RSS Feed for This Post

Öğrenci değil eğitim kurumu sınıfta kaldı

  ” Universus Latince sıfat, “hepsi bir yerde, hep beraber, topluca”. Universus mundus deyimi felsefede “varolan şeylerin tümü, bütün dünya” anlamında kullanılmış. Fransızca erken metinlerde aynen universe monde diye geçer, ama 1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş. İngilizcesi de universe, yani evren.
  Universitas başka, evrenle alakası yok, “birlik, dernek, cemiyet”. Ortaçağ hukukunda “tüzel kişilik sahibi lonca” için kullanılan bir tabir. Galiba ilk kez 1160’larda Paris’te, ya da ondan beş on yıl önce İtalya’daki Bologna’da ders okutan hocalar bir araya gelip haklarını daha iyi korumak ve kim ders verebilir kim veremez meselesini kurala bağlamak için bir universitas kurmuşlar. Bir de resmî berat almışlar ki, eşrafı, derebeysi, kilisesi, paşası, eşkiyası şusu busu işlerine karışmasın, kendi koydukları kurallar çerçevesinde serbestçe ders verebilsinler.
  Dünya tarihinin büyük icatlarından biridir, daha önce bir yerde örneği yoktur. Yüksek eğitim kurumları yok mudur? Vardır. Avrupa üniversiteleri de ilk başta şüphesiz İspanya’daki İslam medreselerini örnek almış, onlardan esinlenmişler. Ama sonra boynuz kulağı geçmiş, başka bir şey olmuş. Dönüm noktası şu yukarıda anlattığım olaydır. Benzeri ne medresede var, ne Bizans’ta, ne Roma’da, ne Çin’de. “Kendi kurallarımı ben koyarım, bana karışamazsın” demişler, çatır çatır da kabul ettirmişler. Dershaneden yahut asker mektebinden ayıran yanı bu: üniversite olması.
  Bizde daha halâ olmayan nesne. ” 
 
 

Sevan Nişanyan böyle tanımlıyor,üniversiteyi.Neymiş ? ‘ Aldıkları resmi beraat sayesinde ‘ özgür ‘ alan olarak kalabilme ihtiyacı ile ortaya çıkmışlar.
 
  Bizim incelememiz Tr Üniversiteleri üstüne,öncelikle bu bir ‘ kıyas ‘ yazısı değil,vahim durum adına bir ‘ tespit ‘ yazısı.Kıyas yapmak için eşit kavramlar ortaya konur,tarafların ‘ eşitlik ‘ problemi varsa,geride kalmış tarafın ‘ acaba neden ? ‘ sorusuna cevap bulmak için önce ‘ tesipleme ‘ yöntemine gitmesi gerekir.Elbet taraflardan ‘ geri ‘ kalanın hem kel hem fodul bir savunmayı ya da görmemeyi tercih edip,ilgilenmemeyi,potansiyelini kendi düşüncesinin rantına değil gerçekte yapması gereken faaliyetler bütününe yönlendirmesi gerekir.Tr Üniversiteleri adına şimdilik böyle bir çaba görmüyoruz.Gördüğümüz sadece üniversite kadroları içerisinde,eğitim kadrolarını,belirlenmiş bir ideolojiye sahip bireylerden ; ve o üniversitelerin öğrencilerinin yine belirlenmiş bir ideolojinin ‘ rende makinesinden ‘ geçirebilme faaliyeti.Örneğin ; 10 yılı aşkın bir süredir kararlılıkla yürütülen ‘ başörtüsü yasağı ‘.Üniversiteler adına üzülerek söylüyoruz ki bir çok alanda,üstelik kendilerinin başarılı olmaları gerektiği alanlarda dahil olmak üzere sınıfta kaldıkları gibi bu ‘ yasak ‘ karşısında da sınıfta kaldılar.Görünürde maalesef süregelen bir ‘ yasak ‘ var AMA aynı zamanda ‘ başörtüsü yasağı ‘ içerisinde eriyip,o ideoljik saplantının rendelediği bir birey DEĞİL eğitimini en olması gerekir şekilde tamamladıktan sonra tercihi olan ‘ başörtüsü ‘ ve onun alt ve üst gereklerini o üniversitelerden Doktora seviyesinde mezun olduktan dahi taşıyor olan sayıları oldukça yüksek bireyler bütünü var.
 
  Bundan sonra üniversiteler ile ilgili olarak yapılmış araştırmaları yorumsuz olarak veriyoruz.Bunlar içerisinde denek olan Tr Üniversitelerinin ‘ yasak uygulama ve ideolojik saplantı nedeni ile oluşturdukları örgütlemelerde gösterdikleri başarıya rağmen maalesef üniversitelerin asli görevi olan ilim – bilim merkezi olmaları noktasındaki başarısızlıkları oldukça manidar ve bu başarısızlığa çözüm üretmek yerine ‘ gereksiz ‘ başarılı alanlarına ( ! ) olan yoğun ilgilerinin devamı.
 
  Yorumsuz …
 
  ” 2004 yılından beri yılda iki kez (Ocak ve Temmuz aylarında) açıklanan üniversite sıralaması konusunda en kapsamlı çalışma olan “Webometrics Ranking of the World Universities” Temmuz 2008 çalışmasının sonuçlarını açıkladı.
 
  Kapsamlı Webometrics çalışmasına göre, 2008 yılında ilk 500 üniversite içine 3 Türk üniversitesi girebiliyor. Dünya sıralamasında, ODTÜ 390. olarak birinci sırada yer alırken, Boğaziçi 455., Bilkent ise 489. olmuş. Türkiye’nin ilk 1000 içinde 8 üniversitesi var. ”
 
  Başka bir araştıma sonucu daha …
 
  ” Son 25 yılın uluslararası bilimsel dökümüne göre Türkiye dünya bilimine yüzde 1’lik bir katkı bile yapamamış. TÜBİTAK’ın uluslar arası verilere dayanarak kitaplaştırdığı Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri, suni ve gereksiz tartışmalarla gündeme getirilen üniversitelerimizin bilim alanındaki içler acısı durumunu gündeme getirdi.Kitapta 1981’den 2006 yılına kadar uluslar arası dergilerde yayımlanan makalelerin dökümü yapıldı.Türkiye ülkeler sıralamasında 21. oldu.
 
  Türkiye’nin makale bazında dünya bilimine katkısı yüzde yarım oldu.Üstelik Türk bilim adamları,kendi makalelerine kendileri atıfta bulunarak referans atıf sayısını yükselttikleri halde,dünya bilimine %1’lik dahi katkı yapamadılar.İşi bilimsel araştırma yapmak olan TÜBİTAK da bu süre de kendine atıflar dahil 1933,kendine atıflar çıktığında 1191 yayında kaldı. ”
 
  Geçmiş olsun.

Trackback URL

  1. 26 Yorum

  2. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Ağu 9, 2009 | Reply

    Aslında istatistikler çok kötü görünmüyor. Bir ülkenin bilimsel seviyesiyle ekonomik seviyesi birbirine paralel gider. Türkiye yanlış hatırlamıyorsam, dünyanın 16. büyük ekonomisi. Dolayısıyla yayın sıralamasında 21 olması çok büyük bir fark sayılmaz.
    Bana kalırsa, esas önemli olan, şu anki konumumuz değil. Son 15 yıldaki trendimizin ne olduğu daha önemli. 15 yıl önce, üniversitelerimiz ne sıradaydı, toplam yayın sayımız ve payımız neydi, şimdi ne oldu?
    Benim kişisel gözlemlerim, çok hızlı bir ilerleme olduğu yönünde.
    Türkiye’nin toplam yayınların %1’ine ulaşamamış olması da çok doğal. Türkiye’nin dünya üzerindeki nüfus ve ekonomik üretimini kıyaslarsanız, yine %1 civarında değerlerle karşılaşırsınız.

  3. Yazan:cb Tarih: Ağu 9, 2009 | Reply

    Mert bey,

    ben şöyle düşünüyorum.Tr üniverseteleri ve Yök dediğimiz oluşum Kemalizm rende makinesi gibi çalışıyor,ideolojik dayatma dışında pek göze dokunur bir eylem gerçekleştirememişiz.

    Bir de aklıma şu geldi,hani bazı öğrenciler vardır,haylaz ,dersle işi olmayan,başarı gibi bir endişheleri yoktur,sınavdan 5’lik sistemde 2 almak onlar için başarı demektir,yani sınıfı geçtim ötesi yok mantığı tabii 5 almak başarıdır,bunun için hedef belirlemek lazımdır,hedefi yoksa o beynin 2 gibi bir puanda geçerdir,alınmayın ama ben sizin tesellinizi buna benzettim

  4. Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Ağu 9, 2009 | Reply

    Eğitim sistemini eleştirirken bir bütün olarak eleştirmek lazım. Üniversitelere giden öğrenciler, okutmanlar, öğretim üyeleri yerden peydah olmuyor. Mert beyinde hakkı var yeteri kadar iyi olmasada öldük bittik geçmiş olsun bi durumu yok ünivesitlerimizin. Mert bey eğer 2 alan bir öğrencinin ruh halini taşıyorsa o okulun not ortalamasıda 2 ye yakınmış demekki. Bazı okulların sınavlarından 2 almak çok zor olabilir ikiyi küçümsemeyin.

