RSS Feed for This Post

İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(5): Mimarın fikri ve zikri

suleymaniye_camii_mosque

“… Mimarı dağlara gönderin de kemer neymiş, kubbe neymiş ögrensin! …” (John Ruskin, sanat eleştirmeni)

1920’lerin Komünist Rusya’sına hakim olan konstrüktivist binalara bakıyorum. Konstantin Melnikov, El Lissitzky, Noi Trotsky gibi ünlü mimarların eserlerine. Sonra Frank Lloyd Wright’ın gerçekleştirdiği 400’den fazla projeyi anlatan bir kitap geçiyor elime. 1991 senesinde American Institute of Architects tarafından “Tarihin en büyük Amerikalı mimarı’ ilân edilmiş Wright. Rus mimarların, Trotsky, Melnikov ve Lissitzky’nin eserleri komünizm kokuyor ve kollektif hayatı yansıtıyor: Spor okulu, işçi klübü, devasa kamu binaları… Diğer yanda Wright’ın tasarımlarına ise kapitalizm sinmiş. Binalar Amerikan tarzı bireysel yaşama, tüketim odaklı bir topluma cevap veriyor: Oteller, rezidanslar, lüks villalar… Fakat çarpıcı bir şey var: Rus ya da Amerikan, Bütün binaları teşkil eden formlar şaşırtıcı şekilde birbirine benziyor!

Tamam, Rus mimarları birbirinden ayırt etmek mümkün değil. Özgün tasarım tutkusu, bireysel farklar komünist potada, kollektivist hedeflerde erimiş olabilir. Fakat daha acayip olan şu: Bir kaç istisna dışında Wright’ın ve meslektaşlarının eserlerini de Ruslardan ayırt etmek mümkün değil. Dikkat edin, rasgele iki ülke değil Rusya’dan ve Amerika söz konusu. İkinci dünya savaşından 1980’lere kadar süren soğuk savaşın iki assolisti. Hâlâ iki ülkenin her biri binden fazla nükleer başlığa sahip! Kültürü, tarihi, siyasî rejimi… Herşeyiyle birbirine zıt iki ülkenin mimarları nasıl olur da aynı biçimde tasarım yaparlar? Oysa bir kaç asır geriye gittiğinizde Rusya’nın ve Anglo-Saxon halkların kendilerine has formları olduğunu görüyorsunuz. Bugün ise ne Rus ne de Amerikalı mimarların eserleri yerel bir lezzet taşımıyor. Hepsi İsviçre asıllı Fransız mimar Le Corbusier’den ya da Alman Ludwig Mies van der Rohe’den kopya çekmiş gibi, renksiz, kokusuz, ruhsuz ve heyecansız binalar. Nasıl oluyor?

Cevabı buldum bulmasına da… Los Angeles ya da Moskova’da değil. Cevabı Paris’te buldum. Balkonda otururken.

Mimarın fikri neyse zikri de odur!

Şerbet gibi bir eylül akşamı; sofrayı balkona kurduk, bol soğanlı çoban salatasının kokusunu dağıtacak en ufak bir esinti yok. Havada tuhaf bir netlik. Balkonun neredeyse tam karşısı sayılabilecek kavşaktaki trafik lambası yayalara “dur” diyor. Bisikletli, sırt çantalı iki çocuğun yaklaştığını görüyorum. Öndeki 12 yaşlarında bir kız, karşıya geçip duruyor, arkadan gelen 8-9 yaşlarındaki oğlan daha yavaş. Yaya geçidinin ortasına geldiğinde … felakêt! Siyah bir otomobil gelip vuruyor. Bisiklet bir yana, çocuk bir yana. İkinci katta olduğum için yırtılan çantasından düşen oyuncakları bile görüyorum. Sonrası? Ambülans ve polis… Ciddi biçimde yaralı ama çok şükür sağ kurtuldu çocuk, yine de ödümüz koptu.

Büyük ve prestijli bir bankanın merkez binası var yakınımızda. İşten çıkıp metroya giden insanlara gözüm takılıyor şimdi. Kazadan haberleri yok henüz çünkü köşedeki büyük bina kavşağı saklıyor. Bankacı olmanın gereği(?) büyük bir kibirle yürüyorlar. Plaza insanları onlar, bizim gibi ölümlü değiller. Matrix filmindeki siyah gözlüklü adamlara benziyorlar. Büroda çalışanların ceketi ve pantolonu gün sonunda kırışır. Ama onların takım elbiseleri jilet gibi. Dedim ya,  bizim gibi ölümlü değiller. Bir elde cep telefonu, diğerinde çanta; omuzlar geride, çeneleri ileriyi gösteriyor. Sanki görünmez halkalar başlarını yere eğmelerine engel olacak şekilde boyunlarına takılmış. Kadınlar ise bir başka alem. Podyumda yürüyen mankenler gibiler. Dümdüz yolda yürürken başlarını bir sağa çeviriyorlar bir sola. TV’deki şampuan reklamı sanki. Fakat bu akşam show kısa sürecek… Köşeyi dönüp ambülansı gören “manken” olduğu yere çakılıyor. Polise soracak bir şey yok, her şey meydanda. Ezilen çocuğu henüz kıpırdatmadı doktorlar ve bizim balkondan görülecek kadar büyük miktarda kan birikti yerde.

İnsanların yürüyüşlerindeki ve tavırlarındaki değişikliği kameraya çekseydim güzel bir tez konusu olurdu. Sanki görünmez bir el “mankenleri” insan yaptı. Topuklarını yere vuran kimse kalmadı. Kül kedisinin faytonu yeniden kabağa dönüştü, çeken atlar ise fareye:

“… görünmez bir el hayatın sesini boğan  o çanlara birdenbire dokunur ve ölüm gelir / dağlar yüzünü, saçlarını / bir kâğıt torba yırtılır, portakallar saçılır sokağa / Ölüm gelir, doğum tarihlerine ve düşlere aldırmaz…” (Ahmet Erhan)

Plaza-adamların omuzları düştü, çeneleri yere eğildi, adımları küçüldü. Plaza kadınları kırıtmadan yürüyorlar şimdi; demek ki mümkünmüş. Ölüm’ü düşünmek hepsine iyi geldi. Geyşa adımlarıyla, neredeyse parmak uçlarına basarak gelen bir kadın bluzunun düğmelerini yakasına kadar ilikliyor. Ölüm ihtimali karşısında göğüslerini setr etme ihtiyacı hissetti. Neden? Hilkatı esnasında kodlanmış bir ahlâk mıdır ona bunu yaptıran?

Müslüman olmadıkları halde ALLAH’ın razı olmadığı fiileri bir bir terk ediyor insanlar. Kibir, bedeni teşhir etme… Sanki Ölüm’le değil de O’nunla karşılaşmış gibiler.

Güneş gözlüğünü ensesine takmış bir delikanlıya takılıyor gözüm. Yere çivilenmiş gibi; ağzını kapatamıyor. Eliyle duvarı tutuyor. Yere düşmekten mi korkuyor? Dünya başına mı yıkıldı yoksa? Köşedeki Irish Pub’da “happy hours” randevusu vardı belki? Ama ne happiness kaldı ne hours. Ucuz bira bahane, bir sarışın tavlayacaktı bu gece için ama birden bire dünya perdesi yırtıldı ve Ahiret gözüktü. 20, 30 veya 50 yaşında insanlar dururken 8 yaşında bir çocuğun ölmüş olması ihtimali dünyanın ayarını bozdu. Ölüm’ün böyle ayar bozucu bir etkisi var. Çünkü dünyadaki şeylere önce inanırız sonra biliriz. Oysa öleceğimizi biliyoruz ama bir türlü inanamıyoruz. (Bkz. Ölüm’ün Evi  ve Ölümden Bahseden Kitap) Olacağı kesinlikle belli, ne zaman, nerede olacağı kesinlikle belli değil.

Cevap bunun neresinde?

Ünlü Alman mimar Ludwig Mies van der Rohe şöyle diyordu: “Asra hakim olan zihniyet mimarî vasıtasıyla mekâna dönüşür”

Bir parça tefekkür edin: Ölüm’ü düşünmek insanın yürüyüşünü bile değiştiriyorsa bir mimarın tasarımını, çizimlerini, proje idaresini nasıl etkiler? Kibirle, “BEN BEN” diyerek çizilen bir binayı düşünün. Bir de acziyet ile, kulluk şuuru ile “ben yokum, SEN varsın!” diyerek çizilen bir binayı düşünün. Bu ikisi hiç birbirine benzer mi?

Dünya ehli bir mimar ister komünist bir ülkede yaşasın, isterse kapitalist, fark etmiyor. Para, teknoloji veya askerî güçle dünyaya sahip olmaya çalışan siyasî rejimlerin mimarlara verdikleri ilham da değişmiyor. “Egemenliğimiz ilelebet sürecek” diyen ulu(?) önder, führer, duce vb rejimlerin mimarları kâh para ve şöhret, kâh mevki ve madalya peşinde olduklarından AYNI tip binalar yapıyorlar.

Öleceğini bilen, bu şuurla yaşayan insanlar ise dünyanın geçici olduğunun farkındalar. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn” diyebilmenin verdiği huzur ve güven sayesinde bütün yetenekleri bir çiçek gibi açılıyor. İnsan ruhundaki gizli güzellikler açığa çıkıyor. Sadece Müslümanlarla da sınırlamak istemem bunu. Meselâ Tokyo’nun tektip binaları ile Şinto mirasını karşılaştırın. Hem yerel bir güzellik hem de manevî bir derinlik bulacaksınız. Wassily Kandinsky’nin modern sanat için güzel bir saptaması vardı: NE? ve NASIL? Ayrımından bahsediyordu. Hakiki derinliği olan, manevî misyonunu yerine getiren sanat NE? sorusuna cevap verir. Ontolojiktir. Oysa dünyevî sanat -ki aslında boyacılıktan ibarettir- formlara, malzemeye odaklanır. (NASIL?) Diğerlerinden farklı olmaya çalıştıkça onlara endekslenir, tektipleşir. Bugün modern mimarî eserlerin de malzemeye ve teknolojik iddialara odaklandığını görüyoruz. En büyük, en yüksek, ilk, son, tek… Mimarlar –insanlığın geri kalan kısmı gibi- manevî fakirliklerini, çölleşen iç dünyalarını binalara yansıtıyorlar.

Şehircilik ve mimarî konusunda ölüm tecrübesi bizi yeterince aydınlatıyor aslında. Ölüm ihtimali karşısında aniden yürüyüşü, hali tavrı değişen, bir anda mankenlikten insanlığa geçen kişilerin “içinde” iki farklı güç, iki farklı irade olduğu aşikar. Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın “Felsefî Kırıntılar” adlı kitabında anlattığı oyun gibi: Biri diğerinin omzuna binmiş iki çocuk üzerlerine bir manto geçiriyorlar. Karşıdan bakan tek bir insan var sanıyor. Üstteki çocuk bir tarafa bakarken alttaki “ayaklar” başka yere gidiyor.

Biz insanlar (haliyle mimarlar da) bir yönümüzle bitki ve hayvanlara ortağız. Onlar gibi hayatta kalmak, yemek, içmek, çoğalmak istiyoruz. Bu hayatî işlevleri yerine getirmek için “haz” motoru bizi itiyor. Ancak hayvan ve bitkilerde olmayan ikinci bir tür irade bizi ters yöne çekiyor. Hayat ile, zevk ile, maddî tatmin ile açıklanamayacak, dolar ve avroya çevirilmeyecek bir değer için malımızı, vaktimizi hatta canımızı dahi verebiliyoruz. Biz bu cesareti gösteremesek bile böyle insanlara “kahraman” diyoruz. Biyolojik, hayvanî, deterministik veya ekonomik perspektifte bütün kahramanlar birer enayidir. Ama uhrevî perspektifte onlar gerçek insanlardır, insanlık potansiyelini gerçekleştirebilen, bilkuvve olanı bilfiile geçirenlerdir. Bu sebeple, kahraman yetiştiremeyen, güzel insan yetiştiremeyen toplumlar güzel mimar da yetiştiremeyecekleri için çirkin binalarda ve çirkin şehirlerde oturmaya devam edecekler.

Ya Türkiye? Şimdilik çirkin ve lüzumsuz icadlar, kibirli kuleler, Mimar Sinan kopyaları ve arabesk desenli modern binalarla idare etmek durumundayız. Güzel şehirlerde yaşamayı hak edecek kadar güzel değiliz henüz…

 

 

 

… Bu konudaki makaleler…

  1. Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
  2.  Figüratif resim sanat mıdır?
  3.  Âl-i İmrân Suresini Okusaydı İslâmcı Olmayacaktı!
  4.  Müslümanca sanat bir yağmur duasıdır…
  5.  Batıyı “normal” zanneden için İslâm anormal olur
  6.  Güzel eşya ve güzel ahlâk
  7.  Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün
  8.  Benlik sanatı, bencillik sanatı 
  9. İslâmî sanat kalbe hitab eder, batıda ise muhatab akıldır
  10. Mona Lisa Yalan Söylüyor!
  11. Piero della Francesca tanrıları gökten yere indirince…
  12. Kemalist mimarî neden güzel değil?
  13. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(1): Anıtkabir ve Türbeler
  14. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(2): Güzel Mimar Güzel Binaya Nasıl Nüfuz Eder?
  15. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(3): Sinan gibi cami yapmak veya Sinan gibi adam olmak?
  16. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(4): Mimar Olmak, Mutlu Olmak, Tatmin Olmak… 
  17. Modern camiler neden çirkin? 

 

… Soyut Görme Kabiliyeti Üzerine…

… İslâm sanatından örnekler …

  1. İç Mekânlar
  2. Seramik
  3. Mozaik
  4. Metal işçiliği
  5. Hat
  6. Taş

Kaynak Metinler için bu kategori

 

… Bu konuda e-kitap okumak için…

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

 

Derin Göz

İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …Buradan indirebilirsiniz.

 

 

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin