RSS Feed for This Post

Liberal Totalitarizm(5): Dünya Vatandaşı

Sunuş: Okuyacağınız bu kısa metin Hannah Arendt‘in Men in Dark Times adlı çalışmasından alınmış, “Dünya vatandaşı” kavramı üzerine düşüncelerinden oluşuyor. Arendt batının siyaset felsefesi alanında yetiştirdiği en güçlü düşünürlerden biri şüphesiz. Ancak “sadece” filozof olmakla yetinmemiş, insanlığın büyük felaketini yani faşizmi, komünizmi, nazizmi derinlemesine tahlil etmiş. Farklı “renklerde” olsa da bütün totaliter rejimleri mümkün kılan ögeleri çözümleyen 3 ciltlik “totalitarizmin kökenleri” adlı eseri dünya çapında haklı bir üne sahip, belirtmekte fayda var.

Çok değil, insan ömrü kadar bir zaman önce Hitler ve Stalin gibi liderlerin peşinden sürüklenen milyonlarca insan birbirini öldürdü uygar(!) batıda. Avrupa’nın şehirleri, tarihi eserleri, fabrikaları ve tarlaları yok edildi ve batının insanlığı atom bombasıyla dibi buldu. Bu akıl almaz yıkımın fikrî ve vicdanî zeminini sorgularken Arendt’in yaptığı saptamalar bizi korkutuyor; ister istemez soğuk terler döküyoruz. Zira insanları İnsanlık’tan çıkaran, bu utanca olanak tanıyan “derin” bir mekanizma yine sahnede: Teknolojinin ve küresel ticaretin vardığı nokta insanları hem birleştiriyor hem de tek-leştiriyor, homojenleştiriyor. Bir başka deyişle dünyayı ele geçirmiş bir diktatör yok ama tıpkı totaliter rejimlerdeki gibi giderek tektipleşen bir yaşam sürüyoruz.

Aşağıda sunduğumuz metin oldukça kısa, 1,5 sayfa. Ancak fikren yoğun. Ele alınan konu kapsamında Kant, Tocqueville, Marx, Heidegger ve Jaspers’in Hannah Arendt’i etkilediğini hatırlamakta fayda var. Daha önce yayına giren  Derin MAЯҖ ve Liberalizmin Kara Kitabı‘ndan istifade etmiş olanlar bu metni çok daha büyük bir kolaylıkla okuyacaklardır. (MY)

Dünya Vatandaşı (Men in Dark Times‘tan, 1968, New York)

Hiç kimse kendi ülkesinin vatandaşı olduğu gibi dünya vatandaşı olamaz. “Tarihin kaynağı ve anlamı” isimli eserinde Jaspers ortak bir dünya düzeninin ve evrensel bir egemenliğin muhtemel neticelerini irdeliyor. Böylesi merkezî bir iktidarın hangi rejimle yönetileceği o kadar da önemli değil. Bütün dünyayı yönetme kavramı, bütün [meşru] şiddet imkânlarının monopolünü elinde tutan bir iktidar, onu denetleyecek, sınırlayacak başka iktidarların olMAması tam bir totalitarizm kâbusu. Daha da ötesinde bildiğimiz şekliyle politik hayatın da sonu demek olur bu.

 Politik kavramlar çoğulculuk ve karşılıklı dengeleme, sınırlama üzerine oturur. İktidarların kuvvetleri hem kendi vatandaşlarınca hem de [ulusal] sınırlarla belirlenir. Felsefe dünyayı insanlığın vatanı gibi tasavvur edebilir, yazılı olmayan, herkes için geçerli bir kanunla tanımlı… Politika ise insanlarla uğraşır, farklı ülkelerden gelen, farklı tarihlerin mirasçıları olan insanlardır bunlar. Politikanın ilkeleri gerçek hayata tekabül eder; sınırlama getirir, korur, hudut teşkil eder, had bildirir. Özgürlük bir tasavvur değil gerçeğin ta kendisidir, yaşayan politikadır.

 Bütün dünyaya hakim olacak bir düzenin kurulması dünya vatandaşlığının önkoşulu değil her türlü vatandaşlığın sonu olabilir ancak. Dünya politikasının doruğu değil sonudur bu. Ama ulus-devletlere ya da Roma imparatorluğuna benzeyen bir merkezî yapıyı reddetmek şu anki dertlerimize deva değil.

 Bizden önceki kuşaklar için bir ideal, soyut bir kavram olan “insanoğlu” bizim için gerçeğin kendisidir ve bizden bir cevap beklemektedir. Kant’ın öngördüğü gibi Avrupa kendi yasalarını [ahlâk ve hukuk anlayışını] bütün dünyaya dayattı. Ama bunun doğurduğu küreselleşme ve homojenleşme evrensel bir barış getirmedi. İnsanoğlu bugünkü gerçekliğini ne hümanist düşlere ne felsefî arayışlara ve ne de politik olaylara borçlu. Bugünkü bir-leşme, AYNI-laşma neredeyse tamamen Batı’nın teknik ilerlemesinin bir sonucu. Batı ahlâk ve hukuk anlayışını dünyaya yaymaya başladığı sırada bu ilkelere inanmayı terk ediyordu aslında. Dünyayı birleştiren teknik ilerleme ile birlikte Batı dünyaya başka şeyler de yaydı: Ulus-devletin diğer iktidar şekilleri üzerine zaferi, metafizik ve maneviyatın terk edilişini de yaygınlaştırdı. Sadece Batı’nın tarihine ait olan iç dinamiklerin eski inanç ve gelenekleri yıkması asırlar sürdü. Aynı iç dinamikler sadece bir kaç on yılda bu kez dışarıdan etki ederek dünyanın geri kalan kısmındaki inanç ve gelenekleri yıktılar.

 İnsanlık tarihinde bir ilk bu: Bütün dünya halkları ortak bir ŞİMDİ‘nin içinde yaşıyorlar. Ehemmiyeti ne olursa olsun, bir ülkede meydana gelen bir hadise diğer ülkelerin halkları tarafından da biliniyor. Her ülke diğer bütün ülkelerle KOMŞU oldu adeta. Ama bu KOMŞU-luk ve bu ŞİMDİ-lik ortak bir geçmişe dayanmıyor ve kesinlikle ortak bir gelecek garantisi de vermiyor. İnsanları böylesine BİR-leştiren, (=homojenleştiren)  teknoloji dünyanın yok olmasına yol açabilir. Küresel iletişim tekniklerinin küresel yıkım teknikleriyle birlikte ilerliyor. […] Küresel bir nükleer savaşın yeryüzündeki insan varlığına son verebilme kapasitesi insanlığı BİR-leştiren en güçlü sembol haline geldi. Bu bağlamda insanlığın birliği ancak yıkım ve tüketimde:  Bu birlik küresel yıkımı engelleyecek uluslararası antlaşmalardan değil sadece biraz daha az BİR-leşmiş bir dünya özleminden müteşekkil.

Dünyanın yok edilmesine dayanan bu “negatif” dayanışmanın pozitif bir anlam kazanması için politik sorumluluk içinde yaşanması gerekir. Ulusal politikaya bakışımız gereği vatandaşlar adına ülkenin yaptığı herşeyden sorumluyuz. Bu bakış omuzlarımıza tahammül edilmesi imkânsız olan bir küresel sorumluluk koyuyor. Bu kadar büyük bir yükün altına girmektense insanlar şu üç yolu seçeceklerdir:

  1. Dünyanın sorunlarına karşı umursamazlık, politikadan kaçarcasına uzaklaşmak,
  2. “Önce vatanım, önce halkım” diyen ulusalcı ve etnik merkezci bir bencillik,
  3. Her türlü otoriteyi, politik ve kolektif yapıyı reddeden sürekli bir isyan hali.

 Aydınlanma’nın hümanist idealizmi bize faydası olmayan bir kavram. Hatta tersine, ortak bir geçmiş olmadan ortak bir şimdiki zamandır bize bu yolla sunulan. […] Eğer insanoğlu’nun geleceğini aramızdaki nefret ve korkudan daha sağlam bir şeyin üzerine inşa etmek istiyorsak bir özeleştiri ve “ötekini” anlama, kendini diğerlerinin yerine koyarak düşünme süreci başlamalıdır. Bu sürecin önkoşulları ise :

  • Federal bir politik yapılanmayı merkezî otoriteye tercih etmek,
  • Gelenekleri ve tarihi [kimliği] terk etmeden bunların “evrensel” olduğu iddiasından vaz geçmek. […]

 İnsanlığın bugünkü durumunda gerçek tehlike homojenleşme, bir-leşmedir. ortak iletişim teknikleri ve şiddet yoluyla bütün ulusal gelenekler, toplumları özgün ve farklı yapan ögeler kaybolmaktadır. Bu homojenleşme bütün halkların birbirini daha iyi anlaması için bir fırsat gibi görünebilir. Oysa bu süreç neticesinde insan öyle yüzeyselleşecektir ki tanınmaz hale gelecektir. Basit bir yüzeyselleşmenin de ötesinde bugün tahmin dahi edemeyeceğimiz bir ortak noktada birleşecektir insanlar.

 Teknoloji ve kitlesel iletişim araçları vasıtasıyla başlayan bir-leşme, TEK-leşme, homojenleşme sürecinin ulusal kimlikleri, yöresel farklılık ve inançları ortadan kaldıracak. Bu silip süpürme ve insanlığın yüzeyselleşmesinin, teknik ilerlemenin tek başına bizi yıkabileceğini idrak etmek kolay değil. Çünkü insanlar Hakikat’in kendisi ile Hakikat’in ifadesini birbirinden ayrı olarak tahayyül ediyorlar. İnsanlar Hakikat’i düşünmenin ve konuşmanın bizzat varoluşçu bir tecrübe olduğunun farkında değiller.

Evrensel bir totalitarizmin vatandaşı olarak yaşayan, bir tür süper Esperanto dilinde konuşan ve düşünen insanlar en az bir hermafrodit kadar acayip yaratıklar olacaktır. İnsanlığın barış içinde yaşayacağı bir dünya TEK bir din, TEK bir felsefe, TEK bir politik görüşten oluşamaz. Sürekli iletişimi, karşılıklı anlayışı gerekli kılan çokluk ve farklılıkların hem örttüğü hem de izhar ettiği bir beraberlik olabilir bu.

 

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

 

Derin MAЯҖ

Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden? 

 Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok.  Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Eyl 8, 2011 | Reply

    Tek tipleştirilmiş ve homojenleştirilmiş bir insanlık tasavvurunun korkunçluğuna dikkat çekilmiş. Ben, gönüllük esasına dayalı ortak bir dünya vatandaşlığı idealinin gerçekleşebilirliğine ihtimal vermiyorum. Ulus devlet formlarında her ulus “kahramanları” tarafından bir ötekine karşı halkı konumlandırarak homojenleştirme sürecini gerçekleştirdi. Her şey zıttı ile kaimdir; bir “ötekine” ihtiyaç vardır her zaman, berikini inşa etmek için. Dünya ölçeğinde bir öteki, başka bir gezegende bizimkine benzer bir medeniyetle keşfedilir ve temasa geçilirse ancak mümkün olabilir.
    İkinci ihtimal teknoloji, kitlesel iletişim araçları, şiddet, kültür emperyalizmi ile yaşanabilecek bir DÜZ-leştirmedir ki, o yolda da hızla ilerliyoruz. Böyle bir sürecin sonunda ortaya çıkacak insanlık görüntüsü, politik imkânsızlık söz konusu olmadan da yeterince berbat bir şeydir.

  1. 1 Trackback(s)

  2. May 5, 2013: Türk kimliği kime ait? Devlete mi yoksa Türklere mi?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin