RSS Feed for This Post

İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(1): Anıtkabir ve Türbeler

İyilik ve kötülük taşa nüfuz edince…

anitkabir-5Stalin ve Atatürk gibi diktatörler ölümlerinden sonra mumyalanmışlar… Tıpkı kendilerinden binlerce yıl önce yaşamış firavunlar gibi. Bir rastlantı olabilir mi? Yoksa dünyevî bir değer sisteminin ifadesi mi? İnsan gibi ölmeye itirazları mı vardı? Ahiret’e intikâli reddeden, ölümsüzlüğü maddede, cismânî varoluşta arayan bir maneviyat. Materyalist, maddeci, mânâsız bir maneviyat. (Bkz. Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat)

Anitkabir10 Anıtkabir’in içindeki boşluk ve soğuk mermerler, penceredeki kafesler insanı korkutuyor. Tıpkı binanın dışarıdan görünüşü gibi içi de bir hapishaneyi andırıyor. Bir yandan orada gömülü olan Atatürk’ün ölümden korktuğunu düşünüyorum; diğer yandan devletin ceberrut gücü geliyor hatıra. İşkence yapan, fişleyen, yargısız infaz eden ırkçı ve militarist bir ulus-devlet. Anıtkabir’in mimarisinde en ufak bir esneklik, bir incelik, bir letafet yok. İnsana umut ve sevgi verecek bir işaret yok. Herşey kaskatı. Adeta devasa boyutlarda bir balyoza benziyor Anıtkabir. (Bkz. Nazi Mimarisi örnekleri )

İçine girdiğinizde ise boş duvarlarda yankılanan çığlıklar duyuyorsunuz. İstiklâl mahkemelerinden  Dersim’e, şapka kanunundan varlık vergisine, 12 Eylül’de işkence gören solculardan 28 şubata kadar Atatürk adına katledilmiş masumların çığlıkları yankılanıyor. Anıtkabir’e değil de Atatürk’ün yüreğine giriyoruz sanki: İçerisi boş ve soğuk. Damarlarında kan dolaşmıyor, insanın iliğini donduran zemheri  rüzgârları esiyor sadece. ALLAH’ın rahmetine, mağfiretine inanmayan bir yürek bu. Kemalizmin gerçek yüzünü halka anlatmak için bir müze yapılacak olsaydı Anıtkabir kadar korkutucu olmazdı.

fsm

Gerçek şu ki mimarî eserler onları inşa edenlerin değer yargılarını izhar ediyor. Kanunî Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet, Şeyh Yahya Efendi veya Mevlânâ Hazretleri’nin türbelerini ziyaret eden bir insan kulluk şuuru tahkim olarak çıkıyor kapıdan. Anıtkabir’deki nihilist ölüm telakkîsinden eser yok. “Ölüm var, oh, iyi ki ölüm varmış” diyorsunuz. Vakıa’dan, Mülk’ten ayetler geliyor hatırınıza. Yüreğiniz umutla doluyor. Çünkü duvarları süsleyen tezyin ve hat kalbinizi dünyadan çözmüş, Ahiret’e bağlamış bile. Mekân yüzlerce pencereden gelen ışıkla aydınlanıyor. Aydınlığı görüyorsunuz ama hangi ışığın hangi pencereden geldiğini bilme imkânı yok. Pencerelerde izhar olan kesret mekâna gelince bir olmuş, tek olmuş, tevhid olmuş. Kesrette vahdeti, vahdette kesreti görüyor Müslüman gözler.

İyilik ve kötülük taşa nasıl nüfuz eder?

Evet, insan bir inşaat yapınca inandığı değerler, o inancı yaşama biçimi taşa, mermere, betona siniyor. Adeta bir kokunun elbiseye sinmesi gibi; gül kokusu da olabilir kanalizasyon kokusu da. Bu sözler kimi okurlara fazla “romantik” ya da indî, sübjektif gelebilir. “Sen Müslümansın, onun için taraflı bakıyorsun” diyebilirler. Bu sebeple birazcık objektiflik yönünü derinleştirmek isterim. Daha doğrusu şu soruyu sormak isterim: İnsanî güzelliklerle mimarî güzellikler arasında bir ilişki kurulabilir mi? Müslüman olsun ya da olmasın herkesi tatmin edecek bir cevap var mıdır?

Evet… Bir bina inşa ederken ya da şehir planı yaparken arazî nispeten sınırlıdır. Para ve zaman da sınırlıdır. Bunlar yetmiyormuş gibi o asrın teknolojisi için bazı şeyler imkânsızdır. Kısaca mimar haddini bilir, hudutları aşmaz. Fakat hudutların yaptığı bu baskı aslında sanatsal ve ahlâkî hürriyetin de başlama noktasıdır. Meselâ:

  • Şehrinizde insanlara ve tabiata ne kadar yer vereceksiniz? Çocuk parkları, ağaçlık alanlar ile otoyolların, otoparkların arasında nasıl bir denge kuracaksınız?
  • Şehirde en yüksek binalar hangileri olacak? Bankalar, iş merkezleri ve plazalar mı? Yoksa konser salonları, müzeler veya camiler ve kiliseler mi?
  • Fakirlerin, yetimlerin ihtiyacını gören binalar gözden ırak, gönülden ırak mı olacak? Yoksa tam tersi, kentin merkezinde mi?
  • Ya ölümün ve ölülerin yeri ne olacak şehrinizde? Mezarlıkları yüksek duvarlarla saklayacak mısınız Avrupa şehirleri gibi? Yoksa kabirdekilerle içiçe mi yaşayacaksınız?

Özetle şehirleri ve binaları güzel yapan dekoratif eklemeler değil güzel tercihlerdir. Ama mimarlar, şehir plancıları ve halkın kendisi de güzel insanlar olursa mümkün olur bu. Meselâ birbirinin mahremiyetine hürmet etmeyen insanlar çoğunluksa evlerin arasına mesafe koymak neye yarar? Ya da fukaraya, yetime yardım etmeyenlerin, ilime merak duymayanların şehrinde külliye açsanız ne olur? Eskinin kopyası ile saçma sapan yenilikler arasında gider gelirsiniz ve sonunda piç-stil bir şehir kurarsınız. Bu sebepledir ki İslâm estetiğinden nasibini almamış camilerin hızla artması hayra alamet değil. (Bkz. Modern camiler neden çirkin?) Bir yandan yaptıranların zenginliğini, diğer yandan mimarların kibrini ilân eden bu yapılar çok büyükler ve mimarlar özgünlük zannetikleri ucubelikler üretiyorlar. Cemaatin ihtiyacına hitab eden buluşlar yok. Bunun yerine (haşa) ALLAH’a kafa tutan  amaçsız bir teknoloji teşhiri var. Fakat sadece mimarî açıdan değil şehircilik açısından da ucubelik söz konusu: çoğu büyüklüğünden ötürü ev ve iş yerlerine uzak, otomobille veya metroyla gidilecek mesafede, günde beş kez dolup boşalması imkânsız mekânlar. Belki kongre, seminer vs ile asgari bir faaliyet olacak ama camiyi cami yapan faaliyet yani namaz biraz zor. Artık camileri namaz kılan mimarlara emanet etmenin vakti gelmedi mi?

“Allahın mescidlerini ancak Allaha ve Âhıret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allahdan başkasından korkmıyan kimseler ma’mur eder, işte bunların muvaffak olmaları me’muldür”  (Tevbe 18)

Taşın değerleri de insana sirayet eder!

Buraya kadar insanî güzelliklerin ve çirkinliklerin tercihler yoluyla eşyaya nüfuz ettiğini savunduk. Fakat bu meselenin sadece yarısı. Zira mimarların sanatı diğerlerine kıyasla bir fark arz ediyor: Bazı müzikleri dinlemeyebilir, bazı resimlere bakmayabilirsiniz. Ama içinde yaşadığınız şehrin sizi etkilemesine engel olamazsınız. Meselâ Roma, Paris, İstanbul gibi tarihi eserlerle dolu bir yerde yaşıyorsanız şehrin hikâyesi gelip sizi bulur. Mesleğiniz ne olursa olsun bu tarih size nüfuz eder. Tabiatın muhafaza edildiği sessiz, sakin bir şehir veya Las Vegas gibi bir lunapark(!) elbette kent sakinleri üzerinde farklı etkiler yapacaktır.

Bunun yanında mimarî eserler asırlarca, bazen binlerce yıl ayakta kalabildikleri için bir miras rolü de oynarlar. Bir başka deyişle, toplumlar mimarî eserler üzerinden gelecek kuşaklara “konuşurlar”. Çocuklar önceki kuşakların tercihleriyle şekillenen bir şehre doğarlar ve “genetik kodları” göz yoluyla içselleştirirler. Yıkıntı halinde bile olsa mimarî eserler dedelerimizin bize bıraktığı tozlu mektuplar gibidir.

Ama bu miras her zaman bir kazanç olmaz, bazen bir kayıptır, bir delik, bir uçurumdur: Açık hava hapishanesine çevrilen getto-şehirler böyle uçurumlardır işte: Örneğin yüksek duvarlar ve gözetleme kuleleriyle devlet terörünü şehrin bir parçası yapmış olan İsrail. Tercihini nefretten yana kullanmıştır ve gerek Yahudi gerekse Müslüman çocuklara bu nefreti mimarî yoluyla aktarmaktadır. Keza Soweto’da yaşamaya mahkûm edilen zenciler veya Rio’nun favelalarındaki çocuk fahişeler yine mimarî tercihler yoluyla “görsel bir terbiyeden” geçip cemiyetin onlara biçtiği rolü fark etmeden öğrenirler. (Bkz. Kötü insan nasıl üretilir?)

homojenYa biz? Çocuklarımıza hangi mimarî tercihleri bıraktık?

Gazze ya da Soweto’da yaşamıyoruz. Bedava bir şiddet yok bizi taşlarımızda. Ancak bütün sokakların, bütün mahallelerin birbirine benzemesi biraz acayip değil mi? Sadece Türkiye’yi kasdetmiyorum. Dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış şu görüntülere bakın. Birincisi Tel-Aviv (İsrail), ikincisi Santiago (Şili) ve üçüncüsü Singapur. Birbirlerinden binlerce km uzakta da olsa insanlar sanki fotokopiyle çoğaltılmış şehirlerde yaşıyorlar. Zira sokaklar, evler, meydanlar insanlara göre şekil almıyor. Yerel, yöresel, geleneksel veya dinsel olan şehrin taşına nüfuz etmiyor artık. Yolların genişliği otomobillere ve kamyonlara göre ayarlanıyor. Ticaret ve Teknoloji üzerinden Eşya hükmediyor insana:


“… Köyün/şehrin en yüksek binası ya caminin minaresi ya da bir kilisenin çan kulesi olabilirdi. Oysa bugün gökdelenler ve alış-veriş merkezleri ile şekillenen görsel hafıza çocuklara en “YÜKSEK” değer olarak PARA’yı ögretiyor. Para kazanmak veya harcamak için göğe küstahça, kibirle yükseliyor kuleler.  Eğer 9cu asırda yaşasaydık tevazu, acz ve yakarış ile inşa edilen ibadethaneler köylerin silüetini şekillendirecekti. Bu binalar kredi kartı olsun olmasın herkesin girebileceği, içeride Yaratan ile başbaşa kalabileceği yerler olacaktı …”
(Robert Musil’in romanı Niteliksiz Adam üzerine yazılmış bir makaleden)

 Küreselleşme sadece hamburger ve coca-coladan ibaret değil. Farklı kıtalarda yaşasak da mimarî eserlerimiz bir-leşiyor, tektipleşiyor, AYNI-laşıyor. Santiago’da, Tel-Aviv’de veya Singapur’da yaşayan bir insanın çocuklarına aktarmak istediği değerler neden Türkiye’dekinden farklı değil? Türkiye insanı Türk, Kürt veya Müslüman olmaklığıyla ayrılmıyor mu ötekilerden? Para ve Teknoloji bütün insanlığı bu derecede bir-leştirmiş ve AYNI-laştırmış olabilir mi?

Varsayalım ki olsun. Peki aynı hamburgeri yiyen, aynı futbol maçını seyreden, aynı kıyafetleri giyen biz dünyalılar neden bu kadar çok savaşıyoruz? Neden bize bu kadar benzeyen “ötekilerin” açlıktan ölmesine göz yumuyoruz hâlâ? Teknoloji bizi yakınlaştırdı. Uçakla bir kaç saatte kıta değiştiriyoruz meselâ. İnternet ile herşeyi anında görüp duyuyoruz. Bütün dünya ile adeta komşu olduğumuz bu çağ neden barış getirmedi? Bu soruları cevaplamak için Hannah Arendt‘in Men in Dark Times adlı çalışmasından bir kaç satır okuyarak makalemizi bitirelim:

 “… Bugünkü bir-leşme, AYNI-laşma neredeyse tamamen Batı’nın teknik ilerlemesinin bir sonucu. Batı ahlâk ve hukuk anlayışını dünyaya yaymaya başladığı sırada bu ilkelere inanmayı terk ediyordu aslında. […]İnsanlık tarihinde bir ilk bu: Bütün dünya halkları ortak bir ŞİMDİ‘nin içinde yaşıyorlar. Ehemmiyeti ne olursa olsun, bir ülkede meydana gelen bir hadise diğer ülkelerin halkları tarafından da biliniyor. Her ülke diğer bütün ülkelerleKOMŞU oldu adeta. Ama bu KOMŞU-luk ve bu ŞİMDİ-lik ortak bir geçmişe dayanmıyor ve kesinlikle ortak bir gelecek garantisi de vermiyor. İnsanları böylesine BİR-leştiren, (=homojenleştiren)  teknoloji dünyanın yok olmasına yol açabilir. Küresel iletişim tekniklerinin küresel yıkım teknikleriyle birlikte ilerliyor. […] Küresel bir nükleer savaşın yeryüzündeki insan varlığına son verebilme kapasitesi insanlığı BİR-leştiren en güçlü sembol haline geldi. Bu bağlamda insanlığın birliği ancak yıkım ve tüketimde:  Bu birlik küresel yıkımı engelleyecek uluslararası antlaşmalardan değil sadece biraz daha az BİR-leşmiş bir dünya özleminden müteşekkil.

Dünyanın yok edilmesine dayanan bu “negatif” dayanışmanın pozitif bir anlam kazanması için politik sorumluluk içinde yaşanması gerekir. Ulusal politikaya bakışımız gereği vatandaşlar adına ülkenin yaptığı herşeyden sorumluyuz. Bu bakış omuzlarımıza tahammül edilmesi imkânsız olan bir küresel sorumlulukkoyuyor. Bu kadar büyük bir yükün altına girmektense insanlar şu üç yolu seçeceklerdir:

  1. Dünyanın sorunlarına karşı umursamazlık, politikadan kaçarcasına uzaklaşmak,
  2. “Önce vatanım, önce halkım” diyen ulusalcı ve etnik merkezci bir bencillik,
  3. Her türlü otoriteyi, politik ve kolektif yapıyı reddeden sürekli bir isyan hali.

 Aydınlanma’nın hümanist idealizmi bize faydası olmayan bir kavram. Hatta tersine, ortak bir geçmiş olmadan ortak bir şimdiki zamandır bize bu yolla sunulan. […] Eğer insanoğlu’nun geleceğini aramızdaki nefret ve korkudan daha sağlam bir şeyin üzerine inşa etmek istiyorsak bir özeleştiri ve “ötekini” anlama, kendini diğerlerinin yerine koyarak düşünme süreci başlamalıdır. Bu sürecin önkoşulları ise :

  • Federal bir politik yapılanmayı merkezî otoriteye tercih etmek,
  • Gelenekleri ve tarihi [kimliği] terk etmeden bunların “evrensel” olduğu iddiasından vaz geçmek. […]

 İnsanlığın bugünkü durumunda gerçek tehlike homojenleşme, bir-leşmedir. ortak iletişim teknikleri ve şiddet yoluyla bütün ulusal gelenekler, toplumları özgün ve farklı yapan ögeler kaybolmaktadır. Bu homojenleşme bütün halkların birbirini daha iyi anlaması için bir fırsat gibi görünebilir. Oysa bu süreç neticesinde insan öyle yüzeyselleşecektir ki tanınmaz hale gelecektir. Basit bir yüzeyselleşmenin de ötesinde bugün tahmin dahi edemeyeceğimiz bir ortak noktada birleşecektir insanlar.

 Teknoloji ve kitlesel iletişim araçları vasıtasıyla başlayan bir-leşme, TEK-leşme, homojenleşme sürecinin ulusal kimlikleri, yöresel farklılık ve inançları ortadan kaldıracak. Bu silip süpürme ve insanlığın yüzeyselleşmesinin, teknik ilerlemenin tek başına bizi yıkabileceğini idrak etmek kolay değil. Çünkü insanlar Hakikat’in kendisi ile Hakikat’in ifadesini birbirinden ayrı olarak tahayyül ediyorlar. İnsanlar Hakikat’i düşünmenin ve konuşmanın bizzat varoluşçu bir tecrübe olduğunun farkında değiller.

Evrensel bir totalitarizmin vatandaşı olarak yaşayan, bir tür süper Esperanto dilinde konuşan ve düşünen insanlar en az bir hermafrodit kadar acayip yaratıklar olacaktır. İnsanlığın barış içinde yaşayacağı bir dünya TEK bir din, TEK bir felsefe, TEK bir politik görüşten oluşamaz. Sürekli iletişimi, karşılıklı anlayışı gerekli kılan çokluk ve farklılıkların hem örttüğü hem de izhar ettiği bir beraberlik olabilir bu …”

 

 

… Bu konudaki makaleler…

  1. Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
  2.  Figüratif resim sanat mıdır?
  3.  Âl-i İmrân Suresini Okusaydı İslâmcı Olmayacaktı!
  4.  Müslümanca sanat bir yağmur duasıdır…
  5.  Batıyı “normal” zanneden için İslâm anormal olur
  6.  Güzel eşya ve güzel ahlâk
  7.  Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün
  8.  Benlik sanatı, bencillik sanatı 
  9. İslâmî sanat kalbe hitab eder, batıda ise muhatab akıldır
  10. Mona Lisa Yalan Söylüyor!
  11. Piero della Francesca tanrıları gökten yere indirince…

 

… Soyut Görme Kabiliyeti Üzerine…

… İslâm sanatından örnekler …

  1. İç Mekânlar
  2. Seramik
  3. Mozaik
  4. Metal işçiliği
  5. Hat
  6. Taş

Kaynak Metinler için bu kategori

… Bu konuda e-kitap okumak için…

 

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

 

Derin Göz

İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:aygül Tarih: Eki 7, 2013 | Reply

    ne kadar acımasızca ve mantıksız buldum bu yazıyı…ne kadar kindarca ve yobazca…bir o kadar da bencil bir yazı kaleme almış her kimse bu nankör…sadece şunu hatırlatmakta fayda gördüm, bu gün eğer Kabe yıkılmadı ve hala milyonlarca müslüman tavaf ediyorsa, bunun tek sebebi yüce Atatürktür.. hani diyorsunuz ya; putlaştırmışsınız tapıyorsunuz Anıtkabir ve diğer büstlere..işte orda büyük bir yanılgıya düşüyorsunuz..sizler ki İslamiyetin elçisini,Allah’ın sevgilisi ünvanını alan Peygamber efendimizi Allah ile eşdeğer yapıyorsunuz.Sizler ki bir sakal-şerifi görünce Allah’a ait birşey görmüş gibi kapanıyorsunuz..ve daha niceleri.. kendinize gelin..ve bu ülkeyi müslüman kalması için hayatını savaşlarda geçirmiş bir Öndere dil uzatmaktan vazgeçin…insan olun.

  3. Yazan:fatma gökhan Tarih: Eki 8, 2013 | Reply

    Aygül hanım,
    “bu gün eğer Kabe yıkılmadı ve hala milyonlarca müslüman tavaf ediyorsa, bunun tek sebebi yüce Atatürktür.. ”

    Coğrafi olarak Kabe ve Atatürkle nasıl bir bağlantı kurdunuz anlayamadım. Süleymaniye veya Fatih cami deseydiniz bari. Ayrıca Atatürk döneminde camilerin ahıra çevrilmesiyle ilgili, sağlam delil ve fotoğraflarla yazılmış yazılar mevcut sitede, isterseniz onlara bir göz atın.

    Kabe yeryüzünde inşa edilen ilk yapıdır. Yani hz.Adem döneminden beri vardır ve kutsaldır. Tarihte kabeyi yıkmak isteyen zalimler olmuştur. Bu olay Kur’an’da Fil suresinde anlatılır. Bence Atatürk Fil suresini ve Ebrehe’nin başına gelenleri biliyordu ondan çekinmiş olabilir…

  4. Yazan:ç-z Tarih: Eki 8, 2013 | Reply

    İşimize gelince görüp, duyalım işimize gelmeyince de baĞzı böcükler gibi ölü taklidi yapalım
    ***”..masa takvimindeki Anıtkabir’i Akropolis zanneden aşırı milliyetçi LAOS Partisi Milletvekili Velopulos, “Akropolis’in Türk bayrağı ve Atatürk siluetiyle resmedilmesi kabul edilemez” diyerek soru önergesi verdi.”
    http://gundem.milliyet.com.tr/anitkabir-i-akropolis-zannetti/gundem/gundemdetay/30.08.2011/1432884/default.htm

    ***”…Dünyanın değişik yerlerden insanları toplasanız, gözlerini bağlasanız. Uçakla Ankara’ya getirip ezan vaktine denk getirmeden Anıtkabir’e götürseniz. Gözlerini açıp ‘nerdesiniz’ diye sorsanız. Biz Yunanistan’dayız, Akrapol burası derler.”
    http://www.internethaber.com/anitkabir–397656h.htm

  1. 3 Trackback(s)

  2. Eyl 22, 2013: Mimar Olmak, Mutlu Olmak, Tatmin Olmak…
  3. Eyl 27, 2013: İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(5): Mimarın fikri ve zikri
  4. Eki 6, 2013: Çirkin Resim Yapan Toplumlar Adil Olamazlar…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin