RSS Feed for This Post

Tarkovsky’de Sanat ve İnsan Ruhu

Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani umudu, inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu – kendisi değil – kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün bir temsilcisidir. 

Büyük sanatçılardan bazılarıyla kendimi ruh eşi gibi hissederim bazen. Tarkovsky de onlardan birisi. Bir bilge, bir filozof ve bir sanatçı…onunla ruhsal olarak neden bu kadar uyum sağladığımı düşünürüm zaman zaman. Sonuçta onu sevmem onun beni onaylaması değil herhalde. Çünkü ruh uyumunun esas nirengi noktası onaylanma değildir. 

Belki de hayata ve insana bakışlarımızdaki neredeyse birebir örtüşmedir asıl sebep. Hayatım boyunca; gerek okul hayatımda, gerek kişisel ilişkilerimde, gerekse de iş hayatımda “verili ” paradigmalara onun da benim kadar itirazcı olması belki de etkilemiştir beni. İnsanın kendisine verilen modern putlarla bu kadar meşgul olması beni hep şaşırtmıştır, o putları hiç eleştirmeden, vicdan süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul etmesi… Mesela çalıştığım şirketlerdeki yönetici olma kavgaları, niyetleri, yöneticilerin adeta hep bir onaylanma, pohpohlanma ve – sırf pozisyonları dolayısıyla- saygı peşinde olmaları beni hep güldürmüştür. İnsanlara kendi ruhsal çıplaklıkları, kuraklıkları bu kadar net gösterilince elbette bulunulan yerlerde bir nevi “sakıncalı piyade” rolünü almanız kaçınılmazdır. Tarkovsky de öyle bir sakıncalı piyadeydi, belki ondan seviyorum bu kadar… 

Bana bunlar hep bir gölge oyunu gibi gelmiştir. Malum insan gölgesiyle birlikte vardır ve gölge metaforu genelde insanın karanlık tarafını temsil eder. İşte bu tür şeyler insanların karanlık taraflarının birbiriyle bir gölge oyununa tutuştuğu şeyler gibi gelmiştir bana. Bulunduğum her yerde bunun yanlışlığını kendi dilim döndüğünce dile getirmeye çalıştım, bunun eziyetini de çektim doğal olarak. Çünkü bu tür hırsların peşinde olan gölge-varlıklarımız belirli bir süreden sonra “asıl varlığı” unutuyorlar.  

İnsan kendisine bu tür gölge oyunlarına meyletmeyecek bir yol seçmeli. Yoksa gerçekten bir nevi çocuk oyunu oynayan koca koca ünvanlara sahip koca koca insanlar olarak değer görme ve hakikati görme kapasitelerini yitiriyorlar. Benim okumuş etmiş belirli bir eğitime ve ünvana sahip insanları çoğunlukla ” tahsilli cahil ” olarak adlandırmamın sebebi de tamamen bu körlük zaten. Böyle olunca yalandan sırça köşklerimizde saygı bekleyen ancak saygıya layık olmayan zavallılar olarak yaşamaya devam ediyoruz maalesef. Bundan çıkışın en etkin yolu insanın kendi varlığına dönmesi ve bunun en etkin yolu da sanata kalbini açması. Belki de Tarkovsky’yi, bu çağrıyı korkusuzca, kimseye taviz vermeden, aç bir şekilde ölmeyi göze alarak yapmasından dolayı bu kadar çok seviyorum kim bilir… Aşağıda Tarkovsky’nin “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabından ve “Zaman Zaman İçinde” adlı günlüklerinden derlediğim kişisel bir seçme var.

***************************************************************************

Yaşamanın anlamını kavrayamayan bir sanatçının aslında söyleyecek pek fazla bir şeyi de yoktur herhalde. 

Topluma “adil” bir düzen verip yüksek bir amaç uğruna örgütlenme saplantısına kapılmış “büyük sorgucular”, liderler ve “önemli şahsiyetler”le dolu tarihi bir dönemin, günümüzde yavaş yavaş kapanmakta olduğuna dair bir duygu var içimde. Bu insanların büyük amacı, kitlelerin bilincini istedikleri yöne çekmek, yeni ideolojik ve toplumsal fikirlerle donatmak ve halkın çoğunluğunun mutluluğu adına hayatın örgütlenme şekillerini yenileme çağrısında bulunmaktır. Zamanında Dostoyevski, başka insanlara ait mutluluğun sorumluluğunu üstlenmek isteyen “büyük sorguculara” karşı bizi uyarmıştı. Bu arada biz de insanlığın genel çıkarı ve “halkın iyiliği” adına konuştuğunu ileri süren bir grubun çıkarlarının ya da tek bir sınıfın çıkarlarının, topluma uğursuz bir şekilde yabancılaştırılmış bireylerin çıkarlarına nasıl üstün geldiğini somut olarak yaşadık. 

Aslında bütün uygarlaşma sürecinde insanlara verilen tek şey, dünyayı kurtarmak ve kendi durumunu düzeltmek konusunda ideologların ve siyaset adamlarının bu kez “en doğrusu” olma iddiasıyla yumurtladıkları öneriler olmuştur. Genel değişimlere ayak uydurabilme için her seferinde bir kısım azınlık kendi düşüncelerini bir kenara atmak ve böylece hiç değilse dışarıya karşı, önerilen davranış modellerine boyun eğmek zorunda kaldı. “İlerleme” adına, insanlığın geleceğini güvence altına alma adına yapılan görünürde dinamik eylemlerin koşulları altında insanlar, bu genel dinamik içinde yitip giden kendi bireyselliklerini tamamen unuttular. Herkesin çıkarını koruyan insan, sonunda kendi çıkarını korumayı unuttu, İsa’nın şu emrini unuttu: ” Komşunu kendin gibi seveceksin.” Oysa bu yasanın anlamı şu değil mi? İnsan kendini o kadar sevecek ki, mülkiyetçi özel çıkarları yasaklayan, buna karşılık komşusuna sonsuz bir özveri ve sevgi duymasını sağlayan içindeki o üst-kişiliği ve tanrısallığı sayması da mümkün olacak. Ancak bu da tam anlamıyla kendini bilmekten geçer. Şu dünyadaki hayatımın merkezi olan “ben”in manevi bir mükemmellik peşinde koştuğu ve kendini ben-merkezci hırslardan kurtardığı ölçüde bir anlamı ve nesnel bir değeri olduğu bilincinden geçer. İnsanın kendisini düşünmesi, yani kendi ruhu uğruna mücadele etmesi, büyük bir kararlılık ve muazzam bir gayret gerektirir. Ben-merkezci, faydacı çıkarlardan kendini biraz olsun kurtarmaktansa ahlaksal ve etik açıdan kendini bırakmak her zaman daha kolaydır hâlbuki. 

İnsanlar arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdendir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek, ne de cesaret vardır. 

Başka bir deyişle:”Özgün değil”, “genel” çabaların bir ürünü olan bir toplumda yaşıyoruz. Tek tek bireylerin çıkarlarını dikkate almaksızın insanların enerjilerini ve gayretlerini şekillendiren ve kullanan yabancı düşüncelerin ve hırsların, daha doğrusu liderlerin bir aleti olmaktadır insan. Sonuçta kişisel sorumluluk sorunu adeta ortadan kalkmış ve insanın kendine karşı sorumsuzca davranmasına göz yuman yanlış bir “genel”in çıkarına feda edilmiştir. 

Ne var ki, kendi sorunlarımızın çözümünü başkalarına devrettiğimiz an, maddi ve manevi gelişim arasındaki uçurum da derinleşir. Başkalarının bizim adımıza kesip biçtiği bir fikirler dünyasında yaşıyoruz. Bu demektir ki, ya bu fikirlerin standartlarına göre kendimizi geliştiriyoruz, ya da bu fikirlere giderek daha da umutsuz biçimde yabancılaşarak onlarla çelişkiye düşüyoruz. 

Kanımca kişisel ile genel arasındaki buhran, ancak insan toplumsal eğilimlere uyum sağladığında çözülebilir. Peki ama, kendini genel bir dava adına “feda etmek” ne demektir? Kişisel olanla, toplumsal olan arasındaki trajik buhran da zaten buradan kaynaklanmıyor mu? Bir insan, toplumun geleceğinden kendini sorumlu tutmaz, başkalarını yönetme, onların kaderlerini, toplumsal gelişmede onlara uygun gördüğü role tabi kılma hakkını kendinde görürse, işte o zaman toplumla birey arasındaki parçalanmışlık daha da keskinleşir. 

İrade özgürlüğü, hep toplumsal fenomenleri hem de bizim başkalarına karşı takınacağımız tavrı belirleme, iyiyle kötü arasında özgürce seçim yapma yeteneğini garanti eder. Ancak özgürlük sorununun hemen ardından vicdan sorunu gelir. Toplumsal bilincin geliştirdiği bütün kavramların evrimci olmalarına karşın vicdan kavramı tarihi süreçlere bağlı değildir. Vicdan, insanın içinde hep vardır, insana özgüdür. Bizim tam anlamıyla başarısız olan uygarlığımızın bir ürünü olan toplumun temellerinde delikler açar. Biyolojik-evrimci açıdan vicdan kategorisi neredeyse anlamsızdır. Gene de varlığını sürdürür ve tüm gelişiminde insana eşlik eder. 

Bugün, maddi mallara sahip olmakla manevi açıdan mükemmelliğe erişmenin atbaşı gitmediğini herkes bilir. Öyle bir uygarlık yarattık ki, artık tüm insanlığı yok etmekle tehdit ediyor. Bu tür global bir felaket karşısında benim için ilke olarak yegane önemli sorun, insanın kişisel sorumluluğu sorunudur. Manevi bir fedakârlığa hazır olup olmaması sorunudur. Bu olmada maneviyatla ilgili her soru gereksiz olacaktır. 

Burada sözünü ettiğimiz fedakârlık, tabii ki zorlamayla olmaz; ancak gönüllü, kendiliğinden ve doğal olarak ötekine bir hizmet şeklinde gerçekleşebilir. Peki, en genel anlamıyla insanlar arası iletişim bugün ne anlama gelir? Çoğu kez bunun tek bir anlamı vardır: Birlikte yaşadığı insanlardan kendisi için mümkün olduğunca çok yarar sağlamak; bedeli ne olursa olsun kendi çıkarlarından vazgeçmemek. Ancak tuhaftır ki, son tahlilde bizim benzerimiz olan insanları aşağıladıkça kendimizi bu dünyada daha bir boşlukta, daha bir yalnız hissederiz. 

Şu anda biz, yalnızca, manevi değerlerin nasıl öldüğüne tanıklık etmekteyiz. Buna karşılık saf materyalizm, sistemini iyice sağlamlaştırdı, felç olma tehlikesiyle karşı karşıya olan hayatımızın temeli oldu. Herkes, maddi ilerlemenin insana mutluluk getirmeyeceğini biliyor. Gene de çılgınlar gibi onun “kazançlarını” artırmaya çalışıyoruz. Stalker’da da belirtildiği gibi; içinde yaşadığımız zaman aslında gelecekle çakışıyor; yani şimdiki zamanın içinde yakın gelecekte meydana gelecek önüne geçilmez bir felaketin bütün önkoşulları mevcut. Hepimiz bunu hissediyor, gene de önüne geçip bunu durduramıyoruz. 

Bu yüzden insanın eylemi ile yazgısı arasındaki bağlantı derinlemesine zedelenmiş görünüyor. Bu trajik parçalanmışlık, çağdaş dünyada yaşayan insanın kendine duyduğu güvenin zayıflığının başlıca nedenidir. İnsan, aslında, tabii ki öncelikle eylemlerinin esiridir. Ama ne yazık ki hiçbir şey kendisine bağlı değilmiş, gelecek üzerinde hiçbir etkisi olmazmış gibi eğitilen insanın içinde, son tahlilde, kaderi üzerinde hiçbir payının olmadığı duygusu, bu yanlış ve mahvedici duygu yavaş yavaş büyümektedir. 

Benim için ilk ve en önemli görev insanın kendi kaderine karşı sorumluluk bilincini yeniden yükseltmektir. İnsan kendi ruhu kavramına geri dönmeli, bu ruhu yüzünden acı çekmeyi, eylemlerini vicdanıyla bağdaştırmayı yeniden keşfetmelidir. Olayların gidişi, kendi düşünceleriyle çeliştiğinde vicdanının rahat vermeyeceğini kabullenmeye yeniden başlamalıdır. Kendi ruhunun verdiği acı insana olayların gerçek yüzünü fark etme olanağı tanır. Sorumluluk duygusu artar, suçluluk bilinci gelişir. İşte o zaman, insan kendi tembelliğini ve ihmalkârlığını, bu dünyada olup bitenlerin kendi suçu olmadığı, bütün bunların diğer insanların kötü emelleri tarafından belirlendiği şeklindeki bir bahaneyle haklı göstermeye çalışmaz. Bence dünyaya huzur, ancak kişisel sorumluluğun yeniden yerleşmesiyle gelir. 

Marx ve Engels bir keresinde, tarihin gelişmek için her zaman var olanlar içinde en zayıf değişkeni seçtiğini söylemişlerdi. Bu soruna var olmanın sadece maddi yanından bakıldığında söyledikleri doğrudur. Tarih, idealizmin en son kıvılcımını da kaybettiği ve manevi anlamıyla kişilik tarihi süreç içinde etki bırakmaz hale geldiği zaman bu tür bir sonuca varmak kaçınılmazdır. Kısacası Marx ve Engels nedeni tahlîle kalkmadan sadece mevcut durumu göz önüne almakla yetindiler. Oysa neden, insanın kendi aklının ilkelerine karşı sorumluluğunu unutmasıdır. İnsan bir kere, tarihi ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdükten sonra, bu tarih makinesinin işleyebilme için tek ihtiyaç duyduğu şey, insan hayatının kırıntılarıydı. 

Sonuçta insan, her şeyden önce, toplumsal açıdan yararlı bir varlık olarak ele alındı. Tabii bu arada bu toplumsal yararın aslında ne olduğu sorusu ortaya çıktı. İnsan eyleminin toplumsal yararlılığı üzerinde bu kadar ısrarla durulursa kaçınılmaz olarak kişinin ihtiyaçları unutulur gider. Bu da affedilmez bir yanılgıya, insanlık tragedyasının en temel önkoşulunu oluşturan yanılgıya yol açar. 

Özgürlük sorunuyla ortaya deneyim ve eğitim sorunu da çıkar. Zira günümüz insanlığının özgürlük mücadelesi bireysel özgürlük, yani bireyin kendi yararına olacak her şeyi yapmasına izin veren olanaklar etrafında döner. Ancak bu hayali bir kurtuluştur, çünkü bu yolda insanlığı yalnızca yeni hayal kırıklıkları beklemektedir. İnsan ruhundaki enerjinin kurtuluşu ancak, korkunç bir iç çatışma sonucu gerçekleşebilir ki bu çatışmaya girip girmemeye ancak bireyin kendisi karar verebilir. İnsanın eğitimi yerine öz-eğitim geçmelidir, aksi takdirde elde ettiği özgürlükle ne yapacağını, onun kaba, salt tükenmeye dayalı bir anlayışla ele alınmasına nasıl karşı çıkılacağını bilemez. 

Bu konuda Batının deneyimi, enikonu düşünmemizi sağlayacak kadar zengindir. Batının sahip olduğu demokratik özgürlüklere rağmen, hiç kimse “özgür vatandaşlarının” içinde bulunduğu buhranı görmezden gelememektedir. Burada ne olmuştur? Kişiliğe tanınan bu özgürlüğe rağmen, neden Batıda birey ile toplum arasındaki buhran bu derece şiddetlenmiştir? Bence Batının deneyimi bize, insanın özgürlüğü, tıpkı tek bir kuruş bile ödemeden kullandığı kaynak suyu gibi doğal addettiği sürece özgürlüğün kaynaklarından daha iyi bir hayat için yararlanamadığını göstermektedir. 

Gerçekten özgür bir insan, bireyci anlamda özgür olamaz, aynı şekilde bireyin özgürlüğü de toplumsal bir çabanın ürünü olamaz. Geleceğimiz bizden başka kimseye bağlı değildir. Biz ise, her şeyi yabancı emek ve sıkıntıyla ödemeye o kadar alışmışız ki. Bu dünyada her şeyin birbirine bağlı olduğu, elimizde tuttuğumuz irade özgürlüğü ve iyiyle kötü arasında karar verme hakkı nedeniyle rastlantıya hiç yer olmadığı gerçeğini bütün basitliğine rağmen görmezden geliyoruz. 

Tabii ki bireysel özgürlüğün olanakları diğerlerinin iradesiyle sınırlıdır. Ancak özgür olamamanın her zaman kendi korkaklığımızın ve ataletimizin bir sonucu, kendi vicdanımıza uygun irade bildirimlerinde bulunmamızı engelleyen kararsızlığımızın bir ürünü olduğunu tekrar tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. 

Rusya’da yazar Korolenko’nun şu sözleri ünlüdür :” Kuş uçmak için, insan mutluluk için doğar.” Bana kalırsa, insan varlığının özüne bundan daha aykırı bir görüş olamaz. Mutluluk kavramının ne anlama geleceği hakkında en ufak bir fikrim yok. Memnuniyet mi? Huzur mu? İnsan hiçbir zaman memnun değildir ve daima somut, elde edilebilir görevlerin çözümüyle değil, aksine sonsuzluğa yönelir. 

Bu koşullar altında benim için sanatın görevi, insandaki fikri-tinsel olanakları, mutlak özgürlük düşüncesini ifade etmesidir. Bence sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit eden maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın Hıristiyanlığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini düşünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değildi. Sanat yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesi uyarır. 

Sanat ideale vücut vererek, etik ve maddeci öğeler arasındaki dengeye örnek oluşturmuştur. Bu dengenin ne salt bir mit ne de bir ideoloji olduğunu, bizim boyutlarımızda da gerçekliğe kavuşturulabileceğini ispat etmiştir. Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi benliğinde yaşatmak için insanın, gerekirse, kendisiyle bile mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir. 

Madem sanat, ideali ve sonsuzluğa ulaşmayı ifade ediyor, o zaman, faydacı gözle değerlendirilebilecek amaçlara da bağımsızlığını riske etmeden hizmet edemez. İdeal, günlük gerçeklik içinde rastlanmakla birlikte manen vazgeçilmez olan şeyleri ortaya çıkarır. Bir sanat eseri, gelecekte tüm insanlığın benimseyeceği, ama şimdilik çok az insanın, her şeyden önce de alışılagelmişi, sanatlarında şekillendirdikleri ideal bilinçle çatıştırma hakkına sahip çıkan dahilerin görebileceği ideali ortaya serer. İşte bu nedenle sanat, özü itibariyle aristokrattır ve sadece varlığı ile bile kişiliği fikri-tinsel mükemmelliğe ulaştırmak amacıyla manevi enerjinin en alçaktan en yükseğe doğru ileri hareketini garanti altına alan iki güç arasındaki farkı sağlamlaştırır. 

Burada sanatın aristokrat karakterinden bahsederken, tabii ki, insan ruhunun ahlaksal bir doğrulanmaya ulaşma çabasını, insanın bu yolla mükemmelliğe biraz daha yaklaşan varlığına anlam kazandırma gayretini kast ediyorum. Bu açıdan bakıldığında hepimiz, son tahlilde, aynı konum içindeyiz ve ruhen aristokrat seçkinlere katılma şansımız eşit. Ancak sorunun özü de burada yatıyor: Bu şansı kullanmak isteyen insan sayısı fazla değil. Oysa sanat insanlara, dile getirdiği ideal bağlamında kendilerini sınama konusunda teklifler getirmeyi sürdürüyor. 

Gene insan varlığının anlamını mutlu olma hakkı olarak tanımlayan Korolenko’ya dönelim. Bu bana Eyyub’un kitabını çağrıştırdı. Kitapta Elifaz şöyle der:” Çünkü dert topraktan çıkmaz ve zahmet yerden bitmez; fakat insan meşakkate doğar; kıvılcımlar yukarı uçar gibi.” Acının kaynağı memnuniyetsizliktir, insanın o an içinde bulunduğu durumla ideal arasındaki çatışmadan doğar. İnsanın gerçek Tanrısal özgürlük uğruna mücadeleye ruhunu güçlendirmesi “mutluluk” duygusundan çok daha önemlidir. 

Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani umudu, inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu – kendisi değil – kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün bir temsilcisidir. 

Genel anlamda sanat nedir? İyi midir kötü müdür? Tanrı vergisi midir yoksa şeytanlık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar yoksa zayıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur? Sanat ilan-ı aşk gibi bir şeydir. İnsanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır. Bir aydınlanmadır. Bilinçsiz bir eylemdir ama hayatın asıl anlamını, yani sevgiyi ve fedakârlığı yansıtır. 

Ancak geriye dönüp bakarsak insanlık yolunun tarihi afetler ve felaketlerle dolu olduğunu görürüz. Yıkılmış uygarlıkların kalıntılarını keşfederiz. Bu uygarlıklara ne olmuştur? Neden nefesleri kesilmiştir? Yaşama azimleri ve ahlaksal güçleri neden tükenmiştir? Herhalde hiç kimse, bütün bunları saf materyalist kusurlara bağlamaya kalkışmayacaktır. Bana bu tür bir yaklaşım canavarlıkmış gibi geliyor. Öte taraftan bizim, bugün yeni bir uygarlığın yıkılışına tanık olmak üzere olduğumuzdan kesinlikle eminim. Çünkü tarihi sürecin fikri-tinsel yanını tamamen göz ardı ediyoruz. Çünkü giderek affedilmez derecede günaha ve umutsuzluğa daha fazla bulanan maddeciliğimizle insanlık üzerine sayısız felaketler yağdırdığımızı itiraftan kaçınıyoruz. Kısaca, kendimizi bilim adamları yerine koyuyor ve bilimsel olduğunu ileri sürdüğümüz amaçlarımıza daha fazla inandırıcılık katmak bahanesiyle insanlığın bölünmez sürecini iki ayrı parçaya bölüyoruz ve sonra da bu sürecin itici güçlerinden yalnızca bir tanesini seçerek onu her şeyin tek nedeni haline getiriyoruz. 

Bu yolla geçmişte işlenen hataları haklı göstermeyi değil, aynı zamanda geleceğimizi de yansıtmaya çalışıyoruz. Bu tür yanılgılarla ortaya çıkan tek bulgu, belki de tarihin ne kadar sabırlı olduğudur. O sabırla, insanın sonunda yapacağı doğru seçimle yeniden çıkmaz sokağa saplanmaktan kurtulacağı günleri bekliyor. 

İnsan nasıl da biraz durup insan varlığının anlamı konusunda mevcut diğer görüşlerden birisine eğilmek ihtiyacı duyuyor. Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batıdan daha yakındı, ama Batı uygarlıkları maddi hayat beklentileriyle Doğuyu yutuverdi. Bunu anlamak için Doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak bile yeter. 

Batı: ” işte ben buyum” diye bağırıyor. “Bana bakın, dinleyin, acı çekmeyi ve sevmeyi bir tek ben biliyorum! Yalnız ben hem mutlu hem mutsuz olabiliyorum! Ben’ Ben! Ben!” Doğu ise kendisiyle ilgili tek kelime söylemez. Kendini Tanrının, doğanın, zamanın içinde tamamen kaybeder, kendini onlar içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içine keşfetmesini bilir. Taocu müzikte olduğu gibi… 

Peki ama neden bu yüce gönüllü görüş üstünlük sağlayamadı da aksine yok oldu? Ve neden bu düşünceden doğan uygarlık, mükemmelliğe erişmiş belli bir tarihsel süreç biçiminde bize ulaşamadı? Anlaşılan bu görüşler, kendilerini saran materyalist dünyayla fena halde kapışmış. 

Birey nasıl toplumla kapışıyorsa bu uygarlık da ötekisiyle kapışmış. Ancak yalnız bu yüzden değil, materyalist dünyayla, onun “gelişmişliği” ve teknolojisiyle de karşı karşıya geldiği için yok olup gitmiş. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tuzun tuzudur, gerçek bilgi ancak oradan fışkırır. Mücadele ise bu Doğu mantığına göre günahtır. 

İşin aslı, bizim kendi yarattığımız bir hayaller dünyasında yaşamamızdır. Onun kusurlarına tabiyiz, keşke onun yararlarına da tabi olabilseydik. 

Ve laf aramızda, insanlık sanatsal görüntü kadar bireyci olmayan başka bir şey keşfedememiştir ve belki de insan varlığının anlamı gerçekten de sanat eserleri yaratmada amaçsız ve bireyci olmayan sanatsa eylemlerde aranmalıdır. Belki de bu şekilde, bizim Tanrının bir kopyası olarak yaratıldığımız doğrulanmaktadır.    

Mühürlenmiş Zaman  — Andrei Tarkovsky

Zaman Zaman İçinde – Andrei Tarkovsky’nin Günlükleri

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın 

 

Trackback URL

  1. 8 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    insan yarım doğar ve içindeki bu tamamlanamamışlık hissini bir türlü tamlayamaz, tamamlayamaz. madde tamlamaya yardım etmez aksine tamlıyormuş gibi görünürken uyuşturur ve eksikliğin büyüklüğünü arttırır ta ki fark edene değin.
    Sanat insanın eksiklik duygusunu dile getirir, olma halidir, eksikliği tamlama çabasıdır. eksiklik ortaya çıkarıldıkça/eser görünür olduğunda tama yakın olduğunu hissettirir insana.
    Sanat yaratma ve yıkma eylemidir evet aşk gibidir yaratma ve yıkma işlemidir biteviye. Aslında bir hayal dünya inşa etmektir, eksikliğin ne olduğu düşünülüyorsa bu dünyada, yaratılan hayal dünyada eksiklik sergilenir, kimi tamlanarak kimi de bilinçli tamlanmayarak.
    Sanat bir gösterme halidir, kendini sergileme, kendinde ne varsa, onu ifşa etme, bazen kendinde olmayanı taklit etme. Her sergilemeye mutlaka taklit karışır, çünkü insan her şey olamaz,her şey olmaya çalıştığında hiçbir şeydir çünkü, Tanrı değildir çünkü.
    Bu yüzden her sanat eseri biraz eksik’tir ve en başarılı olanlar bu eksikliğin en iyi ifade edildiği sanat eserleridir. Ve şu gerçek ki, mükemmel sanat eseri yoktur ve hiçbir zaman da olamayacaktır.

  3. Yazan:eg Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    çok güzel anlatmışsınız suzan hanım. evet sanat insanın eksikliğini tamamlama arzusunun, yani tarkovsky’nin dediği gibi ideale duyulan özlemin bir dışavurumu. eksiksiz bir sanat eseri olmamıştır ve olamaz kesinlikle haklısınız. zaten sanat sizin dediğiniz gibi eksik olanın eksiksiz olana ulaşma isteğidir. bu yüzden de özlem hanım’ın izzetbegoviç’ten yaptığı alıntıda söylendiği gibi sanatla din kardeştirler.

  4. Yazan:suzannur Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    Sanatla din kardeş midir? Sanmam.
    Sanat doğurganlığıyla kadındır da din doğurgan olan kadını kalbinin altından ortaya çıkartan erkektir. Sanat dinin eksik kalan boşluğunu doldurur. Onu bütünler, birleştirir.
    Ama kardeş midir bunlar ya da evli, hayır, sevgilidir sanatla din. Kimi kıskanç, kimi kuralcı, kimi inatçı…ama bence kardeş değildir.

  5. Yazan:eg Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    :))şöyle açayım…kardeşlik her ikisinin de aynı kaynaktan gelip aynı kaynağa dönmenin yolları olmasındandır. dindar olmayan bir insan dahi sanatta dine dair birşeyler bulur. aklıma ünlü deneysel film yönetmeni stan brakhage’ın tarkovsky’nin nostalghia filmini izledikten sonra söyledikleri geliyor. brakhage nostalghia için “ben dindar değilim; ama nostalghia izlerken bana adeta bir dini deneyim yaşıyorum hissiyatı verdi” gibilerinden birşey söylemişti. kardeşlik bu anlamda bir kardeşliktir tabii. ama akrabalığın diğer türlerine de eyvallah:))

  6. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Sanat,aslında insanın kendini gerçekleştirmesinin sadece bir yoludur.Zira sanat,bazan bir arayış,kendisini bulma,yeniden üretme ve yaşam ve hakikatı yeniden keşfetme çabasıdır…Bazen de bir tatmin aracına dönüşür;insan denen varlığın çelişki dolu karmaşık dünyasına tutulmuş bir ayna gibidir.Bu aynada olmak istediği süreti arar,mutluğun izlerini sürer.Dolayısıyla bu serüveni oluşturan hiçbir olgudan bağımsız gelişmez.Bu anlamda dinden de bağımsız değildir sanat.Kopmaz bir bağ ve ilişkiyle bağlıdır.Ama her zaman değişkendir bu ilişki;kardeş de olabilir,sevgili de,düşman da.
    Asıl mesele bu ilişkinin nasıl geliştiğiyle ilgili değildir.Mesele,insanın bu serüvende nereye savrulduğuyla alakalıdır.İnsana dair olandan tamemen bir kopuş yaşanmamışsa zaten bir sorun yoktur;her şey kendi mecrasında akmaya devam edecektir.Ancak,kendi ürettiklerine esir olup bir makineye dönüştüğünde bütün bağlar kompmaya başlar ve yabancılaşma dediğimiz durum hasıl olur.
    Sanırım çağımızda yaşadığımız temel paradoks budur.Maddi mükemelliğin(!)peşinde koştuturken kendi gerçeğimizden hızla uzaklaşarak denetimi kendi eserimiz olan nesnelere bırakıyoruz.

  7. Yazan:eg Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    “Bu anlamda dinden de bağımsız değildir sanat.Kopmaz bir bağ ve ilişkiyle bağlıdır.Ama her zaman değişkendir bu ilişki;kardeş de olabilir,sevgili de,düşman da.”

    çok güzel bir paragraf olmuş. üzerine çokça düşünülmeli bence. teşekkürler aziz bey.

  8. Yazan:başar olgun Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Ruhsuz sanat, kendi trajedisini içinde taşır. Kendi çağının ruhsuzluğu, bilgisi bile sanatçıdan belirli bir tinsellik talep eder; çünkü gerçek sanatçı, her zaman ölümsüzlüğün hizmetindedir. Bu, dünyayı ve üzerinde yaşayan insanları ölümsüz kılmayı amaçlar. Bunu yapmaz, mutlak gerçeğin peşine düşmez, nihai amaç yerine değersizliği tercih ederse yanmasıyla sönmesi bir olan bir böcek gibi yitip gider” diyor üstat Tarkovski “Mühürlenmiş Zaman”ında. Yazıyı okuyunca bunu paylaşmak istedim.

  9. Yazan:Elif Sevinçgül Tarih: Eyl 12, 2009 | Reply

    Teşekkürler. Daha önce defalarca okumama rağmen yine okudum Tarkovski’ye ait bu sözleri. Tarkovski sanatı öylesine derinden kavramış ki, hayran kalmamak elde değil.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ağu 12, 2009: Ayıp sanat olur mu? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin