RSS Feed for This Post

Ne yani? Ben de mi?

Cécile: Baba, bu kuş neden yerde yatıyor?

Marc: Ölmüş. Araba ezmiş.

Cécile: Ne zaman uçacak yeniden?

Marc: Bir daha hiç uçmayacak. Bitti. Ölüm bu. Uyuyorsun, bir daha hiç uyanmıyorsun.

Küçük Cécile ölümü böyle öğrendi babası Marc’tan. Günlerdir uyumuyor. “Bir daha uyanmamaktan” korkuyor. Marc bu olayı bana aktarıp yardım istediğinde hayretle yüzüne baktım ve deli olup olmadığını sordum!

Marc: Galiba büyük bir hata yaptım Mehmet. Ağabeyim “topluma bir psikopat kazandırdın” diyor.

MY: Ağır bir suçlama ama korkarım haklılık payı var. Ölüm 4 yaşında bir kızın kolay kabul edebileceği bir şey değil. Yetişkinler bile buna hazırlanma ihtiyacı içindeler…. Seni rahatlatacak bir şeyler söylemek isterdim ama… Neden Cennet’ten, Tanrı’dan bahsetmedin?

Marc: Biliyorsun biz ateist bir aileyiz.

MY: Dedeler veya nineler de yardım edebilirdi?

Marc: Bizimkiler Fransız Komünist Partisi’nin kurucularından. Ateizm bizde aile geleneği! Kim bilir kaç kuşaktır böyle bu. Materyalist Dialektik filan… Biliyorsun işte.

MY: Biliyorsun Marc, çocuklar bizim dediklerimizi değil yaptıklarımızı yaparlar. Sen ne düşünüyorsun ölüm hakkında? Cécile eninde sonunda seni ve annesini taklid edecek.

Marc: Düşünmüyorum. Düşünmemeye çalışıyorum. Bilinmez bir şey. İnsan korkuyor tabi. Konuşmuyoruz bu konuları evde.

*    *    *

Ölüm düşüncesi ve insanda uyandırdığı korku hazmedilmesi kolay olmayan bir his. Zira ölüm korkusu köpek ya da örümcek korkusuna benzemiyor. Kaçıp kurtulabileceğiniz bir düşman yok ortada. Bir başka deyişle bilimsel bir tehdit değil söz konusu olan. Haliyle önlenmesi, kaçılması mümkün değil.

İnsanlar ölümlüdür,(1)

Sokrat insandır.

Demek ki Sokrat ölümlüdür.

Ama bu Sokrat için söylenmiş. Sokrat bilir mi annemin sütlaçının tadını? Dibi yanmış tencerenin nasıl koktuğunu? Benim gibi Boğaz’da çay içti mi O? Ya Bebek’te yediğim sarımsaklı köfteleri? Galatasaray’ın şampiyon olduğu sene sokaklarda bağırdı mı benim gibi Sokrat?

Kendi hayat hikâyemizin başrol oyuncusu olduğumuzdan figüranların ölmesine şaşırmayız pek fazla. İnsanlar ölür. Herkes ölür. Ama ben herkes değilim ki! Ben başkayım!

 

Kaçışı olmamasından başka her an başımıza gelebilecek bir şey olması da ölümü özel bir yere koyar diğer kavramlar arasında. Bu açıdan 4 yaşındaki zavallı Cécile korkmakta haklıdır. Çaresi yoktur ve her an gelebilir.

Ölümün çözümü olmadığına göre bir problem de değil. Ama var. Varsa ne?

“İnsanlar bir cisme veya kavrama hak ettiğinden daha fazla önem atfederek akıllarını yanıltıyorlar. […]Varlığın bileşenlerini birbirinden ayırıp kimyasını bozmanın ötesinde tariflerini de değiştiriyor bu tutum:

Hayat = Biyolojik hayat, zevk ve tatmin.

Ölüm = biyolojik ölüm, bir çukurda böcekler tarafından yenmeyi bekleme.

Gerçek anlamları içlerinden boşaltılmış kelimeler ile düşünen, hayatı kendine “anlatan” insan neye üzülüp neye sevineceğini bilemiyor. Mutluluğun yerini tatmin alıyor. […]

Nabzımızın kaç defa atacağı, akciğerimizi kaç defa doldurup boşaltacağımız belli. İnsan ana rahmine düştüğü anda dönmeye başlayan bir sayaç bir tür kum saati gibi işliyor. Üst tarafını değil ama aşağı düşen kumları görebiliyoruz. Başlayan veya biten bir şey yok, sadece belli sayıdaki kum tanesi yer değiştiriyor.

                                                         

şöyle bir düzeltme yaparak bu yazıyı bitirelim: “Ölene kadar hayatı yaşıyoruz” yerine H2O formülünde olduğu gibi “Hayat-Ölüm denen bir şey yaşıyoruz” diyelim 

(Yaşama çıplak gözle bakarken)

Bizler zihinleri 19cu ve 20ci yüzyılın bilim hayranlığı ile yoğurulmuş insanlarız. Müslüman olsak dahi ölümü anlamakta zorluk çekebiliyoruz. Çünkü ölüm zekânın konusu değil.  Hatta “bilimsel olarak ölüm diye bir şey yoktur” diyebiliriz. Tıpkı “hayat diye bir şey yoktur” diyebileceğimiz gibi.

Ölümü anlamak için gerekli bilginin “içimizdeki bir levhada” kayıtlı olduğunu düşünüyorum. Ama bu levhaya harfler ters basılmış ve bunu okumanın tek bir yolu var: Ölüme bakışımıza bakmak. Yani ölümü bir ayna gibi kabul edip o aynada yansıyan DÜZ OLARAK YANSIYAN harfleri okumak.

Evet… Ölüme bilimsel gözle, analitik zekâyla bakıp “bölelim, parçalayalım, içine bakalım, nedir bu?” diye sorunca yanıt gelmiyor. Ama “benim ölümle olan ilişkim nedir?” diye sorunca perdeler aralanıyor biraz. İçimizdeki bir projeksiyon makinesinin ışıkları ölüm aynasına daha doğrusu ölümün bizde uyandırdığı korkunun aynasına bir şeyler yansıtıyor:

  • 1) İnsan biri ölümlü, diğeri ölümsüz iki parçadan oluşmuştur. Ölümlü parça diğerine üstün geldiğinde “sebepsiz” bir korku her ikisini birden sarar.
  • 2) İnsan bu “parçalı” kimliğinden dolayı sürekli sıkıntı içindedir. Kendisini sürekli ait olmadığı bir yerde, bir gurbette hisseder. Bu rahatsızlığı unutmak ve delirMEmek için bazı illüzyonlara, vehimlere ihtiyacı vardır. Kimlik hissi ve her şeyin bir sebebi olması gibi aldanmalar bunlardan bazılarıdır.
  • 3) Korkunun aynasında SONLU ve SONSUZ arasındaki uçurumu gören insanın başı döner. Dekor yıkılır. Bu durumdaki bir insan hayatı boyunca yemek, içki, sigara dumanı, bilgi, kitap, para, “önemli dostlar”, mevki, vs ile içi doldurulamaz bu boşluğu doldurmak için uğraşır durur.
  • 4) Ama ne yazık ki SONLU parçasının (haklı olarak) duyduğu ölüm korkusuyla mücadele ettikçe SONSUZ parçasına hizmet etmeyi erteler hatta unutur. Günah dediğimiz şey insanın bu uçurumu doldurabileceğini zannetmesidir. Hayattaki tecellisi cimrilik, çapkınlık, oburluk, kibir vb olarak çıkar karşımıza.
  • 5) Korku aynasındaki yansımaları iyi okuyan bir insan eninde sonunda yaşamayı ve tabiatıyla ölmeyi öğrenir.
  • 6) İnsan özgürdür. Hayvan, bitki ve cansızların tabi olduğu bilimsel determinizmden kaçabilecek donanıma sahiptir.

Yunus Emre’nin dediği gibi:

 “Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil.” / “Ölümden ne korkarsın bil ki ebedi varsın.”

(1) : İvan İlyiç’in Ölümü, Tolstoy’dan yazıya uyarlama

Not: Bu yazının belkemiğini oluşturan iç yansıma, zekâ-akıl ikilemi gibi temel kavramlara aşina olmayan okur Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? isimli makaleden istifade edebilir.

İlham ve bilgi kaynakları

Mesnevi, Mevlana Hazretleri

Varlık ve Zaman, Martin Heidegger

Kaygı kavramı, Sören Kierkegaard

Sartre ve Camus’den çeşitli makaleler ve söyleşiler

Ölüm üzerine Derin Düşünce’de yayınlanan yazılar

Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar! (Mehmet Yılmaz)

Ölüm üzerine (Suzan Başarslan)

Ölüm Sevgisi Nedir?( Mehmet Yılmaz)

Ölümü Hissetmek (Cengiz Cebi)

Baba ve dağlar(Mehmet Yılmaz)

Yaşama çıplak gözle bakarken(Mehmet Yılmaz)

Trackback URL

  1. 15 Yorum

  2. Yazan:Rakaful Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Felsefe ya da başka gözlüklerden ölüme ya da hayata bakmak…

    Şimdiye kadar sağlıklı bir sonuç alındığına ve insanları tatmin ettiğine şahid olmadım ve olan olduğunu da zannetmiyorum.

    Ölümü ve hayatı bize verenin murad ettiği yerden bakmayı -saf, selîm, teslîm bir kalble- becerebilsek, hayat ve ölüm girdabında yok olmaktan kurtulacağız.

    “Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir.”

  3. Yazan:erhan kanışlı Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    tam da şu sıralar “ölüm ve erteleme” başlıklı bir makale yazıyorken bu yazıya denk gelmek güzel bir tesadüf oldu. yalnız, naçizane birkaç fikrim var yazıyla ilgili;

    “Hayat = Biyolojik hayat, zevk ve tatmin.

    Ölüm = biyolojik ölüm, bir çukurda böcekler tarafından yenmeyi bekleme.” demişsiniz Mehmet Bey. yalnız tarih boyunca insanlık bu iki kelimenin tanımını yapmak için daima ihtiyatlı davranmak gereğini hissettiler kendilerinde. zira kesin bir doğruluğu olmayan, kişiden kişiye göre anlamı değişen bu tür mevhumların içini nasıl doldurursanız onun üstüne geliştireceğiniz düşünce, bu mevhumların göreceliliği ölçüsünde sağlamlığını yitirme tehlikesi içinde olur.

    hülâsa, yazınız okundukça zihnimde bir şeylerin imgesini verebiliyor, bana ölümü hatırlatabiliyor ve bu bağlamda amacına ulaşmış bir yazı. lakin genelleme yapmakta aceleci davranıldığı şüphesi zihnimi sinsice uyarmakta. diğer bir deyişle, ölüm konusunu yazmaya çalışan bir yazar ancak kendisi hayat duruşuna göre bir şeyler anlatır. ölüm olgusu, “pratik (kılgısal)” olarak deneyimlenemediğinden analitik bir çabaya cevap veremez. sizin de zaten aksini iddia etmediğinizi biliyorum. öyleyse kendimce sizin açtığınız yodlan kendi tanımımı yapmama izin verin.

    hayat: (tanımlamak için üzerine ciltler yazılabilir kuşkusuz)yaşadıklarıma verdiğim anlamlardır. ki maalesef bu anlamları, genelde başkasının yaşadıklarımız hakkında ne düşündüğünü düşünerek veriyoruz. ya da onların nasıl düşüneceğini bilmeye çalışarak anlamlar oluşturuyoruz.

    ölüm: hiçlik.

    bu anlamlı konuya yazmakta olduğum makaleden ufak bir nâzire yapayım;

    “…Ama ölümün sonluğuna inananlar, ölümün ateşinin sıcaklığını hissedemezlerse eğer, sanki ebediyen burada olacakmış gibi bir hisse kapılırlar… Böylece anı yaşamak imkansızlaştıkça dün ve yarın şimdiyi esir almaya başlar. Bu durumda insan, kendisiyle savaşıp kendini gerçekleştirme uğraşından feragat edip uyuşuk bir barışa razı olur. Bu şartlarda duyguların, düşüncelerin hakimiyeti altında varlıklarını sürdürmesi vicdanın rahatlığı için güvencedir…”

  4. Yazan:kuzu Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Bir de Lucretius’un unlu sozu var: Olum varken ben yokum, ben varken olum yok.

  5. Yazan:eg Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    her konuda söyleyecek sözleri olan insanların söz ölüme gelince nasıl sustuklarını, nasıl da ölümü görmezden gelmek için uğraştıklarını hepimiz biliriz. mesela bir arkadaşımızın bir yakını vefat etmiştir. gider arkadaşımıza teselli cümleleri kurmak isteriz ama bunu bir türlü beceremez susar kalırız. ölüm aslında bütün yalanların bittiği ve artık sadece hakikatle başbaşa kalınacak yolun başlangıcı. koca yunus’un dediği gibi “ölen havyan imiş, aşıklar ölmez!” işte insan kendini “aşık” diye tanımlatan o özüne sadık kalırsa ölüm hakkında söylenecek sözü de bulur:

    inna lillah ve inna ileyhi raciun

  6. Yazan:MY Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    “Felsefe ya da başka gözlüklerden ölüme ya da hayata bakmak…

    Şimdiye kadar sağlıklı bir sonuç alındığına ve insanları tatmin ettiğine şahid olmadım ve olan olduğunu da zannetmiyorum.”(RAKAFUL)

    Hacc’a gitmenin sart olduguna iMAN ederiz. Bu görevin geregi, anlami önemi üzerine konusuruz, AKIL yoluyla kavrariz müsade edileni. Burgün gelir, Hacc’a gideriz. O zaman birseyleri YASAYARAK ANLARIZ ki kelimelerle ifade edilemez, kitaplarla aktarilamaz.

    Bunun içindir ki Gazali Hazretleri “Atesin yaninda oturan isinir, haberini duyan degil” demistir. Ama her ilim her insana müsait degildir. ALLAH hepimizi farkli tabiatlarda yaratmistir. Bu sebeple Kelamiye, Salafiye ve Sufiye’den bazilarina digerlerinden daha çok yakinlik duyariz. Bu bir zenginliktir. Bizden farkli olan din kardeslerimizi dislamak için bir vesile olMAmalidir diye düsünüyorum.

    Cemile Kardesim’in bu yazisini herkese tavsiye ederim:

    http://www.derindusunce.org/2009/05/30/qua-vadis-ummet/

    Muhabbetle

  7. Yazan:Elif Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    “Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. (Hakka Suresi, 27)ayetindeki gibi, ölümle toprağa karışacağını, herşeyin biteceğini zanneden kişi için, inancı/inançsızlığı ve aldığı telkinler nedeniyle ölüm düşüncesi korkunç olmalı. Yalnızca tek bir yaşam olduğunu ve o yaşamın da bu dünyada olduğunu düşündüğü için…

    Ancak dünyanın -‘yalan’olduğu konusunda bazen insanı yanıltabilen- kusursuz yaratılmış bir imtihan mekanı olduğunun bilincinde olan inananlar için ölüm korkunç olmamalı. Yaşadığı tek korku, ‘ebedi istirahatgah’ının mutsuzlar için yaratılmış olan azap yurdu olma olasılığı. O nedenle de korku ve umutla dua eder, Rabb’inin adaletine teslim olur….

  8. Yazan:Rakaful Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Ama her ilim her insana müsait degildir. ALLAH hepimizi farkli tabiatlarda yaratmistir. Bu sebeple Kelamiye, Salafiye ve Sufiye’den bazilarina digerlerinden daha çok yakinlik duyariz. Bu bir zenginliktir. Bizden farkli olan din kardeslerimizi dislamak için bir vesile olMAmalidir diye düsünüyorum. (MY)

    Bir bilgiyi ilim sayabilmek için o bilginin sahih olup olmaması ilgilendirir bizi.Eğer Felsefe’nin sahihliğini bir miheng ile saptayacaksak, bu miheng Kur’ân’dır.Kur’ân’a göre -kendi okumalarıma göre konuşuyorum- Felsefe merduttur.Çünkü Allâh’tan kopuktur.Başka sistemlerin müsbet değerleri kullanılabilir, ama menfîye dönüşmemek kaydı ile…

    Kısa bir zamandır Felsefe okumaları yapıyorum ama sağlam bir akide kurmayan her kafayı bulandıracak hatta bizatihi o kafıyı pislik yapacak bir niteliğe sahiptir Felsefe…Tabi bu benim düşüncelerim.Felsefenin ne kadar zararlı bir hastalık olduğunu Üstad Bediüzzaman risalelerinde gayet güzel anlatıyor, bilirsiniz.

  9. Yazan:MY Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    “…Felsefe merduttur.Çünkü Allâh’tan kopuktur…”(Rakaful)

    Burada temas ettiginiz nokta çok mühim. ALLAH’tan kopuk olan hiç bir sey bize hayir getirmez. Burada sorun felsefede degil. Bizim felsefeyle olan iliskimizdir mesele.

    açayim: Para, teknoloji hatta evlat sevgisi bile ALLAH’tan kopuk biçimde yasanabilir.

    Aslinda ALLAH’tan kopuk olup olMAmasina göre iki ayri isim verilmeli, mesela kopuk olana cidal denebilir. Yani üstünlük taslamak, kibirlenmek için yapilan agiz/fikir mücadelesi.

    1) Helal kazandigi parasinin yarisini Filistinli çocuklara gönderdikten sonra kalaniyla kumar oynayan bir insan düsünelim.
    ALLAH’tan kopuk olan para midir? Kötü olan PARA’nin kendisi midir?

    2) ALLAH rizasi için evlat yetistiren bir anne ile kizini illa ki zengin bir adamla evlendirmeye çalisan bir anneye bakin. Hangisi ALLAH’tan kopuk durumda?

    Neticede ALLAH’tan kopuk olma durumu insana aittir. Felsefenin bir suçu yoktur 🙂

    Tahmin ederim bu kadari bile beni anlamaniz için yeterlidir ama müsadenizle biraz daha felsefe yapalim 🙂

    Daha dogrusu FELSEFE ISLAM’A AYKIRIDIR seklindeki yargiyi inceleyelim. Bu yarginin Islam alemine zarar verdigini düsünüyorum. iyi-kötü ayirmadan felsefe nereden gelirse gelsin karsi çikmak Müslümanlari düsünmekten ve çagin zorluklarina ayak uydurmaktan alikoyuyor kanaatimce.

    Teknolojiye, uluslararasi ticarete, degisen kadin-erkek iliskilerine, internete… karsisina çikan her yenilige kuskuyla hatta korkuyla bakan bir grup müslüman var dünyada. (Sözüm meclisten disari)

    Felsefe de bu korku ve kusku dalgasindan payini aldi. Oysa Bediüzzaman Hazretlerinin ya da Gazali Hazretlerinin kaleminden “felsefe” kelimesinin anlamini iyi okumak lazim.

    asagidaki paragrafi “FELSEFE ISLAM’A AYKIRIDIR” diye düsünen dostlarimin dikkatine sunarim:

    “…Gazâlî Hazretleri‘nin felsefe düşmanı olduğu yolunda yaygın bir kanı var. Gerçekte bu büyük alim kibirli ve söz dalaşında üstün gelmekten başka bir gayesi olmayan insanlara “filozof” demekte, Hakikat’i arayan Aristoteles gibi “devasa isimler” ile bu yarı aydınları birbirinden ayırmakta. Meselâ Tehâfutu’l-Felâsife adlı kitabının girişinde şöyle demiş:

    “… zekâ ve anlayış olarak kendilerini diğerlerinden üstün gören, seçkin olduklarına inanan bir grup gördüm. Onların küfürlerinin yegâne kaynağı Sokrat, Hipokrat, Eflatun ve Aristoteles gibi devasa isimleri işitmeleri […] ve onların matematik, mantık, tabiat ve ilâhi bilimlerdeki titizliklerini yöntemlerinin güzelliğini, akıllarının niteliğini ve bu tür gizli hususları ortaya çıkarmadaki yüksek zekâlarını abartmaları ve sapıtmaları…”

    Özetle Gazâlî Hazretleri‘nin kaleminde “filozof” kibirli, laf ebesi, yarı cahil kimsedir. Yine kendisinin verdiği ölçütlerde Hakikat arayıcısı kimin ağzından çıkarsa çıksın Hakikat’i duyunca söyleyene saygı ve minnet duyar. Üstün gelme gayreti içinde olmaz….” (Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? isimli makalenin dip notlarindan)

    Buradan da anliyoruz ki ALLAH’tan kopuk olan bazi insanlardir. Bu insanlar ne yapsalar ALLAH’tan kopuk olacaktir. Para kazansalar, Teknolojik bulus yapsalar, Felsefe yapsalar ALLAH’tan kopuk biçimde yapacaklardir. Hatta fakirlere sadaka verseler bunu bile ALLAH’tan kopuk biçimde yaparlar. Kibirle, hesap kitapla, gösterisle… Yani iyilik-kötülük insanin kendindedir. Eserlerinde, ürünlerinde degil 🙂

    Umarim derdimi anlatabilmisimdir.

  10. Yazan:Rakaful Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Mehmet Yılmaz kardeşim, çok güzel felsefe yapıyorsunuz (:

    Öncelikle, felsefe kavramını karşılayan hatta bilgi sınıfına ne giriyorsa hepsini karşılayan bir kavramımız mevcut ise, ben neden felsefe kavramını kullanayım?Bunun için ikna edilmem gerekir ki, mümkin olan birşey değil.

    İslâm, ne hayattan ne bilgiden ne de teknolojiden kopuk değildir.İslâm’ı bazı müsbet ve meşru şeylere kapalı gibi göstermek, modernizmin bir oyunudur ya da Batı’daki dîn algısını İslâm algısı ile bir tutmaktır ki bu, büyük bir hatadır.

    Allâh’ın önemli isimlerinden el-Alîm ismi…İlmini Allâh’tan alan ve kendilerine âlim ya da ilim talebesi denilen Müslümanlar görmek istiyoruz.Bizim -şu anda görünürde olmasa da- bir medeniyetimiz var.Bu medeniyeti kendi kavramlarımızla inşâ ettik ve o medeniyetin ihyâsı, gene kendi kavramlarımızla olmalıdır diye düşünüyorum.

    Bütün bunlar bakış açısıdır, bunlar da büyük çoğunlukla beslenilen kaynaklara bağlıdır.Bu sebeble farklı açılardan bakıyoruz.Belki de aynı şeyleri söylüyoruz.Aynı şeyleri dillendirsek de, ben bunu kendi kavramlarımızla yapmayı daha uygun buluyorum.

  11. Yazan:MY Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Sevgili Erhan Kanışlı,

    Yazmakta oldugunuz makalenin çok ilginç bir çalisma oldugunu tahmin ediyorum. Koydugunuz alinti bile merakimi çekti 🙂

    ölüm ve Hayat tanimi ile sôyledikleriniz hakkinda sunu belirteyim, o tanimlari sonlarinda (!) isareti varmis gibi okuyun yani ironiyle. Zira alinti yaptigim yazida bu YANLIS tanimlarin bir tortu gibi zihinlerde olustugunu, insanlarin Hayat ve ölüm adli iki kavram kurarak yanildigini savundum.

    Belki size itiraz edecek noktam su olur: Hayat ve Ölüm adinda iki ayri kavram benim aklima yatmiyor. Ana rahmine dûstügümüz andan itibaren can çekisiyoruz, hayatin baslangici ile ölümûn baslangici ayni olay. Bitisleri de böyle. Yani hayat ve ölüm aslinda tek bir süreç.

    Halk arasindaki yaygin olan yanilgi ise hayatin bir süreç oldugu ve ölüm ile noktalandigi 🙂

    Eger okumadiysaniz o kisacik yaziyi tavsiye ederim, 2 sayfalik bir sey:

    http://www.derindusunce.org/2008/04/04/yasama-ciplak-gozle-bakarken/

    Sevgiler

    Not: Ölüm ile ilgili makalenizi DD sayfalarinda yayinlamak isterseniz bitince bize gönderin.

  12. Yazan:MY Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    Bu medeniyeti kendi kavramlarımızla inşâ ettik ve o medeniyetin ihyâsı, gene kendi kavramlarımızla olmalıdır diye düşünüyorum.(MY)

    Dogru söze ne buyrulur? Bu bir bayrak yarisidir. Bizden genç olanlar ALLAH’in izniyle daha temiz kelimeler ve kavramlarla konusacaklar ve düsünecekler. Fikir alemimizi isgalden kurtarmadikça cografyamizi da kurtaramayiz.

    Sitenize göz attim. evet, ayni seyleri farkli kelimelerle söylüyoruz.

    Muhabbetle

  13. Yazan:eg Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    nietzsche’nin özellikle sokrates sonrası felsefe (ya da sadece felsefe) eleştirilerini hatırlamak islam ve felsefe sorusunu daha anlamlı bir soru haline getirebilir belki. eğer bugün tanımlanan şekliyle sokrates sonrası batı düşüncesi felsefe olarak adlandırılıyorsa, niçe bunu bir ters yüz olma olarak tanımlar. bu ters yüz olma yaratıcılığın kaynağının ters yüz olması demektir. niçe’ye göre sokrates öncesi yunan düşüncesi (ve elbette kadim düşüncelerin tümü) bilinçsiz yaratıcılıktan beslenir. bu bilinçsiz yaratıcılığı çeşitli biçimlerde anlayabiliriz. burada detayına girmeyeyim ama sezgi ya da belki tasavvuftaki “dolayımsız bilgilenme” aracılığıyla yaratıcılık diyebiliriz buna. niçe’ye göre sokrates sonrasında bu durum ters yüz olmuş ve o döneme kadar yaratıcılıkla ilgisi olmayan akla yaratıcılık görevi biçilmiştir. niçe buna bilincin yaratıcılaşması diyor. yani sokrates düşüncesi-ve felsefe- aslında fıtrat ile ilişkisi ters yüz edilen bir ilişki olması hasebiyle bir ucubeydi. niçe buna mantığın süperfetasyonu(bir hayvanın doğurmadan önce bir kez daha hamile kalmasına deniyor süperftasyon) ya da mantığın hipertropisi(aşırı büyümesi) diyor. sokrates bu anlamıyla teorik insan kültürünün yaratıcısıydı niçe’ye göre. bu teorik insan, mantık ve akıl aracılığıyla ve düşüncenin nedensellik yöntemi aracılığıyla varlığın derinlerine inebileceği fikrine sahip olan insandır aynı zamanda. üstelik bunun bir yanılgı olduğu öngörü ve sezgisini de çoktan unutmuş insandır teorik insan!belki felsefe ile islam ilişkisi felsefeye sokrates sonrası batı felsefesi anlamı yükleyerek daha doğru tartışılabilir. bu anlamda sokrates, platon, aristo ve sonraki batı felsefe geleneğinin düşünme ile ilişkili yeterlilikleri ciddi anlamda tartışılmaya muhtaçtır die düşünüyorum.

  14. Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    Korku ve ölüm ilişkisine bakıp biraz deşince, benim görebildiğim aidiyet hissi ve düşüncesi. Endişe, korku ve panik; kaybetme duygusunun her boydan ürünleri; bunlar bize ait olduklarını düşündüklerimize verdiğimiz ehemmiyetten beslenip, boy atıyorlar.

    Doğduğumuz an itibariyle başladığını düşündüğümüz ve “BENİM hayatıM” diyerek mülkiyet hakkını doğal olarak sahiplendiğimiz zaman diliminin, kontrolümüz dışında, tükenerek nihayetleniyor olması korkunun da ötesinde bir panik duygusuna neden oluyor;

    Doğmuş olmakla “sahip” olduğuM, üzerinde BENden başkasının hiçbir şekilde müdahil olamayacağı, evrenselleşmiş yasalarla güvence altına alınmış bir hak, nasıl olur da faili meçhul olan biri tarafından eliMden alınabilir; Endişe!

    Senin özgürlüğün benimkinin başladığı yerde biter! Bu değerli hayatıMı nihayetlendirebilecek muhtemel failleri BENden olabildiğince uzak tutacak her türlü koru(n)mayı imkanlı kılacak, caydırıcı ceza niteliğinde mahrumiyet yaptırımları olabilecek tüm yasakçı BİZ oluşumlarına dahil olup, destek vermeye gönüllüyüm; Hayatım bana ait, onu koruyup kolladıkça o hayat SİZe de aittir. Körleşmiş vaziyette bir ideolojiye saplanıp kalmışlık, adanmışlık böyle bir şey olsa gerek!

    Aldığım tüm tedbirlere rağmen bu kadar değerli olan hayatıMı kim BENden çalmaya cüret edebilir? Hayatın değerine benim gibi vakıf ol(a)mamış, sadece bu sebepten dolayı BİZden farklı olan ve oluşturduğumuz fikir birliğinin dışında kalan dolayısıyla hayatı da değersiz olan bu cahil cüretkarları maddeten uzakta tutacak tedbirler yeterli olmaz,fikren de imha edilmelidirler; Korku!

    Asla zihnimin kapılarını, SİZ cahil cüretkarlar gibi hayatı ölüme eşdeğer tutan düşüncelere açmayacağım, inandıklarınıza inanmayı reddediyorum; inkar yoluyla imha!

    Tüm buraya kadar yazılanlar doğrultusunda doğumu başlangıç,ölümü nihayet, sonrasını da hiçlik ve kara delik olarak kabul etmiş, zihnini endişe ve korku duygularına teslim etmiş biri ister istemez kendi kendini çıkışı olamayan bir köşeye kıstırmış olur; Panik!

    Var olabilmek için TEK kaynak ve dolayısıyla da sahip olunanlar içinde tapınılası değerde kabul edilen “ ruhsuz BEDEN” nasıl olup da ölmüş bir kuş, dalından düşmüş bir yaprak gibi çürüyüp börtü böceğe, solucanlara yem olup, toprağa karışarak ‘hiç’leşebilir? Ne yani?Ben de mi? Hayır. Mehmet beyin kaleme aldığı yazının sonunda yer alan fotoğraftaki gibi ceset, çürüyerek karışacağı mezarlık toprağında yeşerip büyüyen bir ağacı besleyerek mevcudiyetine devam eder.

    Yaratılmış olduğuna inanmayan, tesadüfen var olabilmiş bir canlı olarak, kendini diğer canlılardan üstün kılan vasıflara yine tesadüfen sahip olabilmiş, tesadüfen ulaştığı zeka seviyesi ile kendine medeniyet inşa edebilmiş insan denen varlığın, kendinden daha aşağı olan canlılarla aynı akıbeti paylaşarak, aynı yerde buluşması gerçekten içler acısı bir durum 🙂 Ama insanın fikren inşasına katkıda bulunduğu, hayranlık duyduğu medeniyete, mevcudiyetinin nihayetlendiği ölümünden sonra bile “malzeme” olarak katkıda bulunması da az bir şey değildir. Ölümden sonrası, maddeten hiçlik değildir! Kişinin tanıdıklarının hatıralarında soyut bilgi düzeyinde de var oluş hali devam etmektedir. Sonsuzluğun her iki şekilde de parçası olunabildiğini ikrar edebilmek de az bir şey değildir elbette. Bu tür bir ifadelendirmeden yola çıkarak, yaratılmış olmaya inanmayan biri için eskatolojik bilgi, ifadelendirilişi farklılık gösterse de aynen “ölüm” gibi “içimizdeki levhada yazılıdır” şeklinde bir çıkarımda bulunabilmemiz mümkün hale gelir.

    Ölüm, insanın somut olarak varlığının sonu olmadığı gibi soyut olarak da var oluşunun sonu değildir. Zerre olarak maddi alemde, bilgisi ile de soyut alemde varlığını sürdürmekte olan insan, kendisi ile hiç tanışmamış biri için hiç ’var’ olmamıştır, ‘yok’tur.

    Hangi bilim araştırması hangi düzeyde yapılırsa yapılsın asla o kişinin var olmaya devam ettiği ispatlanamayacaktır;

    Çünkü ölüm zekânın konusu değil. Hatta “bilimsel olarak ölüm diye bir şey yoktur” diyebiliriz. Tıpkı “hayat diye bir şey yoktur” diyebileceğimiz gibi.(MY)

    Bedenin varlığına endekslenerek de olsa ölüm düşünebilen bir zeka için anlaşılabilir nitelikte bir konu olabilir belki de!? Ve bu da aynen Mehmet beyin dediği gibi H2O formülünü bölüp parçalamadan, tamamıyla bu dünya hayatına bakarak/ayna tutularak yazılmış olan metnin mümkün olabildiğince okunabilmesine olanak sağlayabilir. Okunanın anlamlandırması ise tamamıyla bireyin kendi seçimi ile yapacağı bir inanç meselesidir.

    Ölüm, cümle sonundaki nokta değil de art arda dizilmiş flu noktalardan oluşmuş defter satırları, dünya hayatı da o noktalara paralel yazılmakta olan 5 duyu ile teşhis edilebilir koyulukta yazılmakta olan cümleler olarak tahayyül edilebilir. Ölüm ve hayatın bu şekilde birbirlerine paralel olmaktan kaynaklanan ilişkisi, akıl sağlamasına ihtiyaç duyan insanoğlunun idrakle iman edebilmesi için Yaradan tarafından kendisine sunulmuş bir lütuf niteliğindedir.

  15. Yazan:Mustafa Aslan Tarih: Kas 12, 2009 | Reply

    “Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir nimettir.”

    Ölüm insanoğlu için kabullenmesi kolay bir şey değil. Zira öyle olsaydı günümüzün modern insanı onun hakkında konuşmaktan bu denli korkmazdı. Ölümden sonrasına inanmanın insanlık tarihi kadar eski olmasına, insan hilkatindeki buna inanma ihtiyacını sebep olarak gösterebiliriz sanırım.
    Dünya’ya geliş nedenini basit bir mitokondri organelinin evrim geçirmesine bağlayan bir insana “sen yeniden dirileceksin” demek de kolay değil.

    İnsan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

    Maddeci düşüncenin ne kadar gözlerimizi kapattığını ölümü düşünürken anlıyorum. Çünkü maddeci düşüncenin buna verilebilecek bir cevabı yok. Kabir kapısı kapanmıyor. Sadece “düşünme” diyebiliyor. Oysa Allah Resulu:

    “Ölümü düşününüz”

    der.
    Ölüm konusunda Said Nursi’nin eserlerinde güzel yaklaşımlar var.

    Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekalif-i hayatiyeden azad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, alem-i berzahda bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir.

    “İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, baki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Baki’nin daire-i rahmetine girmektir.

    “Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Mesela: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin.

    “Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattır; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için… Öyle de; nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belalara müptela olanlar için ayn-ı ni’met ve rahmettir.”

  16. Yazan:isminiz Tarih: Kas 12, 2009 | Reply

    Ölüm;
    Bu dünyadan yok oluş mu sadece?
    Sadece buysa eğer, dünya çokta önemli değil zaten. Beni üzen, belli bir zaman sonra, sevdiklerimin (beni sevdiklerini sandıklarımın), hayatların yok olacağım ve zamanla hayellerinden çıkacağım gerçeği.

    Her fani ölümü tadacak. Belki gittiğimiz yerde bir boşluk olacak, belki gittiğimiz yer, şuan yaşadığımızı sandığımız dünyadan daha bir güzel olacak. Bilmiyorum hangisi. Bildiğim tek şey;

    Ben bu dünyaya meftun değilim.
    Ben bu dünyada berever yaşadıklarıma meftunum…

  1. 7 Trackback(s)

  2. Kas 23, 2009: (B)eden, (E)sas, (N)efs: Başörtüsü ile ilgisi olmayan başörtüsü yazısı : Derin Düşünce
  3. Oca 9, 2010: Korku matkabı zekâ duvarını deler mi? : Derin Düşünce
  4. Mar 25, 2010: Ahiret Kitabı - Gazâlî Hazretleri : Derin Düşünce
  5. Nis 12, 2010: Futbol mu daha kötüdür yoksa eşcinsellik mi? : Derin Düşünce
  6. Kas 21, 2010: TE MIR NE!
  7. Eki 14, 2011: “Tesettürlü Erkek” aranıyor! : Derin Düşünce
  8. Eki 22, 2011: Kırık parçalar (Marilyn Monroe) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin