Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Bilim ve deha »

 

… Bilim ve bilim ideolojisi üzerine e-kitap okumak için…

 

Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)

Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz. 

Maymunist imanla nereye kadar? (Tartışma)

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin epistemolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Ne mutlu “Türk’üm” diyene! »

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

Money / Pink Floyd »

Money by Pink Floy on Grooveshark

Money, get away
Get a good job with more pay
And your O.K.

Money, it’s a gas
Grab that cash with both hands Read the rest

Niteliksiz adam/Robert Musil(3):Emek ve kazanç »

Sunuş: Gerçek şu ki hepimiz hazırlıksız yakalandık. Bize geleneklerimizi, insanî değerlerimizi miras bırakanlar için hayat bu değildi. Bize bu koşullarda yaşamayı öğretmemişlerdi. Çünkü eskiden itaat etmek yetiyordu: Evde babaya, okulda öğretmene, orduda komutana, camide imama… Emirlere itaat et, dürüst ol, çok çalış, zor günler için para biriktir…

Ama şimdi yeni bir çağda yaşıyoruz. Çalışan çok kazanmıyor. Çok kazanan ise çalışmadan yapıyor bunu. Damlaya damlaya göl olmuyor.Geri(?) ülkelerde enflasyon, ileri(?) ülkelerde ise krizler ve batan bankalar birikimleri yiyip bitirdi. Kapitalizm kendi çocuklarını yiyor. Bir şeyler ters gidiyor kısacası. Para ve Teknoloji geçmişte hiç görmediğimiz kadar büyük bir yer kaplıyor bu yeni dünyada. İnsan’a ve insanî değerlere yeni bir yer bulmak lâzım. (MY)

9 yaşındaki kızım para ile emek arasında ilişki kurmaya çalışıyor:

  • – Çöpleri toplayan bu insanlar çok kazanıyor mu?
  • – Hayır, çok az.
  • – Ama yaptıkları iş çok önemli. Çöpler toplanmasa her yer pis kokar ve hasta oluruz.
  • – Evet.
  • – Üstelik işleri çok zor. Sabah çok erken kalkıyorlar, bütün gün o kötü kokunun içinde.
  • – Haklısın. Ama insanların kazancı yapılan işin zorluğuna bağlı değil.
  • – Kim karar veriyor peki? Neye bağlı kazanç?
  • – O işi yapabileceklerin sayısına bağlı. Topluma hemen hiç bir faydası olmayan şarkıcılar, avukatlar, gazeteciler, borsacılar ve siyasetçiler çok kazanır. Oysa hayatî önemi olan madenciler, hemşireler, çiftçiler zar zor geçinir. Küçük evlerde oturur ve pek tatile gidemezler.
  • – Ama baba, haksızlık bu!

Kızımla konuşurken Para, emek ürün gibi ekonomik değerler ile hak/haksızlık/Adalet gibi insanî değerlerin birbirinden uzaklaştığını  fark ediyorum. Yapılan işin zorluğu ile kazanılan para arasında öyle bir orantısızlık var ki küçük bir kızın etrafına bakarak Erdem’i öğrenmesi imkânsız. Dürüstlük, çalışkanlık… Modası çoktan geçmiş, tavan arasında bir sandığa tıkılmış tozlu gisiler gibi.

Modernite bir zaman dilimi değildir, bir zihniyettir (M. Foucault)

Kralları ve aristokratları hariç tutarsak eski zamanlarda emek-kazanç ilişkisinin daha “adil” olduğunu sanıyorum. Meselâ 9cu asırda yaşasaydık kızım böyle sorular sormayacaktı belki de? Kravatla işe giden babasının yerine tarlada kan ter içinde çalışan bir adam görecekti. Annesi hayvanları sağacak, kendisi de evin işlerine yardım edecekti. Her akşam sofraya oturduğunda tabaklara konan yemeğin ve evde pişen ekmeğin nereden geldiğini bilecekti. Bu nimetin her kırıntısını hak etmiş olan anne ve babanın yorgun ve mutlu simalarına bakacaktı. Kinder sürprizden oyuncak “kazanan” kızımın yerine kıtlık ve açlıkla dahi tanışmış; bazen hüzünlere dalan, ızdırapların pişirdiği daha olgun bir çocuk olabilir miydi? En azından bazı günler herkesi doyuracak kadar yemek olmayacaktı soframızda. Açlık bir mürebbi olacak, ona şükretmeyi öğretecekti belki de? Evde ne televizyon olacaktı ne de “öldürecek” vakit. İhtimal hava kararırken yorgunluktan bir köşede uyuyup kalacaktık her birimiz. Daha iyi insanlar olmayacaktık ama iyiymiş gibi görünmek daha kolay olacaktı. Read the rest

Attila İlhan’ın İkinci Yeni İle İdeolojik Savaşı »

Attila İlhan, “müthiş bir yanılgı içindeydi” dediği Menderes’i ve politikalarını eleştirerek yazdığı önsözü ile farklı dergilerde yayımlanmış yazılarının muhtevasına ilişkin ipuçları vererek başlar İkinci Yeni Savaşı‘na. Şiirin kendiliğinden ortaya çıkan bir duygu seli olmadığını, diğer kültürel ürünler gibi iktisadî bir altyapının toplumsal bilinç ile oluşturduğu diyalektik sonucu ortaya çıktığını değerlendirdiği için kendi metoduyla bir saptamaya girişir: “Birinci Yeni (Garip) İnönü Diktası’nın şiiridir, İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın!” (İlhan,1996:7)

Bu saptamayı kronolojik olarak ele aldığımızda Garip şiirine bakmalı önce: 1936’dan itibaren muhtelif dergilerde şiirleri yayımlanan Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat ile birlikte ortaya çıkan bu akım adını, mevzubahis şairlerin 1941’de beraber yayımladıkları “Garip” isimli kitaptan alır. Eski şiiri reddedip yeni oldukları iddiası, onların gelecekte Birinci Yeni diye de anılmalarına sebeptir. Bilindiği üzere Garipçilerin şiirlerinin temel özelliği geleneksel şiirin reddedilmesi, sözü ve estetiği belirli biçimsel Read the rest

4+4+4 = Eski kafaya yeni şapka »

“… Bu bakımdan yeni sistemle ilk yapılacak değişiklik; her gün çocuklara askerî komutlarla ezberlettirilen “andımız” adlı yemin metninin kaldırılması olmalıdır. Bu yıl 5,5 yaşında çocukların okul bahçesinde hizaya sokulup sokulmayacağı, rahat hazır ol komutlarıyla onlara andımızın okutturulup okutturulmayacağı konusunda bakanlık bir açıklama yapmak durumundadır. 5,5 yaşındaki çocukların hizaya sokulmaların ne pedagojik ilkelerle ne de evrensel hukukla bağdaşmayacağı da ayrıca bilinmelidir. Eğitim, gerek anlayış ve gerekse uygulama alanı olarak toplumun beklentilerine cevap verebilecek özgürlükçü bir çerçevede ele alınmalıdır. Kısaca eğitim ideolojik endoktrinasyon kurumu olmaktan artık çıkartılmalıdır. Başındaki “Milli” sıfatı kaldırılıp genel ifadeyle “Eğitim Bakanlığı”na dönüşmelidir. Eğitim gibi evrensel bir alanın ulusal sınırlar içerisine hapsedilmemesi daha doğru bir yaklaşım değil midir? …”  (Ufuk Coşkun, Sivil Eğitim)

…  Eğitim konulu makalelerden …

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi?

GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen…

Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Sıradan insanları sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın?

1870′lerde İtalya’da yaşayan etnik gruplar birleşerek Fransız işgaline son verdiler. Bir İtalyan ulusu yoktu ortada, Fransız zulmünden bıkmış insanların meşru müdafasıydı vardı. Ama o dönemin Avrupası’nda yükselen değer halk değil ulus-devlet idi. “Problemin” farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri şöyle diyorlardı : “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi!”

Samsun’a bir “güneş gibi” doğanlar, Türk milletini yoktan var edenler(!) de acaba demişler midir “Türkiye’yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi” diye?

80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğine işaret ediyor. Kral çıplak. Kral hep çıplaktı.

Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirebilirsiniz

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda »

kemalizm_kadin“…Sağımda ve solumda bir tür altın sarısı ve koyu kırmızı çalı, ateşin ısısıyla yanarmışçasına rengarenk ışıyordu. Kıyının biraz ilerisinde söğütler, saçlarını omuzlarına dökmüş, sürekli bir yas içinde ağlaşıyorlardı. Nehir gökyüzünde, köprüden o an için seçtiğini yansıtıyordu ve bir üniversiteli sandalını yansımaların içinden kürek çekerek geçirdikten sonra, sulardaki yansımalar sanki oradan hiç geçilmemiş gibi yeniden bütünleniyorlardı. İnsan orada, düşüncelere dalmış, saatlerce oturup kalabilirdi. Hak ettiğinden daha onulu bir sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana bir bu yana sallanıyordu, ta ki sonunda ucuna bir düşünce takılana dek. Ve sonra ip, sakınımlı biçimde yukarı çekilip yakalananlar özenle yere seriliyor. Yazık, çimenlerin üzerine yatırılınca düşüncem ne denli önemsiz, ne denli basit görünüyor, usta bir balıkçının semirip günün birinde pişirilip yenmeye değer olabilmesi için suya geri bıraktığı türden bir balık…” (Virginia Woolf,  Kendine Ait Bir Oda, Sf.7)

 

… E-kitap okumak için…

Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Cahiliyye devrindeki kız doğma  suçu(!) ortadan kalkmış değil.

Biz kadınları rolleri içinde görüyoruz: Annemiz, karımız, kız kardeşimiz… Oysa insanlığın nice kavgası “NESNE” kadınlar üzerinden yapılıyor.  Asırlar önce Orta Asya’daki kabile savaşlarında muzaffer kağan zaferini ilân etmek için yenilen liderin karısını iki kabilenin gözü önünde göğsüne bastırırmış…

Ne kadar yol aldı insanlık o yıllardan beri? 21ci yüzyılın Türkiye’sinde muhafazakâr ile yobaz laik kadın üzerinden kavga ediyor. Kadınların başörtüsü “yüzünden” darbe ile tehdit edilebiliyor bir ülke ve o ülkenin halkı. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Kadın hakları ve Kemalizm

 “Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık  şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi.  Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ?  “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak”  Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış:  “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış

Niteliksiz adam/Robert Musil (2):Teknoloji ve Para »

 16cı asra kadar Teknoloji ve Para İnsan’a aitti, insanlar bunları kullanırdı. İçinde yaşadığımız asra baktığımızda ise İnsan’ın Teknoloji ve Para’ya ait olduğunu, kullanı-L-dığını, insanî değerlerin alınıp satıldığını görüyoruz. İnsan kendi eliyle yaptığı makinelerin, piyasa ve devlet gibi sistemlerin altında ezilmiş vaziyette. Ne oldu? İnsanlığın pusulası ne zaman şaşırdı? Daha da önemlisi adına “ilerleme” dediğimiz bu gerilikten kurtulabilecek miyiz bir gün? Yoksa teknik ve ticarî yobazlık insanlığın değişmez kaderi mi olacak? Sanırım ideolojik çekişmelerin ötesine geçmek gerek artık; liberalizm, sosyalizm ve islâmcılık gibi aynı kumaştan dikilmiş elbiseler arasında seçim yapmak bizi bir yere götürmeyecek. Max Weber’in isabetle teşhis ettiği gibi:

“Hangi politik sınıf muzaffer olacak? Bir önemi yok bunun. Bahar çiçekleri değil bizi bekleyen, soğuk, karanlık bir kutup gecesi. Hiç bir şeyin olmadığı yerde sadece imparator değil proletarya da kaybeder […] Ahlâkî kaygıların yerini teknik/ticarî kaygıların aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Vicdanların, inançların, kahramanlıkların ve mânâların yok olduğu bu dünyada akıl da yok artık, hesap var. ” (Wissenschaft als Beruf – Politik als Beruf: ing. Fr.)

İlk bakışta şok edici sözler bunlar. Çünkü akıl ile hesabın zıtlaşmasına alışık değil bizim akıllarımız. Hesap kitap yaparız, rakamlara, göstergelere bakarız. “Akılcı, rasyonalist, bilimsel ve objektif” kararlar alırız. Modern dünyada böyle yürür bu işler. Tabi Weber bizi duysaydı bu sözlere itiraz edebilir ve şöyle diyebilirdi: Read the rest

Türk olmak ya da olmamak… Bütün mesele bu! »

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

Niteliksiz adam/Robert Musil (1):İnsansız Medeniyet? »

« … Niteliksiz Bir Adam, Adamsız Niteliklerden Oluşur… insanı onca uzun bir zaman boyunca evrenin merkezi kabul eden, ama artık asırların akışıyla kaybolmaya yüz tutmuş olan hümanizm […] çeşitli güçlerden oluşan bir yumağın içindeyiz, insan ne yaparsa yapsın hiç ama hiç önem taşımıyor!… »

Sanat’ın gücü

Bazı romanlar vardır, onlarca felsefe kitabından daha etkilidir. Sanat’ın gücüdür bu. Hissettirir, kavramlara, kelime libaslarına ihtiyaç duymadan, kalpten kalbe akar. Arendt, Foucault, Freud gibi kıymetli yazarların modernite eleştirilerinde anlattıklarını bir çırpıda hissediverirsiniz. Sanatçı roman kahramanının gözünden bir devrin fotoğrafını çeker. Bir sahne, bir diyalog veya bir mırıldanış ile gözleriniz birden bire açılıverir. Avusturyalı yazar Robert Musil’in ünlü eseri “Niteliksiz Adam” (alm. Der Mann ohne Eigenschaften) işte böyle bir roman. Hatta çok daha fazlası! Zira sadece bir devri anlatmakla yetinmiyor. Toplumdaki zihniyet değişimini ve manevî değerlerin maddiyat ile yer değiştirmesini gözler önüne seriyor. Nazizmin toplama kamplarını, komünizmin soykırımlarını, iki dünya savaşını mümkün kılan fikrî zeminin nasıl oluştuğunu anlıyorsunuz bir çırpıda.

Musil okurken akıp gitmekte olan bir nehrin kıyısına oturmuş, sakin bir gezgini dinliyorsunuz sanki. Nostalji yok. Taraf tutmak yok, saldırmak, sataşmak yok. Anlatma tarzı akıl verir bir tonda değil, herhangi bir ahlâkçı perspektifte hiç değil. Ulysse (Joyce) ve Kayıp zamanın peşinde (Proust) ile birlikte 20ci asrın en büyük üç romanından biri olduğunu söylüyor Thomas Mann. Ünlü yazar şöyle yazmış günlüğüne Niteliksiz Adam için:

“Işıltılar saçan bu kitap epik komedi ile deneme arasındaki hassas dengeyi çok iyi muhafaza ediyor. Tanrı’ya şükürler olsun ki bu artık bir roman değil alışılmış mânâda. Goethe’nin dediği gibi Read the rest