  5. Yazan:Mert Nuhoglu Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    İstatistikleri nasıl sunduğunuza bağlı olarak, bundan çıkarılan sonuçlar da farklı olur.

    Türkiye’nin bilimsel yayın istatistiklerini, ekonomik istatistikleriyle birlikte sunarsanız, bilim ve ekonominin birbirine paralel olduğunu gözlemlersiniz.

    Eğer Türkiye’nin bilimsel yayın istatistiklerini, Avrupa ülkeleriyle birlikte sunarsanız, o zaman Türkiye’nin çok geri kaldığı sonucuna varırsınız.

    Adalet, her şeyi hak ettiği yere koymayı gerektirir. Olayları olduğundan daha kötü göstermek, problemlere doğru teşhis koymaya engel olur.

    “Türk üniversiteleri, Avrupa’nın çok gerisinde, bunun sebebi de kemalist ideolojik dayatmadır” çıkarımı makaledeki istatistiklere dayandırılırsa, dayanaksız bir iddia olur. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu demek değil ki, kemalist ideolojik dayatma yapılmıyor. Bu tür baskıların, bilimsel kapasitemize zarar verdiği aşikar. Fakat bilimsel üretimdeki geri kalmışlığımızın esas sebebi bu değil. Bundan çok daha büyük sebeplerin bulunduğunu düşünüyorum.

  6. Yazan:özlem Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Üniversitelerin başarı sıralamasını dünyanın nüfusuna oranlayarak paralellik tespit etmeye çalışmak da kanaatimce yanlış bir yöntem olur. Çünkü bu nüfus sıralamasının içinde öyle ülkeler var ki belki bir ya da iki üniversiteye bile sahip değiller. Son yirmi yılı baz alarak yapılan bir kıyaslama daha sağlıklı olabilir. Bu tür bir araştırmam olmamasına rağmen yakın zamanda okuduğum kimi yazılardan İstanbul Üniversitesi, İTÜ gibi okulların bu konuda da büyük bir düşüş yaşadığına dair bazı eleştirileri hatırlıyorum. Öte yandan manzaraya şu şekilde de bakarsak iki sene önce dünyanın en iyi beş yüz üniversite sıralamasında Türkiyenin en iyi bildiğimiz İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ gibi okullarını göremediğimde oldukça şaşırmıştım. Ancak o sıra ODTÜ rektörünün başörtülülerin yurtdışında okuması ya da katsayı gibi uygulamalara maruz kalması bir kayıp değildir. Onlar zaten tıp, mühendislik gibi bölümleri kazanamıyorlar gibi akla ziyan yorumlarnı görebiliyordum. Bence 12 Eylül ve 28 Şubat sonrası gibi kırılma dönemlerinde üniversitelerin bilimsel başarı oranındaki değişimler ciddiyetle üzerine gidilmesi gereken bir konu.

  7. Yazan:MY Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    “Türk üniversiteleri, Avrupa’nın çok gerisinde, bunun sebebi de kemalist ideolojik dayatmadır” çıkarımı makaledeki istatistiklere dayandırılırsa, dayanaksız bir iddia olur. (MN)

    Mert Bey, haklisiniz ama sadece kismen 🙂

    “Köpeklerle boğuşma, tepişme hiç katırla
    Hamamda kavga olmaz sütü bozuk natırla
    Kulağına küpe yap, bu sözümü hatırla:

    Kim ne derse hıı deyip hemen salla başını
    Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını”

    (Yeni Üniversiteler Hayırlı Olsun isimli yazidan alinti)

    Kemalist ideolojinin kendisine degil de vasiflarina odaklanirsaniz (odaklanirsak) zannediyorum daha net bir tablo çikar ortaya:

    Militarizm,
    Milliyetçilik,
    Devletçilik,

    Neden? Türkiye’de bilimin geri kalmasinin sebepleri arasinda TEMEL BiLiMLERiN ihmal edilmesi vardir. Mesela Türk mühendisleri genel olarak KAVRAMSALLASTIRMA (conceptualisation) yapamadiklari için TASARIM (design) da yapamazlar. Tabi her üniversitede kurali bozan bir kaç kahraman çikar ama onlar da kiskançlik ve bürokrasi gibi engellerle bogusarak genel akisa uydurulur.

    Bu sebeple Türkiye’de teknoloji ithal edilir ve uygulanir. Yanlis anlasilmasin, Türk mühendisleri kötü mühendistir demiyorum. Ama icad yapamazlar. Yapsalar bile bunu kucaklayacak hukukî ve finansal yapi bulamazlar. Bir süre sonra herkese uyarlar.

    Kemalizm ile alakasi ne peki?

    Kemalizm militarist vasfiyla düsünmeyi reddeder. YÖK ile kurumsallasan (ama 1980’den önce de var olan) emir-komuta-yalaka zincirini üniversiteye dayatir.

    Kemalizm milliyetçi vasfiyla bilimi de millilestirir. Bilimsel bulusu desteklemez. politik olarak kullanabilecegi seyleri destekler. Atatürk zamaninda bilimci kemalistlerce mezari açilan ve kafatasi ölçülen mimar Sinan, Orhan Gazi gibi Türk büyüklerini hatirlayin.

    Kemalizm devletçi vasfiyla hür tesebbüsü kilitler. Bir Türk sirketi ihityaci olan konudaki bilimsel arastirmayi desteklemek için bin tane zorlukla karsilasir. Neyin nasil arastirilacagi IDEOLOJIK olarak önceden belirlenmistir çünkü. (Bilkent gibi üniversiteler bunu asabilecek çalismalar yapiyor ve basarili da oluyor)

    Bu liste böyle uzayip gider. Dünyanin saygin üniversitelerinde osyal bilim alaninda master, doktora yapanlarin ders programlari Atatürk ilkelerine aykiri oldugu için bu insanlarin diplomlari sayilmaz. derslerinde basarili oldugu halde tasettürlü oldugu için insanlar imtihana alinmaz,…

    Hukukî kaygi tasimayan Kemalist akademisyenler ile askerin sivil mahkemede yargilanmasina karsi çikan diger kemalistlerin ideolojik kardesligi sizce raslanti mi?

  8. Yazan:ahmet medeni Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    M.Y, ben de size muhalefet edeyim bari!! Bu akademisyen kişiler, çok iyi makaleler yazıp ta, okullarında kabul edilmediyse bile, bizimle paylaşamazlır mıydı?
    Tersinden iyi örnekleri biliyorum ben de.

  9. Yazan:Mert Nuhoglu Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Mehmet Bey,

    Yorumunuzda şu varsayımlarda bulunduğunuzu zannediyorum:

    1. Üniversitelerdeki akademisyenlerin ekserisi kemalist ideolojiye sıkı bir şekilde bağlıdırlar.

    2. Kemalist bir bilim adamı, bilimsel araştırma yaparken, kemalizmin temel ilkelerini önkabul olarak doğru varsayar.

    Bence, bu iki madde de ülkemizde pek geçerli sayılmaz.

    Birinci olarak, akademisyenlerin çoğunun ideolojik olarak kemalist olduğu düşüncesinde değilim. Hatta Kemal Gürüz gibi, 28 Şubat’ın baş aktörlerinden birinin bile, felsefi olarak kemalizmi içselleştirdiğinden ben şüpheliyim. Kemalist görünen insanların birçoğunun, kemalizmi semboller üzerinden benimsedikleri düşüncesindeyim. Felsefi bir fikir yapısı olarak değil.

    İkinci olarak, bir kişi felsefi olarak kemalizmi benimsemiş dahi olsa, bu o kişinin bilimsel araştırma yapmasına engel midir?

    Kemalizmin milliyetçi, militarist ve devletçi vasıflarını benimsemiş bir kişinin düşünce dünyasının bu sınırlar tarafından belirleneceğine katılıyorum. Fakat sorun şu ki, bilimsel disiplinlerin pek çoğundaki araştırmaların, bu düşünce sınırlarıyla pek bir ilgisi yok. Yakın tarih araştırmaları yapan bir kişi için, bu sınırlamalar çok belirleyici olur. Bu açık. Fakat bir tıp doktoru için, bu sınırlamalar, çok cüzi bir etkiye sahip olacaktır, düşüncesindeyim.

    Belki şöyle bir sonuca varabiliriz: Dünya bakışını kemalizmle sınırlandıran bir bilim adamı, temel felsefi bir yaklaşım gerektiren bir alanda kaydadeğer teorik bir eser üretemeyebilir. Ama temel felsefi bir yaklaşım gerektirmeyen pek çok bilim alanında veya teorik olmayan alanlarda, eser üretmesinin önünde düşünce dünyası açısından bir sınır göremeyebilir. Zaten bilimsel yayınların hemen hemen tamamı da bu türden olduğundan, üniversitelerimizdeki geri kalmışlığı, kemalist akademisyenlere bağlamak çok gerçekçi olmaz.

    Ne var ki, kemalist ideoloji akademisyen düzeyinde değil, fakat siyasi ve idari düzeyde çok etkin olabilir. YÖK’ün tektipleştirme ve liyakatsızlığı teşvik eden politikaları, üniversitelerin önünde her zaman için bir engel olmuştur. Bu konuda size katılırım.

  10. Yazan:MY Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    @Ahmet Medeni,

    Haklisiniz, bilim adamlari karsiliksiz biçimde topluma hizmet etmeli. Vakitlerinin küçücük bir kismini dahi olsa bilimi yaymak için ugrasmali.

    Ne varki bilim dalina bagli olarak bu yayma eylemi sekil degistirebilir. Ekip çalismasi, maddi imkan hatta ulusal seviyede dirayetli bir siyasî destek gerektirebilir. Egitim, enerji, çevre sagligi gibi konular bu alanlara iyi birer örnek.

    Saygiyla

  11. Yazan:MY Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Mert Bey,

    su fikri pesinen kabul etmis olabilecegimi söylemissiniz: “Üniversitelerdeki akademisyenlerin ekserisi kemalist ideolojiye sıkı bir şekilde bağlıdırlar.”

    aslinda hayir. Yorumunuzun sonlarinda dediginiz gibi YÖK’ün bir buldozer rolü oldu. Yani en üst kademenin kemalist olmasi yeterliydi. Tek tek asistan vb önemsizdi. Zira Türk Üniversite yapisi da ordu gibi merkezî idi.

    Sosyal bilimlerde Kemalizmin bir engel olabilecegini kabul etmissiniz, burada anlastik.

    Gelelim deney-gözlem-ölçüme dayali tip, fizik, kimya… gibi alanlara.

    Burada mesele sosyal bilimlerin aksine bilimin dogasindan kaynaklanmiyor. Yani tarih vb resmî ideoloji ile kirletilebilir, siz de bunu söylemissiniz zaten.

    Fizik ve kimyanin elbette kemalisti olmaz. Ama çok iyi bir master ögrencisi kürt kökenli oldugu için elenebilir. Bir baska kiz basörtüsü taktigi için elenebilir.

    Yani siyasilesmis, ordulasmis bir üniversitede EMiR-KOMUTA-YALAKA zinciri isleyeceginden özgür düsünce, hocalari elestirme, teorileri çarpistirma gibi seyler olmaz.

    En yasli olan daima haklidir(!)

    Yillardir akamademisyen olarak çalisan bir sürü dostum var. Zaten gözlerimle de görüyorum. Hocalar çantalarini tasitiyor, asistanlari söför gibi kullaniyor, çocuklarina özel ders verdiriyor (bedava tabi…)

    Özetle EN AKILLI degil EN YALAKA olan yükselir gibi bir kuram koyarsaniz bilimsel arastirma yapamazsiniz.

    Siz de biliyorsunuzdur tabi Türkiye disinda bu islerin nasil yürüdügünü.
    Hatta herhangi bir hocayla yazissaniz hemen görürsünüz o gavurlarin” ne kadar tevazu sahibi insanlar olduklarini.

    Sahsen Ottawa üniversitesinde (software engineering dept.) ve Cambridge’de (computational linguistics bölümü) bulundum. London Royal College’da Sakir Kocabas ile yapay zekâ üzerine çalistim.
    Fransa’daki akademik ortami da haliyle taniyorum.

    Türkiye ile karsilastirdigim zaman içimden aglamak geliyor 🙁

  12. Yazan:ahmet medeni Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    M.Y, ekinize ek olsun; bugünlerde ‘GDO’ konusu gündemde. bakıyorum, kimseden ‘Tıs’ yok.Hadi, eğitim, enerji v.s konular ağır geldi, şöyle bir meyve,buğday üzerine ‘Bakın ben de şunu buldum’ ya da , olanı korudum diyebilen çıkmıyor. Keçileri ormadandan kovan siyasilerden ‘meder’ beklenmemeli,hele sivil toplumdan hiç..Bizim mahalle ‘Cübbeli’ yanlısı-karşıtı olmaktan ya da Erol Yarar yanlısı-karşıtı olmaktan, bunları düşenmeye fırsat bulamıyor. Bana göre, GDO konusu ve buna bağlı diğer çevre, tabii alanlar konusu herşeyden önemli, biz tarihi bir şekilde öğreniriz, kıvırırız.. Felsefeyi de, edebiyatı da.Ama,gerçek hayata dair olanı, hep çuvallarız.Büük düşünmek zor gelidği için, kürt açılımı v.b konularda da, ufak istasyonlara takılıyoruz, bu yüzden..Ülkenin ufkunun açılmasına muhalefet edenleri gördükçe,yediğimiz (Her türlü..)nanelere hayıflanmıyorum!!Böylece, akademisyenlere diyecek lafım da kalmıyor.

  13. Yazan:vural Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Bu yaziyi okuyunca ben baska bir ulkedeki yasiyorum dedim. Bu yazi bazi cemaatlerin sanki butun sosyal bilimciler kemalistmis ve de beyinleri yikanmis fikrinin bir ornegi.
    Nilufer Goleyi pek severler zira turbanla ilgili hoslarina giden seyler soylemistir ama CIgdem Kagitcibasini ornek vermek akillarina gelmez. Ornek verseler de onun ismi ancak Zaman gazetesinden karalama malzemesi olarak cikar. Sanki o sosyal bilimci degildir. Ya da
    Niyazi Berkes ya da Nilufer Narli ya da Ezel Shaw ya da Gamze Kona ya da Gonul Tekin ya da Ilhan Arsel ya da Server Tanilli ya da Metin Heper ya da Ekrem Akurgal ya da Sina Aksin… Ya Erinc Yeldan’i napicaz, ekonomist, pardon o da Cumhuriyette yaziyor at Zaman gazetesinin hedef tahtasina, degistir degistir yaz ayni yazilari…

    Oysa ki hem Nilufer Gole hem de Cigdem Kagitcibasi degerli bilim insanlaridir. Lutfen biraz insaf ve objektivite! Bir insani elestirebilirsiniz ama Turkiye’deki sosyal bilimcilerin cogu zaten bizden demenin gercekle bir alakasi yok. O zaman Cigdem Kagitcibasini, Zaman Gazetesinde kaziga oturtulan Metin Heper’i nasil aciklayacaksiniz.

    Turkiye’de universitelerin ekseriyeti, bir kac iyisi disinda, milliyetci-mukaddesatci-cemaatci yapilanma icindedir. Sanirim siz ITU’den Jeolog Celal Sengor’in nasil da linc edildigini, dediklerinin carpitildigini hatirlamiyorsunuz .

    Bu ulkede akademisten olarak Islam’i elestiremezsiniz (Turan Dursun elestirdi sonu belli, Aziz Nesin elestirdi adami yakmaya calistilar!), evrim dersiniz size sucu bucu, Ittihatci derler. Bana baska bir ulke soyleyin Evrim karsitlarinin universitede cirit attigi. Zaman’da birkac yazi cikar sizin nasil da sok edici (!, evet evrim sok edicidir bu bilimle alakasi olmayan dinciler icin) aciklamalarda bulundugunuz hakkinda, telefonlariniz dinlenir. Milli Egitim Bakani Avni Akyol da herhalde ultra kemalistti ki (bu sitenin bir iddiasi da MEBin ultra kemalist oldugu!!!) ulkemize Adnan Hocacilari, Akilli Tasarimcilarin babalarini ABD dincilerinden ithal etti!!!
    Bu tur olaylar ABD’de bile olsa (bile diyorum zira Avrupa’da dusunulemez bile) ortalik birbirine girer, bilimdisi safsatalari agizlarina alanlar akademik dunyadan aninda uzaklastirilirlar (bkn. NSF baskani secilirken kongrede adamin gecmisinin didik didik edilmesi). Biz de boyle bir sey yapilacak olsa cemaatlere embedded liberallerimiz vesayet rejimi falan filan diye ortaligi ayaga kaldirirlar.

    Maalesef, olaylari tek yanli gormek istemeyenlere duyurulur.

  14. Yazan:bir site müdavimi Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Selamlar,

    dindar ve müslüman biriyim.’DİN’ci demenin açık hakaret olduğunu düşünüyorum,ifade özgürlüğüne yasak getirme amaçlı değil ama ‘iftira ve hakaret’ niteliği taşıyan,’ Din’ci ‘ ibaresinin geçtiği yorumları,hakaret ve iftira içerdiği için okumak istemiyorum.

  15. Yazan:cb Tarih: Ağu 10, 2009 | Reply

    Bu yaziyi okuyunca ben baska bir ulkedeki yasiyorum dedim. Bu yazi bazi cemaatlerin sanki butun sosyal bilimciler kemalistmis ve de beyinleri yikanmis fikrinin bir ornegi.

    (vural)

    Evet tüm sosyal bilimciler Kemalist değil,beyinleri yıkanmış da değil,anlıyorum ki bazıları için ; Bilim = Darvin Fondip,içelim güzelleşelim !

  16. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Ağu 11, 2009 | Reply

    Yani siyasilesmis, ordulasmis bir üniversitede EMiR-KOMUTA-YALAKA zinciri isleyeceginden özgür düsünce, hocalari elestirme, teorileri çarpistirma gibi seyler olmaz.

    Mehmet Bey, bu konuda size katılıyorum.

    Fakat burada da şu tezi tartışmak isterim:

    Üniversitelerdeki liyakatsız yönetim sorunu, YÖK ve diğer idari mekanizmalardaki kemalist tavırdan mı kaynaklanıyor; yoksa başka bir şeyden mi?

    Yukarıdaki makaleden bağımsız bir konuya giriyorum. Bana öyle geliyor ki, Türkiye’deki liyakatsız idare problemi, kemalizmden çok daha derin bir sorun.

    Tarih farklı bir şekilde aksaydı ne olurdu, hiçbirimiz bunu kesin olarak bilemeyiz. Ancak ben şöyle tahmin ediyorum: Devleti şekillendiren otoriteler kemalist olmasaydı da, bu sorunlar yine olacaktı. Çünkü tektipleştirme ve baskıcılık, toplumumuzdaki bütün ana siyasi akımların ortak özelliği. Bir tane büyük siyasi akım göremiyorum ki, emir-komuta-yalaka zinciri orada işlemiyor olsun.

    Bu yüzden, üniversitelerdeki sorunların kemalist yönetime yıkılmasını da çok doğru bulmuyorum. Gerek YÖK’teki, gerek pek çok üniversiteki idari kadrolar da çoğunlukla zaten kemalizmin karşıtı olan muhafazakar/milliyetçi sağ görüşteki insanlardan oluşagelmiştir, uzun zamandan beri.

  17. Yazan:cb Tarih: Ağu 11, 2009 | Reply

    Vural bey,

    şimdi bu sistemleri nasıl arzuladığınızın,ağzınızın suyunun aktığının elbet farkındayım.Lakin benimle tartışmak için önce bir zeka sonra da bir nezaket seviyesine sahip olmak zorundasınız,Dindar insanlardan bahsederken siz din fobisi yaşamaktan diline vurmuş ve dindar insanları tanımlarken hakaretvari bir dil ile ‘dinci’ diye tanımlayan insanlar ile konuşmak gibi bir hataya düşmem pek.Sizlerin anlayacağı üslup ancak daha önce kullandığım gibi bir üsluptur.Darwin fondip,şişe de durduğu gibi durmuyor bu meret.Yani o ‘ ultralaik ‘ fenomenlerin bu cümleleri kurmak için kafası çalışan birer ideolog olduğunu düşünmüyorum elbet,muhtemelen kafaları iyidir.

  18. Yazan:cb Tarih: Ağu 11, 2009 | Reply

    Mert bey selamlar,

    yorumunuza kısmen katıldığımı belirteyim.

    Son paragraf konusunda ciddi farklılıklar dahilinde düşünüyorum.Şöyle ki olay baştan kopmuş.Ben Kemalizm için tümden Sol bir ideolojidir diyemem,sanırım kimse diyemez.Zaten böyle bir haksızlığı gerçekten Solcu olan insanlara da yapamam,Kemalizm,faşist üsluplu,Sol’un anasını ağlatmış,Tr işi Sol bir sistemdir.Bu anlamda baskın sağ’ın faşist üslubu ile örtüştüğü için sağ’ karşı bir karşıt duruş olarak da görmem mümkün değil.Örnekleyecek olursam,Ergenekonist ideolojiye bakalım,fikir babası kim ?Kemalistler.Bu Kemalistlerin ayak işlerini gören,durumun tezgahında baş rol oynayan kim?Ülkenin faşistleri taa çetelerine,mafyalarına kadar.Yani Tr’nin Faşist Solu ile Tr’nin faşist Sağ’ı aynı tezgah içerisinde ve iş üzerinde,dolayısı ile bunlar farklıymış ve Üni kadroları farklı görüşlerin bulunduğu yerlermiş mantığını yürütmek oldukça zorlama olur kanaatindeyim.

    Kısa bir hatırlatma ,Cumhuriyet Mitingleri bünyesinde bir dönem ‘ Hocalar Yürüdü ‘ başlığı ile Kemalist Üniversiteler imajının verildiği günler geçeli çok olmadı.Orada yürüyen Kemalist Üniversite Kadrolarıydı.

  19. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Merhaba Cemile Hanım,

    Kemalizmi benim anladığımdan farklı bir anlamda tanımladığınızı zannediyorum. Anladığım kadarıyla siz milliyetçi veya muhafazakar sağ akımların da kemalist sayılabileceğini söylüyorsunuz. Ben bunun kavram karmaşası yaratacağını düşünüyorum.

    Tahmin ettiğim kadarıyla faşist sağdan kastınız, devletçi sağ siyaset. Doğru mu? Düşüncelerinizi daha iyi anlamak için şunu sormak isterim: Kemalizmi ne şekilde tanımlıyorsunuz? Büyük siyasi grupların hangileri kemalisttir? Aslında bu iki sorudan daha önemlisi, hangi siyasi akımların kemalist olmadığını düşünüyorsunuz? Mesela ANAP/DYP, AKP, MHP veya Milli Görüş kemalist akımlar mıdır?

  20. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Mert Bey kemalizmin ne oldugu hakkinda Atatürk’ün elinden yazilmis net bir sey yok biliyorsunuz. Kismen o hayatta iken, kismen de öldûkten sonra herkesin “kafasina göre” bir araya getirdigi yamali bihça gibi bir ideolojimsi var. Bugün çok zit fikirleri savunanlar sirtlarini kemalizme dayiyorlar. (CHP, AKP, MHP hatta DTP!)

    En basitinden batililasma. 1930’larin fasist avrupasini taklid etmek isteyen kemalistler bugün batililasmanin DORUK NOKTASI sayilabilecek AB üyeligine karsi 🙂

    Google’da “kemalizm nedir?” yazarsaniz en basta bir DD sayfasi geliyor, burada ilginç tartismalar olmustu.

    Daha da önemlisi o kisacik yazida bir PDF linki veriyorum DERiN SULAR’dan Serdar Kaya tarafindan hazirlanmis 20 sayfalik çok iyi bir çalisma.

    Kendim de dahil herkese tavsiye ederim 🙂

    Saygilar

  21. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Tartışma çok farklı dallara girdi. Baştaki istatistik değerlendirmesine geri dönmek istiyorum.

    İstatistiklerin sunum şeklinin çıkaracağımız sonuçları belirleyeceğini söylemiştim. Doğru yargılara varabilmek için, özellikle trendleri kıyaslamanın daha doğru olacaktır. Fakat bu da yeterli olmaz, farklı bakış açılarından yapacağımız incelemelerin hepsi gerçekliğin bir yüzünü görmemizi sağlar.

    Tübitak 1981-2006 yılları arasındaki bilimsel yayın istatistiklerini toparlayan bedava bir ekitap yayınlamış:

    Buradaki istatistiklere bakınca, Türkiye’nin 1981’den bu yana çok yüksek bir hızla bilimsel üretimde büyüdüğünü görüyoruz.

    Türkiye’yi ABD, Yunanistan ve İspanya’yla karşılaştıran özet bir istatistik tablosu oluşturdum. Bu tabloda görüldüğü gibi, Türkiye bu dört ülke arasında son 25 yılda en hızlı büyüyen ülke. Örnek olarak, 1981’de Yunanistan atıf sayısı açısından Türkiye’nin 10 misli bir değerdeyken, 2003 yılında Türkiye’nin gerisine düşmüş. Türkiye’nin bilimsel yayınlarının yıllık büyüme hızı, AB desteğiyle büyüyen İspanya ve Yunanistan’ın bile çok üstünde.

  22. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    @Mert Nuhoglu,

    “Üniversitelerdeki liyakatsız yönetim sorunu, YÖK ve diğer idari mekanizmalardaki kemalist tavırdan mı kaynaklanıyor; yoksa başka bir şeyden mi?

    Yukarıdaki makaleden bağımsız bir konuya giriyorum. Bana öyle geliyor ki, Türkiye’deki liyakatsız idare problemi, kemalizmden çok daha derin bir sorun.

    Tarih farklı bir şekilde aksaydı ne olurdu, hiçbirimiz bunu kesin olarak bilemeyiz. Ancak ben şöyle tahmin ediyorum: Devleti şekillendiren otoriteler kemalist olmasaydı da, bu sorunlar yine olacaktı. Çünkü tektipleştirme ve baskıcılık, toplumumuzdaki bütün ana siyasi akımların ortak özelliği. Bir tane büyük siyasi akım göremiyorum ki, emir-komuta-yalaka zinciri orada işlemiyor olsun.
    ” (MN)

    Bence parmak bastiginiz nokta çok can alici bir yer. Tabi bu yazinin çerçevesinin disina çikiyoruz ama sorun degil. Sitenin ana temalarindan biri bu.

    Evet, emir-komuta-yalaka zinciri Türkiye’nin bir çok organizasyonunda gözlenebilir her siyasî görüs dahil. Kendimce bazi sebepleri açiklayacagim ancak bu kadar da toptanci olmak da riskli. Neden?

    Ayni sektörde, ayni büyüklükte faaliyet göstern bir kaç firma düsünün. Bazilari digerlerinden daha güçlü, sürekli kâr ediyor, bazilari hep zararda. Neden? Dis faktörleri bir yana birakirsaniz bazi firmalarda “emir-komuta-yalaka zinciri” çok fazla hakimdir. Baska bazi firmalarda ise patronlar özelestiriye açiktir. Kurs seminer vb takip ederler. Karizmayi çizdirMemek sartiyla çalisanlarin onlari elestirmesine kizmazlar, vs vs.

    Türkiye disinda da olan bir sey bu, bilirsiniz. kimi özel firmlar, bakanlik,ar siyasî partiler çok “militarist” bir mantikla isler. Meselâ Fransa’daki Komünist Parti böyledir. Diger partilerde de baskani ulu orta elestiremezsiniz ama ters giden seyleri isaret etmek mümkündür, degisim zor da olsa vardir.

    Özetle toptanciliga karsiyim. Meselâ AKP eger CHP ve MHP’nin toplam oylarini sürekli geçebiliyorsa emir-komuta-yalaka zinciri konusunda bir fark olmasi ihtimali vardir bu partiler arasinda. AKP’nin Süper demokratik oldugunu söylemiyorum ama parti lideri taban konusunda (diger partilere oranla) daha hassas bence. Rusen çakir Tayyip Erdogan isimli bir kitap yazmisti, orada bu tezimi teyid ediyordu.

    Gelelim “neden böyle Türkiye?” konusuna. Bu soruya bir yorum içinde yanit vermek çok zor. Bence yine Derin Sular sitesine yönelmek ve 50 sayfalik ENDOKTRINASYON dosyasini okumak lazim.

    Bu dosyada dünyanin degisik ülkelerinde yapilmis sosyal psikoloji deneyleri ve tarihi olaylardan örnek verilerek halklarin nasil KOYUNLASTIRILDIGI anlatiliyor kisaca 🙂

    Daha dogrusu beyin yikama, siyasi propaganda, milli egitim, ötekilestirme gibi yöntemlerle insanlarin nasil emir-komuta-yalaka zincirinin bir parçasi olmaya hazir hale getirildigi…

    Bu bilgiler kanimca sizin sorunuza yanit olabilecek argümanlarin bel kemigi.

    Bir ekleme yapacak olursam (çok kestirme olacak, kusura bakmayin)

    1) Osmanli devleti Anadolu’nun sürekli siddet içinde yasadigi bir dönemde kuruldu. (Türkler arasi iç kavgalar, mogollar, haçlilar…)
    2) Osmanli’nin devlet yapisi kanimca selçuklulardan ve o zamanin diger bütün devletlerinden daha militarist idi. (devlet organizasyonu, vergi sistemi bunlari ispat eder nitelikte)
    3) Ama bu militarizm (kanimca) o dönemdeki bir devletin ayakta kalmasi için OLMAZSA OLMAZ bir sart idi.
    4) Osmanli bu SAVAS MAKiNASINI kurdu. O kadar iyi yapti ki bu projeyi komsu devletleri de yuttu 1600’lere kadar. “Alem buysa kral benim!” dedi. Gerçektende alem buydu, kral da Osmanli 🙂
    5) 1600-1800 arasinda dünya degisti ama Osmanli degisemedi, degisemeZdi. Militarizmin yapisina aykiriydi degisim. Her agacin kurdu özünden olur. 1299’da Osmanli devleti kurulurken yikilmasina sebep olacak tohumlar da atilmis oluyordu.

    6) Özetle bugün Emir-Komuta-Yalaka Zinciri diyerek elestirdigimiz yapiyi bundan bir kaç asir önce DiSiPLiN diyerek övebilirdik 🙂

    7) 1800’lerden 1900l’ere kadar askerî yikim, kaybedilen topraklar, göçler, soykirimlar… Bunlar sonucunda Emir-Komuta-Yalaka Zinciri daha da güçlendi saniyorum. Insanlarin öyle durup düsünecek vakti yoktu, saglam bir yere kapilanmak, devletten maas almak gerekiyordu.
    8) Neticede o son asirda hayatta kalmak o kadar zordu ki geri kalan hersey o ugurda feda edildi.

    9) Iste kemalizm dedigimiz sey o dönemin ürettigi bir devlet ideolojisi . Zemini ise korku, öteki nefreti, itaat,… ve tabi dönemin moda akimlari olan pozitivizm, modernizm…

    10) Simdi ana sorunuzu tekrar soralim, Emir-Komuta-Yalaka Zinciri Kemalizmin suçu mudur? CEVAP: Ortaya çikmasi kemalizmin suçu degildir. Ama 1950’lerde bitmeliydi. 2009’da hâlâ bunlarla ugrasiyorsak… evet, bütün bunlarin sürmesi Kemalistlerin suçudur. islamci hareketler de buna dahildir. Zira o “mücahidler” de Kemalist devlet okulunda beyni yikanmis, “ne mutlu Türk’üm” diye bagirmayi, kahpe(!) Rum’dan, hain(!) Ermeni’den nefret etmeyi kemalist ögretmeninden ögrenmistir. Camilere Türk bayragi asan, cenazlerde slogan atan, elini köpek biçimine getirip sallayanlar da kemalist devletin ürünleridir. Hatta Atatûrk’tn nefret ettigini söyleyen, cuma namazi çikisi Filistine destek(!) için israil bayragi yakanlar da ayni sistemin ürünleridir. (Düsünemeyen, itaat eden)

    Türkiye insani vicdanini bir hirka gibi çikarip Emir-Komuta-Yalaka Zincirine asmayi Kemalizmden ögrenmistir. Son zamanlarda bir generalimizin dedigi gibi GÖREV DÜRÜSTLÜKTEN ÜSTÜNDÜR!

    Türkçesi: Sizler bizim emrimizdeki robotlarsiniz. ALLAH’a karsi degil bize karsi sorumlusunuz. (bkz. Emir kulu) sivil öldürmenizi, köy yakmanizi ya da iskence yapmanizi istersek itiraz etmeyin.

    Bir dostumun isabetle tekrar ettigi gibi Islamcilik da dahil Türkiye’deki bütün hareketler Kemalizm ile döllenmistir!

    Hepimiz iste o Osmanlilarin torunlariyiz ve bu kemalist Türkiye’nin ürünleriyiz 🙂 Rahmetli anneannemin ilkokul karnesini bulmustum birgün sandiklari karistirirken, “eski yazi” ve fransizca olarak yazilmis… Bir kusak geriye gittigim zaman aile büyüklerimizin hepsi TR sinirlari disinda dogup büyümüs. Hatta bugün bu ülkeler TR’ye komsu bile degil 😀

    Kemalist devlet ideolojisi sebebiyle korku içinde büyüdük. Üç tarafi denizlerle, dört tarafi düsmanla(!) çevrili cennet(?) vatanin içinde cehennem azabi çekiyorsak bu kimin suçudur?

    1800’lerde gerçek olan tehditleri bugün hala varmis gibi gösteren ve bundan nemalanan kemalistlerden baska kimi suçlayabiliriz?

  23. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Bilimsel makaleler, atiflar vb hakkinda bir uyari

    Gerçegi kavramak için kullandigimiz ölçüler, kurdugumuz modeller gerçegin kendisi degil elbette. Bilimi üretmek ve ondan istifade etmek esas olan.

    istatistiklere temkinle yaklasmak gerektigini düsünüyorum:

    Rahmetli Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’den güzel bir açiklama

    “SCIENCE CITATION INDEX” BİR BİLİM ADAMININ DEĞERİNİ BELİRLEMEKTE TEK VE OBJEKTİF BİR KRİTER MİDİR?

    Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

    1960’lı yıllarda Eugen Garfield ABD’nde Philadelphia/Pennsylvania’da Institute for Scientific Information (ISI) yâni “Bilimsel İstihbârat Enstitüsü” adı altında ve “bilimsel sonuçların tüketimini ölçmeye yönelik parametreleri ihdâs ve tesbit etmek amacıyla” bibliyografik bir veri tabanı geliştirmek üzere bir şirket kurmuştu.

    Bu şirketin oluşturduğu Science Citation Index (SCI) denilen veri tabanı 1964 yılındanberi yürürlüktedir. Daha sonra Science Citation Index Expanded (SCIE) diye genişletilen bu veri tabanı hâlen: Biyokimya, Biyoloji, Enformatik (Bilişim), Farmakoloji, Fizik, Hemşirelik Bilimleri, Jeoloji, Kimya, Matematik, Mikrobiyoloji, Mühendislik, Ormancılık, Psikiyatri, Tıb ve Ziraat konularında, çeşitli dillerde yayınlanmakta olan çeşitli bilimsel dergilerin taranmasıyla, en azından: 1) bilimsel makālelerin özetilerini vermekte, ve 2) yazarına ya da yazarlarına bu makāle dolayısıyla kimlerin makāleleri tarafından kaç kere yollama yapılmış [referans verilmiş, “site edilmiş”] olduğunu, yâni bu makālenin bilim âlemindeki yankısını sayısal olarak tesbit etmektedir.

    ISI’nin bu veri tabanı 1945 yılına kadar uzanmaktadır. Başlangıcından bugüne kadar SCI’nin tarayarak veri tabanı oluşturduğu bilimsel dergilerin sayısı 3700 civârında kalmış iken SCIE’in taradığı dergiler bugün yaklaşık 6200’e ulaşmıştır. Bu iki veri tabanı arasındaki farkları bilmeyenlerin aklında ise yalnızca Science Citation Index yâni kısaltılmış şekliyle SCI vardır.

    Her hafta yaklaşık 19.000 kadar makāle özetinin ve 430.000 sitasyon’un dâhil edildiği SCIE veri tabanının bugünkü hacmı yaklaşık 18 milyon özete ulaşmış bulunmaktadır. Bununla beraber, gerek SCI’nin gerekse SCIE’nin yukarıda adı geçen konularla ilgili bilimsel dergilerin hepsini taramadığı ve bunlar arasında, kriterleri kendince mâlûm, bir seçim yaptığı da gözden ırak tutulmamalıdır.

    2547 sayılı Yüksek Öğretim Kānûnu’nun yürürlüğe girmesinden sonra bir bilim adamını bilimsel olarak değerlendirmek amacıyla SCIE’ye baş vurmak, akademik ortama, önce kānûn ve yönetmeliklerde yer almamış bir moda ve daha sonra da fiktif bir zarûret olarak yerleşmiş bulunmaktadır. Bırakınız Medya’yı, işin künhünü bilmeyen bilim adamları tarafından dahî, SCEI’ye baş vurarak bilim adamlarını bu veri tabanındaki sitasyonlarının sayısı aracılığıyla değerlendirmek sanki objektif ve hiç şaşmayan tek kritermiş gibi algılanmaktadır ki bu aslā ve aslā isâbetli de değildir, doğru da değildir!

    Nitekim bir bilim adamının bilimsel değerini:

    Hocalığı,
    Araştırıcılığı
    Bilimsel nitelikli proje ve doktora ya da lâboratuvar ve klinik idâre etmekteki ya da sanatsal eser vermekteki yeteneği ve verimliliği, ve
    Bilgiyi: A) öğrencilerine, ve B) meslekdaşlarına (kolleg’lerine) yayıcılığı

    gibi beş faktör belirler. SCIE’de “site edilmiş olmak” ise bu beş faktörden, yalnızca ve yalnızca, B) şıkkı ile doğrudan doğruya ilgili değil, yalnızca ilintilidir. Dolayısıyla, SCIE tek kriter olamaz; aşağıda ise niçin objektif bir kriter olamayacağını da açıklayacağız.

    Bilim adamının hocalık vasfını en iyi değerlendirenler öğrencileridir. Eğer bilim adamı:

    Derslerini ilgi çekici kılabiliyorsa,
    Ders takrîrindeki hitâbeti etkileyici ise,
    Tahtayı iyi kullanabiliyorsa,
    Yazısı okunaklı ise,
    Dersinin metnini ve çözülmüş problemlerini teksir olarak dağıtıyorsa ya da bu konuda yazılmış kitapları varsa,
    Öğrencilerine kibirle değil, şefkatle muamele ediyorsa,
    Öğrenciler tarafından kolay hazmedilemeyen konuları gerek sınıfta gerekse odasında onlara tekrar açıklamakdan yüksünmüyorsa,
    Not vermede âdil davranıyorsa

    onun bu nitelikleri öğrenciler arasında takdîr edilerek derslerine ilgi de o ölçüde artar. Bu duruma meslekdaşları da kısa zamanda vâkıf olurlar.

    Bilim adamı:

    Bilimsel araştırma projeleri teklif edebiliyor ve yönetebiliyorsa,
    Konusunda ilmî literatüre bihakkın vâkıf ise,
    Yanındakileri ekip çalışmasına teşvik edebiliyorsa,
    Doktora konuları bulup doktorantlarını başarıya ulaştıracak şekilde yönlendirebiliyorsa,
    İlim ahlâkından yâni akademik deontolijiden aslā ödün vermiyorsa, ve
    Bütün bu konularda salâbeti de verimliliği de kanıtlanmış ise,

    bütün bunlar meslekdaşları arasında kıskançlıklara ve hattâ engellemelere yol açsa bile, sonunda mutlaka saygı ve takdîr kazanır.

    Bilginin öğrencilere yayılması bilim adamının verdiği derslerin muhtevâsının yalnızca ders verdiği sınıfla sınırlı kalmayıp sınıfın dışına da taşması demektir. Bu da bilim adamının o konuda pedagojik kitap ya da kitaplar yazmış, tercümeler yapmış olmasıyla ölçülür. Ayrıca bilim adamı orijinal araştırmalar yapıp yayınlamakla da yükümlüdür. Bâzıları ise kendi yayınlarının sayısını kabartmak ve SCIE’de daha çok “site edilmiş olmak” için, doktorantlarına, idâre ettikleri doktoralar yayınlanırken bunların başına kendi isimlerinin de konulmasını icbâr ederler. Bu, kanaatimce, doktorantı ezen ve akademik deontolojide yeri olmaması gereken bir tasarruftur.

    Bir bilim adamının söz konusu dört faktörün hepsinde de başarılı ve verimli olması idealdir ama her bilim adamından bu performansı beklemek âdilâne bir tutum değildir. Meselâ Rölâtivite Teorileri’nin kurucusu, Fotoelektri Olay’nı açıklayan, Bose-Einstein İstatistiğini kuran ve 1921’de Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmış olan Albert Einstein (1879-1955) gibi bâzı bilim adamları öğrencilere muhâtab olmaktan da ders anlatmakdan da olabildiğince kaçınarak kendilerini yalnızca araştırmaya verirler. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Atom ve Çekirdek Fiziği Kürsüsü’nün ve lâboratuvarlarının, Teorik Fizik Enstitüsü’nün, Türk Fizik Derneği’nin kurucusu ve Atom Enerjisi Komisyonu ile Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin kurulmasının öncüsü olan Fâhir Yeniçay (1902-1988) gibi bâzıları ise yalnızca iyi öğrenci yetiştirmek, ders kitabı yazmak konusunda gayret sâhibidirler.

    Bilim adamlarının gerçek değerlerini ne SCIE’deki sitasyonlarının sayısı ve ne de bu işten anlamayan gazeteciler tesbit edebilir. Bu değerlendirmeyi ancak ve ancak o bilim adamları gibi bilim adamı ve aynı akademik titre sâhib olan ciddî ve âdil meslekdaşları yapabilir.

    SCIE’de “site edilen” makāleler bilimsel değerlerine bakılmaksızın taranıp kayda geçmektedir. Meselâ, 1989 yılında Stanley Pons ve Martin Fleischmann yaptıkları bir elektroliz hücresinde çok düşük sıcaklıkta füzyon olayını gerçekleştirdiklerini ileri sürmüşlerdi. Bu soğuk füzyon üzerine her ikisine de yollamada bulunan binlerce makāle yazılmış ve bunların çoğu da SCI’de ve SCIE’de yer almıştı.

    Fakat 15 sene zarfında bu iki zâtın tecrübesini ve ölçümlerini tekrarlayan pekçok bilim adamı “soğuk füzyon” diye bir olay varsa dahî bunun Pons ve Fleischmann’ın tecrübelerinde iddia etmiş oldukları gibi ortaya çıkmadığını gösterdiler. Yâni Pons ve Fleischmann’ın iddialarının gerçek tarafı yoktu. Şimdi sormak lâzımdır: “Pons ve Fleischmann’ın, bilimsel olmadığı kanıtlanan soğuk füzyonu gerçekleştirmiş oldukları iddiası dolayısıyla, SCI’de ve SCIE’de binlerce kere zikredilmiş olmaları ve böylece kendilerine yapılan yollamaların sayısının iyice kabarmış olması onların kâr hânesine kaydedilmesi gereken bir başarı mıdır? Buna göre, SCI’de ya da SCIE’de “şu kadar” zikredilmiş olmak bilim adamları için: 1) tek kriter, ve de 2) objektif bir kriter olabilir mi?

    Ayrıca, meselâ: Hukuk’da, İktisat’ta, İlâhiyat’ta, Epistemoloji’de, Mantık’ta, Türkoloji’de, Arap-Fars Filolojisi’nde, İç Mîmârî’de, Heykeltraşlık’da, Müzikoloji’de ve ilh… orijinal araştırma yapanların SCIE’de zikredilmesi (“site edilmesi”) imkânı olmadığından bu gibi bilim adamlarının “SCEI’de sıfır sitasyonu var” diyerek afişe edilmeleri ve haksız yere küçük görülmeleri doğru mudur? Nitekim kendisi tanınmış bir Anayasa Hukuku uzmanı olan YÖK Başkanı Prof.Dr. Erdoğan Teziç son zamanlarda birkaç gazetede SCIE’de hiçbir makālesi “site edilmemiş” olduğu için haksız yere eleştirilmiştir.

    Bundan başka bilim âleminde çok güçlü lobilerin varlığı da bir sır değildir. Bunlardan biri “Yahudi Lobisi”, diğeri ise “İlâç Sanayii Lobisi”dir. “Yahudi Lobisi”ne mensûb olanlar SCIE tarafından taranan dergilerde yayınladıkları makālelerde muhakkak bir punduna getirip özellikle başka yahudi bilim adamlarının bilimsel yayınlarına yollama yaparlar. Bu da haklı ya da haksız yahudi bilim adamlarının SCIE’de daha fazla sayıda zikredilmesine yol açmaktadır.

    SCIE’de sitasyonların sayısını kabartmanın bir başka yolu da bir bilim adamının yayınladığı her makālede, gerekli olsun olmasın, kendisine ait daha önceki makālelere yollama yapmasıdır.

    Eskiden tıb alanında bilimsel dergiler çok daha seçiciydiler; kılı kırk yararlar ve kendilerine yayınlanmak üzere gönderilen makālelerin çoğunu da reddederlerdi. Şimdilerde ise güçlü ilâç firmaları ya da onların alt kuruluşları piyasaya sürdükleri yeni bir ilâç hakkında birbirini tekrarlayan, istatistiksel değeri olmayan 20-30 vaka hakkında hiçbir orijinalliği bulunmayan sözümona bilimsel makāleler yazanların bu makālelerini, ellerindeki parasal yaptırım gücüyle, SCIE tarafından taranan bâzı tıb dergilerinde yayınmasını sağlayabilmektedirler. Bu ise, söz konusu kimselerin bu ilâç firmalarına daha bağımlı çalışmaları için bir nevi rüşvet yerine geçmektedir.

    T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından Resmî Gazete’nin 25213 sayılı nüshasında yayınlanmış 28.08.2003 târihli “Eğitim Personelinin Nitelik Ve Seçim Esasları Hakkında Yönetmelik”de Şef Yardımcısı olmak için 6. Madde’nin ve Şef olabilmek için de 7. Madde’nin gerekli gördüğü SCI’ye ya da SCIE’ye kayıtlı dergilerde Şef Yardımcısı için 3 ve Şef için de 5 yayını olması şartı, bu işe âşinâ tarafsız gözlemcilerin kanaatine göre, yukarıdaki paragrafta değinilmiş olan İlâç Sanayii firmalarının devreye girmelerini ve yayınların bilimsel kalitesinin de olabildiğince düşük olmasını sağlayan bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.

    Bütün bu olgular, bir bilim adamının değerlendirilmesinde SCIE’deki sitasyonlarının sayısının ya da, Sağlık Bakanlığı söz konusu olduğunda, SCI’ye ya da SCIET’ye kayıtlı dergilerde yayınlanmış tıbbî yayınların: 1) niçin tek kriter olamayacağı, ve de 2) niçin objektif bir kriter olamayacağı konusunda fehâmet ve idrâk sâhiplerine yeterince ışık tutacaktır.

    Kaynak:

    http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=63&Itemid=57

  24. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    sayın MY Bey;

    mümkünse birkaç itirazda bulunmak istiyorum. evvela şu önerme, konu hakkında yeterli bilgiye ulaşılmadan öylecene söylenivermiş mesela:

    “…Islamcilik da dahil Türkiye’deki bütün hareketler Kemalizm ile döllenmistir!…”

    islamcılık, bir anlam ihtiva ediyorsa biçimiyle de bağlantılı; bunu bir önerme içinde kullananlar da “aslında ben şunu kastetmiştim” gibi açıklamalara dönmek zorunda kalmayacakları kadar bu anlamı aşağı yukarı da olsa bilmek durumundadırlar diye düşünüyorum.

    daha bariz bir örnek olması bakımından mesela;
    kemalistlerden bekleMeyeceğimiz bir gelişme, içinde yaşadıkları toplumun muhtevası hakkında bizzat toplumu oluşturanların kendilerini nasıl tanımladıklarını dikkate almalarıdır değilmi? örneğin, bir nurcu, bir süleymancı ve bir nakşibendi arasındaki farklar ve ortak noktalar kemalcinin anlam dünyasında yankı bulmaz çünkü buna ilişkin bir bilgi kırıntısı dahi mevcut değildir hafsalasında ve dolaysız olarak “ticani” üst başlığı altında ele alacağı ezber cevabı okuması/anlam inşa etmesi kendisi için yeterlidir.

    demek istediğim, kemalcilik herhangi bir düşünce dölleyecek anılmaya değer başka birşey değildirki müstakil olarak bu işi yapmış olsun ve siz de bu önermeyi bize aktarın.

    eee peki ne ? diyenler olursa diye; kemalcilik de sizin “islamcılık” olarak yanlış belirttiğiniz aslı “muhafazakarlık” da doğrudan fransız devrimi sonrası karşıt tarafların ve bu karşıtlıktan doğan söylemin kavramlarının anadolu’da eklektik olarak yeniden üretilmişinden başkası değildir. yani, jakobenlerle eski özlemcisi muhafazakarların savaşının anadoluya sıçramış versiyonudur. islamcılıkla bunların hiçbir ilgisi yoktur. ki aynı dönemlerden başlayarak kendini islamcı olarak tanımlayanların diline kavramlarına ve iddialarına bakabilecek olursanız bunu çok daha iyi ve kolay analiz etme imkanı bulabilirsiniz.

    islamcılık bir tanımdır. kemalcilik, muhafazakarlık, fetullahçılık, liberallik vb. gibi. iddialarını ortaya koymuş, kalabalıklar ve imparatorluk inşa edememiş ki böyle bir iddianın da zıddını savunmuş, azınlık da olsa bir damar olarak varlığını sürdürmüş tezlerine meşruiyeti aşkın olanda aramış bir tasavvurdur yada bu tasavvuru benimseyenlerdir diyelim. işin karıştığı nokta, muhafazakarın yada kemalcinin “çimento”olarak algılayıp toplum örme de kullanmak istediği müteal ilişkisi ile islamcının müteal algısını karıştırırsanız mutezileye de pekala tasavvufi bir ekol demek için pekçok ortak nokta bulabiliriz diye düşünüyorum.

    ben kendi adıma; herhangi bir önermede bulunmak için herhangi biri hakkında, benim onu nasıl algıladığım kadar onun kendini nasıl tanımlayıp, ne söyleyip, ne yaptığına da bakmayı sağlıklı bir önerme için olmazsa olmaz olarak düşünürüm. bunun, bulunduğum ortamda beni sınayabilip yanlışyacak insan bulunup bulunmaması ile doğrudan alakası yok. bunu doğrudan kendi konformizmimle yapmam gereken bir savaş olduğu kabulü ile alakası var ve bunun herkesçe bilinen ve sıkça kullanılan ortak bir adı var değil mi?

  25. Yazan:MY Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    Rüstü Bey Selamlar,

    Öncelikle özenli ve derinlikli yorumunuz ve harcadiginiz zaman için tesekkürler.

    islamcilik kavraminin birden fazla anlami oldugunu düsünüyorum. Kendi anlayisimi sunayim ama sizin eger Islamciligin ne oldugu ve ne olmadigi konusunda bir yaziniz varsa severek yayinlayabiliriz.

    (simdi bir çerçeve çizecegim, amacim size ögretmek degil, bilakis varsa bir ekleme/düzeltme, buyrunuz yapiniz)

    Bildigim kadariyla Hz Muhammed zamaninda mezhebler olmadigi gibi Islamcilik da yoktu. “Müslüman” olmak yetiyordu.

    Kanimca Müslüman olmak çok sade, basit bir sey. Ama bir o kadar da zor. Nefisle olan mücadele ki Peygamberimiz buna “BÜYÜK CiHAD” demis, bir demir leblebidir, çigneyebilene ask olsun 🙂

    Islamciliga geri gelelim: Ögrendigim kadariyla Islam bir din olarak ortaya çiktigi dönemde çok çabuk bir kimlik ve siyasî bir organizasyon haline geldi. Meselâ Hristiyanlar ya da Yahudiler gibi asirlarca sinmek, saklanmak zorunda kalmadi Müslümanlar. ilk yillardaki baskilar nispeten çabucak defedildi.

    Neden önemli bu kisim? Adi geçen diger iki dinin mensuplari IZDIRAP ÜZERiNE BiR KiMLiK insaa ettiler biliyorsunuz ve sonunda dinlerini de bozdular.

    Müslümanlar tersine bir siyasî yönetim biçimi olusturdular, bir devlet gelenegi ortaya çikti. Islam disi kaynaklardan, eski yunan, budist, vs vs felsefe ve baska alanlarda tercümeler yaptilar.

    Özetle ilk yillarindan itibaren MUZAFFER ve KENDiNE GÜVENEN bir Islam düsüncesi var.

    Sonraki asirlarda bir çok inis ve çikis olmus, mogollar, haçlilar, … ama Müslümanlar hiç bir zaman BiR BÜTÜN OLARAK 1800’lerdeki duruma düsmemisler. Bu asirda Hindistan’dan Fas’a kadar kölelik durumuna düsen bir Ümmet var. Ve sonunda Osmanli’nin çöküsü.

    Bu andan itibaren çare arayan ve eyleme geçen Müslümanlarin çogunda (?tamami) Modernizme göre bir durus alma var. Ya “Düsmani taklid edelim” ya da “düsman ne yapiyorsa tersini yapalim” diyen bir durus. ¨Bir üsengeçlik ya da panik halinde düsüncenin felç olmasi.

    Neticede sekilci, eskiyi idealize eden, Osmanli’yi bir Asr-i Saadet gibi tasavvur eden arayislar. Verimsiz, sonuçsuz, kendisiyle, batiyla kavgali. 1800’lerin batisiyla, 2009’un batisiyla.

    Bizim grubumuzdan Suat, Ekrem ve Enver bu konularda çok hassasiyet gösteriyorlar, hakli olarak “modernist zemin disinda düsünül(E)MEsinden yakiniyorlar.

    iste islamcilik-LARI da bu çerçevede görüyorum. Birbirlerinden çok farkli yönleri olsa da islâmî-siyasî arayislarin modernizm kiskacinda gelisitigine tanik oluyorum. Istisnalar varsa ya da istisna olmaktan öte giden hareketler varsa ben bilmiyorum. Olabilir. olmalidir. (Tavsiye ettiginiz yazar, düsünür var midir?)

    Kemalizm ile bitirelim sözü. “kemalizm tarafindan döllenme” bir metafor olarak oldukça sert. Bundan rahatsiz olduysaniz anlayabiliyorum. Ama anlattigi sey dogru. Baksaniza PKK bile ne kadar kemalci ama haberi yok.

    Aslinda bir döllenme ötesinde Haki Demir’in dedigi gibi bir tecavüz söz konusuydu belki de?

    Zihne tecavüz mü millî eğitim mi?

    Bu güzel yazidan bir alinti:

    Kadın veya erkeğin cinsel yolla bedenine tecavüz suç sayılmıştır. Bu fiile verilen ceza miktarlarındaki tartışmalar bir tarafa, fiilin suç sayılması tabi ki doğrudur. Daha genel ifadelerle meseleyi ele almak gerektiğinde, insan vücut bütünlüğüne müdahaleler (cinsel yolla olanlar dışındakiler de) suç sayılmıştır. Bu da doğrudur. İnsan varlığının tüm unsurlarıyla dokunulmaz kılınması, hayatın ve anlayışın başlangıcıdır. Bu noktadan başlamayan hiçbir düşünce, doğru bir hareket noktasından başlamadığı için istikametini asla doğru tayin edemeyecektir.

    Fakat bu başlangıcın eksik olduğunu teşhis etmek gerekiyor. “Vücut bütünlüğü” ifadesi, her ne kadar lügat olarak insani tüm “mevcudiyeti” kastederse de aslında ülkedeki terminolojik savrulmalar bu ifadenin “beden bütünlüğü” seviyesinde ve çerçevesinde anlaşılması için gerekli mana enjeksiyonunu gerçekleştirmiştir. Mevzuat, “vücut bütünlüğü” ifadesini tamamen “beden bütünlüğü” yani biyolojik bütünlük şeklinde anlamaya ayarlı hale gelmiştir. Yer yer iradeyi sakatlayan halleri müeyyideye bağlamışsa da bu noktadaki yoğunluk, vücut bütünlüğü ifadesinin beden bütünlüğü şeklinde anlaşılmana mani olmayacak hafifliktedir.


    Elbette kemalciligi gökten zembille inmis bir sey olarak kabul edemeyiz, pozitivizmin alaturka versiyonudur. Fikrî bir asagilik kompleksidir ve Kemal daha dogmadan çok önce baslamistir bu kompleks. Ama siyasî bir proje haline gelmesi ve “basariyla” uygulanmasi Kemal zamaninda olmustur. Onun için mütecavizler de(en azindan sonuncular) kemalcidir… diye düsünüyorum:)

    Saygilarimla

  26. Yazan:rüştü Tarih: Ağu 12, 2009 | Reply

    eyvallah mehmet bey!

    “…Oysa sizi iyi anlamıştım;barışçıl çabanızı,tarafsız(adil kastedilmiş olmalı; ne akar ne kokar değil)duruşunuzu,nezih üslubunuzu evet iyi anlamıştım.Şimdi de sizi gayet iyi anladığımı düşünüyorum…”

    bu betimlemede karşılaştığımız “barışçıl” tam da “islamcı” ya karşılık gelen insancıllık temeli emniyet…

    “…Meselelerin özüne inilmesi ve soykirimlarin, katliamlarin tekrar etmesinin engellenmesi gerekir. Bence aydinlar bu yönde çalismalilar. Gerçek meseleler kanaatimce:

    1) ulus-devlet modeli, seçkincilik, oligarşi, saltanat…
    2) Silah ticareti, korku ticareti…
    3) Korku içindeki toplumlarin baskici rejimlere kaymasi, akıl kayması…
    4) Dost millet, düsman millet fantezileri oysa ademin çocuklarıyız o da topraktandı; ateşten yada mavi kanlı değil….
    5) vs, vs. hiyerarşik yapıların temellerinin(enalttakilerin/paryanın) çekilip üst yapıların çökertilmesi…

    bunlarin tartismaya açilmasi ve halkin bu konulari içsellestirmesi gerkir. Aydinlar (bence) halkin çobani gibi davranmayi birakmali(raina), gerçekten AYDINLIK saçmalidir(unzurna)…”

    bu tarih boyunca zayıf damar(kalabalık bakımından) islamcılığın barışçılığın insancalığın, hayvancalığı terkedişe çağrının adıdır…

  27. Yazan:Mert Nuhoğlu Tarih: Ağu 22, 2009 | Reply

    Mehmet Bey’den alıntı:

    Adi geçen diger iki dinin mensuplari IZDIRAP ÜZERiNE BiR KiMLiK insaa ettiler biliyorsunuz ve sonunda dinlerini de bozdular.

    Müslümanlar tersine bir siyasî yönetim biçimi olusturdular, bir devlet gelenegi ortaya çikti. Islam disi kaynaklardan, eski yunan, budist, vs vs felsefe ve baska alanlarda tercümeler yaptilar.

    Özetle ilk yillarindan itibaren MUZAFFER ve KENDiNE GÜVENEN bir Islam düsüncesi var.

    Sonraki asirlarda bir çok inis ve çikis olmus, mogollar, haçlilar, … ama Müslümanlar hiç bir zaman BiR BÜTÜN OLARAK 1800′lerdeki duruma düsmemisler. Bu asirda Hindistan’dan Fas’a kadar kölelik durumuna düsen bir Ümmet var. Ve sonunda Osmanli’nin çöküsü.

    Bu andan itibaren çare arayan ve eyleme geçen Müslümanlarin çogunda (?tamami) Modernizme göre bir durus alma var. Ya “Düsmani taklid edelim” ya da “düsman ne yapiyorsa tersini yapalim” diyen bir durus. ¨Bir üsengeçlik ya da panik halinde düsüncenin felç olmasi.

    Bu tarih yorumu benim çok ilgimi çekti. Özellikle kültürlerin çocukluk çağında yaşadıkları ızdırap/refah tezatının, uzun dönemde, kültür üzerindeki etkisi çok merak uyandırıcı.

    Merak ediyorum, acaba bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma var mı?

    Ek olarak, özellikle Derin Düşünce yazarlarına bir soru daha yöneltmek istiyorum. Modernizme göre tanımlanmış bir karşı duruş almayı eleştirdiğinizi anlıyorum. Fakat bu sitedeki yazılar da, büyük oranda kemalizm, liberalizm, laiklik, milliyetçilik gibi aydınlanma sonrası ortaya çıkan modern fikir akımlarına eleştiriler sunmak şeklinde. Bu tür modernizm eleştirilerine odaklanmanızın gerekçeleri neler olabilir?

    Şunu eklemek isterim, burada okuduğum eleştirilerin birçoğunu çok değerli ve öğretici buluyorum. Bu soruyu, yargılayıcı bir maksatla sormuyorum. Kendiminkiler de dahil, tüm insan ürünü düşünce eserlerinde, belli bir ölçüye kadar tutarsızlıkların bulunmasını, doğal ve hatta zorunlu görüyorum. Çünkü sosyal sistemler, insan aklının sınırlarının çok ötesinde dinamik karmaşıklık içerir. İnsanların ürettiği sosyal analizler, ancak sistemin sınırlı bir alanında içtutarlılık sağlayabilir. Ne var ki, iyi yapılmış bir sosyal analiz, mutlak geçerliliği olmasa da birçok yerde pratik fayda sağlar.

  1. 5 Trackback(s)

  2. Ağu 29, 2012: İnsanları değil Rejim’i koruyan millî eğitim kanunu : Derin Düşünce
  3. Eyl 3, 2012: 4+4+4 = Eski kafaya yeni şapka : Derin Düşünce
  4. Şub 13, 2015: Millî eğitim mi yoksa millî tektipleştirme mi?
  5. Kas 3, 2015: Millî eğitim aforizmaları
  6. Kas 24, 2015: 24 Kasım öğretmenler günü aforizmaları | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin