RSS Feed for This Post

“Dinlerin evrimi” mi “Evrimin dini” mi?

Sık sık duyarsınız bu iki kelimeyi “Dinlerin Evrimi.” Öyle ki pekçok kaynakta neredeyse bilimsel bir gerçeklik gibi sunulur.

Nedir bu “dinlerin evrimi” meselesi?

19.yüzyılıın sonundan itibaren darwinizm, büyük bir hızla kabul gördü ve biyolojiden başlayıp ekonomi, psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi hemen her alanı yaygın bir biçimde etkiledi. Bu, “din” olgusuna da “dinlerin evrimi” olarak yansıdı. Böylelikle de insanlığın son derece kısa bir zamanını kapsayan yazılı tarihine ve eldeki kısıtlı arkeolojik bulgulara dayanarak, evrim fikrinin a priori kabul görüldüğü hakim materyalist bakışla “dinlerin evrimi” düşüncesi ortaya çıkmış oldu.

Bu düşünceye göre insanlığın ilk dönemlerinde hiçbir dini inanç yoktu. İlk dinler ise ölülere tapınmayla başlamıştı. Bu konuda farklı görüşler de vardı, bunlardan bazılarına göre dinin kaynağı animizme (doğaya canlılık atfetme, onda ruh olduğuna inanma), bazılarına göre ise totemizme (sembol olarak seçilen bir insan, grup ya da eşyaya tapma) dayanıyordu. Bu evrim tarihi içinde de insanlık, inanç sistemleri olarak sırayla animizm, manizm, politeizm (çok tanrıcılık) aşamalarını geçmiş son olarak da monoteizme (tek tanrıcılık) demir atmıştı.

Bu temelle ilişkili olarak, pozitivizmin fikir babası A. Comte’de insanlığın inanç tarihini kategorize ederken mitolojik çağ ve metafizik çağ olarak sınıflandırma yapmış, son aşama olarakta pozitivizmi öngörerek dinlerin bu yeni dönemde ortadan kalkacağını iddia etmişti. (Zaman, Comte’nin yanıldığını açıkça gösterdi, ama bu başka bir konu.)

Dinlerin evrimi düşüncesini desteklemek için kullanılan bulgularla, biyolojik evrim için gösterilen bulguların kullanım mantığı arasında büyük bir benzerlik görüyoruz.

Nasıl ki biyolojik evrimde canlıların yapıtaşlarındaki benzerlikler homoloji ve anoloji gibi kavramlarla “common descent”e (ortak ata) kanıt olarak gösteriliyorsa, dinlerin evrimi düşüncesinde de aradaki benzelikler evrimlerine kanıt olarak gösteriliyor. Özetle, tek tanrılı dinlerle önceki inanışların gerek bazı ritüelleri, gerek tarihsel hikayeleri, gerekse metafizik öğeleri arasındaki benzerliklerden hareketle, zaman içinde birbirlerinden evrimleştikleri öne sürülüyor.

Peki bu sonuca varılmasını sağlayan nedir? Yani bu ortak noktalar birbirlerinden evrimleşmeye mi kanıttır yoksa İlahi mesajın sürekliliğine ve zamanla bozuldukça tekrarlandığına mı?

Yoksa bu ortak noktalar her iki görüş için de bakılan yere göre değişen kanıt sunabilir mi?

Tarih öncesi çağlara dair elimizde çok az bulgu olduğu gerçeğini de dikkate alarak şu söylenebilir; bu benzerlikler her iki düşünceyi de desteklemek için kullanılabilir. Elbetteki a priori kabullerle başlanarak.

Hangi görüşü daha kuvvetli desteklediğini görmek için ise yetersiz de olsa elimizdeki bulgulara bakmalıyız.

Dinlerin evrimi düşüncesi, “bilimsellik” bağlamında düşünürsek önkabullerden ve arkeolojik kanıtların bu önkabule uygun bir biçimde yorumlanmasından başka bir şey ifade etmiyor.

Bu önkabul materyalizm elbette.

Bu materyalist önkabulün olmadığı bir bakışla incelendiğinde ise yaklaşık bir yüzyıldır ele geçirilen antropolojik ve arkeolojik bulgular, tarih boyunca toplumlarda önce tek Tanrı inancının var olduğunu, ancak bunun zamanla bozulduğunu gösteriyor.

Bazı dinler tarihi yorumcularına göre başlangıçta herşeyi yoktan var eden, herşeyi gören ve bilen, tüm alemlerin sahibi olan tek Yaratıcı’ya inanan toplumlar, zamanla Yaratıcı’nın sıfatlarını ayrı ayrı ilahlar olarak düşünme yanılgısına düşüyor ve birden fazla ilaha tapınmaya başlıyorlar.

Birkaç alıntı ile eldeki bulguların ne ifade ettiğine bakalım.

Stephen H. Langdon, The Scotsman adlı dergide şunları yazmış:

Tüm deliller, kesinlikle başlangıçta bir “tek Tanrı” inancının bulunduğunu gösteriyor. Semitik kökenli halkların arkeolojik ve edebi kalıntıları da en eski zamanlarda bile bir “tek Tanrı” inancının var olduğunu gösteriyor. Yahudi dininin ve diğer Semitik kökenli dinlerin, totemistik, putlara dayanan bir kökeni olduğu teorisinin tamamen geçersiz olduğu bugün anlaşılmış durumda.

Axel W. Persson da “Tarih Öncesi Yunan” isimli eserinde şöyle demiş: (1)

İlk baştan beri var olan tek Tanrı inancı, daha sonra Yunan dinsel mitlerinde gördüğümüz sayısız önemli önemsiz tanrısal kişiliklere dönüşmüştür. Benim görüşüme göre bu birçok ilahın varlığı, tek ve bir olan bir Tanrı’yı tanımlayan değişik isimlerin zamanla değişik yorumlanmasına bağlıdır.

Antropolog Sir Flinders Petrie de bu konuda şöyle diyor:(2)

Eğer ruhlara tapmak tek bir İlah’a tapmaya uzanan bir evrim sürecinin ilk basamağı olsaydı, bu durumda çok tanrılılığın gittikçe tek tanrılılığa evrimleşmesinin kanıtlarını görmemiz gerekirdi… Bunun tam aksine tek görebildiğimiz, tek Tanrı inancının her zaman ilk basamak olduğudur…[….] Çok tanrı inancını ilk oluşumuna kadar izleyebildiğimiz her yerde, bunun tek Tanrı inancının bir çeşitlemesi olduğunu görüyoruz

Alıntılar çoğaltılabilir.

Yani bakışa göre değişir diyorum ama darwinist önkabulden sıyrılıp nesnel bir bakış yaptığımızda da “İlahi mesajın sürekliliği ve zamanla bozuldukça tekrarlandığı” yaklaşımının daha makul olduğu ve delillerle de desteklendiği görülüyor.

Hele ki çıkışından 300 yıl sonra tanınamayacak hale getirilen Hristiyanlık örneği de elimizde iken bu bozulmanın mümkün olduğunu ve çeşitli öğretilerdeki sembolizmanın ifade ettiği anlamların benzerliği sebebiyle tek ilahi köken yaklaşımının çok daha makul olduğunu düşünüyorum.

Tüm kadim medeniyetlerin ve toplulukların dini öğretilerinde ilahi bir öz vardır. Büyük İslam düşünürü Seyyid Hüseyin Nasr bunu “gelenek” olarak tanımlar. Bu, bizim bildiğimiz anlamda gelenek-görenek tanımlamasına giren adet, alışkanlık, düşünce ya da motiflrin kuşaktan kuşağa aktarımı değildir.
Nasr bu “gelenek” ile, Vahy-i İlahi ile inen, kaynaklarında İlahi olanın özel bir tezahürü ile özdeşleşen ilkeler dizisini ve bu ilkelerin farklı zaman birimlerinde ve farklı koşullarda belli bir insan topluluğuna indirilmesini ve uygulanmasını kasteder. (3)

Hulasa edersek; bu İlahi mesaj farklı zamanlarda farklı toplumlara farklı form ve sembolizma ile indirilmiş olabilir. Bir Hindunun dini ritueli, bir Brahmanın ahlakî yaklaşımı bu mesajın o toplum için sembolize edilmiş bir tezahürü olabilir.

Bu konuda S.Hüseyin Nasr ve ünlü metafizikçi düşünürlerden Frithjof Schuon, Rene Guenon, A.K. Coomaraswamy gibi isimlerin eserlerine bakılabilir. Bu eserlerde İlahi mesajın insanlığın başlangıcından bu yana iletildiği zamana ve muhatap topluma göre nasıl bir sembolizmayı kullandığına, farklı farklı formlara büründüğüne ilişkin kıyaslamalara ve mesajın tekliğine ilişkin çok detaylı bilgiler var. (4)

Bu yaklaşım her ne kadar bulgularla desteklense de nihayetinde a priori kabule dayanır; ve adı üstünde bu bir inançtır. Müslümanlar ya da diğer inanç sahipleri bunun bir “inanç” olduğunu kabul ederler. Bu teolojik olarak da kendi inanç sistemleri içinde tutarlı bir bakıştır.

Fakat yukarıda da bahsettiğim nedenlerle dinlerin evrimi gibi bir düşünce de inançtır. Eldeki bulgular her ne kadar çoğunlukla aksini gösterse de, yine de bu düşünce lehine yorumlanabilir. Fakat bu yorum da -tıpkı İlahi köken yaklaşımında da olduğu gibi- önkabule dayanır, mevcut bilimsellik kriterlerine göre de bilimsel bir bakış değildir.

O halde “dinlerin evrimi” gibi bir yaklaşımı, bilimsel gerçeklik gibi sunmaya çabalayan bazı materyalistlerin daha dikkatli konuşması gerekiyor.

Notlar:

(1) Tarihi Yalan:Kabataş Devri. Alıntı: Axel Persson, The Religion of Greece in Prehistoric Times, University of California Press
(2) Age. Alıntı: Sir Flinders Petrie, The Religion of Ancient Egypt, Constable, London
(3) İslam and The Plinght of Modern Man. S. Huseyn Nasr.
(4) Bununla ilişkili bir yazım için bakınız: “İslam ve diğer inanışlara bakış”

 

… Bu makale ilginizi çektiyse …

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz. 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz. 

 

Trackback URL

  1. 38 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Ajlan Abudak Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Bu makale iki acıdan önemli birincisi evrim yani tedrici doğrusal gelişme fikrinin uygulanabilirlik kapsamının epistemolojik bakışı sunulmaya çalışılmıştır. İkincisi bu uygulanabilirliğin insan medeniyeti kaynağı olan dinler acısından ne ifade ettiği anlatılmıştır.Katılmadığım ve üstü kapalı ima yolu ile evrim yoktur demeye gelen genel anlamdan ayrı olarak şunu söylemem gerekli; dinler tarihinde herhangi bir evrim fikri olması yada olmaması demek kozmolojik yada biyolojik olarakta bizim için evrim olmaması anlamanıza asla gelemez.Zaten her iki alanda birbirleri ile holistik bir nesnel bağada sahip değildir.Bunu inanan ve inanamayanlar olarak subjektif insan oğlunun kurduğu yapay bir bağ şeklinde algılıyorum.Birde Darwinci Evrim teorisi ile genel evrim teorisnin birbiri ile bitişik algılanışı büyük talihsizliktir.Darwin sadece evrim için kendi ön gördüğü açıklamayı ortaya koymuştur evrim fikrinin mucidi Darwin değildir.Evrim fikrinin tartışılmasını Atom okulu ve Aristotelesçiler arasındaki mücadeleye dek geri götürebiliriz.Bu sepeple Darwin=Evrim algısı modern bir hurafeden başka bişey değildir.Ama Darwin=Materyalistik evrim derseniz bu tam anlamıyla bir karşılık olabilir.

    Evrim apaçık bir düzendir,Darwinden çok önceleride gözlemlenmiş denenmiş uygulanmıştır.Pratik geçerliliğini halen sürdürmektedir.Uygulanabilirlik acısından da evrim herhangibir teoriden daha üretkendir.Esas mesele evrimin varlığı yokluğu değil, bu düzenin yönlendirilmişmiş yoksa yönlendirilmemiş bir süreçle mi ortaya çıkabilecek olduğudur.Çünkü evrim için bilimsel kanıt veri doğrulama yada gözlem gerçekleştirebilirsiniz oysaki dinler tarihi için yapacağınız tek şey başkalarının ne dediğini aktarmaktır yani subjektif yargıların kesin olarak kanıtlanmayacak çıkarımları ile bir sav ortaya koyabilirsiniz.Bu sebeple iki alanın birbirinden faydalanarak yorumlanması zorlama bir çabadır.Biri nesnel verilere bakar (ön yargısız olması gerek elbette) diğeri olan tarih ise eldeki subjektif verileri oğunlukla kullanmak zorundadır rakamlara formülelere dayalı ispat yapamaz.Bu nedenle epistemolojik olarak evrim kadar geçerli bir bilgi değildir.

    Şimdi Sayın Caner Taslamnın son çıkan kitabından İslam düşünce dünyasında Evrim fikri nasıldı bakalım.. kendisi eserlerine binaen bu düşünürlerin evrim algısını çok güzel özetlemiş:

    ”İslam düşüncesinin Batı’nın modern biliminin ve biyolojisinin oluşumunda hem deneyci ve gözlemci metodolojiyi teşvik ederek hem kendi deney ve gözlem sonuçlarını aktararak hem de Grek medeniyetinin mirasıyla Batı’yı buluşturarak etkili olduğu doğrudur. Fakat Lamarck ve özellikle de Darwin tarafından ortaya konan, sonra başta genetik olmak üzere biyolojideki gelişmelerle yeniden formüle edilen ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni, Batı’nın, Islam düşüncesinden aldığını söylemek için yeterli ve tutarlı delil bulunmamaktadır. Bazılarının yaptığı gibi Anaximander’de ‘Evrim Teorisi’ni aramak hata olduğu gibi, Islam düşüncesi içindeki Ihvan-ı Safa’da ‘Evrim Teorisi’ni aramak da hatalıdır. Bu, Islam düşünürlerinde ‘evrim’ fikri olmadığı anlamına gelmemektedir. Bazı araştırmacılar bu düşünürlerdeki ‘evrim’ kavramına işaret ettiklerinde, birçok kişinin ‘evrim’ kavramıyla ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni karıştırdığı görünmektedir. Bu çok tekrarlanan, kavramların yanlış kullanılmasından kaynaklanan hata, sıkça tarafların anlaşılamamasına sebep olmaktadır.

    ‘Evrim’ kavramı ile daha kompleks bir varlık türünün daha basit bir varlıktan meydana gelmesi kastedilir. Örneğin gaz bulutlarının sıkışmasından gezegenlerin oluşumu şeklinde kozmolojik seviyede bir evrim de hidrojen ve oksijenin birleşmesinden suyun oluşması şeklinde kimyevi seviyede bir evrim de ‘evrim’ kavramının içine girer. Biyolojik anlamda ise Lamarck ve özellikle Darwin tarafından ortaya konan ‘Evrim Teorisi’ ile her bir canlı türünün, diğer bir türün değişimi sonucu oluştuğu kabul edilir. Bu yüzden türlerin sabitliğini savunan herkes ‘Evrim Teorisi’ ile tam zıt kutuptadır. ‘Evrimci’ fikirleri gösterilirken türlerin değişmezliğini savundukları da aynı araştırmacılar tarafından gösterilen Nazzam, Biruni, Ihvan-ı Safa ‘evrimci’ kabul edilseler de ‘Evrim Teorisi’ni önceden sezinledikleri söylenemez.

    Cahız, canlılar arasındaki hayat kavgasından, Biruni canlı türlerin içindeki çeşitlilikten ve türlerin seçimi ile ıslah edilmelerinden bahsetmişlerse de hiçbirinin bugünkü anlamda bir ‘Evrim Teorisi’ni savunduğu söylenemez.78 Canlıların ‘varlık mertebeleri’ olduğu görüşünü ve bu görüşe göre canlıları sıralamayı ‘Evrim Teorisi’nden ayırt etmek gerekir. Aynı hata Aristoteles için de yapılmış, onun canlıları ‘varlık mertebeleri’ne göre dizişinden, ‘Evrim Teorisi’ni öncelediğini düşünenler olmuştur. Ibn Miskeveyh’in de yaptığı gibi canlıları ‘varlık mertebeleri’ne göre ayıran hiyerarşik bir diziliş, basit canlıdan kompleks canlıların evrimleştiğini söyleyen sıralamaya benzeyebilir. Fakat ‘varlık mertebeleri’ne göre canlıları dizişte canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştikleri iddiası yer almazken ‘Evrim Teorisi’nin en temel iddiası budur.

    Bazı düşünürler ise Kuran’da bir ceza olarak anlatılan ‘mesh’ olayına dayanarak bir türden diğerine dönüşmeyi mümkün görmüşlerdir . Sınırlı sayıda türün birbirinden evrimleşmesiyle, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, sınıfların evrimleşerek oluştuğunu söyleyen ‘Evrim Teorisi’ arasında önemli fark vardır. Türler arası geçişi mümkün görmekle, bütün canlıların birbirinden oluştuğunu söyleyen sistematik bir görüşü ortaya koymak arasında ciddi bir derece farkı vardır. Bir düşünürün, sırf türler arası geçişi mümkün gördüğü için ‘Evrim Teorisi’ni öncelediğini söylemek zorlama olacaktır.

    Müslüman düşünürlerde ‘evrim’ görüşü olduğunu söyleyenler üç tip ‘evrim’ kastetmektedirler. Bunların birincisi biyolojik evrimdir ve türlerin değişimi bu evrimin konusudur. Ikincisi sosyal evrimdir ve medeniyetlerin gelişimi gibi faktörler buna dahildir. Üçüncüsü ise insanın ahlaki ve manevi açıdan gelişimini anlatan psikolojik evrimdir. Günümüzde birçok kişi ‘evrim’ kavramıyla ‘Evrim Teorisi’ni anladığı için, bu saydığımız üç ‘evrim’ görüşünden herhangi biri kastedildiğinde ayırım yapılamayabilmektedir; ama yapılması gerekmektedir. Örneğin Mevlana’nın manevi açıdan gelişimi kasteden şiirlerinin, ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni öncelemesi şeklinde yapılan yorumlar doğru kabul edilemez. Mevlana’nın açıklamaları da canlıların, hiyerarşik varlık mertebelerine göre dizilmelerini öngören ‘varlık mertebeleri’ anlayışı ile ilgilidir. Cahız’ın evrimi öncelediğini söyleyen bir görüş Cahız’ın bilimsel, biyolojik yaklaşımından dolayı daha çok tartışmaya değerdir; fakat tasavvufi şiirsel bir eserin birkaç beytinden dolayı Mevlana’yı biyoloji alanına çekmek hatadır. Mevlana’nın, kendi alanındaki birinden beklendiği gibi ‘psikolojik evrime’ işaret ettiğini veya ruhsal gelişimi vurguladığını söylemek daha doğru olacaktır.

    Bazı Islam düşünürlerinin doğal seleksiyona ve dönüşümcülük fikrine işaret etmeleri önemlidir. Fakat bu ifadelere dayanarak ‘Evrim Teorisi’nin Müslüman düşünürler sayesinde veya onlar tarafından ortaya konduğunu söyleyecek yeterli, sistematik ve ikna edici verilere sahip değiliz. Canlılar dünyasında doğal seleksiyonun varlığını tespit etmek ile yeni türlerin, cinslerin, familyaların oluşumunu Darwin gibi ‘doğal seleksiyon’la açıklamak çok farklıdır. Türlerin değişimine işaret edilmesi ise biyolojik açıdan ciddi bir öneme sahiptir. Fakat bütün canlıları böylesi bir değişimin sonucu görmek ile bu değişimin sınırlı şekilde gerçekleştiğini söylemek oldukça farklı fikirlerdir. Diğer yandan, ‘Evrim Teorisi’ ile karıştırmamak gerekmekle birlikte, birçok ünlü Islam düşünürünün felsefelerinde ‘evrim’ kavramının önemli bir yere sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir.

    Müslüman bilim insanları teistik bir varlık anlayışını, deney ve gözleme önem veren bir bilgi teorisini ve bilim anlayışını, farklı medeniyetlerin bilimsel mirasından faydalanmayı gerekli gören bir zihniyeti, evreni ve canlıları tanıma faaliyetlerini ibadet kabul eden bir iman anlayışıyla birleştirdiler. Tüm bunları kendi bünyelerinde sentezleyen Islam düşüncesi, Batı medeniyetine önemli bir miras aktardı ve bu miras Batı’nın bundan sonraki felsefî ve bilimsel macerasında etkili oldu.”

    Son olrak makalenin başlığındaki Dinin evrimi temeldeki Tehvid mesajında yoksa bile Dinlerin yapısı ve şekli acısından vardır.Herhalde M.Ö 3000 lerde İslam Mekkeye geldiği gibi gelseydi o zamanki toplumsal sosyolojik yapının bu mesaja uyum sağlayamayacağı açıktır.Hz.İbrahim Hanifliği daha uygundu ve öylede olmuştur.İnsan medeniyeti belli bir olgunluğa eriştikten sonra din tamamlanmıştır.Son inen ayette buna işaret eder.Evrimin dini meselesinde ise haklılık vardır.Ön kabullü bilim anlayışı materyalistik bir yorumla evrimi içselleştirmiş.Evrimi kendi meşrutiyeti için vaz geçilmez enstrüman haline getirmiştir.İster inanan ister inanmayanlar olalım bilimsel bilgiyi sadece görmek istediğimiz olmasını arzu ettiğimiz şekilde kabul etmememiz gereklidir.Ortada duran Tasarım bir tasarımcıya işaret ediyorsa kabul edebilmeli yok rastlantısal güçlerle doğanın içindeki imkanlarla kendiliğinden oluşabileceği modellenirse onuda kabul edebilmeliyiz.Bu verileri inançla + yada – ilişkilendirmek bizi asla daha bilimsel kılmaz.

    Saygılarımla…

  3. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Mustafa kardeşim,

    Ben burada senin de dikkat çektiğin üzere darwinian evrim fikrinin sosyal alanda uygulamalarından bir örneğini işledim.

    Yaşamın tarihi konusundaki görüşlerim ise belli. Bir yorumumda bundan bahsetmiştim.

    Selamlar.

  4. Yazan:Tansel Güçlü Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Yazıda ciddi hatalar var. Bir kere pozitivizmi eleştirirken nesnellik iddiasında bulunulmuş ki bu da zaten eleştirilen pozitivizmin en büyük savıdır ki yalandır. İkincisi bu evrimi düz çizgi olarak modernist yaklaşımı eleştirilmiş ki bu da zaten yeni bir şey değil, bugün de geçerliliğini yitirmiştir. Ancak değişik inanç sistemlerinin maddi koşullardan bağımsız olduğun iddiası öne sürülüyor ki bu pek mantıklı değil. Yani tek tanrılı veya çok tanrılı inanç sistemlerinin gelişmesini serpilmesini destekleyen ekonomik süreçler tabii ki incelenmelidir. İnsanın doğa güçlerine boyun eğdiği coğrafi ve tarihsel her türlü koşulda elbetteki inanç sistemini bunlar şekillendirecektir. Bu konu üzerine yaptığım okumalarda alıntıladığın adamlara hiç rastlamadım açıkçası. Bunun üzerinde ilahi bir kudret aramanın tutarlılığı olduğunu zannetmiyorum. Tabii psikanalitik araştırmayı da işin içine dahil edebiliriz.

    Yukarıdaki savların geçerli olduğunu düşünmüyorum. Evrim düşüncesi darwinist veya modernist bağlamlı ele alınmak zorunda değildir. Bugün iktisadi kurumların evriminden de bahsediliyor. Yani süreçle uğradıkları değişimden (aile, devlet vs.). Yani bir ilahi güç bu kurumu kaldırığ yerine başkasını koyuyor gibi bir durum yok. Tutarlı bir bakış olmaz bu. Modernizmin savı, sonra gelenin üstünlüğü üzerine kuruluydu ve bu yıkıldı, yani ahlaki yargılardan sıyrılmaya çalışılıyor. Ayrıca çizgisel tarih anlayışı da çöpü boyladı ya da boylamak üzere. Umarım anlaşılmıştır.

  5. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Tansel bey,

    Ben yorumunuzdan pek bir şey anlayamadım. Yazıya peşpeşe kapalı eleştiriler getirmişsiniz. Daha çok sınav kağıdı okuyan bir öğretmen notları okuduğumu düşündüm. Biraz açıkca yazarsanız, Suat bey anlar kesin belki ama ben anlayamıyorum…

    teşekkürler,

  6. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Tanselciğim,

    Nesnellik iddiasında bulunmadım, mutlak nesnelliğin mümkün olmadığını düşünenlerdenim. benim burada sözettiğim nesnellik gözleme dayanan ve a priori kabullere dayanmayan eldeki bulgulara dair bir bakıştı.

    İnançların yayılımı, etkileşimi ve bozuluş süreci maddi koşullardan bağımsız değildir, ben bundan değil, inançların asli kökenine dair öne sürülen teorilerden sözettim.

    “İlahi köken”i yanlışlayamayacağına göre bu alternatifin değerlendirildiği bir yazıya materyalist bir bakışla eleştiri getirmek en baştan anlamsızdır. Elbetteki çıkış noktası olarak insan zihnini görebilirsin ama bunun kesinliğini iddia edemezsin.

    Zaten yaptığın eleştiri benim de sözettiğim bakışın tıpkısının aynısı. Böyle bakmak mümkün ama “bu böyledir” denemez kesin olarak diyorum. Hal bu iken neyi eleştirdiğini de anlayamadım.

    Geçen zamana geri dönemeyeceğimize ve eldeki bulgularda çok sınırlı olduğuna göre onbirlerce yıl öncesi için atmasyonlar yapmak ve bunu “gerçek” diye sunmak sakıncalıdır; ben bunu söylüyorum.

    İslamiyetin doğuşunu ele almak anlaşılmayı kolaylaştırır belki. Marksist görüş İslam’ın ortaya çıkışına dair -tabi diğer dinlerin de- maddeci bir yorum yapar ama bu yorum Hz. Muhammed’in İlahi vahy aldığına dair olan görüşü kesin olarak yanlışlayabilir mi? Bu bir yorumdur nihayetinde. Bir materyaliste göre tutarlı gelebilir ama bir müslümana göre tutarsızdır. Bu ikiliği geçmişe doğru yürüttüğümüzde her köken için aynı şey düşünülebilir. Kesin ispat noktasında hepsi yetersizdir.

    Modernizmin savı, sonra gelenin üstünlüğü üzerine kuruluydu ve bu yıkıldı, yani ahlaki yargılardan sıyrılmaya çalışılıyor. Ayrıca çizgisel tarih anlayışı da çöpü boyladı ya da boylamak üzere.

    Bu paragrafla tamamen hemfikirim.

    Selamlar.

  7. Yazan:Tansel Güçlü Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Sevgili abicim,

    Ben bir kesinlik iddia etmiyorum tabii ki. Ancak bir yöntem koyuyorum. Epistemolojik tartışmalara kapalı bir tarafı var bu ilahi kudret arayışının. Yanlışlanabilirliğin ise bilimsel bilginin kıstası olabileceğini hiç düşünmüyorum, o yüzden bu bakışı devre dışı bırakıyorum. Onu yanlışlayamayacağımız üzerinden düşünemeyiz. İlahi kudredi kendiliğinden gerçekliğin kökenine indirgemeye şaşırıyorum ben. İnanıyorum gitti demek olmaz burada. Yetmiyor yani. İnanç sistemleri birer görüntü. Nesnel akıl diye de ifade edebiliriz. Her türlü inanç sistemini incelerken bunun toplumsal yapının bir parçası olduğu akılda tutulmalı. Yoksa milyonlarca yıldır ilahi mesajlar geliyor diyebiliriz. Tutarlı da oluruz, ama yetmez. Gerçeklik arayışını daha baştan sonlandırıyor, sormayı kesiyor sanki, şüpheciliği kaybetmemek lazım, ya da şartlanarak araştırmayı. Yoksa ben de metafiziği reddetmiyorum. Ben de tamamen uydurarak çok tutarlı eksiksiz bir sistemi kurgulayabilirim pekala.

    Yazıda a priori kabullerin olmadığına da katılmıyorum. Yanı yazı salt bir veri dökmenin ötesine geçmiş gibi. İlahi kudret arayışı keyfi biraz. Tutarsız diyemem ama keyfi. Zaten bütün nesnel akıl biçimleri tutarlıdır.

    Marksist görüşün kendisi sapına kadar sorgulanmalıdır. Tabii ki bir takım inançlardan bağımsız değildir marksistler de. Bu noktada özellikle ortodoks marksizmden bahsettiğimi belirteyim. Ama maddecilik ortodokside metafiziği tamamen reddeder. Yoksa ortodoks olmayan marksizm metafiziği çok da dışlamaz. En azından ben öyle yapmaya niyetliyim. İnanç sistemleri bir kere meydana geldikten sonra toplumsalı ciddi derecede de etkiler, hatta evirir çevirir.

    Bu yazı zaten modernist yoruma bir eleştiri anladığım kadarıyla. Ve birçok noktada haklı da. Bunu da teslim ettim zaten.

    Ha bir de Ekrem bey anlatamıyorsam emin olun benim kusurumdur farkındayım, eleştirilerinizde haklısınız. Ama spesifik olarak anlayamadığınız yeri işaret ederseniz daha rahat açabilirim diye düşünüyorum.

    Bu arada sitenin yeni hali gerçekten güzel, yazıları da doyurucu bulduğumu ve zevkle okuduğumu belirteyim, yazanlar gerçekten belli birikimlere sahipler.

  8. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Tanselciğim,

    Ben bu devre dışı bırakmayı anlamlı bulmuyorum. Nasıl devre dışı bırakabiliriz? Sartre değil mi “metafiziği yoksaymak metafizik yapmaktır” diyen? Sen yok saymıyorsun ama yok kabul ediyorsun.:-) Denkleme hiçbir şekilde koymuyorsun. Bu biçimde kurduğun sistemin her daim bir kolu eksik kalmış olmuyor mu? Bu bilimsel arayış için anlamlı ama ya varoluş sorunsalı ne olacak? Buraya kazık çakmadık ki bir parantez içiyiz hepimiz, doğum ve ölüm.

    Gödel’in tamamlanamazlık teoremi vardır bilirsin. Bu ortada iken naturalizmin ya da başka herhangi felsefî düşüncenin/pencerenin kesin ispatı yapılmış/yapılabil[ir]miş gibi başka bir alana örneğin metafiziğe “yok” muamelesi yapmak ve/veya baştan kapsam dışı bırakmak anlamlı değil. Bilimsel araştırma mantığı gereği bu bir yere kadar yapılabilir ama felsefe konuşurken ya da yaşama dair bir dünya görüşü edinilirken bunu yapmak kendi kendimizi dolaba kilitlemek anlamına gelir.

    Metafizikteki alandaki şüphe neye yarar? Ben birşeye yaradığını görmedim şimdiye kadar. Belki belki delirmeye katkısı olabilir.:-) Adı üstünde metafizik? Hiçbir zaman geçemeyeceğimiz bir alana dair çıkarımlar/şüpheler? Modern Batı felsefesi değil mi metafizikte en sonunda Kant ile dibe vuran, Spinozadan medet uman? Eflatun ne anlama geliyor idealistler için, aradan 2000 yıl geçti. Aynı şeylerin etrafında dönmüyorlar mı kaçbin yıldır, elde ne var şu anda? Bir Berkeley’in düşüncesinin tutarlığından daha mı fazla tutarlı materyalizmin varoluşa verdiği cevap?

    Yani metafizik inanç sistemine inanmış bir kişi maddi gerçekliğe dair arayışta niçin kısıtlamış olsun kendini? Maddi gerçekliğe dair şüphe her zaman var, olmalı.

    Sonra inanç sistemleri varoluş sorularına verdikleri sağlam cevaplar oranında tutarlıdır. Sadece köken ile hallolmuyor mesele, yaşam, insan, kötülük sorunu, madde, Tanrı…. Hepsinin birbileri ile tutarlı cevapları olması gerekiyor ve altında kurulduğu tutarlı bir teolojik bir çatı.

    Bütün felsefi sistemler (inanç sistemleri/dinler de dahil) tutarlı çatı oluşturmaya çalışırlar. Teist inanç sistemleri de öyle, diğer felsefi sistemler de. Dolayısı ile hepimiz belli pencerelerden bakıyoruz yaşama. Tamamı nihai anlamda birer “inanç”tır.

    “Bilmiyorum/bilinemez de” demek mümkün, belki de en keyiflisi ama insandan sözediyoruz. Bu cevap ya da ucu salınmış bir rahatlık herkese yetmeyebilir. Bana yetmiyor, yetmedi mesela.. Ama bu, yaşamın “nasıl”ına dair arayışıma engel olmadı ki?

    Ben yazımda iki görüşe dair fikrimi söyledim. Tutarlı geleni de bulgularla destekleyerek belirttim. “Bu görüş kesindir” demedim; bilakis “kesin demek mümkün değildir” dedim.

    Eleştirim aslında o kendinden emin, burnundan kıl aldırmayan pozitivist bilime. “Kesin bilimsel gerçek” diye sunduğu pek çok şeyden birisi de bu konu. Ama kendi savunduğu da sürekli yerdiği “inanç” kavramına giren bir şey..

    ***

    Tanselciğim seninle İstanbul buluşması yapalım, bu konuları uzun uzun konuşalım bir gün inşallah.. 🙂 Harika bir sohbet olacağına eminim.

    Siteyi ve içeriğini beğenme de çok sevindim. Teşekkür ederim.. Senin görüşlerin bizim için çok önemli.

    Selamlar.

  9. Yazan:Hatice Tarih: Tem 6, 2007 | Reply

    Suat Bey Merhaba,

    Yazıyı tekrar okudum. Birkac sey yazmak istiyorum. Umarım faydalı olur.

    Bu düşünceye göre insanlığın ilk dönemlerinde hiçbir dini inanç yoktu. İlk dinler ise ölülere tapınmayla başlamıştı.

    Bu görüş isbat-ı vacip delillerinden fıtrat delilini destekler mahiyette. Kısaca hatırlamak gerekirse fıtrat delili, insanın yaratılışında inanma ve kendisinden üstün bir varlığa tapma ihtiyacı olduğunu öne sürer. Dinlerin evrimini savunanlar insanın inanç serüvenini öyle ya da böyle bir yerde başlatarak farkında olmadan bu delili kuvvetlendiriyorlar.

    Dinlerin evrim sıralaması da sanırım yaklaşık olarak şöyle yapılmış: animizm, ölülere tapma, totemizm-politeizm ve monoteizm.

    Evrim teorisinde evrilen varlık daima bir öncekinden üstün olduğuna göre bu teoriye paralel olan dinlerin evrimi görüşünde de animizmle başlayıp monoteizmle biten bir olgunlaşma süreci söz konusu. Öyleyse bu bir bakıma monoteist inançların üstünlüğünü kabul sayılabilir.

    Biz ise şöyle bir alternatif süreç önerebiliriz:

    monoteizm-animizim(veya ölülere tapma veya totemizm veya politeizm)-monoteizm.

    Tek tanrılı ilahi kökenli inanç, ardından farklı coğrafyalarda bu inancın tahrifi ile oluşan farklı inanç sistemleri ve yeniden tek tanrılı ilahi kökenli inanca dönüş. Bu zaman içinde defalarca kez tekrarlanan bir sıralama. Fakat başı ve sonu aynı: monoteist ilahi din.

    Dinler Tarihi ile Peygamberler Tarihi beraber incelenmesi gereken iki alan. İlahi dinler, politeizme tepkiler başlığı altında incelenir çoğu zaman. Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf dinler t. kaynaklarında farklı isimlerle de olsa bizim Kur’an’dan onlara ait olduğunu öğrendiğimiz fiillerle anılıyorlar.

    Eski Mısır, Mezopotamya, Arap yarımadası, Anadolu ve Avrupa’daki gecmis inanclarda politeizmin hakim oldugu gorulur. Fakat asıl dikkat ceken tanrılar arasındaki hiyerarsidir. Hepsinden buyuk tanrı kavramı hemen hemen butun politeist toplumlarda yer almıstır.

    Nitekim en yakın zamanda Hz. Muhammed (sas) doneminde bile Araplar Allah’a inanırlar, fakat onun en buyuk ilah oldugunu, ancak diger tanrıları gucunun yetmeyecegi meselelerde ona basvurulabilecegini dusunurlerdi. Putların Mekke’ye ise İran’da ticaret yapan arapların ugur getirmesi amacıyla getirdikleri bir farisi gelenegi olarak girdikleri bilinir.

    Blogunuzda yazdıgımı tekrar etmis olacagım ancak bitis icin gerek duydum.

    Bulgular her iki gorusu de bilimsel saymaya yetmez. Din sözkonusu oldugunda rasyonalligin bir yere kadar gecerli oldugu gorusunu savundugumu da bilirsiniz. En nihayetinde bu konuya nereden bakarsanız oradan görür ve neyi çıkarmak isterseniz onu çıkarırsınız.

    Mesela hemen hemen tüm medeniyetlerde görülen ölüm ötesi hayat inanışını ben alırım beşer tarihi delili diye, sonsuzluk delili diye kullanırım; bir başkası çıkar evrildiği inançtan kalma der. Bizim önermemize göre ilk inanç ilahi olduğundan bir bakıma haklı da sayılırlar 🙂

    Saygılarımla,

  10. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 7, 2007 | Reply

    Hatice hanım,

    Bu görüş isbat-ı vacip delillerinden fıtrat delilini destekler mahiyette.

    Kesinlikle.. Farkında olmadan bunu desteklemiş oluyorlar. (İnsan inanma ihtiyacı olan bir varlıktır.)

    monoteizm-animizim(veya ölülere tapma veya totemizm veya politeizm)-monoteizm.

    Tabii ki. Bizim düşüncemize göre olan bu.

    Şu anda bu bozulma döngüsü -doğaya dair yapılan çözümlemelerden sonra- tekrar devam etmiyor gibi görünüyor aslında ama “madde” kavramına yüklenen sıfatlar (tesadüflerle etkileşim, ezeliyet, yaratıcılık vs) bu bozulma döngüsünün form değiştirerek devam ettiğini gösteriyor.

    Tek ilahın sıfatları çeşitli nedenlerle önceden putlara, ulu kişilere, aracılara verilirken şimdi maddeye veriliyor. Şirkin devamıdır bu; mutlak inkar değil.

    Son iki paragrafınıza da katılıyorum. Bazı dinler tarihi uzmanları ölüm sonrası yaşamı/hesabı yakın zamanlarda ortaya çıkmış birşey olarak gösterme çabasındadırlar. Ama bu gerçeği yansıtmaz, bulgularda bunu destekleyen birşey yoktur. Tam aksine eşyaları ile gömülme gibi çok eskiden kalma bazı bulgular eskatolojinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu gösterir.

    Değerli katkınız için teşekkürler.

  11. Yazan:Tansel Güçlü Tarih: Tem 7, 2007 | Reply

    Abicim bu arada “T. Suat Öztürk” yazmışsın :))

  12. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 7, 2007 | Reply

    Sadıcım sorma, alışamadım daha bu müstear işine 🙂

    Sağol, düzelttim..

  13. Yazan:snowqueen Tarih: Tem 8, 2007 | Reply

    burada yazilanlari bir süredir takip ediyorum ve ne düsündügünüzü anlamaya calisiyorum ama bakis acilarinin farkliligi bir yerde ayriliyor.

    tek tanri inancini çok tanri inancindan önce olarak ele aliyorsunuz. Görünen o ki yanlis olmasa gerek. ‘Tek tanri’ fikrinden ne anlasiliyor burada? İnsan akli her dönem “birlik” düsüncesi gelistirmistir. Dünyada insanin yasadigi her noktada bilgi, alim, eren ne derseniz bu ‘evren-tanri’ algilasina benzer teklik fikrine ulasmistir yani bir budistte, hindu da antik yunan paganı da bu fikre ulasabilir, ulasmistir. Bu bilgiye ulasmak için müslüman olmaya gerek var midir?

    Bahsettiginiz ‘tek tanri’ semavi dinlerin ataerkil, göksel tanrisi midir?

    Evren-tanri ne zaman erkekleşti?

    bu sorularin cevabini düsünmeden eski misir’daki ya da arabistan’daki ‘tek tanri’egilimlerini İslam’in tanrisi ‘Allah’ olarak almak biraz kolaycilik geliyor bana. Eger bunun altinda binyillarin pratigini özümseme varsa sonsuz saygi duyarim ama salt görünen ve verilenle yetinmeyse bir terslik oldugunu söylemek istedim.

    Ama dersenizki nasil bir terslik, her insan Kuran’in iç anlamlarina ermek veya Zen felsefesini bilmek zorunda midir hayir degildir.
    Bu dünyadan gelmiş geçmiş onlarca tanriya tapmiş bir hitit köylüsü
    kendi siradan cevresinde degersiz sayilamayacak bir hayat yasamistir.

  14. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 8, 2007 | Reply

    Merhaba Snowqueen,

    İnsan aklı “Tek Tanrı” inancına ulaşır, hatta bu sonuca zorunlu olarak ulaşır. (Bu zorunluluk konusunu birara işlemiştim.)

    Dolayısı ile bunun için müslüman olmaya gerek yok. Zaten İslam öğretisinin Maturidi ekolünde peygamber tebliğin ulaşmadığı yerlerde necat için tevhidin zorunlu olduğu görüşü vardır.

    Bahsettiginiz ‘tek tanri’ semavi dinlerin ataerkil, göksel tanrisi midir?

    1. Bunun aksinin doğruluğunu delillendirecek ne var elimizde?

    2. Ataerkil ve göksel olduğunu neden düşünüyoruz? İslam inancında Allah aşkındır, bu tevhidin metafizik boyutunu inceleyen herkes bunu görebilir.

    En baştan beri aslolanın bu aşkınlık olduğu ama zamanla bu formun bozulduğunu düşünmemize engel olan nedir? O çağlarda yaşamıyoruz ve son mesajın muhatapları olarak tümevarım yapıyoruz.

    Evren-tanri ne zaman erkekleşti?

    Kime göre? İslam teolojisinde böyle bir erkek-tanrı tanımlaması yoktur. Hatta tasavvuf ekollerinde Tanrı tasviri “dişil” olarak bile görülebilir.

    Baştan beri de aşkın olduğunu ve formun bozuldukça yenilendiği düşünmekte nasıl bir tutarsızlık var?

    İslam teolojisinde Allah’ın aşkınlığı üzerine (erkek ve dişillikten azade oluşuna dair) bir makaleden alıntı yapayım. Tamamını buradan okuyabilirsiniz. (ki okumanızı öneririm):

    Kendisinin geleneği düzeltme yeteneği noktasındaki prometheus-vari güvenine rağmen Ruether, eski bir Katolik ilahiyatçı olan ve şimdilerde, başka birkaç etkili feminist gibi, kendisini ‘cadı’ olarak tarif eden Mary Daly’nin üstünlüğünü kabule mecbur olmuştur. Daly, Beyond God the Father (Baba Tanrı’nın Ötesinde) adlı kitabında, geleneksel dilin mecazî olasılıklarını dahi reddeder. Baba Tanrı demenin, babalara Tanrı demek anlamına geldiğinde ısrar eder. Nitekim, Teslis’i ‘ezelî bir erkek eşcinsel zevk âlemi’ olarak görür. Dünyanın doğurgan matriksi olarak Tanrı, ona göre, aslında paradigmatik olarak dişidir. Dahası, cennetin aynası olarak dünyanın kendisi de, ‘meyve verdiği’ için, dişidir. Erkek unsuru ise, yabancı kuvvettir; yıkıcılık, saldırganlık ve günaha açılan kapıdır. Daly, görünen o ki, Tanrı’nın dişi, ‘boynuzlu’ şeytanın ise erkek olduğu neredeyse dualistik bir anlayışla meseleye yaklaşmaktadır. Bu cinsiyet Maniheizmi, Augustine’nin erkek-merkezli bakış açısının garip bir tersine çevrimi olarak görülebilir. Herşeye rağmen, Daly’nin binlerce satış yapan kitaplarının muazzam derecede etkili olduğunu da belirtmek gerekir.

    Kuşkusuz, ilâhî olanla ilgili her ifade, erkek-merkezli değil. Fransız feminist Luce Irigaray, bunun genellikle Batıda gözlemlendiğini ve Batıda ‘her konu ve söylemin muhafızı olan Tanrı’nın cinsiyetinin her zaman ataerkil ve erkeksi’ olduğunu belirtir. Ortodoksluk bile, kutsal’a mecazî cinsiyet atfında daha aporetiktir. Venedik’te Tintoretto’yla yaptığı çalışmalar neticesinde bakışını anavatanı Girit’in zamansız ikon-resminden, kas gücüne dayalı Karşı-Reformasyon’un Toledo’suna kaydıran El Greco’nun resimleri, perspektif, ifade ve biçime verdiği önemle, adım adım bir somutlaştırma sürecini yansıtır. Onun geç dönem ‘Katolik’ İsa resimleri, ilâhî olmaktan ziyade insanîdir; ve bu yüzden de daha insansı ve otantik olarak erkektir.

    Bu bakımdan, bizim geleneğimiz, belki öteki bütün geleneklerden daha fazla, Batılı bir gelenek değildir.

    İslâm ilahiyatında harikulâde bir şekilde cinsiyetleşmiş bir Ulûhiyet imgesi yoktur. İlâhî olan’ı bir bedende vücut bulma suretiyle ifşa eden Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatı, onu bir cinsiyet içine yerleştirir; ve kaçınılmaz bir şekilde diğer cinsiyet üzerinde de hükümde bulunur. İlâhî olan’ın bir kitap içinde belirtildiği İslâm ilahiyatı ise, cinsiyet hakkında bir hüküm vermez; çünkü kitaplar cinsiyet-dışıdır. İlâhî olan, ilâhî olarak kalır, yani cinsiyetsizdir—yeryüzünde tam anlamıyla kurtarıcı bir biçimde ifade edildiğinde bile.

    Bu öğretinin kaynağı, mü’minler için sorunsuzdur. Seküler tarihçiler, erken İslam’ın ahitsel olarak tanımlanmamış olduğunun teyidi olarak, bunu farklı bir surette görebilirler. İlâhî olan’a dair erkek-biçimli görüşler, ‘Tanrı’nın gelini’ olarak İsrail imgesi sebebiyle, komşu beldedeki tanrıçaya-tapınma olgusuna muhafelet içinde bir cemaat suretini almış bulunan Yahudilikte kaçınılmazdı. Bu, Hıristiyan kilisesinde ‘Yeni İsrail’ ve ‘İsa’nın gelini’ olarak devam etti; tâ ki Kilise Babaları geç antik dönemin ilâhe kültüne ve cennetten yeryüzüne Düşüş’ten sorumlu tutulan ‘kadın’a savaş açana dek. Fakat İslâm’ın mü’min topluluğu, ümmet teriminin ilginç anacıl tınılarına rağmen, kendisini asla feminen bir varlık olarak görmedi. Kurtuluşun tarihine dair İslâmî anlayış, Allah’ın erkek olarak resmedilmesini gerektirmedi.

    Bir ilahiyatçının duruş noktasından bakıldığında; denilebilir ki, İslâm Ruether’in tarif ettiği zorluğu Tanrı’nın aşkınlığı (tenzih) vurgusuyla önler. Hıristiyan yorumcuların serzenişte bulundukları Müslüman Tanrı’nın soyut oluşu da, aslında cinsiyet-tarafsız bir Tanrı imajına izin verir. Bununla birlikte, Allah cinsiyetsiz olmadığı gibi, erkeği üstün tutuyor da değildir; O, basitçe, cinsiyet-üstüdür. Bu alanda genelde Hıristiyanlıkta olduğundan daha az sorunu olan Yahudiler bile, bu kadar yüksek bir yoruma sahip değillerdir. Dindar Yahudiler tarafından her sabah ve her akşam okunan Sekizinci Takdis Duasındaki şu sözler buna delildir: “Ey Babamız, bizi senin Şeriatına döndür.” Ve Tesniye, 8:6: “Bir adamın oğlunu terbiye etmesi gibi, Rabbin Allah da seni terbiye eder.”

    Allah’a ‘Baba’ yakıştırması yapan böylesi atıflar, Eski Ahit’te [Tevrat] Yeni Ahit’ten [İncil] daha azdır, ama yine de epey vardır ve cinsiyete duyarlı liberal ilahiyatçılar için yoldaki diken gibidir. Yüzümüzü Kur’ân’a çevirdiğimizde ise, mecazdan sıyrılmış bir Uluhiyet imgesini buluruz. Tanrı sadece Allah, yani el-İlah’tır, tek ilahtır; asla Baba değil. Allah’a müzekker zamirle atıf yapılır: Allah O’dur (hüve); üstelik dilbilimci ve tefsirciler bunun kinayeli bile olmadığında mutabıktırlar. Arapça’da cinsiyet yoktur; ve müzekker zamir, Arapça’da cins isimler için de kullanılır. Herhangi bir şekilde erkek üstünlüğü ima edilmez.

    Çağdaş Ürdünlü ilahiyatçı Hasan es-Sakkaf İslâm ilahiyatının daima çağların önünden gittiğini vurgular: Allah ne hakikaten ,ne de mecazî olarak cinsiyetleşmiş değildir. Kur’ân birçok düzeyde Kitab-ı Mukaddes’teki görüşleri sürdürür, ama aralarında çarpıcı bir farklılaşma da sözkonusudur. Kur’ân’da Tanrı’nın tasvir edilişi, yeni ve iki-kutuplu bir kayıta, Doksan Dokuz İsme, yani Esmâü’l-Hüsnâ’ya kaymıştır.

    Cinsiyet meselesi üzerine kafa yormuş bulunan Müslüman kadınlar, sanırım iyi bir nedenle, bu çarpıcı noktayı yakalamışlardır. Örnek olarak, Müslüman kadın yazar Sertaz Aziz şöyle der:

    “Benim Allah hakkındaki ilk fikirlerimin İslam’la şekillenmesinden dolayı gerçekten çok memnunum. Çünkü, Kadîr-i Külli Şey’i cinsiyet ya da ırktan, bu sayede de ataerkillikten bütünüyle uzak surette kavrayabildim… Biz cinsel kimlikten tamamen yukarıda olan bir ilâh fikrinden yola çıkıyoruz. Dolayısıyla da, ataerkillik tarafından oluşturulan değer sisteminin bütünüyle dışında kalıyoruz.”

    Bu pasaj, diyalog çerçevesinde kadın meselelerine değinen modern Katolik yazar Maura O’Neill tarafından alıntılanmıştır. Ki, haklı olarak şu sonuca varır O’Neill: “Müslümanlar, cinsiyet rollerinin inşasında, bilinçli ya da bilinçsiz bir araç olarak bir erkek Tanrı kullanmazlar.”

  15. Yazan:snowqueen Tarih: Tem 8, 2007 | Reply

    merhaba suat demren,

    alintiladiginiz yazi gercekten cok güzel.

    Evet hristiyan inanci tanriyi erkek olarak görür, ‘beyaz’ bir erkek. Bunu söylemekten hatta onun için ‘he’ kullanmaktan da cekinmez. İslam’in tanri anlayisi ise ‘cinsiyetsiz’dir ama bahsettiginiz gibi ‘tasavvuf’ alimleri bu noktayi yakalamistir.

    Ama yaniliyorsam beni düzeltin -sadece kendi gözlemim- olarak Kuran’da son derece ‘erkeksi’ bir tanri buluyorum ve günümüzün müslüman dünyasi evrenin ‘disil’ yönünü yadsiyor bence. Kadin bedeni erkegin mülkiyetinin ve iktidarinin altinda. Bugün bunu inkar edemeyiz. Kuran’in kadin cinselligine bakis acisi erkekten dolayli olarak. Herseyi ‘kadin cinselliginin özgürlügüne’ getirecek kadar
    siglasacak degilim ama islam dünyasinda ne yazikki önemli bir sorun.
    Evrinin ‘disil’ yönüne bu denli saygi varsa neden kadin bedeni sürekli
    korunmaya, muhafaza edillmeye calisiliyor?

    Sözgelimi basörtüsü konusunda kadinlardan cok öne cikan ‘senin hakkini da ben savunurum’ diyen abiler, amcalar, babalar nedense
    is töre cinayetlerine gelince sus pus oturuyor belki iki ciliz ses cikiyor.

    Basit ve gündelik hayattan bir örnek verecek olursak, büyükbabamin cenazesinde ön sirada hasbelkader durdugum bir sirada imamdan talihsiz sözler duymus biri olarak bu ‘fazla’ erkeksi
    sistemin içinde kendime acikcasi yer bulamadim.

    Belki feodalligin, belki mülkiyetin kalintisi ama erkek tanri maalesef hala orada asilmasi zor bir duvar gibi duruyor ve binlerce belki milyonlarca müslüman kadin sertaz aziz gibi bir cikarima ulasmadan
    ataerkilligi icsellestirerek yasiyorlar.

    Neden islam’in bu derinligine inebilenler ‘hayir, böyle olmamali’ demiyor?diyemiyor?

  16. Yazan:snowqueen Tarih: Tem 8, 2007 | Reply

    bir internet sitesinde ‘neden kadin peygamber yok’ sorusuna cevap veren müslüman kadinlar ne demislerdi biliyormusunuz?

    -cünkü kadinlar gücsüzdür
    -kadinlar zayiftir
    -kadinlar duygusal kararlar verirler
    -kadinlarin bir takim biyolojik güçsüzleri ve dezavantajlari vardir
    ….

    bunu 1 kadin söylediginde ‘kendine güvensizlik’ diyebiliriz ama kollektif bir cikarima dönüstügünde ‘toplu bir güvensizlik’ veya ‘kendi gücünden cekinme, yok sayma, kendini inkar etme’ devreye girer.
    bu bir “içsellestirme’ degil de nedir?

  17. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 8, 2007 | Reply

    @snowqueen,

    Bu soru(n)larda haklısınız elbet; şöyle ki Kur’an’ın metinsel çözümlemesi hariç.

    Arap grameri iyi incelenecek olursa Kur’an’ın hitaplarının eril olmadığı daha iyi anlaşılır.

    Tabi ki şunu da atlamamak gerek; İlahi metinler içinde doğduğu coğrafyaya uyumlu dil ve form kullanırlar. Arapça olarak vahyedilen Kur’an da bundan farklı değildir.

    Kadının korunma ve sakınılmasını neden “kadının kadınlığına saygı” olarak görmüyorsunuz? Pekala bunu bu şekilde yorumlamak mümkün.

    Tabii ki feodal yapı bunun suyunu çıkartmıştır ama kim kadınların latif ve naif olduğunu gerçeğini inkar edebilir? Kaldı ki islam öncesi dönem ile sonrasında kadın hakları açısından nasıl farklar olduğunu biliyoruz.

    Diğer saydıklarınız da feodal kültür ile yakından alakalı.

    Ancak bu ataerkil geleneklere rağmen hiçbir zaman kadın konusunda İslam medeniyeti Batı’nın düştüğü irfat ve tefrite düşmememiştir. Ben bunda ısrarlıyım. Batı’da kadının ruhunun olup olmadığının tartışıldığı, hiçbir hak tanınmadığı, bütün kötülüklerin kaynağının olduğa inanıldığı yıllarda İslam medreselerinde kadın müderrisler vardı, cerrahlar vardı. Kadın mülkiyet hakkına sahipti. Nasıl olur da bunu Batı ifratı ile kıyaslayabiliriz?

    Elimizde hem teorik örnekler hem de yaşanmış bir tarih var. İslam’ın en büyük müçtehidlerinden birisi kadındır; Hz.Aişe’dir. Hz.Ömer, bir kadını çarşı denetçisi yapmıştır. (şimdinin zabıta müdürü), Bir hanım sahabe Hz.Peygamber’in aksi yöndeki isteğine rağmen eşini boşamıştır. Hz.Peygamber bir savaşta kadınların hemşirelik yapmalarına müsade etmiş, Akabe’de kadınlardan da beyat almıştır.(seçme hakkı) İslam kadınlara -avrupanın ancak son 100-150 yılda verdiği- mülk edinme, eş seçme, siyasi katılım vb. hakları daha o zaman vermiştir.

    Bakın Mustafa Armağan’ın bir yazısı:

    http://turkuaz.zaman.com.tr/?bl=3&hn=5142 :

    Tüm bunlara rağmen feodal kültürün etkileri yadsınamaz. Bu konuda bugün Batı’nın hayli gerisine düşmüş olduğumuz gerçeği de.

    Bunun da son üç yüzyıllık ataletle ilgili olduğunu düşünüyorum. Genel olarak atalet ve etkilerini ictihad başlığı ile toplamış ve birşeyler karalamıştım:

    http://www.dusunceler.org/toplum/2007/02/10/ictihad-uzerine/

    İslam’ın bu derinliğine inenler bunu söylüyor, hem de yıllardır.

    ‘Neden kadin peygamber yok?”

    Bu soru cevaplanması imkansız bir sorudur. Sebebini bilemeyiz.

    Müslüman hanımların ifade ettiği gerekçelere gelirsek.

    Neden bu maddeler içselleştirme olarak görülüyor bunu anlamıyorum.

    Kıyas kim ile yapılıyor? Erkek ile. Peki yanlış mı bu kıyasa göre söylenenler? Fizyolojik olarak ve “istisnalar kaideyi bozmaz”dan hareketle hayır.

    Yaratıcı olarak ister Tanrı’yı görün ister doğa ve evrimi bu farklılık var mı? Var.

    Kadın ve erkek arasındaki bu farklılıklar biyolojik olarak temellenmiş durumda.

    Bu sebeple 60’ların hızlı “eşitlikçi feminist” söylemi 90’lardan itibaren “farklılık feminizmi”ne dönüştü.

    Farklılığı inkar en çok kadına zarar veriyor. Bu konuda mutlaka okumanızı önereceğim bir makale:

    http://www.derindusunce.org/2007/06/25/degisen-dunyada-feminizm/

    (Farklılık derken fizyolojik farklılıktan söz ediyorum, bireysel eşit(siz)likten değil.. Bu anlamda kadın ve erkek aynı bireysel haklara sahiptir)
    Selamlar.

  18. Yazan:snowqueen Tarih: Tem 9, 2007 | Reply

    öncelikle kadinin sakinilmasini ve korunmasini ‘kadinin kadinligina saygi’ olarak göremiyorum çünkü kadini korunmaya mecbur hale getiren gene bu sistemdir. ‘senin yerine ben yaparim’ciliga gider. İki yüzlü bir ahlak anlayisidir. Sakinilacak ve korunacak olan nedir? Kadinin bedeni, namusu. Peki gerçekte kimin için bu koruma? gene erkekler için.
    Kimden, neden korunuyor kadinlik?

    evet avrupa’da kadinlar ‘cadi’ olarak çatir çatir yakilmistir, günümüzün tüketim toplumunda ise kadin bedeni ‘meta’lasmistir. Ama bir mülkiyet simgesi olan kadin bedeni ‘korunma’ altinda gene metadir.

    kadin peygamber veya dinadami(adam=dilde seksizm, bu bile bir erkek) olayina gelirsek, anaerkilligin etkisini sürdürdügü dönemlerde kadinlarin rahip veya önemli dini sahsiyetler olduklarini biliyoruz. Eski türklerde bile kadin savascilardan samanlara bir çok kadin figürü vardi. İyilestirici, sifaci olan ve daha sonra ‘cadilikla’ yaftalanan kadinlari düsünürsek biyolojik yetersizlikler, kas gücünün azligi, kadin fitratinin narin ve kirilgan yapisi pek o kadar önemli olmamis tarihte. yani ‘din erkek isidir’ yaklasimi epey sonralari gelismis.
    belki de islam medreselerindeki kadin cerrahlar bu ‘iyilestirici’ bilge kadin pratigininin devamiydilar.

    eger islam öncesi kadin haklarini ‘kiz çociklarinin diri diri gömülmekten’ kurtarildigi olarak alirsak bugün de güney doguda yabanci bir erkekle bakistigi için üzerlerinden traktörle gecilebiliyor kizlarin. Bunu feodaliteye yüklersek (demekki aradan geçen yüzyillar fazla birseyi degistirememis) bile islam’in kadinlari verdigi haklari
    Avrupa’da oy verme hakki için savasan suffragettelerle kiyaslayamayiz. O kadinlar bir çok kazanim için yeri gelince ölüm oruçlarina basvurdular, hayir islam bunu kadinlara tanimadi. Ne islam ne kilise.

    İslam hukukunda iki kadinin bir erkege denk gelmesi, ‘yeri gelince kadinlarin hafifçe dövülmesinin önerilmesi’ gibi konular varken
    gerçekten yigit bir mücadele göstermis kadinlari mezarlarinda ters döndürmeyelim.

    Esitlikçi feminizden farklilik feminizmine gelirsek bu kadinlar en azindan denedi, ‘esitlikçi’ligin zararlarini da gördü yararlarina ama ugrasti düse kalka ögrenmeye çalisti bizim ülkemizde ise biraz sivrilen müslüman kadinlar (konca kuris) hizbullahin domuz bagiyla ölü bulundu.

    habermas, postmodernizmin, modernizmin tam olarak gerceklesememis vaadleri karsisinda kacak bir muhafazakarliga siginmanin kalesi olarak görünmesinin elestirisini yapar.
    tamda bu ‘yüzyillar önce söylenmisti bakin’ demeye uygun.

    annelerimiz, ‘kizim otur evinde diziminizin dibinde olacagin eninde sonunda gene anne olmak ve uslanmak’ derse bu dayatmadir, yasayip görüp ‘evet ben anne olacagim’ dersek bu bizim secimimizdir, sonumuz annemizle ayni olacaktir ama bu annelerimizin cikmayalim diye odalarimizin kapisini kitlemesine
    ‘ne kadar hakliymis’ dememizi gerektirmez.

  19. Yazan:Balbazar Tarih: Tem 18, 2007 | Reply

    Anafikri “taraf tutmayan hakem tarafsızların tarafını tutuyor” olan, ciddi yanlış ithamlara ve varsayımlara dayanan bir yazı.

    Buyrun size Türk milliyetçisi bir argüman: Bazı linguistler çıkıyor Türkçe ile Moğolca aynı kökenden gelmiştir diyor. Darwinist önkabul işte. Neymiş efendim, birbirlerine benziyorlarmış. Oysa önyargılarından sıyrılsalar, Türkçenin herşeyin başı olduğunu, diğer dillerin Türkçe’nin “bozulmuş” hali olduğunu anlayacaklar, ama işlerine gelmiyor.

    Yukarıdaki argümana gülüp geçeceğini bildiğimiz Tarık Bey’in aynı argümanın dinsel versiyonunu ciddi ciddi savunması şaşırtıcı, değil mi?

    Dinler vardır, insan bilinci ve kültürünün bir parçasıdırlar, toplumdan topluma, insandan insana ve zamandan zamana farklılıklar (ve benzerlikler) gösterirler. Elimizdeki “gerçek” bu.

    Şimdi bu gözlediğimiz olguyu anlamaya, farklıkları, benzerlikleri karakterize etmeye çalışıyoruz. Ne yapmamız gerekir?

    Yanıt basit: Bu amaca sağlıklı ve nesnel bir şekilde ulaşabilmek için “dışarıdan” bakmamız gerekir. Dışarıdan bakmanın nasıl bir “ön kabul” olduğunu anlayabilen var mı?

    Bahsi geçen konunun “Darwinizm” ile ilgisi de meçhul. Kültürel evrim ve biyolojik evrim birbirine göbekten bağlı olmayan, farklı biçimlerde ele alınabilecek olgular. Kültürel evrim, biyolojik evrimin birolgu olarak varolup olmamasından da, onun mekanizmasından da bağımsız olarak varolan, gözlediğimiz, varlığını bildiğimiz bir olgu. Mekanizması da canlılığın evrimine göre oldukça farklı. Nitekim, kültürel (dinsel, dilsel vs.) evrimin “Darwiniyen” bir mekanizmasının olduğunu iddia edebilmek için, Darwiniyen kavramını bir hayli genellemeniz gerekir. Çünkü kültürler birbirleriyle etkileşirler, yani kültürel karakterlerin kalıtımı dikey olduğu kadar yataydır da.

    Her gördüğümüz “anlama” çabasına “önkabul” diye saldırıp kendi inancımızı nesnel bir gerçek kılığına sokmaya çalışmayı bir tarafa bırakarak, samimiyetle anlamaya çalışmanın değerini takdir edebilmemiz dileğiyle…

  20. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 18, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    Neden bu kadar rahatsız oldunuz?

    Dinlerin evrim geçirdiğini iddia eden, insanlık tarihini mitolojik çağ, metafizik çağ, pozitivist çağ diye bölen, dini inanışı korkuya bağlayan Tek Tanrı inancı için “çok Tanrı inancından evrilmiştir” diyen kimdir?

    Dini inancı olan kişileri ilkel, dogmatik gören, bu mesele de dahil yaşamın tüm tarihinin materyalist açıklamalarla çözüldüğünü sananlar kimlerdir?

    Biyolojik bir teori diyorsunuz. keşke biyolojide kalsaydı. Söylemekten boğazımız patladı, “darwinizm sadece biyolojik teori değildir, materyalizmi doğaya doğrulatma çabasıdır” diye. Sosyal darwinizm ve bu konu ile alakalı olarak dinlerin evrimi iddiası niçin ortaya çıktı sanıyorsunz?

    Anlamaya çalışmaya engel olan nedir? Siz “anlamaya çalışın” kanıtsız bir biçimde hikaye uydurup sallamaya değil. Argüman sunun, benim ya da başkalarının yaptığı gibi.

    Anlamaya çalışmak? Nasıl anlamak bu? “Evrim mutlaka gerçekleştiğine materyalizm de mutlak doğru olduğuına göre bu din denen zımbırtı da muhakkak biryerlerden evrilmiştir” diye başlamak anlamaya çalışmak mı, yoksa naturalizmi getirip gözlerin önüne bir pencere olarak dayatmak mı?

    Ben yazıda din olgusuna dair iki açıklamayı karşılaştırdım. Hem mantıken hem de nesnel açıdan bulgular sundum. İtirazı olanlar “gelme düşman su serperiz” diyeceğine argümanlarla konuşsa daha verimli bir fikir alışverişi olur kanaatindeyim.

    Saygılar.

  21. Yazan:sehid Tarih: Tem 27, 2007 | Reply

    allah sabit fikirli metaryalist insanların yardımcısı olsun ben yaradana inanmak icin hic bir bilgiye ihtiyacım yok o zaten kendisini bana göstermesede cenneti cehennemi peygamberlerini ayrıca varlıgının her yerde oldugunu ve her an her sey onun iradesiile konnturolünü bizzat bana gösterdi yeteki allah kulunu sevsin ona herzaman inancınıda arttırır gücünüde egerki inanmak istemiyorsan allah kalbini güzelce kapatır sende yavasca cehennemi boylarsın

  22. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Eğer gerçekten bu yazıda akademik bulgulara dayanan argümanlar sunduğunuzu düşünüyorsanız, sonuca ulaşırken kullandığınız “bozulmak”, “yanılgı”, “tanınmayacak hale getirilmek” gibi öznel sözleri ne sıklıkta ve ne biçimde kullandığınıza bir kez daha bakmanızı tavsiye ederim. Akademik, anlamaya çalışan bir yaklaşımda o sözlerin yeri yoktur. Akademik çalışma nesneldir, olguları tespit etmeyi ve modellemeyi amaçlar. Bu örnekte, var olduğunu bildiğimiz ve gözlediğimiz bir değişimin trendlerini, kültürden kültüre farklılık ve benzerliklerini, ve bütün bunların nedenlerini anlamaya çalışır.

    Sizin alelacele yaptığınız gibi, neyin hak neyin batıl olduğuna karar vermeye çalışmaz. Bu haddine de değildir, derdine de değildir.

    İnsan kültürlerinde yer yer, ya da hemen her zaman tek tanrı düşüncesinin tekerrür ettiğine dair gözlemler olabilir, antropoloji konusunda uzman değilim, bilmiyorum. Ama bu gözlemlerin ne biyolojik evrim olgusuyla, ne kültürel evrim olgusuyla, ne dinlerin evrimi olgusuyla çelişmesi söz konusu değil. Böyle gözlemlerin tek tanrı inancının hak, diğer bütün inançların batıl oldukları gibi batımerkezci bir çıkarımı desteklemeleri de mümkün değil.

    Bu tip çıkarımlar, batı ekonomik ve düşünsel alanda zenginleşti diye, batının kültürünü insanlığın ileri noktası sayan anlayışa dayanır . Bu anlayışa göre Afrika yerlileri, Avusturalya aborijinleri, kızılderililer, ilkeldir, az gelişmiştir. Onlarınki batıl inanç, bizimki (batı ve dolayısıyla ortadoğu kaynaklı kültürlerden bahsediyorum) dindir. Gerçekten akademik, yani nesnel bir tavra sahip bir bilim insanının, insan kültürlerini anlamaya çalışırken beyaz adam’a torpil geçmesi kabul edilebilir birşey değildir, bilimsel açıdan geçersiz olmasının yanında, ırkçılıktır. Ailelerinden koparılan kızılderili çocukların hıristiyan okullarında zorla “adam edilmelerinin”, yani kültürlerinden koparılmalarının ideolojik altyapısıdır.

    Bildiğim kadarıyla kızılderili kültürlerinin dinleri değil, inanç sistemleri var. Onların inançları ile tek tanrılı dinler arasında parallelikler, benzerlikler kurmak mümkün olabilir, ama tek tanrı inancını barındıran sistematik bir dini olmayan bir kültüre zorla tek tanrılılık yakıştırmak, ya da onun değişimini ve bunun nedenlerini anlamaya çalışmadan “bozulmuş” (akademik olarak anlamı yoktur bu kelimenin) oldukları sonucuna varmak, kusura bakmayın ama bilimsel geçersizliği yanında bana çirkin geliyor.

    Son söz olarak, dilimde tüy bitti ama tekrarlayacağım: Evrim kuramı ile materyalist felsefe arasında gıram alaka yoktur. Evrim kuramı doğayı açıklamaya çalışan bilimsel bir kuramdır, madde dışında ne olduğu konusu haddine de derdine de değildir. Materyalist olan Akıllı Tasarım adlı sözdebilimdir, çünkü Tanrı’nın materyal olarak var olduğu çıkarımına ulaşmaya çalışır.

  23. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Neden rahatsız olduğunuz sorusunun cevabını sorunuzun hemen arkasından sehid çok güzel vermiş.

    Müslümanlıktan anladığı insanlara cehennem biçmek olan insanlara “entelektüel motivasyon” sağlamanızdan rahatsız oluyorum.

    Bütün bu tartışmaların içeriğini anladığını sanmadığım, ama siz hoşuna giden şeyler söylüyorsunuz diye karşınızdakine, yahut eleştirdiğinize düşman kesilen zihniyeti beslemenizden rahatsız oluyorum.

    İnancına ters düştüğünü düşündüğü herhangi bir fikre tahammül göstermeyen, hatta buna karşı kolaylıkla şiddete yönelebilecek kitlelerin varlığı malumken, o kitlelere İslam’ın ne olduğunu anlatmaya çalışmak yerine, insanların yaptığı akademik çalışmaların içeriğini tamamen saptırarak o insanları bu kitlelere hedef haline getirmenizden rahatsız oluyorum (ki o içerik sizin yansıttığınız gibi olsa da söyleyenin hedef olmaması gerekir).

    Ve bu insanların bu kadar cahilce farklı olana saldırırken kendilerini iyi hissetmelerini sağlamanızdan rahatsız oluyorum.

  24. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    Yorumunuz öncekinin tekrarı olmuş, yazımdaki argümanlara cevap yok, hala naturalizmi sabit fikir olarak alıp diğerlerini yoksaymaya çalışıyor, bunu yaparken de nesenel olduğunuzu sanıyorsunuz.

    Her neyse hem yazımda hem de yorumunuza cevabımda değindiğim için geçiyorum.

    Rahatsızlığınıza gelince.

    Ne yani bu toplumsal sorunumuz var diye bir entelektüel tartışma yapamayacak mıyız?

    Yahu bu ne tavırdır anlayamıyorum.

    Bu toplumsal tavır müslümanlara mı özgü? Hiç mi haber sitesi yorum bölümü okumadınız? Ya da Hürriyet gazetesi haber ve yazılarına yapılan yorumlara göz atmadınız?

    Bakın bakalım ne inciler döküyor sizinle aynı cenahtan olanlar?

    Bu ikircikli tavrınız sizin bile ideolojik gözlüklerinizi kaldırıp atamadığınızı gösteriyor.

  25. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Yani şunu diyorsunuz: “Ben hangi inancın batıl, hangi inancın hak olduğuna bilimsel olarak karar verebilirim. Bu nesnel bir tavırdır. Ayrıca benden farklı düşünenleri de din düşmanlığıyla itham ederim ve bundan vicdani sorumluluk duymam.”

    Evrim kuramı çalışan binlerce bilim insanın din düşmanı olduğu gibi yanlış bir bilgiyi ısrarla pompalamayın, o yeter.

  26. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    İlk cümleniz tam bir felaket olmuş, ama sizin düşüncenizi yansıtması bakımından da önemli bir itiraf olarak görülebilir.

    İkinci de öncekinden azade değil. Olan biten ne ise onu yorumluyoruz, ekstra bir gayretimiz yok.

    Bazı koyu materyalistler din düşmanlığı yapmazlarsa biz de argümanlarını çürütme zahmetinden kurtuluruz. Değil mi?

    Dawkins’in “tarnrı yanılgısı” nı yazmaya hakkı var da bizim bundaki saptırmaları açığa çıkarma hakkımız yok mu?

    Görüşünüz hiçbir şekilde özgür düşünce ve entelektüel namus ile bağdaşmıyor.

  27. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Biyoloji derslerinde “Tanrı yanılgısı” öğretilmiyor, evrim biyolojisi dergilerinde de Tanrı’ya ilişkin tek bir ifade yok. Yıllardır evrim kuramı konusunda bilimsel literatür okudum, bilimsel toplantılara katıldım, olumlu ya da olumsuz dinden bahseden duymadım.

    Ama sizin yazılarınızı, Akyol’un sitesini vs. okuyan ve konu hakkında yeterli bilgisi olmayan herkesin edineceği fikir aynı: Bütün evrim biyologları, evrim olgusunu kabul eden herkes kafir ve din düşmanı.

    Entelektüel namus, önce dürüst olmayı gerektirir, gerçekleri sizin görmek istediğiniz biçimiyle yansıtmayı değil.

    Tekrar soruyorum, kaçmayıp yanıtlarsanız sevinirim: Nesnel bulgulara dayanarak hangi inancın batıl, hangisinin hak olduğunu konusunda yorum yapmak mümkün müdür? Böyle bir yorum bilimsel midir?

  28. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Ağu 25, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    Ben sorulardan kaçmam siz gibi değilim. (hatırlarsanız bize hala dinoların önkollarının kanatlara nasıl dönüştüğünü anlatacaktınız, aylar oldu bekliyoruz.)

    İnançların ispatı olmaz ki haklılığı batıllığı hakkında nesnel verilerle ispatı olsun.

    Ama destekleyici verilerle yorumlanabilir, bunda bir mahzur yok. Fakat bilimsel olmaz. Ayrıca verielerin değişkenliğini, buna karşın inancın değişmezliğini de göz önüne almalıdır yorum sahibi.

    Ama nesnel veriler kanıtlanmış gibi sunulan ama aslen bir dogmatik olan inancın (mesela sosyal darwinizmin dinlerin evrimi inancı gibi) sağlamasını yapabilir, onun iddialarını sorgulayabilir.

    Tıpkı benim bu yazıda yaptığım gibi.

    Bakın yazımın sonunda verilerle inanç desteğine ilişkin olarak demişim:

    Bu yaklaşım her ne kadar bulgularla desteklense de nihayetinde a priori kabule dayanır; ve adı üstünde bu bir inançtır. Müslümanlar ya da diğer inanç sahipleri bunun bir “inanç” olduğunu kabul ederler. Bu teolojik olarak da kendi inanç sistemleri içinde tutarlı bir bakıştır.

    Fakat yukarıda da bahsettiğim nedenlerle dinlerin evrimi gibi bir düşünce de inançtır. Eldeki bulgular her ne kadar çoğunlukla aksini gösterse de, yine de bu düşünce lehine yorumlanabilir. Fakat bu yorum da -tıpkı İlahi köken yaklaşımında da olduğu gibi- önkabule dayanır, mevcut bilimsellik kriterlerine göre de bilimsel bir bakış değildir.

    O halde “dinlerin evrimi” gibi bir yaklaşımı, bilimsel gerçeklik gibi sunmaya çabalayan bazı materyalistlerin daha dikkatli konuşması gerekiyor.

    Selamlar.

  29. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 26, 2007 | Reply

    Her soruya kafasından cevap uyduran insanlardan değilim, sözkonusu olan bilim olduğunda bunu yapmaya hakkım olmadığını da iyi biliyorum. Onun için, eğer birşey öğrenmek, birşeyi açıklamak, bir şeye inanmak için her sorduğunuz soruya kesin ve ayrıntılı cevaplar arıyorsunuz, üzgünüm, ama bilim doğru kapı değil.

    Bilim, eğer herşeyi ayrıntısıyla açıklayabilseydi pratik olarak bu kadar güçlü ve entelektüel açıdan bu kadar tatmin edici olmazdı.

    Kuşların kanadı konusunun ayrıntısını bilmiyorum. Bildiğim, herşeyden önce kuşların evrimsel kökeninin tartışmalı olduğu. Dinozorların bir kolu olduklarına dair güçlü paleantolojik deliller var, ama genel kabul görmesi için yeterli değil. Nitekim, dinozorlardan daha önce sürüngenlerden ayrıldıklarını iddia edenler de var. Uçuş konusundaysa evrimin fonksiyonel yönü (önce hızlı koşarak mı, yüksekten atlamaya başlayarak mı gibi) başta olmak üzere birçok konuda da tartışma var. Mevcut paleontolojik ve genetik deliller mevcut modellerden birini ya da ötekini destekliyorsa da eldeki veriler ayrıntılı ve genelgeçer bir model oluşturmak için yeterli değil.

    Bildiğimiz, bugün yeni geliştirien veri toplama tekniklerinin gelişim biyolojisi ve gen regülasyonu konusunda çok hızlı gelişmelere yol açmasının beklendiği. Bildiğimiz, gen regülasyonunun karmaşık mekanizması ve bunun gelişimdeki etkisinin sonucunda genotipteki çok küçük değişimlerin fenotipte çok önemli farklılıklara yol açtığı. Onun için, insanlar bu konuda nereye bakmaları gerektiğini biliyorlar. Önemli olan da bu, soruların sorulması, eldeki modelin cevaplara giden yolu göstermesi, ve en önemlisi birden fazla fikir, birden fazla tartışma olması. Bunlar bilimin ve evrim kuramının handikapı değil, gücünün kaynağı.

    Peki siz şu soruya cevap verebilir misiniz: Sizin şu devrimci Akıllı Tasarım, kuşlar, yarasalar ve böceklerin kanatları arasındaki fonksiyonel benzerliklere karşın gözlenen anatomik ve genetik farklılıkları açıklayabilir mi? Her üç grubun içindeki ve birbirleriyle olan benzerlik ve farklılıkların tutarlılığını açıklayabilir mi? En azından buna çaba gösterebilir mi? Yoksa, sizin yaptığınız, ve yüzyıldır kendi geleneğinin yaptığı gibi “hadi evrimciler şunu da açıklayın” deyip, kendisi sadece açık aramaya, kamuoyunu yanıltıcı propaganda yapmaya devam mı eder?

    Merak ediyorum, şu kendi kendini küçük düşürmekten başka bir işe yaramayan “God of the gaps” yaklaşımından ne zaman kurtulacaksınız? Birgün, dün açıklanamaz dediğiniz şey bugün açıklandığında yüzünüz kızaracak mı? Yoksa yeni açıklanamazların peşine mi düşeceksiniz?

    Evrim olgusunu Tokyo şehrinin varlığı kadar gerçek kılan sayısız delil var Tarık Bey, üzgünüm. Siz önkabul dediniz diye önkabul olmuyor, siz din dediniz diye din de olmuyor. İnsanlar çatır çatır araştırıyor, daha çok şey öğreniyor, daha çok bilgi ediniyorlar. Ve evrim bütün delilleriyle Tokyo şehri kadar gerçek bir olgu olarak karşınızda duruyor (sizin büyük bilim adamı bile bunun inkar edilemez olduğunu söylüyor). Siz inancınızı kuş kanadına bağlayıp, gerçekleri inkar etmeye devam edin.

    Not 1: “Dışarıdan” bakmakta nesnel ve bilimsel olmayan nedir? Sizin tarafınızı tutmamak nesnel olmamak anlamına mı gelir?

    Not 2: Sizin fikirlerinizi şekillendirmenize ve ifadenize karşı hiçbir yaptırım gücü bulunmayan birinin fikirlerinizi ve bunları ifade ediş biçiminizi eleştirmesini “özgür düşüncenize” kast olarak algılamak yahut lanse etmek ne biçim bir paranoyadır, mazlum edebiyatıdır, üste çıkmadır?

    Not 3: Dinlerin evrimi kavramı ile sosyal Darwinizm arasında bağlantı kurmayı başarmış olmanızı, “sosyal” sözcüğüne mi borçluyuz? Sosyal Darwinizm’in ne olduğundan gerçekten haberdar mısınız? Haberdarsanız, evrim kuramına karşı ucuz Sosyal Darwinizm demagojisini kullanırken, kendinizi “Islamic terror” sözünü İslamic’in üstüne basa basa kullanmaktan özel bir haz duyan batı sağcıları gibi hissediyor musunuz?

    Not 4: Hep sizin gibi düşünenlerle al gülüm ver gülüm birbirinizi onaylarken, birinin ezbere tekrarladığınızın dışında, farklı şeyler söylemesi karşısında her zaman “olgun değilsin”, “ikirciklisin”, “entelektüel namusun yok” gibi kişisel saldırılara mı sığınırsınız?

  30. Yazan:ahmet Tarih: Ağu 26, 2007 | Reply

    Bilimin geldiği nokta ortada.İslam olanca haşmeti ile ortada neyin tartışması Allah aşkına.Evrimin ideolojik olduğu gün gibi ortya çıktı.Neresi bilimsel.

  31. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Ağu 26, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    Her soruya kafasından cevap uyduran insanlardan değilim, sözkonusu olan bilim olduğunda bunu yapmaya hakkım olmadığını da iyi biliyorum. Onun için, eğer birşey öğrenmek, birşeyi açıklamak, bir şeye inanmak için her sorduğunuz soruya kesin ve ayrıntılı cevaplar arıyorsunuz, üzgünüm, ama bilim doğru kapı değil.

    Bunu söylediğiniz iyi oldu. Buralara sık sık uğrayan Sawyer, Freedom, bir zamanlar Keskin vb gibilerine de söylerseniz makbule gereçer.

    Bilim, eğer herşeyi ayrıntısıyla açıklayabilseydi pratik olarak bu kadar güçlü ve entelektüel açıdan bu kadar tatmin edici olmazdı.

    Ditto

    Kuşların kanadı konusunun ayrıntısını bilmiyorum. Bildiğim, herşeyden önce kuşların evrimsel kökeninin tartışmalı olduğu. Dinozorların bir kolu olduklarına dair güçlü paleantolojik deliller var, ama genel kabul görmesi için yeterli değil. Nitekim, dinozorlardan daha önce sürüngenlerden ayrıldıklarını iddia edenler de var. Uçuş konusundaysa evrimin fonksiyonel yönü (önce hızlı koşarak mı, yüksekten atlamaya başlayarak mı gibi) başta olmak üzere birçok konuda da tartışma var. Mevcut paleontolojik ve genetik deliller mevcut modellerden birini ya da ötekini destekliyorsa da eldeki veriler ayrıntılı ve genelgeçer bir model oluşturmak için yeterli değil.

    Aynen. Bunu da Sawyer vb.lerine iletiverin bi zahmet. Çünkü bir çok yerde “bu iş bitti, kanıtlandı, inanmayın siz geri kafalılar, hebele hübele” tarzı yorumlarda bulunuyorlar.

    Peki siz şu soruya cevap verebilir misiniz: Sizin şu devrimci Akıllı Tasarım, kuşlar, yarasalar ve böceklerin kanatları arasındaki fonksiyonel benzerliklere karşın gözlenen anatomik ve genetik farklılıkları açıklayabilir mi? Her üç grubun içindeki ve birbirleriyle olan benzerlik ve farklılıkların tutarlılığını açıklayabilir mi?

    Açıklanması istenen ne? Bu farklılık ya da benzerliklerin muhakkak naturalist bir türeme lehine yorumlanması mı gerekiyor? Neden bir türeme varsa “evet, var” yoksa “hayır yok” demek entelektüel namus açısından tutarlı dahası gerekli olmuyor?

    Merak ediyorum, şu kendi kendini küçük düşürmekten başka bir işe yaramayan “God of the gaps” yaklaşımından ne zaman kurtulacaksınız? Birgün, dün açıklanamaz dediğiniz şey bugün açıklandığında yüzünüz kızaracak mı? Yoksa yeni açıklanamazların peşine mi düşeceksiniz?

    Buna ancak gülerim kusura bakmayın. Darwinist evrimin gerçekleşmiş olmasının bile teizme/İslam’a zerre kadar zarar vermeyeceğini düşünen beni bu “God of the gaps” yaklaşımı ile suçluyorsunuz? Bu nasıl perhiz, lahana turşusu ikilemidir? Benim işim “gerçekle” Bu gerçeklik arayışımdaki önkabulsüzlük mü sizi rahatsız eden? Materyalistleri anlıyorum, evrime mecburlar da, “evrimse evrim, yoksa yok, işim gerçekle benim” demem sizi niçin bu kadar rahatsız ediyor?

    Evrim olgusunu Tokyo şehrinin varlığı kadar gerçek kılan sayısız delil var Tarık Bey, üzgünüm. Siz önkabul dediniz diye önkabul olmuyor, siz din dediniz diye din de olmuyor. İnsanlar çatır çatır araştırıyor, daha çok şey öğreniyor, daha çok bilgi ediniyorlar.

    Heheh.. Geri geldi kurt adam, dolunay çıktı galiba, hoşgeldiniz. 🙂

    Evrimin olgusallığı ile -ki bu bile çok tartışmalıdır, türler belli aşamalarla daha kompleks formlarda aniden belirirler, bu anlamda aşamalı bir yaratılış iddiası tutarlıdır- darwinist evrimin olgusallıktan yoksun kanıtımsılarını bir tutmuyorsunuz umarım. Kaldı ki AT içinde de evrimi kabul edip darwinist mekanizmaları reddedenler var.

    Sizin anlayamadığınz şu: Ben dino-kuş geçişi derken size “bunlar geçiş yapmış olamaz kesinlikle” demedim, “darwinist mekanizmalarla nasıl geçiş yapmış olabilirler, hele bir anlatın” dedim. Arada Toros dağları kadar fark var, umarım bu kez anlayabilirsiniz.

    Not 1: “Dışarıdan” bakmakta nesnel ve bilimsel olmayan nedir? Sizin tarafınızı tutmamak nesnel olmamak anlamına mı gelir?

    Hayır, değil. Bizim işimiz verileri çarpıtıp naturalist önkabuller lehine yorumlayanlara karşı çıkmak. Darwinistler bunu yapıyor, biz de karşı çıkıyorz. Etki-tepki meselesi.

    Not 2: Sizin fikirlerinizi şekillendirmenize ve ifadenize karşı hiçbir yaptırım gücü bulunmayan birinin fikirlerinizi ve bunları ifade ediş biçiminizi eleştirmesini “özgür düşüncenize” kast olarak algılamak yahut lanse etmek ne biçim bir paranoyadır, mazlum edebiyatıdır, üste çıkmadır?

    Elbette benim ellerimi bağlayacak haliniz yok. Burada ve diğer başlıklarda yaptığınız yorumlar “aşağılayıcı” ve “biz doğruyuz, siz yanlış, biz gerçekçiyiz, siz saptırmacı” tipi cümleleriniz yaygın ezberlerin aleyhinde söylenen şeyleri hazmedemediğinizi gösteriyor. (Bkz, evrim-naturalizm ilişkisi üzerine tartışmalarımız.) Düşünce teröristliği illa hapse atmakla olmaz.

    Not 3: Dinlerin evrimi kavramı ile sosyal Darwinizm arasında bağlantı kurmayı başarmış olmanızı, “sosyal” sözcüğüne mi borçluyuz? Sosyal Darwinizm’in ne olduğundan gerçekten haberdar mısınız? Haberdarsanız, evrim kuramına karşı ucuz Sosyal Darwinizm demagojisini kullanırken, kendinizi “Islamic terror” sözünü İslamic’in üstüne basa basa kullanmaktan özel bir haz duyan batı sağcıları gibi hissediyor musunuz?

    Bunu ben mi başardım, darwinistler mi? Evet, Sosyal darwinizm ucuzluktur, bunu sizin ağzınızdan duymak güzel.:-) Başka darwinistlere bu başlığı okutacağım. Bir biyolojik teori olan darwinizmi iktisattan, dine kadar her şeye sokan naturalistlerin bundan sonra bari akılları başına gelir umarım.

    Not 4: Hep sizin gibi düşünenlerle al gülüm ver gülüm birbirinizi onaylarken, birinin ezbere tekrarladığınızın dışında, farklı şeyler söylemesi karşısında her zaman “olgun değilsin”, “ikirciklisin”, “entelektüel namusun yok” gibi kişisel saldırılara mı sığınırsınız?

    Al gülüm ver gülüm mü? Peki sizinle niçin konuşuyorum şu an?

    İkircikli davrananlara, farklı düşünceye, yaygın ezberlere karşı çıkanlara tahammülsüz ve aşağılayıcı bakanlara,”olgun değilsin” olaylara göre bakışlarını değiştirenlere “ikircikli”, nesnel verileri olduğu gibi kabullenmek ve yorumlamak yerine dogmatik önkabullerini her fırsatta dile getiren birisine “entelektuel namus eksikligi” tanımlaması yapmak bir saldırı değil, hakkı teslimdir.

    Selamlar.

  32. Yazan:Uluğ Tarih: Ağu 26, 2007 | Reply

    Sizin anlayamadığınz şu: Ben dino-kuş geçişi derken size “bunlar geçiş yapmış olamaz kesinlikle” demedim, “darwinist mekanizmalarla nasıl geçiş yapmış olabilirler, hele bir anlatın” dedim. Arada Toros dağları kadar fark var, umarım bu kez anlayabilirsiniz.

    Suat bey, Mekanizma isteyerek Darvinistlerden çok mu şey istiyoruz acaba? “Mutasyon-yaşayamıyorsan ölürsün” mekanizması neyimize yetmiyor? Biraz dolambaçlı anlatmış olsam da aşağıdaki yorumumu tekrar buraya alayım dedim- Sistem derken canlılardaki bir çok parçadan oluşan görme, duyma, uçuş v.s. sistemlerini düşünebiliriz. Bakınız biyolojik literatür-:

    3-) Olması zor ihtimallerin zaten her zaman olduğunu söylerler.
    Mesela 100 kere yazı/tura denemesi yapsak herhangi bir dizilim elde ederiz. Halbuki bu dizilimin elde edilme ihtimali çok küçüktü. Ama gerçekleşmiştir.

    Aslında bu örnekte imkansız bir olay değil, olması kesin olan bir olay gerçekleşmiştir. Böyle bir amaca yönelik yapılan bir deneyde herhangi bir dizilimin elde edilmeme ihtimali zaten yok. Burda süreç basittir(birisi 100 kere bir amaca yönelik olarak yazı tura denemesi yapıyor) ve belli bir dizilim yerine herhangi bir dizilim elde edilmiştir. İhtimal hesapları süreci gözönünde bulundurduğumuzda daha anlamlı olacaktır.
    İki parçadan oluşan bir sistem düşünelim. Bu parçalardan birisi herhangi bir dizilimin oluşması gibi kendiliğinden oluşabildiğini varsayalım (mesela herhangi bir protein dizilimi). Aslında bu bir varsayımdır. Gerçekte bu parçanın(protein) oluşması yazı/tura deneyi gibi basit bir sürece dayalı değildir. Aminoasitler doğada oluşabilir mi? Olsa bile aminoasitleri biraraya getirecek ve protein oluşturmalarını sağlayacak diğer şartları bir araya getirecek bir süreç gereklidir. İki parçadan(altsistem) oluşan sistemimizde parçalardan birisinin hazır olduğunu varsaydık. Peki anlamlı bir iş yapan bu sistemin diğer parçası nasıl olacak? Bu ikinci parça, işin yapılabilmesi açısından ilk parçayla uyumlu olmalıdır. Yani herhangi bir dizilim değil artık belli bir dizilimin oluşması gereklidir. İşte düşük olasılık burda devreye girer. İki parçalı bu sistemimizin iş görmesi için başka gereksinimlerin de karşılanması gerekmektedir. Bu iki parça nasıl haberleşecektir? Bu haberleşme mekanizması da kendiliğinden oluşmalıdır. Herhangi bir haberleşme mesajı taşıyan parça işimizi görmez. Bu parça da işimize yara nitelikte özel bir yapıda olmalı. Yani olması gereken yeni bir düşük olasılık daha. Peki bu düşük olasılıkların hepsininde gerçekleşme(aynı anda olması şart değil) ihtimali ne olacaktır? Burda değerlendirme herhangi bir sistem için yapılmıştır. Herhangi bir sistemde dahi ister istemez bir hedef ortaya çıkmaktadır. Belli bir hedefin ihtimal hesabını yapmak(örneğin, belli bir protein dizilimi) evrimcilerin iddia ettiği gibi her zaman anlamsız bir işlem değildir. Hatta canlıların kendiliğinden oluşup oluşamayacağını ve evrimsel bir sürecin yaşanıp yaşanmadığını anlamak açısından değerli bir araçtır.

    Ama belli bir amaca yönelik işlem yapıp(yazı/tura örneği, genetik algoritmalar v.s) da ondan sonra amaca ulaştıktan sonra hani imkansızdı demek oldukça uyanıkça bir davranış. Genetik algoritmada sonuca uygun seçimler yapıldığı için algoritma aranılan çözüme doğru -seçilim fonksiyonun nasıl belirlendiğine bağlı olarak- yakınsayabilir(converges). Genetik algoritmaları daha fazla irdelemek gerek. Şimdilik bu kadar yeter. Yazı/Tura deneyini bir önceki paragrafda zaten inceledik.

    İhtimal hesapları ile ilgili daha önce yaptığım yorumlarımda temel vurgu darvinizmin bir mekanizmasının olmadığıydı. Darvinizm, Canlı çeşitliliğini açıklayabilecek bir mekanizma önermez. Ya da daha doğru bir ifadeyle önerdiği mekanizma evrimsel bir süreci-ki ben şahsen fosil kayıtlarını aşamalı yaratılış olarak yorumluyorum. Daha önce defalarca belirttim- açıklayamaz. Dayandığı tek şey sadece kör tesadüflerdir. Kör tesadüfün bilimin hiç bir safhasında kabul görmemiştir. Kör tesadüf açıklamalarını kabul etmeyenlere aşağıdaki psikolojik baskılarla Darvinizmi kabul ettirmek çabasındadırlar. Darvinizmin sorgulanmasına kesinlikle tahammülleri yoktur. Darvinizmin psikolojik baskı yöntemleri şunlardır ki bunlar aynı zamanda darvinistler tarafından kullanılan darvinizmin ispat yöntemleridir(Sıkıştıkları zaman genel de son cümleleri bunlardan birisi olur):

    1-) Ama aksi durumda yaratılış gibi bir hokus-pokusu kabul etmemiz gerekir. (Sanki darvinizmin kendisi bir hokuspokus değilmiş gibi. Kör tesadüfün bilim olarak kabul edildiği iki teoriden biridir Darvinizm. Diğeri Uluğizmdir. Bu arada Uluğizmin kapsamını genişletmeyi düşünüyorum. Artık ev, gökdelen filan yapımına da başlasam iyi olacak.)
    2-) Evrim bir olgudur. sayısız delileri vardır. (ki tartışmalar genelde evrimsel bir konu -mesela canlıların durup dururken niye uçmaya başladığı konusu- üzerine başlamıştır. Darvinist arkadaş burda çuvallamıştır. Durumu kurtarmak için hemen sayısız delil argümanına yapışır.)
    3-) Sayısız bilim adamı darvinizmi kabul etmektedir. Bunların hepsi bunu dinsizlik olsun diye mi yapıyor?…God of the Gaps… (Darvinist arkadaş yine kilitlenmiştir. Ve topu yine taça atmıştır. Çünkü canlıların çeşitliliğini açıklayan deterministik bir mekanizma olsa-bulunsa- darvinizmi eleştirenlerin teizmin çökeceğini düşündüklerini sanmaktadır)
    4-) Peki siz ne öneriyorsunuz? (Önerinizi-Tasarım/Reverse engineering- yaparsınız. Ama arkadaşın imanı o kadar sağlamdır ki sizi anlamaya bile çalışmaz. Çünkü ona göre aslında deterministik bir süreç öneremeyen ve de modellenemeyen Darvinizmden daha bilimsel bir açıklama yoktur. Modellenememe konusunu da Genetik Algoritmalarla ilgili tartışmalarda ele aldım.)

  33. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 27, 2007 | Reply

    Sirtinizi bir propaganda, baski, ve sindirme makinesine vereceksiniz… Milyonlarca dolarlik butcesi, cemaatleri, yaradilis muzeleri, belediye baskaninin babasinin mali olan metrolari, santaj, tehdit ceteleri, ogretmen sorusturan milli egitim mudurleriyle, paril paril kitaplari, manipulasyon, hedef gosterme, ve yalan haberle dolu medya organlariyla donanmis, ekonomik, politik, ve hukuki gucu olan bir makineye. 100 yildir birseyleri anlamak icin caba gosteren insanlari baski altinda tutan, sindiren, kamuoyunu yaniltmak icin elinden geleni ardina koymayan bir orgutlenmeye…

    Kamuoyunun buyuk cogunlugun bahsettiginiz konu hakkinda tamamen kulaktan dolma ve yanlis bilgiyle, kinle, nefretle, onyargiyla doldurulmus oldugunu bileceksiniz. Ve bu guclu makineye sirtinizi dayayip, bizzat o cehalete, o yanilgilara, o hedef gostermelere dayanarak bu cehaleti korukleyecek, nefret edeni daha cok nefret etmeye tesvik edeceksiniz.

    Ve ne medyasi, ne silahi, ne parasi, ne hukuki, ne politik gucu olan tek bir birey, tek bir ses cikip yanlis yaptiginizi soylediginde onu dusunce terorizmi ile itham edeceksiniz?

    Buna da dusunce fasizmi desek yakisir sanirim.

    Size yanlis bilgi verdiginizin soylenmesini asagilanmak olarak mi algiliyorsunuz? Once kendinize saygi duyun, yanlis bilgi vermeyin, fikirlerinizi yanlis bilgilere dayandirmayin oyleyse.

    “Cenahinizin” propaganda organlarinda hergun tekrarlanan “evrim teorisinin 100 yil once cokertildigi”, “hicbir bilim adaminin bu teoriye itibar etmedigi”, “ancak din dusmanlarinin bu teoriyi savundugu”, “evrim teorisinin canliligin cesitliligini kor tesadufle acikladigi” yalanlarini dogrudan, ya da dolayi olarak tekrarlamayin. Eger gercegin ne oldugunu ariyorsaniz, once gercegin hakkini verin.

    Inancinizdan, dusuncelerinizden dolayi baskiya ugradiginizi tekrarlayip dururken, tek bir bireyin dusuncelerinizi elestirmesini bile “ozgur dusunce”nize kasit olarak algilarken, derste evrim kuramindan bahsettigi icin haklarinda sorusturma acilan ogretmenlere, tek tek adlari verilerek turlu iftiralara maruz kalan Turk evrim biyologlarina, Kolorado’da tehdit mektuplari alan biyologlara biraz olsun empati duyun. “Aslinda ben cok demokratimdir, ama inanclarim oyle baski altinda ki, demokratligimi gosterme firsati bulamiyorum” diye bahane uretmeyin. “Cenahinizin” nasil bir toplumsal iktidari, ekonomik ve politik gucu temsil ettigini gormezden gelmeyin.

    Ve sirf kendiniz bir cenaha dayanip o cenahin fanatizmini yapiyorsunuz diye, karsinizdakine de cenah yakistirmayin. Siz kendinizi ait hissettiginiz kitleninin linc egilimini hos gostermek, savunmak, ve hatta ortak olmak durumunda oldugunuzu dusunebilirsiniz. Ama karsinizdakinin kendini bir kitleye ait hissetmek, bir kitleye ait hissetse de o kitlenin histerilerini savunmak zorunda oldugunu varsaymayin. Siz sansasyonel, yanli haberciligi, manipulatifligi, hedef gostermeciligi ve kartelciligi ile Hurriyet’ten geri kalir yani olmayan Zaman’i sirf sizin fikirlerinize uygun diye “super entelektuel gazete” olarak goruyor olabilirsiniz. Bu size karsinizdakinin Hurriyet’e sempati duydugunu varsaymak hakki vermiyor. Biyiklari ince diye Fehmi Koru size Ertugrul Ozkok’ten daha sirin gozukuyor olabilir, ben altin yuzuk takiyor diye Ozkok’e daha fazla sempati beslemek zorunda degilim. Bana atfettiginiz cenah’in Hurriyet’e yazdigi yorumlara karsi cok yorum yazdim. Hicbiri yayinlanmadi. Zaman’in yonlendirici haberciligi ve o haberlere
    “sizin cenah”tan yapilmis yorumlara karsi da cok yorum yazdim. Onlarin da hicbiri yayinlanmadi. Belli ki, her iki yayin organi, cenahlarin ezberi disinda konusulmasini, yani sizin deyisinizle “dusunce terorizmi”ni sakincali buluyor demek ki.

    Entelektuel namus, Popper’den bahsederken Popper’in ulastigi sonucun ne oldugunu bildirmeyi gerektirir. Entelektuel namus, sirf adinda sosyal ve Darwinizm geciyor diye kendini bilim olarak satan irkci bir toplum muhendisligi projesini, kendisiyle zerre alakasi olmayan dinlerin evrimi kavramiyla ozdeslestirmemeyi gerektirir. Entelektuel namus, bulgularin tamamen yanlis yorumlanmasina dayanan, bizzat Darwin basta olmak uzere evrim biyolojisi geleneginin kendini her zaman uzak tuttugu irkci bir ideolojiyi belden asagiya vurulacak bir propaganda malzemesi olarak kullanmamayi gerektirir.

    Entelektuel namus, nedeni her ne olursa olsun, bir entelektuel tartismayi surdururken koseye sikistiginizda, karsinizdakinin kisiligine saldirmamayi gerektirir.

  34. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Ağu 27, 2007 | Reply

    Sayın Balbazar,

    Çirkin yaftalarınızın hiçbirini kabul etmiyor, size aynen iade ediyorum.

    Bilim camiasında nasıl bir Darwinizm terörü olduğunu bilmesek, Adem Tatlı gibi hocaların nasıl üniversiteden atıldığını bilmesek, pek çoğunun nbu konularda antidarwinist ses çıkaramadığını bilmesek, bir araştırmacı evrimin aleyhine kitap yazdı diye Nature gibi Science gibi dergilerde Evrim dinine muhalefet etti diye yerden yere vurulduğunu bilmesek, Mayer’in kambriyen patlamasını sorgulayan bir makalesini yayınladı diye koskoca “Proceedings of the Biological Society of Washington” dergisinin editörünün anasından doğduğuna pişman edildiğini bilmesek, önceleri “AT bilimsel değildir, çünkü hakemli bilimsel dergilerde yayınlanmamaktadır” diye ileri sürülen itirazın Mayer’in makalesinin yayınlanmasından sonra bu kez “AT hakemli bilimsel dergilerde yayınlanmamalıdır, çünkü bilimsel değildir” diye değiştirilerek “circular argument” yapıldığını bilmesek neredeyse bu halinize acıyıp “vah vah, bu darwinistlere zulum yapılıyo”r diyeceğiz. Vallahi pes billahi pes. Bu kadar aymazlık görmedim ben..

    Minton Darwinizmin Mitleri kitabının öz sözünde bakın ne diyor:

    Bu kitabın ilk baskısı 1992’de neşredildiğinde şiddetli tartışmalarla karşılaştı… Bir yandan, The Times’daki bir makaleye göre: ‘…kitap, evrim dinini sarsıyordu…’ Diğer yandan, bir Darwinci olan Richard Dawkins’e göre, kitap ‘çılgın’, ‘saçma’, ‘ahmakça’ gibi sıfatları hakederken, yazarı da ‘psikiyatrik yardıma ihtiyacı olan’, ‘zararsız bir meyveli kek idi.’

    Kitabın tartışmalara yolaçacağını bekliyordum; zâten tartışmaya açık bilimsel araştırmaları konu ediyordu, ve biyolojinin daima hassas bir konusu olagelmiş Darwinizmle ilgiliydi. Bilimin sual soran, mütecessis birini hoş karşılayacağını ummuyordum tabii ki, fakat tartışmanın rasyonel bir seviyede yürüyeceğini ümit etmiştim; böylece insanlar söylediklerime haklı olarak daha yakından bakmak, bu veya şu hususun doğruluğu konusunda beni sorgulamak isteyeceklerdi. Korktuğum başıma geldi; karşı tezler öne sürmek yerine, katı bilimciler beni basitçe “kendi” sahalarının dışında kabul ettiler.

    Oxford Üniversitesi Zooloji bölümünden Richard Dawkins, ‘kitap ciddi bir bilimsel tez olarak ele alınır’ korkusuyla, görüşlerini New Statesman dergisinde yazdı. Dawkins yazısının üçte ikisini, Darwinizmi kritik eden bir kitabı kabul etme sorumsuzluğundan dolayı Fourth Estate yayınevine saldırmaya ayırırken, kalan kısmında da yukarıda zikredilen sıfatları kullanarak beni lekelemeye çalıştı. Dawkins, Britanya’nın en seçkin üniversitelerinden birinde çalışmaktadır ve genç nesillerin eğitiminden sorumludur. Bu, sorumlu bir bilim adamının ve öğretim elemanının üslûbu değildir. Bu, inançlarına hakaret edilmiş bir fundamantalistin üslûbudur.

    Dünyanın muhtemelen en saygın bilim dergisi olan Nature da kan kokusu aldı ve cinnete iştirak etti. Editör John Maddox yazdığı bir makalede beni, bilimin efsane, evrimin yalan ve tabiî seleksiyonun yalanlar dizisi olduğuna inanan biri olarak tarif etti. Nature ayrıca Sunday Times’ı, önemli sayfalarından birini kitabın tanıtımına ayırma cüretinden dolayı bir hâkim edasıyla azarladı.

    Bu aşırı tepkiler, sorgulayıcı bir gazeteci ile birkaç reaksiyoner akademisyen arasındaki çekişmeden çok daha fazla birşeyi gösteriyor ve kamuoyunda önemli sorular sorulmasına yolaçıyor. Büyük meblağlarda kamu parasının harcandığı bilimsel araştırmalar hakkında konuşmak kimin tekelindedir? Sizin kim olmanız gerektiğine kim karar verir? Bilimde farklı sesler hangi forumda ve hangi mekanizmayla duyurulabilir?

    Sesleri duyulamayanlar sadece bilim câmiası dışındakiler değil, bunların arasında profesyonel bilim adamları da var. Posta kutuma Darwinizmin Kitab-ı Mukaddes gibi öğretilmesinden endişe duyan biyologların gönderdiği mektuplar kadar, çalışmaları sonunda evrim biyolojisiyle ilgili tıbbî keşifler yapmış tıp adamlarının mektupları da geliyor. Bu sonuncular keşiflerini Nature gibi dergilerde yayınlatmaya çabalamışlar, fakat keşifleri ima yoluyla anti-Darwinci olduğu ve bu yüzden hayat bilimlerindeki hâkim ideolojiye aykırı düştüğü için sürekli reddedilmiş. Yayın konusunda yardımcı olmam için bana başvuruyorlar.

    Yeryüzündeki en uygar ülkeler arasında olduğuna inanılan Britanya ve ABD’de bazı profesyonel bilim adamlarının kendilerini böylesine dışlanmış ve önemsiz hissetmeleri, ve durumlarını çare kabilinden popüler basın yoluyla kamuoyuna duyurmak zorunda kalmaları üzüntü verici. Aynı şekilde, entelektüel toleransları ile övünen bu ülkelerde, kendilerini akîdenin bekçisi olarak görenlerden bu tip tepkiler almadan farklı bilimsel görüşleri ifade etmenin imkânsız olduğunu bilmek de moral bozucu.” (Milton, 1996).

    Nedir bu? Bunları yapanlar kim? Darwinizm dinine inananlar değil mi? Hangi bilimden söz ediyorsunuz, alay mı ediyorsunuz siz?

    Bizim HY’yi eleştirdiğimiz kadar siz kendi cenahınızdaki maskaralıkları eleştirseniz ya? Bu kadar çarpıma görmedim ben yuh artık, yuh..

    Yukarıda sizi madde madde cevapladım, nerede köşeye sıkışmışım? Ben size madde madde cevap verdiğim halde siz benim yazdıklarımın hiçbirisine yanıt veremediniz, yaptığınız çarpıtlamaları tek tek yanıtladım, neden ikircilki davrandığınızı, neden entelektüel namus eksikliğiniz olduğunu, niçin aşağılayıcı davrandığınızı açıkça anlattım yine hiçbirisine cevap vermediniz. Bozuk plak gibi aynı -ve alakasız- şeyleri tekrarladınız.

    Alay eder gibi bir biyolojik teori olan darwinizmi iktisattan, dine kadar her şeye sokan naturalistlerin varlığından habersiz gibi davranıyorsunuz. İlla alıntılarla mı doldurayım sayfayı?

    Ya da naturalism o kadar doğanıza işlemiş ki bunun farkında bile olmadan dinlerin evrimi düşüncesini a priori bilimsel görüyor gerçekmiş gibi yansıtıyorsunuz.

    İş argümana gelince tık yok, evet tık yok. Hani benim yazıma argümanlarla itiraz? Yahu ilaç için bir tane söyleyin, bir yorum yapın.. “Şöyle şöyle yapıyorsunuz, sizi pis dinciler” demekten başka birşey deyin. “Bakın bunlar bunlar sebebiyle dinlerde evrim düşüncesi vardır” deyin. Yok..

    Sadece dinlerin evrimi konusunda değil, dğer darwinist argümanlarda da aynı.

    Benim;

    Evrimin olgusallığı ile -ki bu bile çok tartışmalıdır, türler belli aşamalarla daha kompleks formlarda aniden belirirler, bu anlamda aşamalı bir yaratılış iddiası tutarlıdır- darwinist evrimin olgusallıktan yoksun kanıtımsılarını bir tutmuyorsunuz umarım. Kaldı ki AT içinde de evrimi kabul edip darwinist mekanizmaları reddedenler var.

    Sizin anlayamadığınz şu: Ben dino-kuş geçişi derken size “bunlar geçiş yapmış olamaz kesinlikle” demedim, “darwinist mekanizmalarla nasıl geçiş yapmış olabilirler, hele bir anlatın” dedim. Arada Toros dağları kadar fark var, umarım bu kez anlayabilirsiniz.

    sözlerime cevap vermeyi bile denemediniz, çünkü neydi “evrim gerçekleşmişti biz detaylara bakıyorduk” de mi? “Hani kanıt” deyince apışıp kaldığınız, bu da yüze yüze vurulunca sinirlenmeniz yeni bir davranış şekli değil. “Bunlar bir şekilde “doğal yollarla” evrimleşmiş olmalı” diyor bunun için de kanıt sunamıyorsunuz. Tamamen naturalist bir önkabulle yola çıkıyor sonra da bilimsellik diye zırvalıyorsunuz.

    AT’ye saldırıyorsunuz “bilim dışı, dini sokuyor cart cut”. Yahu argümanlara cevap? Yok. İK’ye cevap yok. kambriyen’e cevap yok. Türüstü kategori geçişlrine cevap yok. Wells’in totolojisini gösterdiği ve bir kanıt olarak kullanılmasını imkansız hale getirdiği homoloji kavramı ile ilgili cevap yok. Behe son kitabında darwinist mekanzmları masaya yatırmış ve bu mekanizmaların evrimi gerçekleştiremeyeceğini açıkça göstermiş, cevap yok. (Var da saldırılar var, bir de akla hakaret eden hokuspokusar, bkn. flagellumun evrimi, motorsikletten arabaya, ara formumuz yok.)

    Ne bu, bu mu bilimsellik? Bunları konuşmaya kalktığımzda da afaroz var, “vay bilim karşıtı yobazlar, dinciler bilimin altını oyanlar” vs. “Yahu bunlar argüman, dinle ne alakası var, madem cevap verin, nedir bu?” Yok, cevap yok. Sadece saldırı var.

    “Benim işim “gerçekle” Bu gerçeklik arayışımdaki önkabulsüzlük mü sizi rahatsız eden? Materyalistleri anlıyorum, evrime mecburlar da, “evrimse evrim, yoksa yok, işim gerçekle benim” demem sizi niçin bu kadar rahatsız ediyor?” dememe bir kelime, evet bir kelime bile cevap veremiyor baştan ayağa naturalist bir önkabule batmış vaziyette bilimsellik maskesi takıyorsunuz. Ben düşünen bir insanım, felsefe okudum, mantık okudum, iktisat okudum ekonomist oldum sayın Balbazar, salak değilim. Gidin bu masalları, naturalizmi inanç felsefesi yapanlara anlatın, imanlarını tazelesinler.

    Birçok konuda cenahınızın ezberlerinden ayrılıyorsunuz ama nedense iş darwnizme gelince dört dörtlük dogmatik oluyorsunuz, devam edin böyle, inanın şikayetim yok..

    Çünkü darwinistler hakkındaki düşüncelerimin ispatı hükmündesiniz.

  35. Yazan:Balbazar Tarih: Ağu 30, 2007 | Reply

    Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusunda Baykal anti-demokratik bir tavır takındığında ve muhtıra geldiğinde bunun karşılıklı radikalizmi arttıracağını iddia etmiş ve “Bekir Yıldırım’ların gözü aydın” şeklinde yorumlamıştım. Geldiğimiz nokta, bir anlamda haklı çıktığımı gösteriyor. Ama ben sizin Bekir Yıldırım’laştığınıza inanmak yerine, bir anlık öfkeyle ettiğiniz hakaretin sorumluluğuna sahip çıkmak zorunda kalmanız ve benim de bu hakaretten ajite olarak zaman zaman uygunsuz, sert bir dil kullanmam olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Her ne kadar hakaretinize sahip çıkmak için daha çok hakaret ettirmeyi sürdürseniz de, ne demeye çalığtığımı soğukkanlılıkla açıklamanın sorumluluk gereği olduğunu düşünüyorum. Bunu yaparken de, tam da “ucu benim pozisyonuma dokunacak” konular üzerine yoğunlaşacağım. Yanlış anlaşmaya meydan vermemek için uzatabilirim, okuyup okumamak sizin tasarrufunuz.

    1. Akademik özgürlük, “tencere dibin kara, seninki benden kara” kavgasına kurban edilebilecek kadar basit bir konu değil. Akademik özgürlük, akademinin doğası gereği mümkün oldığunca geniş olmak zorunda. Öğretim üyelerinin üniversitelerden uzaklaştırılması her bahaneyle kabul edilebilecek birşey değil. Onun için herhangi birinin üniversiteden uzaklaştırılmasını savunmam sözkonusu değil. Hele bu uzaklaştırma kararı YÖK gibi antidemokratik bir kurumdan çıkıyorsa. Adem Tatlı’nın üniversiteden uzaklaştırılması YÖK ile hükümet arasındaki güç kavgasında YÖK’ün politik bir adımı. Tatlı’nın evrim kuramı karşısındaki tavrı bir bahane. Nitekim Tatlı yıllarca yaradılışçı propagandayı üniversitede “biyoloji dersi” adı altında okuturken, aynı YÖK aynı yetkileriyle oradaydı, sadece politik duruşu farklıydı. Üzerine basarak tekrar söylüyorum: Ne Tatlı’nın ne başka birinin fikirleri ve akademik çalışmaları nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılması kabul edilebilir birşey değil. Aynı şekilde, akademik özgürlük ve fikir özgürlüğü, üniversiteye politik müdaheleleri mazur göstermek için kullanılamayacak kadar da önemli ve değerli kavramlar. Onun için, fikir özgürlüğü ile görevi kötüye kullanmayı dikkatle birbirinden ayırdetmek gerekli. Atilla Yayla, ya da 12 Eylül döneminde Baskın Oran ve niceleri fikirleri nedeniyle haklarından mahrum edildiler. Bunun bir fikir özgürlüğü sorunu olduğuna şüphe yok. Adem Tatlı ise, 12 Eylül sonrası, eğitimin Türk-İslamlaştırılması politikasi çerçevesinde, siyasi iradenin siparişiyle biyoloji müfredatının değiştirilmesini sağlayan bir rapor hazırladı. Bu rapor, Türkiye’nin, aynı dönemde demokratik ve sivil akademik örgütlerin raporları ve sivil mahkemelerin kararlarıyla ABD’de belirlenen biyoloji eğitim politikasının tam aksi yönünde bir politika izlemesine yol açtı. Bu, Tatlı’ın raporunu hazırlarken dünya çapında bilim dünyasında ne olup bittiğini doğru olarak yansıtmadığı anlamına gelir. Bu da akademisyen sorumlululuğuyla bağdaşmaz. Aynı şekilde, eğer bir akademisyen ders kitabı yazıyor ya da ders veriyorsa, konu hakkında literatürde ne olduğunu doğru olarak yansıtması gerekir. Tatlı ise bilimsel literatürü yansıtmak yerine, yıllarca kendi politik angajmanını destekleyen ve dünya çapında biyoloji literatüründe yeri olmayan bir akımın fikirlerini öğretti. Bu tavır, çeşitli iktidar odaklarının sözkonusu bilimsel kurama yönelik tavırları da gözönüne alındığında, bizzat akademik özgürlüğü tehdit eden bir tavır. Dediğim gibi, bu konuda çok dikkatli olmak gerektiği ve bilgim kısıtlı olduğu için, bunların Tatlı’nın üniversiteden uzaklaştırılması için haklı ve yeter sebepler olduğunu söyleyemem. Bununla birlikte, Tatlı’nın madalya verilmesi gereken değil, görevini kötüye kullandığı ve akademik sorumluluğunu politik angajmanına kurban ettiği için kınanması gereken bir akademisyen olduğunun hakkını teslim etmek gerekiyor.

    2. Dünya akademik ortamında yaradılışçılığın baskı ve sansüre maruz kaldığı savı üzerine.
    (a) Olayları tarihsel bağlamından koparırsanız, faşist ve ırkçı ideolojilerin bugün dünyanın en mazlum ideolojileri olduğunu da savlayabilirsiniz. Evrim kuramı şahsında bilimsel yöntem ve akademik özgürlük yüzyıldır belli çevreler tarafından baskı altında tutulmakta, kamuoyu önünde küçük düşürülmeye çalışılmakta, okullarda okultulmasının önüne geçilmektedir. Evrim kuramının akademik dünyada bugünki saygın yerine kavuşması ve sosyal olarak kendini kabul ettirmesi birden değil, uzun mücadelelerin sonucu olmuştur. Evrim kuramı 100 yıldır bilimsel tartışmalarla, değişerek, gelişerek, olgunlaşarak, hukuk mücadeleleriyle özgürlük kazanarak bugün olduğu noktaya gelmiştir. Bugün evrim kuramının canlılılığın çeşitliliğini açıklamakta genel kabul gerek tek bilimsel kuram olduğunu söyleyen askeri, politik, dinsel güç odakları tarafından atanmış kurumlar değil, demokratik olarak seçilmiş insanların oluşturduğu ve sürekli denetlenen meslek örgütleridir. Bu örgütlerin, evrim kuramı üzerinden akademik özgürlüğe saldırmayı gelenek haline getirmiş bir politik hareketin uzantısı olduğu bilinen “Akıllı Tasarım”ın bilimsel literatüre girme çabasına karşı önlemler almasını sansür ya da fikir özgürlüğünü bastırmak olarak algılayabilmek için evrim kuramının 150 yıllık tarihini hiç gözönüne almamak gerekir.
    (b) Bilimsel makalelerinin hakemler tarafından denetlenmesi, bir sansür değil kalite kontrol mekanizmasıdır. Bilimsel yöntemin güvenilirliğinin korunması için gereken bir mekanızmadır bu. Mükemmel işleyen bir mekanizma değildir ama birçok sosyal denetleme mekanizmasından çok daha iyi işler ve bilimsel üretimin (i) tekrarlanabilirlik, (ii) nesnellik, (iii) yeni çalışma ve yorumların önünü açmak gibi önemli kıstaslara az çok uygunluğunu sağlar. Akıllı tasarımcılar, hakemli dergilere yönelmeyi kendileri tercih etmemişlerdir. Truva atının yeterince bilimsel kılığına sokulabilmesi için bunun da gerektiği görülünce de, hile ile bir tane sokmayı denemişler, başaramayınca da mazlum edebiyatına sığınmışlardır. Editör, sözkonusu makalenin içeriğinden dolayı değil, değerlendirilmesi kurallara uygun yapılmadığı için suçlanmıştır. Bugüne kadar makalelerini doğru düzgün yollardan hakemli literatüre sokmayı ciddi olarak denemeyen akıllı tasarımcılar için, sansür gibi gösterebilecekleri tek bir örnek yeterli olmuştur, büyük ihtimalle bir daha da denemeyeceklerdir. Zaten açıkça sergilenen amaç bilimsel literatürde yer bulmak değil, kamuoyunda bir tartışma olduğunu sanısı oluşturmak ve dinsel argümanların biyoloji derslerinde bilimsel teori adı altında okutulmasını sağlamaktır. Zaten dünya tarihinde ortaya atılır atılmaz okullarda okutulsun diye mahkemelere koşulan başka bir “bilimsel teori” daha yoktur.
    (c) Hakemli literatürde yer almak ve bilimsellik arasındaki ilişki döngüsel değildir, çünkü her ikisini de etkileyen başka birçok parametre daha vardır. “Darwiniyen mekanizmalarla açıklanamayacağı savlanan gözlemlerin ancak bir tasarımcı ile açıklanabileceği” önermesi öznel bir ifadedir, bundan dolayı bilimsel yönteme uymaz, bu anlamda bilimsel değildir. Somut delillerle desteklenmiş, nesnel bir tabana oturtulmadığı sürece bilimsel literatüre girmesi beklenemez. Akıllı tasarımın okullarda biyolojik teori olarak okultulması uygun değildir, çünkü bilimsel literatürde yeri yoktur, dolayısıyla denetlenmiş, tartışılmış, ve birçok süzgeçten geçerek kendini genelgeçer kılmış değildir, bu anlamda bilimsel değildir. Dikkat ederseniz bunlar birbirine dayanan değil, birbirinden farklı argümanlardır, çünkü gereken ve sağlanmayan “bilimsellik” kıstası bu iki argümanda birbirinden farklıdır.
    (d) Akademide materyalist felsefenin hakim olduğu ve dindar insanların, dinsel düşüncenin baskı ve sansüre tabi tutuldukları savını yalanlayan en güzel örnek insan genomu projesinin başındakilerden Francis Collins’tir. Amerikan ve dünya biyoloji çevrelerinde saygın bir yere sahip olan Collins, vaktinin önemli bir bölümünü kampüs kampüs dolaşıp üniversitelerde “hücrenin muhteşem karmaşıklığı ile evrimin muhteşem sadeliğinin birlikte bir ilahi dehaya işaret ettiğini” anlatmaya ayırmaktadır. Bugüne kadar Collins’in makamından alınması, üniversitesinden atılması gerektiğini savlayan çıkmadığı gibi, hiçbir kurum bugüne kadar böyle bir girişimde de bulunmamıştır. Collins’in fikir ve eylemleri “materyalist” çevreler tarafından sadece düşünsel ve felsefi düzeyde eleştirilirken, evrim kuramından kendisinin aksine felsefi çıkarımlar yapan Dawkins’in tamamen şahsını hedef alan bir karalama kampanyasına tabi tutulduğunu hatırlatmakta yarar var. Collins’in akademide yalnız olmadığını, Ken Miller gibi yaradılışçı camia tarafından sık sık hedef alınan bir biyoloğun, biyolojinin Tanrı’nın varlığına işaret ettiğini savladığı politik kitaplar yazmasına karşın, Brown Üniversitesindeki koltuğunu da, “Darwinist” camiadaki saygınlığını da kaybetmediğini hatırlatırım.

    3. Bu sitede ve Mustafa Akyol’un sitesinde evrim kuramı konusunda yazdığım şeyler evrimin ne olduğunu teknik olarak, zaman zaman detaylı örnekleriyle açıklama çabalarıyla doludur. Bu çabalarım sık sık cevaplandığı halde genelde okunmamış (Volkan ve Cengiz Çebi’yi tenzih ederim), okunsa da anlaşılmaya çalışılmamış ve bağlam dışı konular gündeme getirilerek püskürtülmeye çalışılmıştır.
    (a) Bunun en canlı örneği Cengiz Çebi ile gayet sakin ve detaylı bir şekilde indirgenemez karmaşıklığın Darwiniyen süreçlerle oluşmasının mümkün olup olmadığının tartışırken, şahsınızın araya girip “laga lugayı bırakın da kuş kanadı nasıl evrimleşti açıklayın bakalım” diyerek tartışmayı baltalamanız. Kuş kanadının nasıl evrimleştiğini bugün tam olarak bilmiyor olmamız, bize desteksiz olarak “evrimleşmiş olamaz” diye kestirip atma hakkını vermiyor, bunu anlamanız gerekiyor. Ve evrim kuramıyla yaradılışçılık arasındaki temel fark da bu. Birincisi, ucu açık olarak anlamaya ve modellemeye çalışıyor, kendi açıklarını da herkesten önce kendisi tespit edip onların ışığında yeni bilgiye ulaşmaya çalışıyor, ve anlayışta, modelde köklü değişimlere izin veriyor (Gould ve punctuated equilibrium bunun en güzel örneği). Beriki bütün bu tartışmaları onyıllardır kamuoyuna evrim teorisinin çöküşü olarak yansıtıyor, bulguları ve yorumları bütünüyle değil tek taraflı olarak sunuyor ve bir anda çözüme ulaşıp geri kalanı dine ve felsefeye havale etmeye çalışıyor. Sansürcülük ve dayatma budur.
    (b) Anlatma çabalarım sürekli öznel, açıklanmayan, ve anlamamakta ısrar eden argümanlarla kaşılandı. Mekanizmanın nasıl “üssel uzaydaki çözümü” bulabileceğine dair genetik algoritmaları örnek vermem karşısında Uluğ “genetik algoritmaların arkasında bir irade olduğu” gibi bir sav öne sürdü. Karşınızdaki insan bütün kurallarıyla belirlenmiş bir mekanizmanın işleyebilmesi için gereken şeyin sadece ve sadece “o kuralların fiziksel varlığı” olduğunu anlamıyor, ya da anlamamakta direniyorsa yapabileceğiniz çok birşey yok. Aynı şekilde, tesadüf ve stokastik kavramları arasındaki farkı anlatmak, deterministik kavramının karşıtının “şans eseri” olmadığını açıklamak için kıçınızı yırttığınız halde, bunlara karşı hiçibir sav geliştirmeyip “sen herşeyi tesadüfle açıklıyorsun, salaksın” gibi bir tavra giriliyorsa, tartışmanın bir anlamı yok. Yaradılışçılığın motivasyonunun üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu, bu sitede benim açıklama çabama karşı gösterilen önyargılı muhalafette bile kendini gösteren bir gerçek.
    (c) Homolojinin ne olduğunu ve ne olmadığını da açıkladım. “Darwiyen mekanizmalarla açıklanamayacağı savlanan gözlemlerin ancak bir tasarımcı ile açıklanabileceği”ni savlayan sizdiniz. Bu “god of the gaps” argümanının ta kendisidir. Başka bütün olasılıkları dışlar, doğayı ve evreni insanın hayal gücü ve algılayabildiğiyle sınırlar, insanın hayal gücünü azımsar. Salak olmadığınızı biliyorum, ama üzülerek söylemeliyim ki yaptığınız şeyi yapmadığınızı öne sürerek, geçerli olmadığını bildiğiniz argümanları tekrar tekrar kullanarak (Popper gibi) karşısınızdakini salak yerine koyuyorsunuz.

    4. Kambriyen patlaması “anlık bir olay” değildir, görece anidir, 5 ila 10 milyon yıllık bir süreçtir. Kambriyenden çok daha öncelerinden kalan çok hücreli fosiller de bulunmaktadır. Kambriyenin kendi içinde diğer kambriyen fosilleri arasında kalan fosil formları da bulunmaktadır. Kambriyende ortaya çıkmış çeşitlilikle bugünkü çeşitlilik birbirinin aynı değildir, o dönemde bulunan canlılar ile bugün yaşayan canlılar birbirlerinden farklıdırlar. Memelilerin, sürüngenlerin, kuşların hiçbiri kambriyende yoktur. Bitkiler kambriyenden çok daha sonra ortaya çıkmaya başlarlar, ilk çiçekli bitki fosili kambriyenden tam 400 milyon yıl sonra ortaya çıkmıştır. Sizce bütün bunlar bütün canlıların bir gün içinde ortaya çıktığına mı, yoksa çeşitliliği sağlayan bir mekanizma ve süreç olduğuna mı işaret eder? 1990 yılında naylonla beslenen bir bakteri türünün keşfedildiğini biliyoruz. İnsan yapımı olan naylon 1930 yılından önce yeryüzünde yoktu. Bu durumda aralıklarla grup halinde tasarlanan canlılara, her nedense, 20. yüzyılda en az bir tane yenisinin eklendiğini söyleyebilir miyiz?

    5. Ben sizin “tipik bir yaradılışçı” olduğunuzu düşünmüyorum, bu konudaki partizan yaklaşımınızı yadırgıyorum. Şahsi fikrim İslam’n bu konuda Hıristiyan’lığa göre çok daha esnek ve toleranslı olduğu yönünde. Buna karşın, Hıristiyan dünyasında artık bilimsel yöntem ve kilise büyük ölçüde uzlaşmaya varmış, Vatikan bile evrim kuramının hakkını teslim etmişken, Türkiye’nin diğer müslüman ülkelere Hıristiyan yaradılışçılığından tercüme bir İslami yaradılışçılık ihraç etmesinin İslam dünyasında hem bilimsel düşüncenin, hem de fikirsel özgürlüklerin gelişmesinin önünde bir engel olduğunu düşünüyorum. Bu konuda kamuyonun çok ciddi yanılgı içinde olmasından rahatsız olduğum için, entelektüel müslümanlığın, inançlarında samimi müslümanlara evrim kuramının sandıkları ve korktukları şey olmadığını anlatmalarının çok büyük fayda sağlayacağını düşünüyorum. İşte bundan dolayı fikirsel tutarlılık ve entelektüel kapasitelerine güvendiğim insanların, benim umduğumun tam aksine bu yanlış algılama ve önyargılara katkıda bulunmalarından hoşlanmıyorum. Belki de onun için, onların fikirlerini daha kökten eleştiriyorum. Sizin “neden bu kadar rahatsız oldunuz” sorunuza verdiğim cevabın motivasyonu da buydu, haddim olmayarak düşünce terörizmi ile itham edilecek kadar damarınıza basmışım. Yine de eleştirimde haklı olduğumu düşündüğümü tekrarlamak ve bir analoji (biliyorum analojiler sağlıksız, ama bazen anlaşmayı kolaylaştırıyor) ile açıklamak istiyorum: Sizce Hrant Dink’in katlinde, Radikal’in militer yazarları dahil, milliyetçi ve ulusalcı entelektüellerin, yazarların katkısı yok mudur? Eğer mevcut toplumsal ortam, insanları milliyetçi duygularla cinayet işlemelerine el veriyorsa, Ermeni düşmanlığı resmi ve toplumsal bir ideoloji haline dönüşmüşse, bir aydının Hrant Dink’in haklı olup olmadığından bağımsız olarak, onun yazdıklarından ne anladığını topluma duyururken daha dikkatli olması, daha sorumlu davranması gerekmez mi? Dikkat ederseniz, böyle düşündüğüm halde Radikal’in faşizan yazarlarının fikirlerinin sansürlenmemesi gerektiğini özellikle savunmuştum, aynı şekilde evrim kuramı konusunda sizlerin de toplumsal önyargılara katkıda bulunduğunuzu düşündüğüm halde, bunu ifade etmem, düşüncelerinizin sansürlenmesinden yana olduğum anlamına gelmiyor.

  36. Yazan:Uluğ Tarih: Ağu 31, 2007 | Reply

    tesadüf ve stokastik kavramları arasındaki farkı anlatmak

    Arasındaki farkı biliyorum. XXXXXXXXXXXXXXX. XXXXXXXXXXXXXXX. Darwinizm, deterministik veya stokastik bir süreç önermiyor(elbette kısmen stokastik olduğunu düşünmeliyiz. Çünkü mikro düzeydeki değişimleri/adaptasyonları açıklayabiliyor ki bunun da muhteşem bir tasarım olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize Tasarlanan canlıların adaptasyon yeteneği var!). Tekrar ediyorum:

    Darwinizm, makro boyuttaki değişimleri göz önünde bulundurduğumuzda kör tesadüflere dayanmaktadır. En baştan beri söylediğim şey bu. Kesinlikle bir görme, uçma sisteminin oluşumunu izah edemez! Zaten bu önerilen mekanizma ile matematiksel olarak da olası değil.

    Anlatma çabalarım sürekli öznel, açıklanmayan, ve anlamamakta ısrar eden argümanlarla kaşılandı. Mekanizmanın nasıl “üssel uzaydaki çözümü” bulabileceğine dair genetik algoritmaları örnek vermem karşısında Uluğ “genetik algoritmaların arkasında bir irade olduğu” gibi bir sav öne sürdü.

    Sevgili Balbazar,

    Okumamakla ve anlamaya çalışmamak ile suçluyorsunuz. Yukardaki cümleleriniz benim de sizin hakkınızda böyle düşünmem için yeterli. Ben kesinlikle bahsettiğiniz gibi bir sav ileri sürmedim. Kesinlikle benim pozisyonumu anlamadığınızı düşünüyorum. Daha kötüsü anlamaya çalışmadığınızı da. GA’lardaki mekanizmaların darwinyen süreçtekilerle (özellikle doğal seleksiyon) aynı olmadığını söyledim. Başka şeylerde söyledim… Sizinle yeterince sağırlar döğüşü yaptık. Birbirimizi anlayabileceğimize dair en ufak bir ümidim yok… Olayın geldiği konum itibariyle çok uzatmaya da gerek yok. Size karşı olumsuz bir düşüncemin/kızgınlığımın(az miktardaki kızgınlığım biraz sonra geçer) olmadığını da bilmenizi isterim. Size yaşamınızda mutluluklar dilerim.

     

    EDITÖR : ULUG BEY, YORUMLARINIZIN NEZAKET KURALLARI iÇiNDE KALMASINA GAYRET GÖSTERiN.

    ZiRA YAZILANLARI SANSÜRLEMEK EN AZ SEVEREK YAPTIGIMIZ iSLERiN BASINDA GELiYOR.

    TESEKKÜRLER

  37. Yazan:Zulfikar Tarih: Eyl 3, 2007 | Reply

    First they ignore you,
    then they ridicule you,
    then they fight you,
    then you win.

    Gandhi

  38. Yazan:TSD Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Şu yazım çöken sitemde silinmiş yazılar arasındaydı. Tekrar yayınlamayıp bu konuyla bağıntılı olduğu için buraya eklemek istedim:


    İslam ve diğer inanışlara bakış

    İslam, ona inananlar için şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlikle evrensel bir dindir. Hz.Peygamber (s) de peygamberlerin sonuncusudur. Bu İslam’ın ana kaynaklarında tüm kesinliğiyle geçer.

    İslam kendinden önceki tüm lokal öğretileri de nesh etmiştir.

    Modern Dinler tarihi literatüründe ise “Sami dinlerinin sonuncusu” olarak adlandırılır İslam.

    Bunun nedeni dinlerin vahyin gönderildiği peygamberlerin de yaşadığı coğrafyaya doğmasıdır. İslam’ın kutsal metnine yani Kur’an’a baktığımızda da bunu görebiliriz. Kur’an’ın tarihe dair çıkarımları da çoğunlukla ortadoğu coğrafyası ile ilgilidir.

    Bu coğrafî konum bazen müslümanlar arasında kafa karışıklığına yolaçıyor.

    Bir çok İslam alimi, çoğu müslümanın “batıl kaynaklı, insan eseri din” olarak gördüğü Budizm, Hinduizm gibi dinlerin kökeni hakkında kesin bir yorum yapmaktan kaçındığı halde, müslümanlar Doğu dinlerinin ya da başka coğrafyalardaki inanışların “kökenleri” için “insan eseri” ifadesini kullanabiliyor.

    İslam alimleri bundan kaçındığı gibi, Buda, Krişna, Zerdüşt gibi şahsiyetlerin çok büyük ihtimalle peygamber olduğunu, öğretilerinin de “ilahi vahy” kaynaklı olduğunu, ama -Kur’an’da geçmemesi hasebiyle- kesin birşey söylememin de imkansız olduğunu belirtmişlerdir.

    Şu çok açık ki bir şeyin Kur’an’da geçmemesi yokluğuna delil değildir, ayrıca Kur’an, insanlığa gönderilen peygamberler için açıkça “bir kısmını anlattık, bir kısmını anlatmadık” demiştir.

    Bir müslüman burada şöyle düşünmeli bence.

    İslam evrenseldir. İslamın ahlakî ve toplumsal ilkeleri tüm insanlığı kuşatır. Dinamiktir, insanların ve toplumların ihtiyaçları doğrultusunda gelişmeye açıktır.

    İslam’ın son ve evrensel olmasının yanında aynı zamanda tarihsel yönü de vardır. Bu da bir zarurettir.

    Ortadoğu’da doğmuştur, oranın insanları ilk muhataplarıdır. Dolayısı ile ortadoğuya gönderilen peygamberlerin, o coğrafyanın nebîlerinin kıssalarını anlatmış, örnekler vermiştir. İnsanlar oraya gönderilen peygamberleri tanıyorlar, hikayelerini doğru-yanlış biliyorlar. İslam o coğrafyaya gönderilen peygamberlerin tanınamaz hale getirilen inanç akidelerini saf bir tevhid kökenine yeniden ve kuvvetli bir şekilde döndürmüştür.

    Yahudiliğin ve Hristiyanlığın muharref yönlerine işaret etmiş, bunları tahsis etmiş, Eski ahitte Allah’a ve peygamberlere atılan akıl almaz iftiraları şiddetle reddetmiş ve “işte çekişip durduğunuz meselelerin gerçeği budur” diye kesin olarak doğrusunu anlatmıştır.

    Ayrıca Kur’an, “İslam” ismini daha önce gönderilmiş tüm dinler için kullanır. Mustafa İslamoğlu bir yazısında şöyle yazıyor :

    Kur’an vahyi “İslam” (=teslimiyet yolu) derken, “yeni bir din”den değil “insanlıkla yaşıt bir değerler sisteminden” söz eder. Hiçbir yerde İslam’ı Hz. Muhammed’le başlamış bir din olarak göstermez. Kur’an Hz. Nuh’u “Müslüman” olarak tanıtır ( 10.72). Hz. İbrahim’in dini “İslam”dır (2.128, 131 ve 3.67). “İsrail” lakaplı Hz. Yakub oğullarına “Müslüman olarak kalın” diye vasiyet etmiştir (2.132). Hz. Yusuf “Benim canımı Müslüman olarak al!” diye dua etmiştir ( 12.101). Hz. Musa İsrailoğulları’na “eğer Müslümansanız Allah’a güvenin” demiştir (10.84). İsrailoğulları’nın tüm peygamberlerinin dini “islam”dır 5.44). Hz. Süleyman (27.44) ve Hz. İsa da öyle ( 5.111).

    Şimdi bir akıl yürütme yapalım.

    Diyelim ki İslam Mekke’de değil de Çin’de, Hindistan’da ya da İran’da doğdu. Ve o bölgeye gönderilen peygamberlerin bozulmuş öğretilerini düzeltti, doğrusunu gösterdi. (Mesela Buda’nın) Ve diyelim ki Hindistan’da doğması hasebiyle Hz.İsa’dan, Hz.Musa’dan hiç bahsetmedi. Genel tevhid akidesini düzeltti şer’i hükümlri koydu ve tüm dinleri neshederek evrenselliğini ilan etti.

    Ve Hindistan’dan çıkan bu son dine inanan bizler günün birinde Hristiyanlık ile karşılaştık. Acaba hangimiz “Hz.İsa Tanrının oğludur” diyen mevcut Hristiyanlığı ilahi kaynaklı bir din, Hz.İsa’yı da peygamber olarak görebilecektik?

    Bugünkü Hristiyanlığın , Hz.İsa’nın ilk mesajıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Aynı şey Yahudilik için de geçerli. Kur’an’da geçmese Eski Ahit’in, Yeni Ahit’in muharref bir ilahi öğreti olduğunu düşünmek oldukça zordur.. Çünkü içinde akıl almaz ifadeler, Allah’a ve peygamberlere iftiralar vardır. (Kur’an bunların tamamını tahsis etmiştir)

    Buda ve öğretisinin de başına Hristiyanlığın başına geldiği gibi bir tahrifatın gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Sosyal entropi hızla İlahi öğretileri aşındırmış bazen ilk çıkış zamanından 100-150 yıl sonra bile tanınamaz hale getirmişti. (Msl. elimizde bulunan Hristiyanlık örneği.)

    Yine bugünkü Budizm metinlerinde -tıpkı Eski ve Yeni ahitte de olduğu gibi- nispeten tahrif olmamış ilahi esintilere rastlanmaktadır. Yine bazı Hindu metinlerinde bu ilahi esintilerin yanında ahir zaman peygamberini tanıtan pasajlar vardır ki bunlar hakkında aynıyla Mekke’yi, Hz.Peygamber’i ve ashabını tarif ettiğine dair yorumlar yapılmaktadır.

    Burada Buda, sadece bir örnek.

    Her topluluğa bir peygamber gönderildiğine dair Kur’an ayetlerine de ortada olduğuına göre diğer kültürlerdeki dinlere ve kökenlerine dair konuşurken meseleye bu şekilde bakmak ama nihayetinde kesin hüküm vermekten de imtina etmek en doğrusudur.

    Pekçok peygamber gelmiştir. Kesin bildiklerimiz de Kur’an da geçenlerdir, bildiklerimin çoğu ortadoğu coğrafyasına -hatta israiloğullarına- aitlerdir ve sayıca çok azdır. Zaten anlatılan kıssalara tarihsellik bakımından değil, ibretlik olması açısından önem atfedilmiştir.

    Gönderilen Peygamber sayılarına dair İslam kaynaklarında geçen tahmini sayıları da gözönüne aldığımızda bu şekilde bir yaklaşıma sahip olmak en mantıklısı olsa gerek.

  39. Yazan:Ramazan TOPTAŞ Tarih: Eyl 27, 2009 | Reply

    1. SORU : Var olan her şeyi kim yarattı?
    CEVAP : Var olan her şeyi yaratan bir yaratıcının olması ve bu yaratıcının 3 ana özelliğinin olması gerekir.
    a. Zaman kavramından bağımsız olması gerekir. Çünkü bizim yaratılabilmemiz için yaratıcının zaman kavramından bizim gibi etkisi altında olmaması gerekir. Yani bizim zaman kavramımıza göre geçmiş ve gelecek zamanların tümünde var olması gerekir.
    KAMER
    49 – Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık. [25,2; 87,1-3]
    b. Var olan her şeyi yaratabilme gücüne sahip olması gerekir.
    c. Neden sonuç ilişkisi olmayan tek ve ilk varlık olması gerekir. Yani varlığının bir nedene dayanmaması gerekir.

    2.SORU : Yaratma işini nasıl yaptı ve bunu neden bu şekilde yaptı?
    CEVAP : Her türlü maddeyi yarattı ve bunlara kudretini kullanarak özellikler verdi. Atom sayıları, elektron sayıları, katı-sıvı-gaz özellikleri ve bu özelliklere geçiş koşulları ile matematik kanunları gibi birçok bilimsel veriyi ALLAH yaratmıştır. Bilim insanları da bunları keşifler sonucunda bulmakta ve bunların hiçbir zaman sabit koşullar altında değişmediğini görmektedirler. Yani ALLAH, ın koymuş olduğu kurallar hiçbir zaman değişmemektedir.

    FETİH SURESİ
    23 – Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.

    Bu maddelerin birbirleri ile etkileşimler sonucunda var olan her şey yaratılmıştır.
    Bu yaratılma işlemini insanın ve hayvanlarda bulunan kromozom şifresi gibi kâinatın da bir şifresinin olduğu ve bir plan çerçevesince fizik, kimya, matematik vb. kurallar içerisinde bulunan olasılık hesapları dâhil bilinen ve bilinmeyen Âdem atamızın bir bölümünü söylediği cisimlerin ve eşyaların isimleri (özellikleri) içinde her türden varlığın yaratıldığı kanaatindeyim. Bu yaratılma bize tesadüf gibi gelmekte ancak unutmamak gerekir ki tesadüflerin yaratıcısı da ALLAH tır.

    ENFAL SURESİ
    42 – Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, Siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler! Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi.Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız.Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın.Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. [6,122]

    Bu yaratma işlemi aynı bir çocuğun gelişimi gibi zaman içerisinde değişim-gelişim süreci içinde gelişmiştir. Bunu sağlamak içinde ALLAH yarattığı her türden varlığın doğumunu ve ölümünü yaratmıştır.

    Bu ayette açıkça gelişim ve değişimin rahimlerde gerçekleştirildiğinin bir kanıtıdır. Adem ve İsa Peygamberimiz ve Hava anamızın yaratılması da bu şekilde rahimlerde yapılan değişiklik şeklinde oluşturulmuştur. Aynı şekilde günümüzde de hamile kalan her türden anneler değişik veya farklı canlılar dünyaya getirmektedirler. Geçtiğimiz günlerde bir koyunun bir yerinden hücre alınarak kopya oluşturulması aynı İsa peygamberimizin babasız anne karnına konması gibidir. Kopyalanan koyunun babası yoktur. İsa Peygamberinde babası yoktur. Adem peygamberinde babası yoktur ve bu kuran-ı Kerim’de açıklanmıştır.
    ENBİYA
    30 – Hakkı, inkâr edenler görüp bilmediler mi ki göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık, hayatı olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?
    RA’D SURESİ
    8 – İşte O Allah’tır ki her bir dişinin neye gebe olduğunu, karnında ne taşıdığını, ve rahimlerin neleri eksik bırakıp, artırdığını bilir. Doğrusu O’nun katında her şey bir ölçü iledir. [23,13-14; 39,6; 53,32]
    A’LA
    2-3 – O seni yaratıp, mükemmel yaratılış vereni!O her canlıyı bir ölçüye göre yapıp hayatının devamını, sağlayacak yolları göstereni!
    SECDE
    7 – Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı.

    Bu Kuran-ı Kerimim 1400 yıl öncesinden haber verdiği bir mucizedir. Bu olayda Kuranda İlkin yaratığımız gibi sizi tekrar yaratacağız ve bize döndürüleceksiniz denilmektedir bu olay aynı zamanda tekrar yaratılışın nasıl olacağına dair bir işaret bir örnektir ve Kuran-ı Kerimden gelen bir mucizedir. Kuran-ı Kerimde bu durum peygamberimize açıklanmış ve Kuran-ı Kerim’in bir mucize olduğu belirtilmiştir. Yalnız buraya bir ekleme yapmak istiyorum. Yeniden yaradılış neden sonuç ilişkisine dayandırılarak gelişim ve değişim içinde olmayacaktır. Çünkü bunun iki nedeni var. Birincisi ALLAH Sizi tekrar yaratmam daha kolay olacak diye Kuran’da ayet vardır. İkinci neden ise artık insanlar teste tabi tutulmuş ve sınav sonuçlanmış olduğundan, ALLAH yeniden yaratma işini yaparken nedensellik ilkesinin arkasına neden saklansın gerek yok, o nedenle yaratma işlemi alenen olacaktır. Yani ruhumuz et ve kemikle kaplayarak tekrar yaratılacağız.

    Eğer bu şekilde olmasaydı bütün insanların özellikleri aynı olurdu zekâ seviyeleri renkleri boyları zevkleri yetenekleri aynı olması gerekirdi zira hayvanlarda da aynı olması gerekirdi. Demek ki değişim ve gelişimi bu şekilde yaratmak için Allah böyle yapmıştır. Değişim ve gelişim neden-sonuç ilişkisinin bir sonucudur. Neden sonuç ilişkisi bizi Allah’ın varlığına bağlar. Allah’ta yarattıklarını böyle kendisine bağlayarak yaratığı her varlığın kendisine dönüşünü bu şekilde sağlayacaktır. Ölümü ve doğumu bu nedenle yaratmıştır.

    VAKIA

    58-59 – Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan haline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz?
    60-61 – Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mani olacak hiçbir güç yoktur.
    62 – Siz ilk yaratmayı pek iyi biliyorsunuz, artık düşünüp ibret almanız gerekmez mi? [30,27; 19,67; 36,77-79; 75,36-40]
    63-64 – Ektiğiniz tohuma baksanıza! Siz mi onu yetiştiriyorsunuz Biz mi?
    65 – Eğer isteseydik onu kuru çöp haline getirirdik, siz de şaşıp kalır, pişman olurdunuz:

    Eğer doğumu yaratıp ta ölümü yaratmasaydı yaratmış olduğu hiçbir varlık kendisine dönmeyecekti. Bizler Âdem atamızı ve ondan önceki canlı varlıkları da görebilecektik ve şöyle diyecektik bizi yaratan anne ve babalarımızdır. Zaten bizim için ölüm yoktur bile diyemeyecektik çünkü ölüm nedir bilmeyecektik. Böyle bir dünya bizim için asıl dünya olacaktı yani şu anda inandığımız öbür dünya bizim için asıl dünya olacaktı ve bu düşüncelerimizde haklıda olacaktık. Bir düşünün doğuyorsunuz ve yaşıyorsunuz ölüm nasıl olur düşünemiyorsunuz bile. Böyle bir dünya da yaşarken Allah’ın varlığına ihtiyaç duyar mıydık? Böyle bir dünya da ölüm olmadığına göre ölümü oluşturan nedenlerde olmayacağından herhalde hayatımız çizgi film kahramanlarının hayatı gibi olurdu. Yani yaşantımızda neden sonuç ilişkisi olmazdı. Böyle bir dünyada Bizlerde bir şeyi yaparken yaptığımız şeyleri neden sonuç ilişkisine bağlayamaz aynı çizgi film kahramanlarının yaptığı gibi çizerdik onlarda biz gibi neden sonuç ilişkisi olmadan yaşamaya başlarlardı. Beklide onlarda aynı şekilde bir şeyler yaparak herkes kendi dünyasını oluştururdu ki o zamanda bak ben yaratabiliyorum diyebilirlerdi. Her yaratılan bunu söylerdi. Böyle bir dünyanın zaman kavramı nasıl olurdu bunu düşünemiyorum bile Artık siz düşünün ne kadar karışık bir durum olduğunu
    CASİYE SURESİ
    24 – Âhireti inkâr eden kâfirler bir de şöyle dediler: “Hayat, sadece bu dünyada yaşadığımız hayattan ibarettir: Ölürüz, yaşarız. Bizi yalnız zamanın akışı helâk eder.”Aslında, buna dair hiçbir kesin bilgileri yoktur, onlar sadece zanlarıyla böyle söylüyorlar.

    İşte Allah bütün yaratılan varlıkların varlık nedenlerini kendisine dayandırabilmeleri ve kendisini görmeden inanmaları için böyle neden sonuç ilişkisi içinde ölümü, değişim ve gelişimi sağlamak için yaratmıştır.

    Gelişim ve değişim günümüz koşullarında insanlar tarafından hızlandırılmıştır. Günümüzde buna genetik bilimi denmektedir. Bu bilim dalı doğanın milyarlarca yılda yaptığını çok kısa sürelerde yapmaktadır. Bu işlemi insanların yapması sonucu değiştirmemektedir. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde bu değişimi yine ALLAH yapmaktadır. Çünkü biz bu işleri yaparken Allah’ın koymuş olduğu matematik, fizik, kimya vb. kuralları dışına çıkmadan yapmaktayız. Zaten bu kuralların dışına çıkmamızda mümkün değildir.

    Kominizim döneminde yıllarca gelişim ve değişimin doğa tarafından yapıldığı ispatlanmaya çalışılmış ve başarılı olunamamıştır. Aslında bu işlemi doğa yapmaktadır ancak neden sonuç ilişkisi içerisinde uzun yıllarda yapmaktadır. Bu durumu köminizmin ileri gelen siyasi ve bilim adamları hemen istemişlerdir. Çünkü bu şahıslar ölümlü olduklarından kendi yaşantıları içerisinde bu durumu görmek istemişlerdir. Ama Koministleride yaratan ALLAH’ ın bu şekilde bir zaman sorunu yoktur. Zaten bizim içinde bulunduğumuz zamanı yaratanda kendisidir.
    Kominisler belki şöyle deneselerdi olurdu Sibirya ovasına en yakın olan tarlaların buğday tohumlarından alınarak kuzeye doğru yavaş yavaş çıkılarak yapılsaydı olabilirdi. Aynı Anadolu insanının koyun neslini geliştirmek için en iyi erkek tokluyu seçerek damızlık yapmaları gibi, bu işlemi asırlardır doğada yaşayan hayvanlarda yapmaktadırlar. Bu günlerde insanlarda siperm bankası kurarak yapmaya başlamışlardır ve bu durum gitgide yaygınlaşacaktır.

    Komünistler bunu hemen istemişler ancak bu amaçlarına ulaşamamışlardır. Bu amaçla buğday tohumları soğuk suda bekletilerek Sibirya ovalarına ekilmiş ve bütün tohumlar yıllarca telef olmuş sonunda Amerika devletinden getirilmiş olan melezleme tekniği ile üretilmiş buğday tohumu ekilerek başarılı olunmuştur. İşte bu melezlenmiş buğday tohumun darwin’ in yaptığı değişim ve gelişim teorisine bir örnek teşkil etmektedir. Ama kominisler bunun farkına varamamışlardır. Boş yere insanların ölümlerine sebep olmuşlardır. Amerikalıların yaptığı neden-sonuç ilişkisi kurularak yapılmıştır. Allahın doğa kanunlarına uygundur. Fakat Rusların yaptığı neden-sonuç ilişkisi dışındadır. Bu yüzden Ruslar başarısız olmuşlardır.

    MÜLK
    2 – Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O azîzdir, gafurdur (üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur). [2,28; 18,7]

    İNFİTAR
    7 – O değil mi seni yaratan, bütün vücud sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren,
    8 – Ve seni dilediği bir surette terkib eden?

    İşte bu durum neden sonuç ilişkisini doğurmuştur. Buda ALLAH’IN neden sonuç ilişkisi olmadan hiç bir şey yaratmadığını göstermektedir. Peygamberlere verilen mucizeler istisnai durum oluşturmaktadır. Bunu da ALLAH kitaplarında açıklamıştır. Peygamberler mucizeleri yaparken özellikle ALLAH’IN izniyle olduğunu üzerine basa basa vurgulamışlardır. Çünkü mucizeler neden sonuç ilişkisi ile açıklanamazlar. Açıklandıklarında mucize olmaktan çıkarlar ve tesadüf olurlar. Eğer yaratılışımız neden-sonuç ilişkisi içerisinde değişmeyen bilimsel veriler sonucunda olmasaydı, her gün değişik bir mucize ve fizik kuralı, matematik kuralı (Örneğin 2+2=4,5,6 gibi ) , biyoloji ve kimya kuralları görürdük ve bunlara anlam verebilecek bir aklımız bile oluşmazdı. Bizler ne şekilde olurduk onu ancak ALLAH bilir.
    MÜ’MİNUN
    91 – “Allah asla evlat edinmedi. O’nun yanı sıra hiçbir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her tanrı kendi yarattıklarını yanına alır ve onlardan biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı. Allah o müşriklerin isnat ve nitelendirmelerinden münezzehtir.” [21,22]

    Yaratırken NEDEN SONUÇ ilişkisi içerisinde yaratması sonucunda isteyen bizim yaratılışımızın yaratıcı ile ilgisi yoktur, biz tesadüfler sonucunda maddelerin birbirleri ile etkileşimleri sonucunda oluştuk diyebilmesi için, isteyeninde yukarıda belirttiğim gibi bir yaratma meydana gelmiş ve ben bu şekilde ALLAH tarafından yaratılmışım diyebilmesi ve özgür iradesini kullanabilmesi için ALLAH böyle neden sonuç ilişkisi kurarak yaratmıştır.

    Yaratılan varlıkların hepsinde neden sonuç ilişkisi ALLAH tarafından kurulmuştur. Bunun nedeni ise her yaratığı şeyi kendisine döndürebilmesi için yapmıştır.

    TEGABUN
    3 – Allah, gökleri ve yeri gerçek bir maksatla, hikmetle yarattı. Sizi yarattı, hem de size güzel güzel sûretler verdi. Dönüşünüz de O’na olacaktır.[82,6-8; 40,64]
    AHKAF
    3 – Biz gökleri, yeri ve bunların arasındaki varlıkları ancak gerçek bir maksatla, adalet ve hikmetle, bir de belli bir süre için yarattık. Ama kâfirler uyarıldıkları kı
    4 – Müşriklere de ki: “Şimdi baksanıza şu sizin Allah’tan başka ilahlaştırıp yalvardığınız putlarınıza! Söyler misiniz, onlar yerde hangi şeyi yaratmışlar, yoksa göklerde mi bir ortaklıkları var?(Akıl yönünden bu mümkün olmayınca, nakil yönünden putlara ibadetin gerçek olduğunu gösterin) Eğer bu iddianızda tutarlı iseniz, daha önce gelmiş bir kitap yahut hiç değilse bir bilgi kalıntısı varsa getirin görelim.”
    MÜ’MİNUN
    115 – “Bizim sizi boşuna yarattığımızı, Bizim huzurumuza dönüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?”

    ALLAH kendi varlığı olmadan hiçbir varlığın varlık nedenini açıklayabilmesini mümkün kılmamak için böyle yaratmıştır. Yani ALLAH varsa Bende varım veya ben varsam ki varım o halde ALLAH’TA olmak zorunda diye düşünmelerini sağlamak için böyle yaratmıştır. İnsanın kendi varlığını başka türlü açıklamasına imkân yoktur. İşte bu yüzden bütün var olanların varlıklarının açıklanabilmesi için tek dayanılacak ve ihtiyaç duyulacak son nokta ALLAH’ın varlığıdır. ALLAH’IN varlığı ise neden sonuç ilişkisi dışındadır.

    3 SORU : ALLAH İnsana ne gibi insani özellikler vermiştir. İnsanları nasıl tanımlamamız gerekir.?
    CEVAP : 1. İnsan; kendisini yaratanın kim olduğunu ve nasıl bir varlık olması gerektiğini sorgular ve bu yönde sorular sorarak cevap arar.
    2. İnsan hayvanlardan farklı olarak düşünen bir beyni ve mantığa sahiptir.
    3. İnsan vicdan sahibidir. Vicdanı ile yapmış olduğu bir hareketin başka insan ve canlılar için fayda ve zararlarının neler olduğu ölçerek hareket eder. Başka insan ve canlılara faydalı olmak için hareket eder. Bu hareketinin kendisi içinde en yararlı bir yol olduğunu bilir. Yani kendi menfaati için başkalarının menfaatini gözetmek zorunda olduğunun bilinci içerisindedir. İnsan empati yoluyla da bunu yapar.
    İnsan vicdanı ile her türden hareketin iyimi – kötümü olduğunu bilir. Yani değerlendirme yeteneğine sahiptir. Bu sayede kanunları bilmediği halde suç işleyip işlemediğini evrensel değerler içerisinde bilir.
    4. İnsanda acıma duygusu vardır. Zayıf ve güçsüz insan ve canlılara karşı karşılık beklemeden yardım etme duygusu ile donatılmıştır. İnsan eline fırsat geçtiği halde yapmış olduğu hareketten başka insan ve canlılar olumsuz etkilenecekse bu hareketini yapmaz.
    5. İnsanda başka insan ve her türden canlılara karşı sevme duygusu taşır. Aynı zamanda bu durumun tersi olan nefret duygusu da taşır. Nefret ettiği insan ve canlılar ise başka insan ve canlılara kötülük yapanlardır. Bu kimselere hoşgörü ile bakmaz hareketlerini tasvip etmezler.
    6. İnsanda güzel olan her türden canlı ve bitkilere karşı seçicilik ve beğeni duygusu vardır.

    7. İnsan ölüm korkusu taşır. Bu da insanda bir ruh olduğunun en büyük kanıtıdır. Bu korku insan ruhunun bir özelliğidir.

    İnsanlar dünya’ya indirilirken ruh olarak indirilmiştir. İnsanlar, cinler ve melekler geldiğimiz diğer dünyada ruh olarak yaratılmışlardır. Kuranı Kerimin hiçbir yerinde insanların madde olarak cennette yaratıldıklarına dair hiçbir ayet yoktur. İnsanlar medde olarak dünyada yaratılmış ve ruhları bu maddenin içine sonradan Allah tarafından konulmuştur. Yukarıda bahsettiğim gibi insanları oluştururken Allah çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmış ve akıl vermiştir. Vermiş olduğu aklında bir ruhunun olduğunu kavramasını sağlamıştır. Eğer öyle olmasaydı ünlü düşünür Aristo şöyle diyemezdi. ‘Düşünüyorsam öyleyse varım’ demesi ve diğer bütün insanların da düşünüre katılmaları ve aynı mantıkla düşünmeleri ruhlarının olduğunu kabullendiklerinin en büyük kanıtıdır.

    İnsanlar ruhlarının varlığını kabullendiklerini benimsediklerinde Allah’ın varlığını da kabullenmek zorundadırlar. Çünkü somut varlık yani madde âlemi neden sonuç ilişkisine göre oluşabilmekte ancak ruh bunun dışındadır. Çünkü ruh bir madde değildir. Neden sonuç ilişkisi dışında bir varlıktır. Ruh Allah’ın yarattığı madde boyutunda olmayan başka bir varlıktır. (Araf Süresi 19 ncu, Nisa Süresi 1 nci, En’am Süresi 98 nci, araf süresi 189 ncu ve Zümer Süresi 6 ncı ayetler)
    ARAF SURESİ
    19 – “Sana gelince Âdem, seninle eşin cennete yerleşiniz, istediğiniz her tarafından yiyip içip yararlanınız. Yalnız sakın şu ağaca yaklaşmayın! Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz.” [4,76]
    NİSA SURESİ
    1 – Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anıp Kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir. [7,189; 30,21; 39,6; 42,11] {KM, Tekvin 2,21-23}
    EN’AM SURESİ
    98 – Sizi bir tek candan yaratan O’dur. Sonra sizin için; bir kalacak yer, bir de emanet olarak duracak yer vardır. Biz âyetlerimizi anlayan kimseler için açıkça bildirdik. [4,1]
    ARAF SURESİ
    189 – O’dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini inşa etti. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rab’leri olan Allah’a yönelip “Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz” diye yalvardılar. [4,1; 49,13; 30,21] {KM, Tekvin 2,21-22}
    ZÜMER SURESİ
    6 – O, sizi bir tek candan yarattı. Ayrıca ondan da eşini meydana getirdi. Size etlerini yemeniz için deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli ve dişili olmak üzere sekiz çift hayvanın helâl olduğunu vahiyle bildirdi. O sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde, peş peşe yaratır. İşte gerçek İlah olan Allah, bunları yapan Rabbinizdir. Bütün mülk ve hakimiyet O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Hâlâ nasıl oluyor da hak yoldan vazgeçiriliyorsunuz? [41,6,143-144]

    Yukarıdaki bahsettiğim husus çok önemlidir. Çünkü kuracağım mantık bunun üzerine inşa edilmiştir.

    Bana göre insanlar yani benim hayalime ve tahminime veya zanıma göre şöyle yaratılmışlardır.

    Allah ilk önce maddeyi yarattı bu maddeye fizik kanunları verdi. Değişik değişik oluşumların arka arkaya gelebilmesi için zamanı yarattı. Daha sonrada büyük patlama ile uzayı açmaya başladı. Bu sürecin başlamasıyla uzayda sayısını bilemeyeceğimiz kadar yıldızlar galaksiler doğmaya, yaşamaya ve ölmeye başladılar. Yani yaşam başladı. İşte bu gibi galaksilerden bir tanesi de bizim galaksimiz Samanyolu galaksisidir. Bu galaksi içinde bizim yaşadığımız güneş sistemi oluşmuştur. Güneş sistemi içinde Dünyamız meydana getirilmiştir. Bizim galaksimize, güneş sistemimize ve dünyamıza benzer birçok sistemler meydana gelmiştir. Bunların bizim sistemimize benzeme oranları %99 dan %1 e kadar olmak üzere değişik değişik oranlardadır.
    İnsan uzaya açıldığında görecektir ki kendisine düşünce olarak yakın ileride ve geride kalmış toplumlarla da karşılaşabilecektir. Hatta düşünce olarak kendisinden çok ileride fakat hayvan olarak kalmış olan canlılarla karşılaşacak ve hatta kendisinden düşünce olarak geri kalmış melek gibi canlılarla bile karşılaşacaktır. Diyeceksiniz ki hayalin çok geniş bende diyeceğim ki belgeselleri seyredin dünyamız da da böyle varlıklar irili ufaklı var. Yaşadığım sürece nereye gittimse oranın bir sakini olduğunu boş olmadığını bir yaşamın olduğunu gördüm bunun uzayda da olduğuna inancım tamdır.

    Dünya üzerinde yaşamın oluşması için sıcaklık ve soğukluk kullanılarak toprak oluşturulmuştur. Toprak su içinde ilk basit hücrelerin oluşmasını sağlamış ve bu süreç basit bitkilerin, denizde yaşayan bakterilerin ve virüs gibi basit canlıların oluşmasına neden olmuştur.
    Denizde, karada ve havada oluşan birbirine bağımlı asalak canlılar zamanla birbirini tamamlayan özellikleri nedeniyle birleşmişler ve daha gelişmiş canlılara dönüşmüşlerdir. İşte bu değişim ve gelişimlerin sonucunda deniz, kara ve hava hayvanları oluşmuştur. Bu deniz, kara ve havada yaşayan hayvanlar zamanla değişerek kara, deniz ve havada yaşama özelliği kazanmış ve kara, deniz ve havalarda yaşayan canlılar meydana gelmiştir. Bu gelişim ve değişim karalarda ve denizlerde de devam ederek gelişme devam etmiştir. İşte bu sürecin sonunda insan altı varlık soyu oluşmuş ve Allah’ın bu varlıklardan bir tanesine ruh vermesi ile insan dünyada yaşamaya başlamıştır. İlk Yaşayan insan Adem Peygamberimizdir. Adem ATAMIZIN ANNESİ İNSAN ALTI VARLIKTIR. Hava anamızda aynı şekilde ruhu bir insan altı varlığa verilmesi ile ilk insanlar cennetten çıkarılarak dünyaya indirilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus ruhlarının bu dünyada değil de öbür dünyada yaratılmış olmasıdır.
    Biyolojik bağın o kadar önemli olmadığına ayetlerde değinilmiştir. Asıl önemli olanın fikir ve düşünceler itibari ile kendinden sonra gelen insanların kendisine inanması ile neslin devam ettiğine vurgu yapılmıştır.
    HUD SURESİ
    42 – Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken, Nuh biraz ötede olan oğluna: “Evladım, gel sen de bizimle gemiye bin de kâfirlerle beraber kalma!” diye seslendi. [69,11-12; 54,13-15]
    43 – O: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım!” dedi. Nuh ise: “Bugün Allah’ın helâk emrinden koruyacak hiçbir kuvvet yoktur. Ancak O’nun merhamet ettiği kurtulur!” der demez, birden aralarına dalga girdi, ve oğlu boğulanlardan oldu.
    44 – Kâfirler boğulduktan sonra yerle göğe: “Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!” diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti ve “Kahrolsun o zalimler!” denildi. {KM, Tekvin 8,4}
    45 – Nuh Rabbine hitâb edip: “Ya Rabbî, dedi, elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı. (Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin). Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!”
    46 – “Ey Nuh!” buyurdu Allah, “O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi. O halde, hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Cahilce bir davranışta bulunmayasın diye sana öğüt veriyorum.”
    MÜMTEHİNE SURESİ
    1 – Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilmekteyim. Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa, artık doğru yoldan sapmış olur. [5,51-57; 3,28; 4,144]
    2 – Eğer size karşı ellerine bir fırsat geçerse, size düşman kesilirler. Ellerini de, dillerini de size fenalık etmek için uzatırlar ve sizin de kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler.
    3 – Ne hısımlarınızın, ne de evlatlarınızın kıyamet günü size faydası olmaz. Allah kıyamet günü aranızda hükmeder, itaat edenleri cennete, kâfir ve âsileri cehenneme gönderir. Allah yaptığınız her şeyi görür.
    4 – İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır: Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: Bizim, ne sizinle, ne de Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiç bir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın tek İlah olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedi olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz. Ne var ki İbrâhim’in babasına: “Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiç bir şeyi önlemem mümkün değildir.” demesi başka. Onun ve beraberinde olanların duası şudur: “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız. [19,47; 26,86-87; 9,113-114]

    Zamanla insanlar geliştikçe ve değiştikçe insan altı varlık sayıları azalmış ve insanların sayıları çoğalmıştır. İnsan altı varlıklar zamanla insanın gelişimi ile ortadan kaybolmuştur. Bunun nedeni ise insanların aklını kullanarak vahşi ortamlarda yaşama becerisi ve yeni buluşlar yapmalarıdır. İnsanlar arasında hayvanlardaki gibi bariz farklılıklar yoktur. Bunun nedeni ise farklı coğrafyalardaki insanların zekâları sayesinde birbirleri ile devamlı temas halinde olmalarından ileri gelmektedir.
    Adem atamız ve Hava anamızın çocukları birbirleri ile evlenmemişlerdir. İnsan altı biyolojik akrabaları ile evlenmişlerdir. Bunlardan olan çocuklarının bazıları insan olmuş bazıları olmamıştır. İnsan olanlarla insanlığın soyu devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. İnsan düşündüğü zaman günümüzde yaşayan insanlardan da; bunlar insan olamaz dediği insanlar vardır.

    ARAF SURESİ
    179 – Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır. [46,26; 2,18; 8,23; 22,46; 2,171] {KM, İşaya 6,9-10; Matta 13,13-14}

    Yani insan bedeni içerisine cennetten çıkarılarak gönderilmiş iki varlık vardır. Birincisi insan, ikicisi şeytandır. Bu iki varlık insan vücuduna aynı anda hükmetmektedir. İnsan galip gelirse cennete girecek şeytan galip gelirse cehenneme girecektir.

    BAKARA SURESİ
    75 – Nasıl olur onların size güvenmelerini beklersiniz ki onlardan bir zümre vardı ki Allah’ın kelamını işitip akılları aldıktan sonra, bile bile onu tahrif eder, değiştirirlerdi.
    76 – Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında «Biz de iman ettik» derler. Kendi aralarında kaldıklarında ise: «Ne yapıyorsunuz? derler, Rabbinizin huzurunda aleyhinize hüccet edinsinler diye mi tutup Allah’ın size açtığı gerçeği onlara söylüyorsunuz? Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?»
    77 – Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da?

    İnsanda kendi arasında cinler gibi ikiye ayrılır. Şeytan ve İnsan olarak ayrışmıştır. İnsan nerede ise şeytanı da yanındadır. Yani Allah dünya ya insanları ve şeytanları indirirken birlikte indirmiş ve bir beyin içerisine koymuştur. Kim şeytanının yolundan gitmez ise İlkin cennetine koyduğu gibi insanı tekrar cennetine koyacaktır. Zaten bu dünya bu ayrımı yapmak için yaratılmıştır.

    NAS
    1 – De ki: İnsanların Rabbine,
    2 – İnsanların yegane Hükümdarına,
    3 – İnsanların İlahına sığınırım:
    4 – O sinsi şeytanın şerrinden
    5 – O ki insanların kalplerine vesvese verir,
    6 – O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da olur. [6,112]

    Dar vim teorisine inandığımı ve bir teori olarak kabul ettiğimi beyan ediyorum. Bunun dinimiz açısından hiçbir sakıncasının olmadığını ve yüce yaratıcının ki o noksan sıfatlardan münezzehtir, bu şekilde yaratabileceğini kabul ediyorum. Eğer geçmişte de bu şekilde tek yaratıcıya ALLAH’a inan insanlar tarafından Dar vim teorisini de ve darvin’ide ALLAH yaratı bu şekilde de yüce yaratıcı yaratabilir denilmiş olsaydı benim yukarıda kurmuş olduğum çıkarımlar yapılır ve kominizim tehlikesi ortaya çıkmazdı. İnsanlar birbirlerine bunca zulmü yapmazlardı.
    Bu hata tek yaratıcıya inanan yani ALLAH’a inanan din adamlarının ALLAH’ a noksan sıfat yakıştırmalarından ve Darvin teorisine göre insanları yaratılmamıştır, demelerinden kaynaklanmıştır. Hâlbuki ALLAH’ın indirmiş olduğu hiçbir din bilimle çelişmez aksine bilimin açıklanmasında anlam ve mana taşımasında olmasa olmazlarındandır.
    YASİN
    79 – De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir, hem O, yaratmanın her türlüsünü bilir.”
    Birde bizler şu konuda yanılmaktayız ol dedi oluverdi. Darwim teorisine göre olunca bu ayet olmuyor mu? Dar wim teorisi karşıtlarına göre olmuyor. Ama bana göre oluyor. Neden derseniz Darvici karşıtları kendi algıladıkları zaman kavramına göre ol derken bile bir zaman geçiyor. Demek ki mutlaka bir zaman geçiyor. Bunu ALLAH katında düşünürsek yani
    KAMER49 – Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık. [25,2; 87,1-3] ayeti ile birlikte düşünürsek bizim algıladığımız zaman ALLAH’ın yaratığı zamandır. Allah için bir zaman söz konusu değildir. Yani biz yaratılmışların algılamaları ve değerleri ile ALLAH için zaman kavramı diye bir şey yoktur. Bize göre ise Sonsuz geçmiş zaman ve sonsuz gelecek zaman vardır. İşte bu çerçeveden bakıldığında 1 saniye ile 1 milyar yıl arasında ne fark vardır. Sonsuz zaman içerisinde ikisi de bana göre aynıdır, yani sonsuzlukla karşılaştırıldığı 1 saniye ile 1 milyar yıl arasında bir fark yoktur. Fark olabilmesi için sonlu zaman kavramı olması gerekir. Sonlu zaman kavramı bu dünya için geçerlidir. Onun zamanını da ALLAH bilmektedir. Yani Kıyametin zamanını, görülüyor ki her iki durumda da ol dedi hemen oluverdi cümlesinin ne kadar zaman ihtiva ettiğini ALLAH bilmektedir. Bizler ALLAH’ın var ettiği zaman içerisinde bunun bilincinde olamayız. Bu ayete ters düşmeyelim derken diğer ayetlere ters düşemeyiz. Çünkü Kuran-ı Kerimde hiçbir ayet diğeri ile çelişmez. Sadece bu ayeti dikkate aldığımızda diğer ayetlerde belirtilen süreler niçin verilmiştir. Eğer ol dedi hemen oluverdi kelimesi bir zaman ihtiva etmeseydi dünya ve kainatın oluşum sürelerinin verilmemiş olması gerekirdi.

    Ben ayrıca şuna da inanmaktayım her insan bir yaratıcıya inanır. Bunu nereden çıkardı diyeceksin ben hiçbir yaratıcıya inanmıyorum diyor ve bunun gereklerini yerine getirmiyor.

    Gerçekten ateist olan insan benim mantığıma göre her şeyden zevk alacak şekilde mutluluğu ön plana çıkaracak şekilde yaşaması gerekir. Bu nedenle mutlu yaşantısına engel olacak bütün savaşların karşısında ve kargaşaların yanında olmaması gerekir. Ateistlere baktığımızda ateizmi yaymak için dağa çıkıp terörist olup hayatını riske atıyor. Olmayan bir şey için olmadığını yaymak kendi haklılığını ispat etmek için insan bir defa var olduğu dünya hayatını riske atar mı? Mantıklı düşünüldüğü zaman atmaz.
    Ama neden böyle oluyor diyeceksiniz, çünkü o da ALLAH’A inanıyor fakat ben diyor ateşten yaratıldım o ise topraktan diyerek üstünlük taslayarak kibirleniyor ve yaratıcısına isyan ediyor. Ateistlerin düşündükleri gibi ben haklıyım diyerek mücadele etmektedir. Ateistler bu bakımdan inanmadıklarını iddia ettikleri ALLAH’a karşı mücadele etmektedirler de farkında değiller, kendi kendilerini kandırmaktadırlar.
    İşte ateistlerin kendi inançlarına göre mutlu yaşayabilmeleri için özgür olmaları gerekir. Özgür olabilmeleri için de iyiliği güzeliği ön plana çıkarmaları ve bu dünyanın zevklerinden vakit geçirmeden ve kendinden sonrakileri düşünmeden bunları hemen istemesi gerekmektedir. Zira bu dünyaya bir defa geliyor ve ölünce her şey geride kalarak kendisinin ölümüyle beraber her şey yok olup gidecektir. Bu mantıkla düşünülmeye devam edince kendinden sonra gelenlerin onu anmalarının kime ne yararı var bunu da anlamak mümkün değil.
    Müminlerinde Müslüman olmaları için iradelerini hiçbir baskı altında kalmadan özgürce kullanmaları gerekmektedir. Mantıklı düşünüldüğünde inananlar ve inanmayanların barış ve mutluluk içerisinde yaşamaları gerekirken neden savaştıklarını anlamak mümkün değildir. İşte bunun nedeni de ALLAH şöyle açıklamıştır.

    BAKARA
    36 – Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de: “Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”

  1. 1 Trackback(s)

  2. Eyl 29, 2009: Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin