Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup / John Locke »

Hoşgörü işinde siyasî yöneticinin görevinin ne olduğuna bakalım, bu muhakkak ki, çok önemlidir. Hoşgörü Üstüne Bir Mektup  John Locke 11Ruhlarla ilgilenmenin siyasî yöneticiye ait bir iş olmadığını çoktan ispatlamış bulunuyoruz. Ruhların iyiliği siyasî yönetimle ilgili değildir, yönetimin ilgisi (eğer böyle adlandırabilirsem) kanunlarla emredip, cezalarla zorlamaya bağlıdır. Fakat öğretimden, nasihatten, iknadan ibaret bir plân, müşfik bir ilgi hiç kimse için reddedilemez. Bundan ötürü, her insanın ruh iyiliği kendisine aittir ve kendisine bırakılmalıdır. Ama ya (kişi), ruhunun kurtuluşuna aldırmıyorsa? Cevaplıyorum: Ya kişi, siyasî yönetimin yetki alanıyla diğerlerinden çok daha yakından ilgili olan şeylerle, meselâ sağlığını yahut mülklerini koruma konusunda da ihmalkâr davranıyorsa? Yönetim, özel bir yasayla bu tür bir kimsenin yoksullaşmamasını veya hastalanmamasını temin edebilir mi? Kanunlar, mümkün olduğu kadar, vatandaşların mülkiyetinin ve sağlığının başkalarının sahtekârlığı ve şiddeti yüzünden zarar görmemelerini sağlarlar; bunlara sahip olanları kendi ihmalkârlıklarından veya müsrifliklerinden korumazlar. Hiç kimse, istesin veya istemesin, zengin veya sağlıklı olmaya mecbur edilemez. Hatta, bizzat Tanrı bile, insanları kendi iradelerine karşı korumaz. Bununla birlikte, farz edelim ki, bazı hükümdarlar zenginlerin sayısını arttırmak ve onların beden sağlığını ve gücünü korumak adına uyruklarını zorlamaya arzulu olsun. Uyrukların Romalı hekimlerden başka kimseye danışmamaları kanunla  şart  mı koşulacaktır veya  herkes  Romalı hekimlerin reçetelerine göre yaşamaya mecbur mu bırakılacaktır? Read the rest

Gerilla Savaşı / Ernesto Che Guevara »

che-guevera-7[…] Yeni toplumların ebesi olan şiddetten korkmamalıyız; yalnız şiddete, halk önderlerinin en uygun koşulları buldukları anda başvurmalıdır…
Bu koşullar hangileridir? Bunlar, birbirlerini tamamlayan ve kendileri tarafından mücadele sürecinde yavaş yavaş derinleşen iki etkene öznel olarak bağlıdırlar: bir değişimin zorunluluğunun bilinci ve bu devrimci değişim olanağının gerçekliği, bunlar, —hemen hemen tüm Amerika’da mücadelenin gelişmesi için fazlasıyla uygun olan objektif koşullar— o amaca erişmek için gösterilen iradenin sağlamlığı ve dünyadaki yeni güçler dengesi ile birlikte hareketin türünü belirlemektedir.
Sosyalist ülkeler ne kadar uzak da olsalar, mücadele eden halklara yaptıkları olumlu etkiler daima hissedilir olacak ve onların eğitici örnekleri bunlara daha büyük güç verecektir. Bu yılın (1963) 26 Temmuz’unda, Fidel Castro şöyle diyor:

“Ve devrimcilerin görevi, herşeyden önce, şimdi, dünyadaki güçler dengesinde meydana gelmiş olan değişiklikleri farkedebilmek, duyabilmek ve bu değişikliğin hakların mücadelesini kolaylaştırdığını kavrayabilmektir. Devrimcilerin, Latin-Amerikalı devrimcilerin görevi, güçler dengesindeki değişikliğin Latin-Amerika’da sosyal devrim mucizesini doğurmasını beklemek değildir, tersine, bu değişikliğin devrimci hareket için güçler dengesinde sunduğu tüm avantajların doğru olarak kullanılmasıdır ve devrimlerin yapılmasıdır.” Read the rest

Ermiş / Halil Cibran »

ermis-halil-cibran 1Ve o başını kaldırıp oradaki insanlara baktı ve o anda etrafa bir sessizlik çöktü.

Ve o heybetli sesiyle dedi ki:

Sevginin yolları sarp ve zorlu olsa da

Sizi çağırdığında onun peşinden gidin,

Çarklarının arasından çıkacak bir kılıç size vurup sizi yaralayabilecek olsa da,

Kanatları sizi sardığında kendinizi ona bırakın.

Sesi, tıpkı kuzey rüzgârının bahçeleri darmadağın ettiği gibi düşlerinizi paramparça etse de,

Sizinle konuştuğunda ona inanın.

Sizi taçlandıracak olan da, çarmıha gerecek olan da sevgidir.

Sizi büyütecek olan da, budayacak olan da odur.

Boyunuza kadar tırmanıp, güneşte sallanan en ince dallarınıza sarılırken,

Toprağa tutunmuş köklerinize kadar inip bu bağlarınızı da sarsabilir. Read the rest

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton »

kotuluk-uzerine-bir-deneme_terry-eagleton-15“… Kötülüğün iki farklı yüzü olduğunu söylemiştik; Naziler bu iki farklı yüze çok yerinde bir örnektir. Kötülük, bir yandan var olanın sinsi bir eksikliğidir; öte yandan, tam tersidir -anlamsız bir varlığın korkutucu üremesidir. Nazi ideolojisinde Yahudiler ve diğer ötekiler kötülüğün her iki yönüne de aynı anda sahiptirler. Bir yandan, yokluğu temsil etmektedirler -daha önce gördüğümüz üzere Nazilere özlerindeki yokluğun dehşetini anımsatmaktaydılar. Öte yandan, anlamsız bir maddeyi, insandan düşük bir artığı sembolize etmekteydiler. Böylece, Nazizm’ın “meleksi” yönü, düzen ve idealizm saplantısı için bir tehdit oluşturdular. Ne kadar çok Yahudi katletseniz de, disiplin ve düzen konusunda ne kadar ısrar etseniz de, etrafta, sizin yüce planınızı kirletecek bu insan artığından kalıyordu. Milan Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda şöyle der: Ölümün iki yüzü vardır. Biri yok oluş; diğeri de geride kalan korkutucu varlık, yani ceset . .. Ölüm hem varlığın yok oluşu, hem de onun artığıdır. Olağanüstü bir şekilde anlamlı ama boş bir sayfa kadar da anlamsız … Kötülüğün bu iki boyutunun ortak noktası bir saf olmama korkusudur. Saf olmamayı, bir yandan, hiçliğin mide bulandırıcı bir tortusu olarak görebilirsiniz -bu durumda saflık varlığın meleksi bir doluluk durumudur. Öte yandan saf olmamak, akıl ve anlamdan kopmuş maddesel dünyanın bir yığın uygunsuz artığı olarak görülebilir. Bu durumla karşılaştırıldığında saflığı sembolize eden yokluktur. Naziler kötülüğün bu iki boyutu arasında sallanıp durdular. Meleksilik ve şeytanilik arasında, kaosu reddetme ve kaosta alem yapma arasında gidip geldiler. Nazilerin ikinci türdeki kötülüğüne Alman teolog Karl Jaspers şahit: Üçüncü lmparatorluk’un gölgesinde yazan Jaspers Nazizm’in “anlamsız eylemlerden, işkence etmekten ve görmekten, amaçsız yıkımdan, dünyaya karşı sonsuz nefretlerinden ve kendi iğrenç varlığına tepeden tırnağa nefret kesilmiş insan varoluşundan keyif aldığını” söyler.(Tragedy Is Nor Enough (Londra, 1934) Şeytaniliğin daha özlü bir anlatımı zor bulunur. Kötülük bir muamma ya da sapkınlıktır ve Macbeth cadılarının farklı anlamlarda oyunbaz olmalan bu yüzdendir. Kötülük hem ağırbaşlı hem de sefahat düşkünüdür. Ruhen ulvidir ama yıkıcı bir siniklikten mustariptir. Kişinin kendini megalomani derecesinde beğenmesini de içerir, kendine patolojik bir horgörüyle bakmasını da. Kötülüğü amaçsız ve sebepsiz bir eylem olarak görmenin daha iyi olup olmadığı konusuna geri dönelim. Bir anlamda sorunun cevabı kesinlikle evettir. Fransız psikanalist Andre Greene’e göre “kötülüğün nedeni olamaz çünkü varolma sebebi var olan hiçbir şeyin anlamlı olmadığını, bir düzene uymadığını, amaç gütmediğini, sadece canının çektiği nesnelere kendi iradesini dayatmak için gerek duyduğu güce güvendiğini ilan etmektir. “ (The idea of Evil) …”

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonTavsiye Sohbet

“Ben” kimdir?

Tavsiye makale

Tavsiye Kitap

Derin İnsan

Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?”(Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

sen-insansin Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki / Fyodor Dostoyevski »

dostoyevski-oteki“Sanatın en büyük ve en heyecan verici anlamı insanı hayatın ezdiği kişilerde görmesi veya insani büyüklüğü unutulmuş, küçük insanlarda araması; diğer bir ifadeyle ulvi ve aynı değerde olan insan ruhunu her beşerde keşfetmesinde yatmaktadır.”

(Alija İzzetbegoviç)

Geriye dönüp yaptığım okumaları gözden geçirdiğim vakit Alija’nın bahsettiği bu “ insan ruhunu her beşerde keşfetmek”, “insani büyüklüğü küçük insanlar da arama” sözcük gruplarının çağrıştırdığı isim Dostoyevski oluyor. Romanlarının genelinde toplum içindeki küçük insanın düşüncelerini, hislerini, hayata bakışını ve yaşam tarzını irdeleyen yazar, ilk romanı İnsancıklar’ın büyük ilgi görmesiyle Türkçeye “Öteki” olarak çevrilen “Dvoynik” eserini kaleme aldı. Kitap ile ilgili “İlerde Öteki’den benim başyapıtım olarak bahsedecekler.” demiş olsa da döneminde pek çok eleştiriye maruz kalmış bir eser.

Dostoyevski Öteki’de modern insanın ikilemlerini, kendine yabancılaşma sürecini alter ego kavramından faydalanarak anlatmış. Andrey Bely’nin Öteki ile ilgili şu sözleri yapılan eleştirilerin kısa bir özetini açıklïyor : “Öteki öznelerin, jestlerin ve sözel işlemlerin birbirine yapıştırılmasıyla bir yamalı bohçayı anımsatıyor.” Yani genel kanı Öteki’nin taklid bir eser olduğu yönünde. Ayrıca Dostoyevski’nin anlatım tekniğinden kaynaklı bir anlaşılma sorunu olduğunu da belirtmek isterim.

Bu durum üzerinden şu soruyu sormak istiyorum: “Bir sanat eseri ile ilgili herkesin mutabık kalacağı bir ‘güzel’ tanımı yapabilir miyiz?” Platon güzelliğin mutlak olduğunu onun bir idea olduğunu savunur. Ona göre doğada var olan güzellikler gerçek güzellikten aldıkları pay oranında güzel olurlar. Gerçeklik ise hiçbir zaman yazar tarafından okuyucuya anlatılamaz. Peki, kişilerin duygularının, düşüncelerinin, farklı olması nedeniyle güzellik algıları, dostoyevski-oteki-2beğenileri aynı gerçeklikle farklı olmaz mı? Öteki’nin anlaşılmadığı için eleştiri aldığını ve beğenilmediğini ifade ettim. Bu durumda kıstas olarak hangi kitleyi almalıyız? Döneminde anlaşılmayan ancak bugün hakkında birçok yazı kaleme alınan Öteki kime göre kötüdür? İsmet Özel bir eserinde şiir için “Biz şairler sözcüklerle çatıyı oluştururuz. Okuyucu bu çatının içini kendisi doldurur” diyor. Roman için de aynı düşünceyi benimseyebilir miyiz? Örneğin bir roman her okuyucu da yeniden üretilebilir mi? Eğer öyleyse yazarın elinden çıkıp okuyucuyla buluşan kitap onu okuyan insan sayısınca tekrar tekrar yazılmış olur. Belki bu bakış açısı sanat eserleri konusunda keskin yorumlardan kaçınmamızı sağlayabilir.

Kitabın içeriğine gelince… Dostoyevski kitabın ilk beş bölümünde kahramanı Goldyakin’i yakından tanımamızı sağlıyor. Goldyakin dokuzuncu dereceden bir devlet memuru ve sınıflı bir toplum yapısı içindeki konumu için kötü denilemez. Ancak bilinen bir gerçektir ki böylesi çalışma koşullarında eğer en iyi değilseniz sizden başka bu işi “seve seve” yapabilecek birini sistem her daim arka cebinde bulundurur. Bu da kişinin bulunduğu mevkii korumak için en sevilen, en çok takdir edilen, her haliyle zamanın şartlarına uygun biri olmak için çalışmasını Read the rest

Derin Lügat güncellendi. Sürüm 5.0 yayında. »

  • derin-lugat-5-kapak-bYeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
  • 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor? »

  • Savaş tarihi hakkı ile incelenmiyor. Teknoloji, ticaret, endüstri ve askeri strateji ayrı kişilerce öğrenildiğinden dünyayı anlamamız zor.
  • Meselâ kara savaşına destek veren yelkenli kayıklardan okyanusları hakim olan uçak gemilerine kadar bahriyenin sabitleri ve değişkenleri nelerdir?
  • Savaş gemilerinin kömürden mazota geçmesi jeopolitik satranç kurallarını tamamen değiştirdi. Mazot gemilerin menzilini 3-4 kat arttırdı.
  • Kömürle çalışan gemiler yakıt alabilecekleri limanlara çok sık uğramak zorundaydı; kömür atmak için işgücü gerekliydi ve kömür tozu patlıyordu.
  • Teknolojik ilerleme öncesi savaş profesyoneldi. Göz göze savaşmak için cesaret, beceri, bireysel güç ve uzun süreli eğitim gerekliydi.
  • Oysa makineli tüfek ve el bombası gibi icadlar sıradan insanların bile yüzlerce düşmanı öldürmesine imkân verdi. İşçi-köylü ile tecrübeli asker arasında fark çok azaldı.

Read the rest

Gerilla Savaşı / Ernesto Che Guevara »

che-guevera-3Tarihin razı gelmediği tek şey, proletarya politikası teorisyen ve uygulayıcılarının hesaplarındaki yanılmalardır. Hiç kimse bir öncü parti ünvanına, resmi bir üniversite diplomasına olduğu gibi talip olamaz. Öncü parti olmak, iktidar mücadelesinde işçi sınıfının başında olmak, işçi sınıfını iktidarı ele geçirmeye götürmeyi ve bunun için de en kısa yolu bulmayı bilmek demektir. Bu, devrimci partilerimizin görevidir ve hesapta yanılma olmaması için analiz derin araştırıcı ve esaslı olmalıdır.
Bugün Amerika’da oligarşik diktayla halkın baskısı arasında bir kararsız denge durumu gözlenmektedir. Biz, “oligarşi” kelimesini, feodal yapıların az ya da çok baskınlık durumuna rağmen, her bir ülkenin burjuvazi ve toprak sahipleri sınıfları arasındaki gerici ittifakın tanımlanması için kullanıyoruz. Bu diktalar, bütün kısıtlamasız sınıf egemenliği dönemi süresince, işlerinin kolaylaştırılması için kendi kendilerine verdikleri belirli bir yasallık çerçevesi içinde vardırlar -ama biz halkın öneminin son derece büyük olduğu bir aşamayı yaşamaktayız; halk, burjuva yasallığının kapılarına dayanmıştır ve bu yasallık, kitlelerin zorlamasını durdurmak için kendi yaratıcıları tarafından çiğnenmek zorundadır. Read the rest

Başkaları Ölürken Seyretmek… »

savasi-seyretmek-mesya-baskalarinin-acisi

Lâ-mekân değil teknolojik bir mekânsızlık

“Nasıl böyle gölgede huzur içinde uyuklayabilirsiniz? Kaç müslüman kardeşiniz öldürüldü? Kaç namuslu kızın ırzına geçildi? Hiç bir zaman İslâm ülkesi böyle yağmalanmamıştı, bu kadar müslüman kanı dökülmemişti! Ne oluyor? Müslümanlar zulüme alışıyorlar mı? Harekete geçmek için ne bekliyorsunuz? Düşmanın Bağdat’a dayanmasını mı? ”

Bugünkü zulümlere isyan eden bir gencin internetteki sözleri değil bunlar. Günümüzden 1000 yıl ötesinden yankılanan Kadı Ebu Saad al-Haravi’nin çığlığı. Sarıksız ve saçları kazınmış başıyla yas  tuttuğu anlaşılan zât Bağdat’ta Halife El Mustazhirbillah’ın huzurundaydı bu sözleri söylediğinde. Kadı 1099’da Suriye’deki Haçlı zulümüne tepki vermeyen Müslümanları uyandırmaya çalışıyordu ama nafile. Bu konuşmadan ancak 88 yıl sonra 2 Ekim 1187’de Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü haçlılardan kurtaracaktı. Bu olay sırasında Ahmed Yesevî Hazretleri 5-6 yaşlarında olmalıydı. 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu İslâm’a açılmıştı ama Müslümanlar daha nice Haçlı ve Moğol istilâsına göğüs gerecek, nice fetihler yapacaklardı.

Bu meclistekilerin yanına varsak ve gelecek bin yılın yazılmamış(?) tarihini bir ekranda seyrettirebilsek ne olurdu? Kudüs’ün geri alınacağı ama 1000 yıl sonra Yahudilerce işgâl edileceği, İstanbul’un fethedileceği ama 500 yıl sonra Kur’an-ı Kerîm okumanın, Ezan-ı Muhammedî’nin ve tesettürün yasaklanacağı, korktukları bir çok devletin yok olacağı ama daha korkunçlarının geleceğini söylesek; Hiroşima ve Nagazaki’nin yanmış bedenlerini, Filistin’de fosforla yakılan çocukları, Vietnam’da ve Felluca’da bombalardaki nitrat ve uranyumdan kirlenen toprak ve suyu, insansız hava araçlarıyla haritadan silinen Afgan köylerinin fotoğraflarını göstersek, bu vahşete alet olan Amerikan askerlerinin cephede değil savaş dönüşü intihar ederek kendi kurşunlarıyla öldüklerini anlatsak… Ya bize inanmazlar yahut da bu kadar çok acı ve sevinci bir arada, bu kadar yüksek yoğunlukta yaşamaktan dolayı çıldırırlardı.

İşte biz 21ci yüzyıl Müslümanları buna benzer bir tecrübe ile karşı karşıyayız. Bütün zamanların değil ama bütün mekânların zulümlerini bir arada yaşıyoruz. “Bizden” olanların ızdıraplarına şahidlik ediyoruz hiç durmadan. Zira teknoloji Müslümanları zor bir imtihana soktu: Basiret kudretten çok daha hızlı büyüdü. Sadece etrafımızı değil gücümüzün yetmediği yerleri de görüyoruz. Read the rest

Türk tipi bişey: Türk tipi anayasa, Türk tipi başkanlık »

anayasa-baskanlik-sistemiSistem değişikliğine ilişkin anayasa taslağı nihayet görücüye çıktı. Aylardır her tartışıldığında “elimizde somut bir metin yok, olsa daha rahat konuşurduk” deniliyordu; artık var. Gerçi cumartesi gecesi yaşadığımız melun terör saldırısından sonra, ne kadar önemli de olsa sistem tartışması yapmaya kimsenin iştahı kalmamıştır zannediyorum. Bu çok tabii; zira yaklaşık 1,5 yıldır şehirlerimizin tam ortasında patlayan bombalar zincirine bir halka daha eklendi ve yüreğimiz parçalandı. Kahrolsun tüm failleri ve müsebbipleri. Bu son olsun duasıyla şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânları cennet makamları âli olsun.

Terör ve terörle mücadele konusunda onlarca yazı yazılacak birkaç gün. Fakat şurası kesin ki, önümüzdeki günlerden itibaren yoğun bir biçimde bu anayasa teklifini konuşacağız kaçınılmaz olarak. Çünkü Son 4-5 yıldır her fırsatta gündeme getirilen başkanlık sistemi sonunda ciddi bir değişiklik önerisi olarak karşımızda artık. Bu mesele üzerinden keskin karşıtlıklar oluştuğu için tartışmanın da çok gürültülü olacağını tahmin etmek zor değil. Biz de şimdiden düşüncelerimizi giriş mahiyetinde kısmen ifade edelim.

anayasa-baskanlik-sistemi-2Teklifte MHP’nin azımsanmayacak bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanı seçilme kriterlerine “doğuştan Türk vatandaşı” ibaresini eklettirmek değil kastımız sadece, daha fazlası; aşağıda izah etmeye çalışacağız. Sadece “Türk vatandaşı” ya da “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” yeterli olabilecekken “doğuştan” ifadesi gerçekten itici olmuş. Kapsayıcılığı ve kuşatıcılığı ile bir imparatorluk anayasası hayal ederken böyle sekter hatta ırkçı bir zihniyetin ürünü olduğu izlenimi verecek ifadelerin konmasını geriye bir adım olarak görmek lazım. Bunun bir adım dibi “brakifesal kafa yapısına sahip, Orta Asya halklarının genlerini taşıyan adaylar arasından” filan olur herhalde. Şaka bir tarafa bunun, 2002’den bu yana tanıdığımız ve takip ettiğimiz, yaptığı açılımlarla ufkunu ve vizyonunu her daim öteye taşıyan Ak Partinin kabul edeceği bir yaklaşım olmadığına inanıyoruz. Ama 41 milletvekili ile MHP’nin “ne olursa olsun Başkanlık” diyen Ak Partinin bu zaafını iyi kullandığı görülüyor. Yoksa Ak Partinin normalde razı olacağı bir ifade değil diye düşüyorum. Sadece bir kelime deyip geçmeyelim. Ruhuyla bir bütündür dediğimiz anayasaların ruhunu işte böyle kellimeler belirliyor ve yıllar sonra anlaşılmaya çalışıldığında bir hortlak gibi karşımıza çıkıp bütün yorumlarımızı etkileyebiliyor. Read the rest