RSS Feed for This Post

Yeni Üniversiteler Hayırlı Olsun

Fethi Sipahi Tan
İzlenimler

Uluslar arası istatistikler üzerinden Türkiye’deki üniversitelerin yetersizliği tartışılırken duruma bir de yeni kurulması düşünülen üniversiteler problemi eklendi. Ben tartışmaların boş olduğunu düşünüyorum. Görebildiğim kadarıyla Türkiye üniversitelerinde akademisyenlerin kahir ekseriyeti bilimsel çalışma yerine

Köpeklerle boğuşma, tepişme hiç katırla
Hamamda kavga olmaz sütü bozuk natırla
Kulağına küpe yap, bu sözümü hatırla:

Kim ne derse hıı deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

kavlince, idarecilere yağcılık yapma, rektör seçiminde kazanacak ata oynama, anabilim, bilim vs. dalı başkanlığı kapma, ek ders ücreti elde etme, ayak kaydırma, ayağını kaydırmama, muhtelif rantlara ulaşma konularında ihtisaslaşır. Biraz yurtdışı görmüş olan genelde pek bir şey ifade etmeyen konuları “birinci sınıf dergide” yayınlayarak sözde bilime katkıda bulunur. Yerlilerin zaten makale ile filan bir ilişkisi yoktur. Genelde bunlar dandik ders notlarını ceplerinden bastırıp öğrencilere satarak ticaret yapmaya çalışırlar. Asistanların tek gayesi tez bitirip kadro kapmaktır. Bunun yolu da iyi, işe yarar tez yazmak değil, danışmana ve etrafındakilere sadakatten geçer. Bu işler vakıf özel üniversitelerde de üç aşağı beş yukarı böyle yürür. Zira tevhidi tedrisat gereği özel okullar ve üniversiteler aslında bizde özel değildir. Tek özel yanı öğretmen ve hocanın maaşını devletin vermemesidir. Yasalar tüm kesimleri aynen bağlar.

Bu genel yapı içinde sivri, aykırı akademisyenler kısa sürede törpülenir. Ola ki üniversiteyi dünyanın ilk 500 okulu arasına sokar maazallah diyerekten adamın iflahı kesilir. Kendisine ders verilmez, böylece ahbap çavuş kesimi ek paralar alırken bizimki maaşa talim etmek zorunda kalır. Ek ders ücretleri Türk akademisinde önemli motivasyon araçlarındandır. İtiraz etmeye kalkan akademisyene “işine gelirse, döner sermaye, ek ders vs.” ödemesi almak istiyorsan edebinle otur, ortalığı karıştırma mesajı verilir. Zaten bizde herkes aynı parayı alır. Yatan profesör, doçentle çalışana aynı maaş ödenir, hatta yatan ek ödemeleri almada ahbaplık ilişkisi güçlüyse çalışanı birçok durumda ücret açısından geçer. Çalışan da enayi durumuna düşmemek için “yeter be, başlarım üniversitesine” diyerek kendi kabuğuna çekilir. Daha ileri gidene yukarıda sayılan bir sürü madde kapsamında okuldan ve memurluktan atılma cezası verilir.

Dolayısıyla bazı gazetecilerin “Niçin bizim ilk 500 arasında üniversitemiz yok” sorusuna cevap arayışları, şimdiki yöntemle beyhudedir. Bu işin zeka, metod, araç-gereçle ilgisi bulunmamaktadır. Bizim üniversitelerimizde araç, gereç, kitap, dergi eksiği filan yoktur. Akademisyenlerimiz de maşallah cin gibidir. Problem yukarıda anlattığım kafadır. Dünya çapındaki nadir sosyal bilimcilerimizden Şerif Mardin’in “vay, sen nasıl Bediüzzaman’la ilgili araştırma yaparsın” denerek aforoz edilişini unutmayalım. Gerisi boş laftır.

Yeni üniversite kurulması tartışmalarının ise “üniversite, bilim” gibi konularla bir ilişkisi yoktur. Sadece Türkiye’nin taşra il ve ilçelerinin ekonomisinin canlandırılması vehmiyle bölge kasaba politikacılarının gayretlerinden söz etmek mümkün olabilir. Yani, üniversite açılsın, şu kadar memur, bu kadar öğrenci gelir, ticareti canlandırırız hesabı. Üzerinde bile durmaya, ciddiye alıp “efendim, yetişmiş öğretim elemanı sıkıntısı var, bu üniversitelerde kim ders verecek” gibi eleştiride bulunanlar da, “bu eğitim kurumları bölgenin kültürel gelişimine katkı yapacak” türünde savunmaya geçenleri de boşa nefes tüketmektedirler.

Bu konuyla bir şekilde ilişkilendirilebileceği için, daha önce yazdığım bir yazıyı da hatırlatmak isterim. Özellikle yeni üniversite yapılması planlanan küçük şehirlerde ikamet edenler için istikbaldeki durum açısından yararlı olabilir.

Akademik Dünyada Kim Kimdir? Profesörün Tokadı Üzerine

Bir haber var. Profesörün biri asistana önce hakaretler yağdırmış, sonra da yapıştırmış tokatı. Tabii olay ne ölçüde doğrudur bilemiyorum ama yakından tanıdığım bir camia olduğu için gerçeklik ihtimalinin olduğunu zannediyorum. Akademik dünya denince benim aklıma, başına gelenler karşısında bir tokata dünden razı olacak bir sürü zavallı ve bunların sırtına binmiş ruh hastalarının hikayesi gelir. Bu haberin ilhamıyla, izleyebildiğim kadarıyla akademik camianın aktörlerinin halini aktarmaya çalışacağım, böylece memur olmak için asistanlık kapısı bekleyen genç öğrencilere de belki biraz fikir vermiş olurum. Buradaki tanımlar ve gerçekler vakıf ve devlet üniversiteleri için aynı ölçüde olmamakla birlikte geçerlidir. Bilinen birkaç kalburüstü okul ve bölüm hariç ve özellikle Anadolu’daki çoğu kağıttan üniversitede olaylar burada anlatılana yakındır.

Araştırma görevlisi

(Eski dilde asistan) Generale paşa dendiği gibi bizde hala araştırma görevlisine asistan denir. Akademik dünyanın en alt basamağında yeni mezundan doktora yapmışa kadar 5-10 sene boyunca çalışmak durumunda kalan yüksek lisans ve doktora öğrencileridir. Aslında bir tür devlet bursuyla okuyan yüksek lisans ve doktora öğrencisi olarak da tanımlanabilir. Tek görevleri “dekanlıkça” kendilerine verilen işleri yapmaktır. Ancak kağıt üzerindeki bu görev gerçek hayatta “asistan” için fiili bir köleliğe dönüşebilir. Öncelikle, asistan “dekanlığın” değil “dekanın” ve diğer “hocaların” verdiği işleri yapmaya başlar.

Mesela ilk olarak parasını derse giren hoca aldığı halde sınav kağıtlarını okumakla işe başlar. Sonuçta, derse giren ve kağıdı okuyan farklı olunca değerlendirmeler niteliksiz hale gelir. İlaveten asistan için bu “dekanlığın” verdiği bir iş değil, birazdan anlatılacak ilişkiler gereği bir öğretim üyesinin özel işidir. Peki hoca asistan kağıt okurken ne yapmaktadır? Genelde, hiçbir şey. Diğer hocalarla geyik muhabbeti, internette sörf, şahsi işleri için görüşmeler, şahsi ilerlemesi için yazıp çizme vs.

Bu tür “dekanlık” dışı işler hocanın yerine derse girmekten, hocanın elektrik, su parasını yatırmaya, arabasını parlatmaya, hocanın çocuk ve hanımının özel işlerine koşturmaya kadar uzayabilir. Peki, asistan bu çileye neden itiraz edemez. Genelde, asistanların yıllık sözleşmelerinin uzaması veya yüksek lisans tezlerinin kabulü, daha sonra doktoraya alınabilmeleri, sonunda doktorayı tamamlamaları danışman “hoca” olarak anılan şahsın iki dudağı arasındadır. “Hoca”lar kimseye hesap vermek zorunda değildir. Dolayısıyla az sayıda karakterini yitirmemiş, işten atılmayı göze almış veya “dayısı” olan asistan dışında genelde terfi ve doktorayı bitirme, bilimsel kriterler yerine sadakat ilişkileri ile gerçekleşir. Sadakat ilişkilerini Türkçeleştirirsek, akademik dünyada “usta-çırak” lafıyla maskelenen “kapı kulluğu” ya da “kapı köpekliği” kavramlarıyla karşılaşırız. Üniversite çevrelerinde bu ilişkiler sebebiyle, yapılan tezlerin tamamına yakını hiçbir anlamı olmayan (yani yapılmasa ne olurdu sorusuna, “hiçbir şey” cevabı verilen) garabetlerden ibarettir. Az sayıda işe yarar çalışma ise istisna kabilinden danışmanlara düşmüş asistan veya öğrencilerin eseridir.

Asistanların hocalardan hakaret işitip tokat yeme, onların özel işlerini görme dışında bir diğer fonksiyonu ise “hocalara” makale, bildiri ve kitap hazırlamaktır. “Hoca” yüce bir insan olduğu için genelde bir şey yazmaz. Okumaz da, aşmıştır. Asistan ve öğrencileri “yönlendirir”. Yönlendirmenin türkçesi onların yaptığı çalışmalara ismini koyarak yayın haline getirmektir. Bildiri ve makaleler genelde öğrencinin tez ve seminerlerinin başına hocanın isminin yazılması ile oluşur.

Kitap yazma süreci, özellikle sosyal bilim branşlarında daha önce birbirinden çalınarak yazılmış 3-5 ders kitabının scanner ile taranarak yeni bir formatta kesilip biçilmesiyle şekillenir. Yeni oluşan “kitaba” nirvana düzeyindeki hocanın adı yazılır. Kapıkullarına ise önsöz bölümünde “yaptıkları değerli” katkılardan dolayı teşekkür edilir. Halbuki teşekkür metninin “kitabın tümünü ücretsiz dizdiği için Ali’ye, bir çok şekli başka kitaplardan tarayarak aktardığı için Veli’ye, matbaa ve hamallık işleri için Bekir’e, kapağı beleş tasarladığı için Hasan’a” gibi ibarelerden oluşması aslında daha gerçekçidir.

İşin en gülünç tarafı da birçok “hocanın” önsözde “bana çalışma fırsatı verdiği için sevgili dekanımız A ve sayın rektörümüz B’ye teşekkürü borç bilirim” gibi yalakalık cümleleri kullanmasıdır. Kitabı yazan dekan, dekan yardımcısı ya da bölüm başkanı gibi idari bir sıfata sahipse kitabın tüm çıktılarının devlete ait lazer yazıcıdan beleş alınması, fotokopilerin ücretsiz çoğaltılması usuldendir. Dekanla kanka olan hocalar da bu tür imkanlardan yararlanabilir. Hatta rektörle ahbaplık söz konusuysa kitabın bedavadan rektörlük matbaasında basımı da şık olur. Bu kitapların yurt çapında satılması genelde beklenmez, belli derslerde öğrencilere “açık kitap sınav” yapıp kitap dışında kaynak kullanımını yasaklama, kitap alanların listesini yapıp almayanlara gözdağı verme, fotokopi çekenleri asistan marifetiyle takip etme gibi yöntemlerle “doğrudan” satış daha karlı ve kolaydır.

Neticede asistanlar kabaca dekanlık tarafından verilenler hariç birçok özel işle uğraşan bir akademik gruptur. Aslında çoğu iyi insanlardır ama “sadakat, usta-çırak(!)” sistemi biçarelerin karakterlerini zaafa uğratır. Her asistanın “hele şu doktora bitsin, selam verirsem şerefsize…” diyerek söylendiği duyulur. Kısaca asistanlık bir tür köprü geçme sürecidir, ayı konumundaki “hocalara” dayı denmesi zarurettir. İşin kötüsü bu durum bir çok öğrenci tarafından da fark edilecek kadar aşikardır ve asistanların karizması öğrenciler nezdinde pek yüksek değildir.

Yardımcı Doçent

Doktora bitince dertler bitmez aslında. Bu defa yardımcı doçent kadrosu alma süreci ile karşı karşıya gelinir. Yardımcı doçent olmak niçin önemlidir? Öncelikle 300 Milyon civarında fazla para ve girilen derslerden ek ücret alınır. İlaveten yardımcı doçentler dekan yardımcılığı, bölüm başkanlığı gibi idari görevler alabilirler. En güzeli de dün kendi gördüğü köpek muamelesini artık diğer asistanlara uygulama şansını yakalar. Görüldüğü gibi hiç fena bir rütbe değil. Ancak bu payeyi alabilmek için geçmişteki sadakat ilişkilerinin iyi olması şarttır. O iyi değilse yukarıdan bir dayı (Peter ilkesinde piston denir) bulunması gerekir. Birçok doktora bitirmiş asistan bu iki faktör sebebiyle dr. asistan payesiyle eski maaşından sürünmeye devam eder. Pistonu olanlar ya da sadakatini ispatlayanlar ise yardımcı doçent olarak nurlu ufuklara doğru seyahate çıkarlar. Ancak, asistanlar gibi yardımcı doçentler de sözleşmelidir, her an idare değişikliği, siyasi görüş gibi sebeplerle başlarının belaya girmesi mümkündür. Yani kurtuluş için bir aşama daha gereklidir.

Doçent

Doçentlik devlet üniversitesindeki bir akademisyenin tası tarağı toplayıp lüzumsuz işlerle uğraşmaya başlama sürecinin ilk adımıdır. Artık kazık çakılmış, ebedi ballı istihdam şansı yakalanmıştır. Doçent ünvanını YÖK verir. Sınavı da şu aralar biraz gevşemeye başlamıştır. Yalnız, doçentlik ünvanı alındığında her şey bitmez. Zira Türkiye’de YÖK’ün sizi doçent yapması üniversite için yeterli değildir. Herhangi bir fakülteden “kadro” almanız gerekir. Kadro almak da (biraz daha hafifletilmiş olarak) sadakat ilişkileri, siyasi görüş, rektöre rey atmış olmak, bir yerde dayısı olmak gibi “tamamen bilimsel” kriterlere bağlıdır. Diyelim ki bu zorlu süreci hallettiniz, kadroyu aldınız. Evet. Artık büyük ölçüde amele işleri dönemi sona ermiştir. Ahlaki yapınıza göre çevrenizde sorgusuz sualsiz terör estiren bir despot da olabilirsiniz, etliye sütlüye karışmayan “kafa” hoca pozuna da girebilirsiniz. Dolayısıyla doçentlik iyi bir şeydir diyebiliriz. Yalnız doçent olmakla maaş artışı arasında doğrusal bir ilişki yoktur. 2-3 yıllık genç bir doçent ile bir yardımcı doçentin maaşı yaklaşık aynı meblağdadır.

Profesör

Doçent kadrosuna atandıktan 5 yıl sonra profesör olursunuz. Kamuoyunca yarı tanrısal özellik atfedilen gruptur profesörler. Bunlar genelde ciddi görüntülü insanlardır. Telefonla konuşurken, biriyle tanışırken, selamlaşırken önce ünvanlarını söyleyeni çoktur. Kendilerine hitap edilirken ünvanı söylenmediğinde bozulanına rastlanabilir. Resmi bir toplantıda düşük rütbeli akademisyenlerin (özellikle asistan ve yardımcı doçentlerin, yerine göre doçentlerin) yanına oturmaktan gocunanları görülebilir. Hangi branştan olursa olsun, profesör her konunun uzmanı olduğunu zannederler, genelde görüntü üretme dışında pek bir iş yapmazlar.

Çoğunun özgün olarak en son yazdıkları yazı 10-15 sene evveline aittir. Yeni gelişmeleri izlemezler. 45-50 yaşın üzerindekilerin çoğu teknoloji özürlüdür. Bilmemeyi gururuna da yediremediğinden bilirmiş gibi yapıp rezil olurlar. Dekanlık, bölüm başkanlığı gibi şekil üretme makamları için sürekli kavga edip kulis yaparlar. Çoğu belediye başkan adaylığı, milletvekili adaylığı, tutturamazsa muhtarlık gibi idari görevlere soyunur genelde başarısız olurlar. Bazıları derslere yanlarında 3-5 asistanla birlikte girer, öğrencilerin yanında asistanları aşağılayıp azarlamaktan zevk alırlar. Öğrencilere “bakın ne kadar kudretliyim, yanımdakiler ise böcek mesabesinde” mesajı verirler. Durduk yerde fıkra anlatır, nutuk atar gibi konuşurlar. Hasılı, yetmezlik düzeyinin had safhası çoğunda müşahade edilir. İşin tuhafı birçok öğrenci bir-iki sene profesörleri gerçekten önemli şahıslarmış gibi algılarlar. Son sınıflarda onlar da işi kavrar ve dalgalarını geçmeye bakarlar.

Bunlar için alt kademedeki herkes emir kulu mesabesindedir. Asistanlara evini taşıttıranları, boyatanları mevcuttur. Kendilerinden kimse hesap soramaz. La yüseldirler. Sorgulamaya kalkanı bilim dışı olmakla, cahillikle, haddini bilmemekle, akademik terbiyesizlik veya genel terbiyesizlikle suçlarlar. Genelde kendi cahilliklerinin farkında olmadıkları için bazen aptal durumuna düşerler. Kendileriyle alay edildiğini fark etmezler. Öte, boş olmakla beraber sohbetleri hoştur.

Sonuç

Muhtemelen çoğumuzun en azından öğrenci olarak çeşitli üniversitelerde bulunmuşluğu vardır. Yoksa bile bir tanıdık vasıtasıyla kulağımıza bilgiler çalınmıştır. Genelde kamuoyunca geleneksel idari memurlara göre daha bir itibar sahibi olarak görülen bu akademik kadroların ahvali kısaca bundan ibarettir. Yani, devletten maaş alan, büyük çoğunluğu da halkın sandığının aksine pek “büyük” adam olmayan tipler.

Devlet üniversitelerindeki az sayıda iyi niyetli, girişken ve bir şeyler üretmeye çalışan akademisyen ise genelde diğer meslektaşlarının istihza dolu bakışları altında enayi damgası yiyerek boşa kürek çeker dururlar. Bizim üniversitelerimizde esas olan bilim üretimi değil resmi devlet görüşlerinin mevcut hiyerarşik yapılanma içinde öğrencilere aktarılmasıdır. Öğretim üyelerinin görevi öğrencilerin hiç de arzu edilmeyen bir şekilde düşünen, soran, itiraz eden bir yapı kazanmalarını engellemektir. Aynı vatandaşı kontrol maksatlı devletten maaş alan imamlar ve küçük öğrencileri “adam etme” görevini üstlenen öğretmenler gibi. Gelişmiş ya da gelişmemiş herhangi bir ülkedeki rektör lüzumsuz akademik işlerle uğraşırken bizim rektörlerimiz şu kadar şehit daha verip dört tarafımızdaki düşmanları fethetmek gibi yüce davalarla meşguldür. Çünkü dünyanın en akıllı insanları bizde, en geri zekalıları ABD, Avrupa ve Japonya gibi ülkelerdedir. Varsın onların kişi başına gelirleri bizi dokuz-ona katlasın.

Haberde adı geçen profesörün asistanı tokatlayıp tokatlamadığına mahkeme karar verecek elbette. Ama asıl görevi bilim üretme olan bu dünyada her gün bu tokada rahmet okutacak ilişkiler yaşanıyorsa, varın gerisini siz düşünün. Hoş, deveye neren eğri demişler hesabı, neremiz doğru ki üniversitemiz iyi olsun. Bizimkisi laf işte.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:blue Tarih: Haz 4, 2007 | Reply

    Çok doğru tahliller. Babam da akademisyen olduğu için anlattıklarınızı çok yakından biliyorum. Bu tip ilişkilere hiçbir zaman girmediği için hasbelkader yardımcı doçent olarak emekli olabildi.
    Çözüm, herkesin hemfikir olduğu ama “cumhuriyetin kazanımları”nın muhafızı olduğu için kıyamadığı YÖK’ün kaldırılmasıdır. Üniversitelerin “özerk” hale getirilmesidir. Devlet sübvansiyonunun projelere ve performansa göre sağlanmasıdır. vs vs.

  3. Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Haz 4, 2007 | Reply

    İyi günler Fethi Bey elinize sağlık.

    Sizin de belirttiğiniz gibi ülkemizde hem üniversitelerde hem de öğretim üyelerimizde bir takım problemler bulunmaktadır. Tabi ki bunları her üniversiteye ve her öğretim üyesine atfetmek çok da etik olmaz ve haksız bir yergi olur.
    Bu konuyla ilgili sorunun daha çok sistemden kaynaklandığını düşünüyorum. Bence öğretim üyelerini bu hale getiren tek sebep sistemdir. Şöyle ki, bizim en büyük sorunlarımızdan bir tanesi de öğretim elemanlarına yeterince sahip çıkmamamızdan kaynaklanmaktadır. Bunu ülkemizin her alanında görebilirsiniz.

    Bu konuyla alakalı Amerika’dan bir örnek vermek istiyorum.
    Lisansını Cornell Üniversitesinde; doktorasını da Harvard Üniversitesinde yapan profesör Francis Fukuyama 1990’lı yıllarda “Tarihin Sonu” teziyle adeta dünyayı sarsmıştır. Yazdığı makalede sanki barışçı, özgürlükçü, liberalmiş gibi görünen ve böyle bir imajla hem ABD’nin sesini dünyaya duyurmuş hem de kendisini dünya da bir “hak gözeticisi” ve insan hakları uzmanı olarak tanıtmıştır. Bu kadar psikolojik harekattan sonra ise 2004 yazdığı “Devlet İnşası (state building)” adlı kitapla dünya gündemine bir balyozla inmiştir. Kitapta kısacası ulus-devlet gerekliliğinin vazgeçilmez olduğu, zayıf devletlerin devamlılığı için güçlü devletlerin güçlü müdahalesinin gerekliliğininden bahsetmektedir. Kısacası prefesör, ABD’nin emperyalist politikasının temellerini atmıştır. Ayrıntılı bilgi için http://www.pakvizyon.com/?p=176

    Ayrıca Francis Fukuyama’nın ABD Dışişleri Bakanlığında Politika Planlama Dairesinde Ortadoğu uzmanı ve Genel Direktör Yardımcısı olarak çalışmış olduğunu da belirtmek istiyorum. Fukuyama gibi bir diğer aktör ise Huntington’dur. Konuyu uzatmamak için direkt olarak geçiyorum.

    Şimdi ilk olarak şunu düşünelim acaba biz hiç dış politika adına bir uluslar arası ilişkile uzmanına danıştık mı?

    Acaba 367 gibi bir hukuk faciası işlenirken AYM üyeleri hiç bir anayasa hukukçusuna danıştı mı?

    Dünya çapında adını duyurmuş Atilla Yayla’ya ne kadar sahip çıkabildik?

    TESEV de MGK ve güvenlik güçlerimiz hakkında dikkate değer yazılar yazan akademisyenlerimiz hakkında soruşturma açıldı mı açılmadı mı?

    Bence sorun biraz da bizim sistemden kaynaklanmaktadır. Akademisyenlerimize yeterince sahip çıkılmadığını düşünüyorum sizin görüşlerinize de katılarak

    Muhabbetle…

  4. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Haz 4, 2007 | Reply

    Fethi Bey elinize sağlık.
    Akademisyenlerimizin akademik yolları aşama aşama ancak bu kadar güzel analiz edilebilir.
    Bir anektod:
    Cemil Meriç, has talebelerini mümkün oldukça akademik çalışma/kariyer vb. yollardan men etmiş, körelmesinler diye…

    Bu yorumu müteakip kimse “Kızı niye purof o zaman” diye sormasın tabi…

    Saygı ve Muhabbetle…

  5. Yazan:Balbazar Tarih: Haz 4, 2007 | Reply

    YOK mu diyorduk? Merak etmeyiniz, milletimizin “dogru” kismini temsil eden, “hakca” bir egitimden yana olanlarin cogunluk oldugu meclisimiz YOK’un kurucusunu hakettigi sekilde onurlandirmis: http://www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=42466

    Bu arada, universitelerin icinde buldugu dumu elestirmek ve bundan sikayet etmek ile “entellekt dusmanligi”ni birbirine karistirmamak cok onemli, ama bugunku siyasi ortamda tam da bunun aksine bir “gayret” sozkonusu. Bu yazi da genel olarak hakli gozlemlere dayansa da dili ve genelleyiciligi ile o sakinilmasi gereken seyin tuzagina kolayca dusebilir gibi.

  6. Yazan:Mehmet Tarih: Haz 4, 2007 | Reply

    Hiç bir gelismis ülke bir yilda 31 tursu fabrikasi açamaz iken Türkiye’de 31 üniversite açildi 1990’larda. Bu sene de 9 tane açiliyor galiba. Ortalik Einstein’dan geçilmeyecek de bir yüksek lisenin kapisina “üniversite” yazmakla o sey üniversite olmuyor.

    Bir solukta okunan, gayet güzel bir yazi, ne yazik ki hepsi ama hepsi dogru.

    Ikbal Bey biraz çekince koymus SiSTEM diyerek. Kusura bakmayin ama katilamayacagim 🙂

    Sistem nedir? Sistemi insanlar kurmaz mi? ve akilli insanlar degistirmez mi? “Bilim adamlarina danisilmiyor” diyorsunuz. O komik cübbeleriyle anitkabirde gezen adamlara ne soralim? Agizlariyla hangi kusu tuttular ki bize faydalari olsun?

    Haydi sosyal bilimlerden geçtim. Teknik alanlarda is dünyasiyla is birligi yapip patent vb konularda ne kazandirdilar ülkemize?

    Istanbul’daki üniversitelerde çantasini asistana tasitmayan kaç hoca var acaba? Emekli olanlarin ders notlarinin üzerine kendi adini koyup kitap basanlari bie gördüm.

    Yurtdisinda okuyanlara da teklif yapmayi hiç unutmazlar. Gönüllü çeviri bürosuna katilmaniz için!

    Bakin yasanmis bir örnek :Türkiye’nin saygin üniversitelerinden birinde ögrenciydim. Yapay zeka hastasiydim. SYSTRAN vb yazilimlar çikmadan çook zaman önce ingilizceden Türkçeye otomatik çeviri yapan bir algoritma üerinde çalistigimi söyleyince bir YARDIMCI DOÇENT “bos veeer, mümkün olsaydi japonlar yapardi!” dedi. Bazi sözler vardir, beyninize çakilir, üzerinden 20 yil geçse unutulmaz.

    Fethi Bey’in anlattiklari yüzünden akademik kariyerden vazgeçen ne çok insan tanidim. Bir arkadasim daha yeni kamu hukuku doktorasini bitirdi ve ithalat sirketi kurdu. Çünkü bizde beyin göçü filan degil ihtiyaç fazlasi var. YÖK’ün ilkelerinde “ATATÜRKçÜ insanlar yetistirmek” diye bir kural var. O halde kamu hukukuna ne gerek var? Iste dogru yol bulunmus. Atatürk ilkelerine göre bir insaat yapin, ilk depremde hepsi çökse de önemli degil. Atatürk ilkemerine uygun bir cenaze yapariz olur biter.

    Devlet kurumlarinda bilima adamlarina saygi yok. Dogru. Ama saygi hak edilir. Öyle “profesör” oldun diye kafadan verilmez. Bilim adamlari devlet ile iliskilerini gelistirmek için ne yaptilar? Koca bir HiÇ.

    Halka bilimi tanitmak, sevdirmek için? Hiiiç. Tersine hep tepeden bakarlar “cahil kesim” dediklerine. Onlarin vergileriyle beles yasadiklarini unutarak.

    Yurtdisina çikislarda 100 dolar haraç kesildigi günlerde Sorbonne Üniversitesi’ne konferans vermeye gelen bir hocanin pasaportunda meslek bölümünde söyle yaziyordu : iSÇi -PROFESÖR. “Ne ayak?” diye sordum. Sorbonne’a tuvalet temizlemeye gelen bir Türk isçisinin ödemedigi 100 dolari bizim “bilim adamlarimiz” çatir çatir ödüyorlardi MEB’den bir kagit alamamislar ise.

    Kimsenin tarif bile edemedigi bir laikligi savunmak için olmadik taklalar atan bu rektörler, dekanlar neden bu saçmalilklara karsi direnmediler?

    Anayasa’nin çigendigini söylemek neden Atilla Yayla gibi azinliklara düsüyor?

    Üniversitelerimizde bir ERDEM AÇIGI var. Oligarsi ile iliskilerini korumak için dünyanin dev bir öküzün boynuzlari üzerinde duran düz bir tepsi oldugunu bile söylemeye hazir bu insanlar.

    Tekrar tesekkürler Fethi Bey bu yarayi kasidiginiz için.

    Muhabbetle

  7. Yazan:İzlenimler Tarih: Haz 5, 2007 | Reply

    M.İkbal bey,

    Konunun öğretim üyelerine sahip çıkma dışında yönleri daha fazla. Problem sistemle ilgili elbette ama bu çok genel bir ifade.

    Sayın Balbazar,

    Burada YÖK çok önemli değil, YÖK benzeri kurumlar olabilir bunun mahzuru olduğunu zannetmiyorum. Yani yarın YÖK ortadan kalksa problemler kalkacak diye birşey yoktur. Yazıda bahsettiğiniz türden genelleme ve düşmanlıklar algısı edinilmiş olabilir, ama asıl meram bu değildir.

    Konuyla ilgili devam mahiyetindeki şu yazılara bakabilirsiniz:
    Üniversiteler II

    FST

  8. Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Haz 6, 2007 | Reply

    sayın Mehmet Bey,

    Yorumlarınıza tabi ki katılıyorum. Burada ismini zikretmeyeceğim fakat, sizin de söylediğiniz birçok üniversite rektörü konumunun hakkını verememekle beraber bu ülkeye zararı dokunuyor. Kendi ideolojik görüşlerini öğrencilere dayatmaya çalışıyorlar. Mesela 14 Nisan mitingi için çeşitli üniversitelerden zorla otobüs dolusu öğrenciler götürülmüştür. Hatta Malatya’da gitmeyen öğrenciler isimleri alınmış ve haklarında soruşturma açılacağı söylenmiştir. Ama benim anlatmak istediğim konu bunların çok ötesinde.

    İlk yorumda da bahsettiğim TESEV Almanağı’nın hazırlanmasında TSK hakkında yazılar yazan Doç.Dr. Zühtü Arslan, Doç.Dr. Ertan Beşe, Prof. Dr. İbrahim Cerrah, Doç. Dr. M. Bedri Eryılmaz ve Dr. Önder Aytaç hakkında soruşturma açıldı. Halbuki yazılan yazıları okuduysanız, demokratik bir ülkede TSK’nın görevi ve konumunun çok güzel açıklandığını görürsünüz. Fakat sayın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademisi’nde yaptığı konuşmada, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak” amaçlı bilgiler içerdiğini öne sürerek eleştirdiği TESEV’in 2005 yılı almanağının hazırlanmasında görev alan bu öğretim üyeleri hakkında soruşturma açıldı.

    Bir çok televizyon programında Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Eser Karakaş, Prof. Dr. Mehmet Altan çıktılar gerek 367 olayını gerekse de Kuzey Irak sorununu tartıştılar.

    Doç. Dr. Zühtü Arslan bir anayasa uzmanı olarak CB seçiminde çok dikkate değer açıklamalarda bulundu.

    Geleceğim nokta ise ülkede bazı karar alıcı mekanizmaların keyfi uygulamalarını önlemek için yukarıda bahsettiğim değerli kişilerin kullanılması.

    Mesela neden bir AYM denetlemek için anayasa uzmanlarından kurulmuş bir kurum yok?

    Şunu düşünmek gerekiyor. Öncelikle bu ülkede Prof.ların Doçentlerin belirli bir saygınlığı var mı? Bunlar hem halk tarafından korunup hem de YÖK tarafından kutsan mıyor mu? İşte bu nokta bizim de elimizde çok değerli öğretim üyeleri olduğunu söylüyorum ve bu hocalarımızı harcadığımızı düşünüyorum.

    saygılar…

  9. Yazan:Talha Can Tarih: Haz 6, 2007 | Reply

    M. İkbal Bey,
    zannımca bilginin siyasete olan katkılarından bahsediyorsunuz ama bu tartışılacak bir konudur. Yani aristokrasiyi mi kasdediyorsunuz tam anlayamadım ama Amerika örneği de çok sağlıklı değil bence. Çünkü verdiğiniz örnekteki Fukuya’ma bile şuan Amerika’nın son zamanlardaki en büyük döneklerinden biri olarak tarif edilir. (neo-conlar tarafından) Çizdiği portre oluşamayınca onca tezini ve muhafazakarları satmış ve dönmüştür. Siyasetin, politikaların çizgileri bilimden daha keskenidir, daha kesicidir diye düşünüyorum. Ayrıca ülke politikalarımızda entelektüel sermayenin de tamamen saf dışı bırakıldığını düşünmek yanlış olur. Örnek verecek olursak son dönemde dış politikamızdaki bir çok başarının altında Ahmet Davutoğlu’nun imzası vardır. Ama bu görevini danışman olarak sürdürmektedir. Yani danışma mekanizması ve denetleme ve tek elden yön verme mekanizması arasında fark vardır. Burada tartışılması gereken konunun bundan çok bilim adamlarımızın ve üniversitelerimzin seviyesi olmalı bence. Türkiye’de çok birikimi olan entelektüeller vardır ama ben hiçbirkimseyi yeterli göremiyorum daha vahimi ünniversiteler, dünyada ilk 500 de üniversitemiz yök:)
    Son olarak;
    “Mesela neden bir AYM denetlemek için anayasa uzmanlarından kurulmuş bir kurum yok?” bu sözü biraz açar mısınız? Benim düşüncem Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu konuda son söz olabilecek yeterlilikte olması mecburiyeti. Anayasa Mahkemesinin denetimi (kararlarının) uluslararası mahkemelere intikal ettirilebilir. Denetimin aristokrasiye bırakılması bence kesinlikle çözüm değil, kördüğmün uzaması olur? Sonra any. uzm. denetimini kim yapacak sorusuyla karşılaşırız?
    Anayasa konusundaki sıkıntı bundan değil, meşruiyetini kurudğu temeller üzerinden kaynaklanmaktadır. Yani demokratik ülkelerde olduğu gibi insan temel hak ve özgürlüklerini korumak için değil, rejimi korumak ve bu uğurda istisna verebilmek (367 tartışmasında olduğu gibi) için kurulmuş bir kurum. Bence özgürlük-otorite arasındaki anayasal dengenin kurulamaması buradan kaynaklanmakta (bu düşünceden) ve bunun ardınadna gelen bir denetleme mekanizması da buna çare olamayacaktır.
    Muhabbetle…

  10. Yazan:JaneDo Tarih: Haz 6, 2007 | Reply

    Vakti zamanında bir gecede umulmadık kişilere doçentlik, profesörlük ünvanları verilmiş. Bir gece “bu ülkenin nüfusuna göre doçnet, prof. sayısı yeterli değil, artması lazım” denilmiş ve ertesi sabah nur topu gibi profesör ve doçentlerimiz olmuş. Bu yapılırken, o zatların ne çalışmalarına, ne yayınlarına, ne yabancı dil bilgilerine bakılmış. E haliyle bir gecede ünvan alan “bilim insanlarımızın” elinden yetişenlerin durumlarını çok da yadırgamamak lazım…

  11. Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Haz 6, 2007 | Reply

    iyi günler Talha,
    AYM mahkemelerinin denetlenmesi konusunda gelmek istediğim nokta şu. AYM mahkemesi üyelerinin birer hukuk uzmanı olarak bir hukuk faciası işlemelerine karşı, neden diğer huku uzmanlarının sözü dinlenmiyor. Mesela meclis tarafından Türkiye’de anayasalara geçiş dönemlerinin ve şu anda mevcut anayasanın incelenmesi için ciddi görevler verilen hukuk uzmanı öğretim görevlilerimiz var. Buradaki denetlenme konusundaki kısır döngü, seçilen üyelerin Türkiye’de bulunan tüm hukukçuların oylarıyla seçilmesi ve bu görevlilerin görev sürelerinin kısalığı ile kırılamaz mı? Yazdıklarım uzun zamandır düşündüklerim şeyler. bu kanıya ise bir takım öğretim üyelerini tanıdıktan sonra vardım. ütopik gelebilir:)
    muhabbetle

  12. Yazan:Haydar Tarih: Haz 25, 2007 | Reply

    “Kitlesel karşı koyma reflkesi”ne dair…
    TSK’nın internet sitesinden yapılan “refleks gösterme” çağrısı aslında zaten şimdiye kadar oldukça iyi pişirilmiş olan bir refleksin adını koyuyor; zaten sağdan soldan harekete geçirilmiş olan bir reflekse meşruiyet sağlıyor.

    Bu “reflekslerin” nasıl geliştiğini örneğin Emin Çölaşan çok iyi açıklamış. Kısaca özetlemek gerekirse, AKP iktidarının “AB reformları (!) uğruna” memleketi bu hallere getirdiğini anlatmış; “ülkenin düzeni altüst edildi” demiş ve sonuca bağlamış: “Başımıza ne geldiyese ‘AB reformları(!)’ uğruna geldi.” (Ünlem işareti kendisinin (!))

    Yani Çölaşan gayet doğru bir tespit yapıyor ve net bir şekilde açıklıyor… Çünkü AB reformlarıyla birlikte memlekette “birilerinin düzeni” -bozulmasa bile- oldukça sarsıntıya uğradı; ve AB’ye karşı çıkmak uğruna, cehennem senaryolarını bile göze alan bir “refleks harekatı” başlatıldı. Yani kısaca demek istiyor ki, “bu AB sevdasından vazgeçin, yoksa…”

    Bu reflekslerin çok örnekleri var… Bir tanesini Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yaşayan bir öğrencinin mektubundan okuyalım:

    “‘Ankarada DTCF öğrencileri birbirine girdi.’

    Bu kadar basit, sıradan ve alışık olduğumuz bir haber. Ama meraklı biri olarak, ben aklıma takılan bazı soruları paylaşmak istiyorum.

    Önce kendimi tanıtayım. 24 yaşında bir öğrenciyim. Bu yıl son sınıftayım. Ailem beni oldukça iyi yetiştirmeye çalıştı. Üniversitede hiçbir zaman siyasetin içinde olmadım. Ama tabii ki benim de kendime ait bir görüşüm vardı, ve bu konuda hep okuyarak bilgi sahibi olmaya çalıştım. Biraz sonra soracağım soruların daha anlaşılır olması için belirteyim, ailem genelde hep muhafazakâr bir görüşe yakındı diyebiliriz. Ben de öyle büyüdüm.

    Şimdi sorularıma gelelim.. Olay şu; güya bizim okulda karşıt görüşlü öğrenciler arasında çatışma çıkıyor, polis olaylara müdahale ediyor ve okul 4 hazirana kadar tatil ediliyor. Ben artık bu üniversiteden ve bu haberlerden bıktım! Fakat devlet, hükümet ve basın bunları görmezden gelmekten ve yalan söylemekten bıkmadı! Olaylar bizzat gözümün önünde olduğu için, şimdi bir de benden dinleyin..

    Evet, sabah saat 9.30 sıralarında, sınıfta sınav varken, içeride 30-35 kadar öğrenci ve hoca olmasına rağmen, ‘sağ görüşlü’ diye tabir edilen faşist bir öğrenci sınıfa dalıyor. Ve elinde kocaman bir satırla, (yanlış duymadınız, bildiğimiz satır) içeri dalarak bir öğrencinin üzerine saldırıyor. ‘Bu hayvan Kürt!’ diye bağırarak, öğrencinin kafasına, omzuna ve yüzüne satırla vuruyor. Her yer kan içinde. Ardından komaya giren öğrenci hastaneye götürülmeye çalışılırken, polis geliyor. Panik içinde bağıran ve olayı protesto eden ‘solcu’ öğrencileri gözaltına alıyor. (Tepki gösterenlerden biri bendim ve ben solcu falan değilim!)

    Şimdi sorularım:

    Soru 1: Adına ‘sağ görüşlü’ denen bu öğrenci, bu cesareti ve güveni nereden, kimlerden alıyor?

    Soru 2: Onca güvenlik elemanının ve polisin cirit attığı bir mekana, o kocaman satır nasıl giriyor? Üstelik okulun önü ve içi uzun süredir polis kaynadığı halde…

    Soru 3: Saldırılan öğrencinin DNA testi yapılarak Kürt olduğu bugün mü anlaşıldı ki, sınav ortasında böyle bir katletme girişiminde bulunuluyor? Hem kendi halinde olduğu bilinen bir öğrencinin Kürt, Laz, Ermeni, Türk ya da Alman olması kimi neden ilgilendirir ? (Ben de aslen Laz kökenliyim ve bunun kimseye battığını sanmıyorum.)

    Soru 4: Polisler olay yerine gelince, hepimizin gözü önünde, sağ görüşlü öğrencilerle birlikte hareket edip, sol görüşlü öğrencilere saldırdı. Neden? Polislerin siyasi bir görevi var da biz mi bilmiyoruz?

    Soru 5: Ellerinde demir çubuklarla sağ görüşlü öğrenciler hala saldırmaya devam ederken, polis neden onlara değil de, binada sınavda olan öğrencilerin üzerine ve bina içine biber gazı attı? (Saatlerce içeride mahsur kaldım..)

    Soru 6: Olayla hiçbir ilgisi olmayan, ama herşeyi en yakından gören kantin çalışanları, ‘saldıranlar bunlar’ diye sağ görüşlü öğrencileri gösterince polisin şiddetine maruz kaldılar. Neden?? Polis kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmekle mi görevli ?

    Soru 7: Solcu öğrenciler demir çubuk, sopa ve satırlara karşı, yerden topladıkları taşlarla kendilerini savunmaya çalışırken, saldırıyı yapan sağ görüşlü öğrenciler, ellerinde satırlar hala duruyorken, polisin gözetiminde ve bizzat korunarak kampüs dışına çıkarıldılar. Neden? Bu üniversitede can güvenliğimin sağlanması için faşist olmak zorunda mıyım? Yoksa polis abilerimizden aferin almak için elimde satırla mı dolaşmam gerek?

    Soru 8: Faşistlerin saldırısına karşı sol görüşlü öğrenciler toplanırken, insanlığından şüphe duyduğum bir öğretim görevlisi ortaya çıkıp, şiddetin kötü birşey olduğuna dair nutuk çekti. Kendisine soralım şimdi, ey ulu akademisyen! az önce satırlarla insanlar doğranırken neredeydiniz? yoksa sizi de doğramalarından mı korktunuz? yoksa birileri böyle söylemenizi mi istedi?

    Soru 9: Neden olayda bir tane bile sağ görüşlü öğrenci gözaltına alınmıyor? Evet şiddete hayır tabii ki.. ama, saldıran korunurken, saldırıya uğrayanlar neden bir de devlet dayağı yemek zorundalar?

    Soru 10: Geçen sene ve ondan önceki sene, yine final haftasında sınavdayken, yine sol görüşlü olduğu söylenen öğrenciler, faşistler tarafından satırlarla doğranmıştı. Bu bir tesadüf müdür, yoksa başka planlar mı vardır? Birileri, kendisi gibi olmayanların okuma hakkını ellerinden mi almak istemektedir yoksa?

    Soru 11: Tüm bunlar sürekli olurken, basın neden ‘karşıt görüşlü öğrenciler birbirine girdi’ şeklinde saçma sapan haberler veriyor ? Bu olayda karşıt görüş var mıdır sizce? ortada polis desteği ile yürütülen bir katliam varken, hangi görüş çatışmasından bahsediyorsunuz? Elinde satırla yürüyen bir yaratığın görüşü olabilir mi?

    Soru 12: Sabahtan akşama kadar magazin izleyen, futboldan başka birşeyle ilgilenmeyen, mankenlerin ne yaptığını merak eden, geçim derdine düşmüş, hayattan hiçbir beklentisi olmayan sevgili halkımıza, üniversitelerdeki çatışmaların gerçekte ne olduğunu nasıl anlatabiliriz?

    Sorularım çok gıcık değil mi.. farkındayım.. Ama artık patlamak zorunda hissediyorum biryerlere.. Herşeyden bıktım burada. Sürekli sağcılar adam satırlıyorlar. Polis onları koruyor. Solcular taşla karşılık veriyorlar. Polis onları dayaktan geçirip gözaltına alıyor.

    Ertesi gün geldiklerinde tanınmaz haldeler.. Bu okulda yaşam bundan ibaret. ben buraya okumaya geldim. Sağcı ya da solcu olmak istemiyorum! Sağcı zaten olamam, çünkü elimde satırla dolaşacak kadar insanlığımı yitiremem ben. Solcu olmak istemiyorum, çünkü kendilerine tanınan tek şans, tüm engellemelere rağmen zorla okulu bitirmeye çalışmak.

    Burası üniversite mi, yoksa polis akademisi mi, anlamak zor. İçimiz dışımız polis olmuş durumda. Solcuların ‘polis devleti’ dedikleri şey bu olmalı. Biz bu bankta otururken, polisler yanımızdaki bankta oturuyorlar. Birlikte tost yiyip çay içiyoruz. Bolca bulmaca çözüp, arada kız kesiyorlar. Canları sıkılınca kampüsü dolaşıp, açtığımız kitap standlarını dağıtıyorlar. Bunlar zararlı kitaplar diyorlar. Artık gerçekten bıktım bu yaşantıdan.. Bu lanet olası üniversiteden biran önce kurtulmak için gün sayıyorum. (…)”

    * * *
    DTCF’den bir öğrencinin tanıklığı ve hayata dair yaşadığı tecrübe böyle… Ama bu tür tecrübeler sadece DTCF ile sınırlı değil; bir çok yerde teyakkuza geçmiş birileri yukarıdan vazedilenleri “emir” telakki edip gereğini yerine getirmek ve ortalığa korku salmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kimi geçen hafta örneğini verdiğim türden, derme çatma ve aptallık ürünü sahte “belgeleri” dolaşıma sokuyor, kimi Ermeni okullarını tehdit ediyor…

    Ama ilginç bir şekilde, toplumu intihar etmeye yönelten bütün bu faaliyetler Türkiye ile sınırlı değil. Belki bizim memlekette işler çok daha sert tezahür etse de, sadece bize özgü olmayan bir durum söz konusu…

    En güzel örneklerden birini de Fransa veriyor. Sarkozy efendi, Fransız sembollerine sarılarak, “ulusal kimlik ve göçmenlik” bakanlığı gibi –niyeti belli olan- bir bakanlık tesis edip, açıkça “ya sev ya terket” söylemiyle politika yapıyor.

    Yani, bizim memlekette teyakkuz halinde olan ve emir verip emir almaktan başka bir şeyden anlamayanlar, aslında sadece bir kaç ülke ötedeki dostlarıyla birlikte dünya çapında ortak bir cehennemin hikayesi yazıyorlar…

    Bütün bu hikayeye karşı, her şeye rağmen, düşman olmayı reddedenler ise terörün her çeşidine karşı, bir arada yaşamayı şiar edinerek, birbirlerine sarılarak refleks gösteriyorlar…

    F Kentel gazetem.net

  13. Yazan:bir akademisyen Tarih: Eki 8, 2007 | Reply

    Malesef dogru

    Üniversitelerde öğretim elemanlarına uygulanan ayrımcılık, baskı, eziyet, korkutma, küfür, hakaret, taciz gibi resmî olmayan cezalar bir akademisyen tarafından doktora tezine konu edildi. Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde bir eğitim yönetimi sorunu olarak öğretim üyelerine uygulanan informel (resmî olmayan) cezalar araştırıldı. Yard. Doç. Dr. Erkan Yaman’ın yaptığı araştırmanın tez danışmanlığını Prof. Dr. Hoşcan Ensari yapmış. Buna göre üniversitelerimizin genel görünümü şöyle: “Korku kültürü hakim. Baskıcı ve otoriter yönetim anlayışı üniversiteyi yozlaştırıyor. Akademisyenler sürekli sindiriliyor, tehdit ediliyor. Adam kayırma ve yandaşlık had safhada. Öğretim elemanları bu ortamda bilim üretemiyor ve mutsuz.”

    Halen Sakarya Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Erkan Yaman, doktora tezini Türkiye’nin değişik bölgelerindeki üniversitelerde informel cezalara maruz kalmış öğretim üyeleri ile yüz yüze görüşmeler yaparak gerçekleştirdi. Araştırmaya göre üniversitedeki otoriter yapı sisteme uymayan öğretim üyelerine yasa ve yönetmeliklerde yer almayan cezalar veriyor. Bu cezalar tutum ve davranışlar yoluyla şu şekilde tezahür ediyor: “Ayrımcılık, kayırma, yıldırma, korkutma, ihmal, sömürü, istismar, bencillik, işkence, eziyet, şiddet, baskı, saldırganlık, iş ilişkilerine politika karıştırma, hakaret ve küfür, bedensel ve cinsel taciz, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, dedikodu, dogmatik davranışlar, yobazlık, bağnazlık.”

    Araştırmada üniversitelerde oluşturulan korku kültürü, öğretim üyelerinin anlatımlarıyla ele alınıyor. İsmi açıklanmayan bir araştırma görevlisi, üniversitelerde askerî hiyerarşik yapılanmanın bir benzerinin varlığına dikkat çekerek şöyle konuşuyor: “Bir akademisyen düşünün ki bağımsız düşünce süreçlerini ve doğru bildiğini her fırsatta ifade etmesi gereken bir bilim insanı tuvalete giderken dahi izin isteyecekti. Bu korkunç bir manzaraydı.” Akademisyenlikte usta-çırak ilişkisi bulunması, amirin onayı olmadan bir şey olunamayacağı sonucunu doğuruyor. Bu da insanların hak aramadan çekinme ve korkuyu beraberinde getiriyor. Böylece ideolojik yapılanma ve kadrolaşma da etkisini devam ettirebiliyor.

    Resmî olmayan cezalar arasında yöneticilerle ters düşen öğretim elemanlarına ambargo uygulanması da bulunuyor. Bir yardımcı doçent, yöneticilerle ters düştüğü için üniversitedeki memur ve müstahdemlere varıncaya kadar herkese kendisiyle konuşulmaması talimatı verildiğini ifade ediyor. Öğretim üyesi, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Tabii ki kimse bizimle arkadaş olmuyordu korkudan. Korkuyorlardı insanlar, memur ve hizmetliler dahil. Onlara bizim için ‘düşman öğretim üyeleri’ denmişti. Maalesef korkunç. Akademik camiada bunları da yaşadık.”

    Yard. Doç. Dr. Erkan Yaman, Türkiye’nin en önemli sorununu aydınların henüz bu korku kültürünü tartışmaya dahi açamaması olarak görüyor ve şu yorumu yapıyor: “Korku kültürü bir dünya görüşü, yaşama bakış tarzı, diğer insanlarla paylaşılan bir algılama zemini oluşturur. Bu algılama zemini, insanın özünü, onurunu, tekliğini önemsemez; bu zeminin önemsediği en önemli faktör güçtür. Bu bir kültürdür ve ülkemizdeki insanlar bu kültürün içinde yoğrulmuşlardır… Türk toplumunun en can alıcı sorunu budur. Nitekim araştırmamızın bulgularında da öğretim elemanları, çalıştıkları fakülte ya da bölümlerde yöneticileri tarafından oluşturulan korku kültürünün onlarda ciddî düzeyde olumsuz örgüt iklimi algısının ve sorunların oluşmasına neden olduğunu belirtmiştir.”

    Bilimsel araştırmada öğretim üyelerinin en çok şikayet ettiği konuların başında öğretim elemanlarına akademik yükseltmelerde kadro verilmemesi veya engellenmesi; yaptıkları bilimsel çalışmalara değer verilmemesi; yayınlarının yöneticiler tarafından olumsuz biçimde eleştirilmesi gibi davranışlar geliyor.

    Üniversitedeki baskı, hocaları hasta ediyor

    Üniversitelerdeki baskı ve sindirme kültürü, akademik camianın en alt mertebesi kabul edilen araştırma görevliliğinden itibaren oluşturuluyor. Araştırma görevlisinin geleceği, iş hayatı ve yükselmesi sürekli bir üst amirinin elinde olduğu için özel işlerde kullanıldığına vurgu yapılıyor. Araştırma görevlileri, informel cezaya maruz kalmamak için öğretim üyeleri ve yöneticilerin derslerine giriyor; ama ücretini başkası alıyor, onlar adına akademik çalışma yapıyor; ama ismi yazılmıyor, özel işlerinde kullanılıyor veya çanta taşıtılıyor. İnformel cezaların öğretim elemanı üzerindeki fiziksel ve psikolojik etkileri de doktora tezinde araştırıldı. Buna göre cezaya maruz kalan akademisyenlerde kronik uyku bozukluğu, kronik yorgunluk sendromu, aşırı kilo alma veya verme, boyun ve sırt ağrıları, kalp ritim bozukluğu, ağız kuruluğu, sersemlik hissi, kontrolünü yitirme korkusu, titreme ve seğirmeler, nefes almada zorluk, alerjik reaksiyonlar, baş ağrısı veya migren, kaşıntı ve döküntüler, saçlarda beyazlaşma veya dökülme gibi fiziksel etkiler görüldü. Cezaların en önemli psikolojik etkisi ise stres, mutsuzluk ve hüzün olarak ortaya çıktı.

  14. Yazan:şimdilik kalsın Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply

    çok güzel olmuş tezim bitsin yüksek lisans hocamın beni aşağalıyan yazısını size yollamak istiyorum kendisi ahlak çalışan ama hala etik ve ahlak konusunda bilgisi olamyan hocam (bilse zaten çalışmazdı…)

  1. 9 Trackback(s)

  2. Eyl 21, 2007: ve de ki! | getürkt
  3. Eki 9, 2007: İlginç Bir Tez ve Eski Bir Yazı - İzlenimler
  4. Kas 7, 2007: Evrimcilerin iç hastalıkları : Derin Düşünce
  5. Ara 12, 2007: Nükleer Enerji? Evet ama … : Derin Düşünce
  6. Eyl 4, 2008: Eğitim mi şart, Okul mu? : Derin Düşünce
  7. Mar 10, 2009: Evrimcilerin iç hastalıkları | Belitilinesne
  8. Ağu 9, 2009: Yazı Önerisi (1) | Garajımdaki Ejderha
  9. Ağu 11, 2009: Yazı Önerisi (1) | Garajımdaki Ejderha
  10. Oca 13, 2012: Evrimcilerin iç hastalıkları | Sohbetkurdu.Net

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin