyarlarca yıl boyunca doğanın problemleri ile boğuşurken bir kısmını çözmüş ve önlemlerini almış, çözemediği diğer bir kısmını ise her zaman bir üst güce bağlamıştır. Bundan 50.000 yıl önceki Tanrı’nın zihinlerdeki somut yeri ile günümüzdeki daha soyut bir kavram şeklindeki Tanrı algısı bu değişim ve farklılaşmanın kanıtıdır zannımca…

  16. Yazan:MY Tarih: Kas 29, 2009 | Reply

    güzel

  17. Yazan:MY Tarih: Kas 29, 2009 | Reply

    firtina

  18. Yazan:MY Tarih: Kas 29, 2009 | Reply

    Tartismamizi renklendirsin diye gïzel bir manzara ve bir firtina resmi ekleidm 🙂

    “İfadenizin ilk bölümü doğru. “Determinist bir evrene inanmak daha güvenli.” Ama bunun nesi kötü? Örneğin ‘korku’yu ele alırsak, ‘nedenini bilmekle’ bir korkuyu aşabildiğimizde bu bizim için olumlu bir sonuçtur. Korkuyu yenmiş oluyoruz işte. Çocukluğumdan beri pancurlar tıkırdadığında cinleri, perileri değil bir rüzgarın çıktığını düşünmeyi telkin ettim kendime.” (NÖ)

    Kötü degil, sadece dogmatik, bir din kadar dogmatik. Pozitivizm – din tartismalarinda kilitlenmelerin en büyük sebebi bunun bir akil-din çatismasi gibi görünmesi. Oysa akili kullanmak din ile çelismedigi gibi bilim de dogmatik yani (biraz?) dinsel olabilir. Burada fikirlerimiz ortak görünüyor.

    “Bir de ‘korku hayvanlarda niçin bir din üretmemiş’ diye soruyorsunuz. Ve sanat, manevi açlık, inanç ve dinin insana özgü olduğunu söylüyorsunuz. Şimdi burda da siz yorumunuzu bir dogma üstüne kurmuş oluyorsunuz: Tanrı’nın türleri ayrı ayrı yarattığı inancı.”(NÖ)

    Evet, bu yorumu dogma üzerine kurdugumu kabul ediyorum. Sonraki evrimci açiklamanizi da anladim. Sayet siz hakli iseniz yani insan “sadece” çok akilli bir sempanze ise Mozart’in besteledigi 40ci senfoni ile disileri çagiran bir karganin GAK GAK sesleri arasinda ne fark var?

    veya Üstad Isa’nin insa ettigi TAJ MAHAL makaklarin çalilardan yaptigi bir barinak ile ayni seviyede oluyor.

    Bu eserlerin arasindaki tek fark zekâ demek oluyor.

    Benim dogmalarima göre insan sadece ayri bir tür degil, AKIL ile donatilmis tek varlik. Insanin biyolojik varligi ötesinde manevî bir varligi var. Beden öldükten sonra da bir “BEN” kalacak geriye.

    Bunun için yere düsen bir insana acirim, içimdeki iyilik ve adlaet gibi duygularin biyokimyasal tepkimeler degil bana dogustan verilen yetiler olduguna inanirim. Dogma… Ama hayatima anlam katan yegâne seyler de bunlar.

    Siz bir haksizlik karsisinda rahatsiz olursunuz degil mi? Neden? Kültürel, ögrenilmis bir sey mi bu? Haksizlik sahniza yapilmis olmasa bile?

    Adalet duygusu da mi evrim sonucu olustu? Yukaridaki yazida anlattigim güzellik tecrübesi? Adalet hissi? Manevî arayislar?

    Bunlarin hepsini “Milyonlarca Yil” isminde bir Tanri’nin yarattigini söylemeyin bana ne olur :))

  19. Yazan:MY Tarih: Kas 29, 2009 | Reply

    Bu Taj Mahal resmine bakinca neden güzel buluyorum? çekici degil de güzel?
    Meselâ çekici bir kadin fotografi haz verebilir veya görsel bir tatmin.
    Aç bir insan yemek fotografindan haz alabilir. Cyrulnik’in dedigi gibi
    “hazzin vaad edilmesi de bir tatmin vesilesidir”. iyi ama Taj Mahal’e sahip degilim,
    içinde oturamam. yemem, içmem veya baska bir biyolojik haz elde etmem mümkün degil.

    Yoksa etten ve kemikten olan BEN disinda bir baska BEN mi var daha içerilerde?

    ilgilenen okurlar için: Güzellik ve estetik ayni sey degildir, bu yazida anlatmistik.

    Ayıp sanat olur mu?

    Taj Mahal

    Simdi (galiba) bir orangutan kendine barinak yapmis, ona bakalim.

    Orangutan

    Hayvani sevimli buluyorum ama evi güzel bulmuyorum. Sadece islevsel. Eger insan maymundan geldiyse neden Taj Mahal gibi seyler insa etmis? NASIL demiyorum. NEDEN diyorum. Yoksa yine “Milyonlarca Yil” isimli o sakaci ve utangaç Tanri’nin isi mi bu?

    insan neden “faydasiz” islerle ugrasiyor?

    Faydasiz güzellik tecrübesi?
    Faydasiz adalet duygusu?
    Faydasiz manevî arayislar?

    Ortak nokta : FAYDA(SIZ)

    çünkü ampirik insan yani içimizdeki primat, akilli maymun, herneyse… Bunun disinda bir benlik
    algimiz var. Bu içerideki BEN’in çikarlari her zaman Primat-BEN ile paralel degil.

    Bu sebeple iç-BEN için kiymetli olan bir sey ugruna Primat-BEN’in çikarlari feda edilebiliyor.
    Yoksa sadece dindar insanlar fakirlere yardim ederlerdi. Dinsiz olanlar umursamazlardi.
    Ama ne kadar ateist olursa olsun bir çok insan içlerinde VICDAN denen bir seyin sesini
    duyuyorlar ve fakirlere, sakatlara, yasli komsularina az veya çok yardim etmeye çalisiyorlar.

    Bu yardim etme arzusu da elbette biyokimyasal bir olay degil. Tersini iddia etmek
    Insan’a ve insanliga büyük hakaret olmaz mi?

    Fahişelik, şehitlik ve özgürlük yazisinda anlattigimiz gibi 🙂

  20. Yazan:Yusuf Nevai Tarih: Kas 30, 2011 | Reply

    Yazınız için teşekkür ederim. Ancak yarısına kadar okuma sabrını gösterebildim. Zira aklıma tecavüz ediliyormuş gibi beynim zonkladı.

    Baştaki uyarılarınızı dikkatle takip ettim. okuyucuyu bir beklenti içine sokuyorsunuz bu açıklamalar ile. Ancak tamamen kişisel tecrübelerden soyutun da soyutu dünyalardan bahsediyorsunuz.

    Anlaşılır olmak bu kadar zor mu? İşte bir matematikçi güzeli en kesin ve en kısa olan ispat şeklinde algılıyor, matematikçiyi ‘güzelliğin’ veya daha baskın olarak ‘kusursuzluğun’ analizi ile başbaşa bırakıyor.

    Aynı şeyi şairler şiirleri ile başarmak istemiyorlar mı; en yoğun anlamı*duyguyu en kısa olanla sağlamaya çalışarak… Sizin yazınızda okuyabildiğim kadar anlaşılmamak adına birçok totem dikilmiş, labirentler ile donatılmış, anlatım yalınlıktan uzak, anlamlar karmakarışık…

    Hayata yöntemsel şüphe ile bakan bir kişi olarak henüz anlamı üzerinde insanoğlunun anlaşamadığı, tarif edilemeyen bir kavram olan ‘Güzel’in bu kadar çok kullanıldığı bir yazıyı anlamam anlayamam. Hermetik bir ideolojinin, okult fantezileri gibi geliyor…

    Güzel; çoğunlukla duyumlardan kaynaklanan verilerle örneklenen, aklında kendi formlarını kattığı bir kavram. Mesela Güzel, anlaşılabilir olandır. Şu an için anlaşılamayan olanda anlaşılma potansiyelini taşıdığı için güzeldir. Mesela güzel yepyeni bir deneyim, yeni bir bilgi, başka bir matematiktir. Bütün bundan daha geniş bir örneklem kümesine haiz olarak güzel zihinsel bir ideadır. Ve nesneler dünyasında ki kusursuzluğu, düzenliliği, farklılığı, yalınlığı, niceliği,niteliği gibi daha bir çok olayı/olguyu içinde barındıran bir kavram. Sizin yazınızda analizin bütüncül güzelliği engellediğinden bahsediliyor ama elde edilen parça güzelliğinden, bahsedilmiyor. Güzellik analiz edilemez ve parçalanamaz bir bütünlük mü? Mesela sıradan bir bok* parçası evet bir bok* parçasında bile olayın insan gözü ile görülmeyen ama gözlemlenebilen boyutlarından muhteşem bir güzelliğin yattığını modern insan nasıl reddedebilir. Bok*un matematiği yada mikro fiziğinin çirkinliğinden kim bahsedebilir? Görüldüğü gibi son derece soyut bir planda net bir anlamı olmayan güzellik kavramı üzerinden konuşmak ‘güzel’ olsa da faydasızdır. Güzel ve faydalılık birbirinden ayrıktır. Faydasızdır çünkü anlamsızdır.

    İşte bunun için botanist fotosentezi gördüğü müddetçe çiçeğin güzelliğini göremez.

    Belkide asıl güzel olan fotosentezin kendisidir. Çünkü ortada yeşil ve tadı acımsı, yumuşak bir bitkiden daha başka bir şey vardır. Üreten bir yapı…organize bir tasarım, bambaşka bir dünya…Kimyasal olarak mükemmel bir yapı, fiziksel olarak doğaya adapte olmuş, doğasına adapte olmuş…

    Sizi sergide duygulandıran o resimdeki güzelliği belki bir ressam ya da resim öğretmeni de göremeyecektir. Çünkü onlar da resim tekniğine, altın üçgen, üç leke vb estetizasyon kurallarına uyulup uyulmadığını göreceklerdir. Çerçevenin resime uyumuna, salonun aydınlatmasına, tablonun fiyatına bakacaklardır. Bir ressam meslekî bilgileriyle arasına mesafe koyamadığı müddetçe tablodaki güzelliği göremez. Yeniden çocuklaşmalı, hayretle tabloya bakabilmelidir.

    Güzel bulduğumuz bir mehtabın birden bir sokak lambası olduğunu keşfedersek “tılsım” bozulur, hayret yerini tekniğe, açıklamaya, kavramlaştırmaya bırakır. Yansıma biter. Keyifle dinlediğimiz bülbül sesinin bir ses cihazından geldiğini keşfedersek yine yansıma bozulur.(9) Güzellik-Aşk tecrübesi yarıda kalır. Akıl değil zekâ girer devreye. (Satranç için kullanılan ikili kronometreyi hatırlayın.)

    Bu yoruma sinir olmamak elde mi? Yani güzel insan aklının ötesinde sorgulanmaması gereken, nasıl bilinebileceği meçhul ama bir şekilde hayretle karışık bir durumda sezilebilen bir kavram*olgu mudur? İşin bir şekilde ucu aşkın bir düşünce tarzına/inanç sitemine dayanmak zorunda kalacağı çok sırıtıyor. Ve mistik*tasavvufi edebiyat burada insanın imdadına yetişiyor. İş bir şekilde mutlak olarak Tanrı/ya yaratıcıya dayanıyor. Sonrasında bütün anlamsızlıklar hallediliyor. Çünkü insan aklının ötesinde bir takım hakikatler vardır. Böyle bir hayal aleminden ancak hayali hakikat elde edilebilir.

    İnsan algılayışının sınırlı olduğu dolayısı ile aklının bir takım güçlükler ile karşılaşacağı muhakkak. Ancak bütün bütün çılgın bir idealizmin sonu büyük bir fantazi değil midir…

    Aşk olmasa fantazi kurgumuz eksik kalacaktı. Oda ayrı bir tanımlanamz*anlaşılamaz durum ya, bir tek o eksikti o da geldi aşkın fantazimiz tamam oldu. Adamoğlu bir iki hadis-i kutsi ile işin dini boyutunuda tamam etti…Al sana mistisizm…Al sana aşkın bir alem…

    Son yorumda Taj Mahal/in güzelliğinden bahsedilmiş. Piramitlerde muhteşem derecede güzeller ama onların insaatında çalışan kölerede güzel görünüyorlar mıydı acaba? Taj Mahalin inşaatında melekler mi çalıştı? Turist*İnsan bir piramite bakında hayranlık hissi uyanır hele de bir gün batımına denk gelmişse, güzellik orgazmı yaşar ama bir anntropolok, bir tarihçi, bir mimar bu eserde bir ızdırap, bir zulüm, bir acı, bir isyan, bir öfke görebilir…Taj Mahal/de aşka adandığı için güzel geliyor belki insana bir gün batımında yada doğumunda ama tıpkı piramitlerin turist*insanda uyandırdığı duygular gibi…

  21. Yazan:Bir insan Tarih: Ara 1, 2011 | Reply

    Kimi insanlar “imdaaaaaaaat!!!” diye bağırmak için açarlar ağızlarını. Ama ana avrat bir küfür çıkar, o zavallının imdadına koşabilecek yegâne insanın kafasına çarpar, gözünü morartır. Neden böyle olur?

    Louis Aragon’un Yalnız insan şiiri onlara hediyem olsun:

    “Yalnız insan merdivendir
    Hiçbir yere ulaşmayan
    Sürülür yabancı diye
    Dayandığı kapılardan

    Yalnız insan deli rüzgar
    Ne zevk alır ne haz verir
    Dokunduğu küldür uçar
    Sunduğu tozdur silinir

    Yalnız insan yok ki yüzü
    Yağmur çarpan bir camekan
    Ve gözünden sızan yaşlar
    Bir parçadır manzaradan

    Yalnız insan kayıp mektup
    Adresimi yanlış nedir
    Sevgiler der fırlatılır
    Kimbilir kim tarafından”

    “Mühim olan oku doğru atmaktır, hedefi vurmak istemek ne büyük kibirdir” demiş Konfiçyüs. Kelimeler de böyledir. Biz onları “atarız” ama o kelime tohumlarından ne çıkar? Dalları yerlere eğilmiş kiraz ağaçları ve üzerinde sıra sıra muzlar olan muz ağaçları mı? Yoksa kaynar sularla içilip yutulacak zakkumlar mı?

    Bak bakalım buğdayı yetiştiren çiftçi midir yoksa tohuma İlim’i HıFZ edip ona buğdaylık’ı bildiren, sonra hak ile batılı ayıran FaRuKiyetiyle tohumu buğdaylığa öldüren, sonra ekinleriNûr’un rumuzu güneş ışığı ve Rahmet’in rumuzu yağmur suyunu Gönderen mi? Şiirlerin şiiri Kainat şiirini Yaratan mı?

    İskoçyalı yarı bilge David Hume acaba Vakıa suresini okuduğu için mi illiyetten şüphe etmiştir? Tehafût-ül Felasife’nin müellifi kendisinden 8 asır sonra gelecek olan Hume’un sorularına nasıl cevap vermiştir? Zaman ve Mekân ile sınırlı insanların Akıl’ı nasıl olur da böyle Zaman’dan münezzehmiş gibi aydınlaN/Tabilir?

    Bu yazdîklarımı okuyup da kalbi titremeyen ey yalnız insan, Zülfü Livaneli’nin bu şarkısı da sana hediyem olsun. Senin için dua ettim bir kaç gün önce. İlimlerin en şereflisinden, hidayet’ten nasibdar olman için dua ettim ALLAH’a. Sandığın kadar yalnız değilsin artık. Senin için dua eden biri var yeryüzünde.

  22. Yazan:mer'A-kıl Tarih: Ara 6, 2011 | Reply

    Sn.Y.Nevai,
    Yazdıklarınızı bir de bu şekilde düzenlenmiş haliyle okuduğunuzda acaba ne düşünürdünüz?

    Turist*İnsan bir piramite bakında hayranlık hissi uyanır hele de bir gün batımına denk gelmişse, güzellik orgazmı yaşar ama bir anntropolok, bir tarihçi, bir mimar bu eserde bir ızdırap, bir zulüm, bir acı, bir isyan, bir öfke görebilir

    Son yorumda Taj Mahal/in güzelliğinden bahsedilmiş. Piramitlerde muhteşem derecede güzeller ama onların insaatında çalışan kölerede güzel görünüyorlar mıydı acaba?

    İşte bunun için botanist fotosentezi gördüğü müddetçe çiçeğin güzelliğini göremez.(MY)

    Belkide asıl güzel olan fotosentezin kendisidir. Çünkü ortada yeşil ve tadı acımsı, yumuşak bir bitkiden daha başka bir şey vardır. Üreten bir yapı…organize bir tasarım, bambaşka bir dünya…Kimyasal olarak mükemmel bir yapı, fiziksel olarak doğaya adapte olmuş, doğasına adapte olmuş

    Taj Mahal/de aşka adandığı için güzel geliyor belki insana bir gün batımında yada doğumunda ama tıpkı piramitlerin turist*insanda uyandırdığı duygular gibi…

    Gün batımı ya da bir çiçek kimin kime olan aşkına adanmışlığının eseri ki güzel geliyor insana? Güneş yüzyıllardır, 365 gün doğuyor ve batıyor… bir bitkinin fotosentezi gibi… belki de asıl güzel olan bu doğum ve ölümdür dünya hayatının turist insanı için… belki de ortalığı kaplayan o kızıl-mavi-sarının muhteşem armonisiyle usta bir ressamın fırçasından çıkmış yağlıboya tabloya benzeyen görüntü aynen Taj-Mahal gibi bir ölüm ve doğumun fonudur sadece!

    Turist olduğunu düşünmeyen işlerinin kölesi olmuş bir borsa simsarı, bir devlet memuru, bir botanikçi, bir doktor, bir avukat ya da bir çiftçi için bu doğum ve ölümün “bir başka iş günü daha” olmak dışında pek bir anlamı, görülmeye değer bir güzelliği olabilir mi? Acelesi olanların bakmaya görmeye pek vakti yoktur. Bakılanı görebilme İŞi için turist olacakları senelik izinlerinin gelmesini beklerler.

  1. 19 Trackback(s)

  2. Eki 27, 2009: İNSAN,ALLAH ve DİN : Derin Düşünce
  3. Kas 10, 2009: Ne yani? Ben de mi? : Derin Düşünce
  4. Oca 9, 2010: Korku matkabı zekâ duvarını deler mi? : Derin Düşünce
  5. Oca 28, 2010: Giuliano Carmignola ile ibadet : Derin Düşünce
  6. Şub 17, 2010: Bakmak ve görmek, anlamak: Sanat’ta ayrıntı (1) : Derin Düşünce
  7. Mar 8, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  8. Mar 9, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  9. Nis 2, 2010: Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?: Sanat’ta ayrıntı (5) : Derin Düşünce
  10. Nis 19, 2010: Kuşların sırrı: Sanat’ta ayrıntı(7) : Derin Düşünce
  11. Eyl 16, 2010: Manevî Enerji - Energie Spirituelle (Henri Bergson) : Derin Düşünce
  12. Mar 27, 2011: Hiç kimsenin Tiranlığı: Marx, Arendt ve Bürokrasi : Derin Düşünce
  13. Eki 14, 2011: “Tesettürlü Erkek” aranıyor! : Derin Düşünce
  14. Kas 22, 2011: Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri : Derin Düşünce
  15. Kas 8, 2013: Güzellik / Cazibe / Attraction / Sex Appeal
  16. Oca 20, 2014: Sanat / Eğlence / Enterteinment
  17. Oca 23, 2015: Hayret / Θαυμάζειν / coincidentia oppositorum
  18. Ağu 3, 2015: Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri
  19. Haz 21, 2016: Sanat / Eğlence / Entertainment / الفنون
  20. Eyl 11, 2017: Estetizasyon / Ayartma / aestheticisation / esthétisation | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin