Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

İnsanları değil Rejim’i koruyan millî eğitim kanunu »

 

Ufuk Coşkun (Sivil Eğitim)

Türkiye’de eğitim 14.06.1973 yılında kabul edilen ve hala yürürlükte olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu çerçevesinde çizilen bir anlayışla yürütülmektedir. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda geçen genel amaçlara, arkasından sıralanan Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri’ne biraz yakından bakıldığında amacın bireysel özgürlüklerin geliştirilmesi noktasında değil daha çok devleti korumak yönünde kurgulandığını ve devletin eğitim aracılığıyla bir değer/ideoloji aşılama gayreti içersisinde olduğunu görüyoruz. Halen yürürlükte olan kanunun 2.Maddesi; Türk Milli Eğitimi’nin genel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini;

1-(Değişik: 16/6/1983 – 2842/1 md.) ‘Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan…’ di-yerek devam eder. Kanuna 1983 yılında bazı eklemeler yapılmıştır. İkinci maddenin 1. fıkrasında aynı konu olduğu halde yeni bir paragraf açılmış ve 10. madde eklenmiştir.

Madde 10. Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılâp ve ilkeleri ve Anayasa’da ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir. Milli birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin, eğitimin her kademesinde, özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir; çağdaş eğitim ve bilim dili halinde zenginleşmesine çalışılır ve bu maksatla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile işbirliği yapılarak Milli Eğitim Bakanlığınca gereken tedbirler alınır. (<http://mevzuat.meb.gov.tr/html/88.html>)

…  Eğitim konulu makalelerden …

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi?

GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen…

Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Sıradan insanları sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın?

1870′lerde İtalya’da yaşayan etnik gruplar birleşerek Fransız işgaline son verdiler. Bir İtalyan ulusu yoktu ortada, Fransız zulmünden bıkmış insanların meşru müdafasıydı vardı. Ama o dönemin Avrupası’nda yükselen değer halk değil ulus-devlet idi. “Problemin” farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri şöyle diyorlardı : “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi!”

Samsun’a bir “güneş gibi” doğanlar, Türk milletini yoktan var edenler(!) de acaba demişler midir “Türkiye’yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi” diye?

80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğine işaret ediyor. Kral çıplak. Kral hep çıplaktı.

Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirebilirsiniz

DUYURU: Derin Düşünce’nin facebook sayfası açıldı »

Derin Düşünce’nin facebook sayfasını hazır:
http://www.facebook.com/derindusunce.org

Başlangıç olarak 6-7 tane yazıyı paylaştım. Bir RSS uygulamasını da otomatiğe bağladım, Derin Düşünce’ye yeni yazı eklediğinizde facebook sayfasına da otomatik linki eklenecek.
Böylece aboneler yeni yazılardan haberdar olabilecekler.

Milliyetçi Türk Solu ile nereye kadar? »

… Bu konuda e-kitap okumak için…

Sosyalizm İslam’a uyar mı? (Tartışma) 

Bir yanda zekât üzerinden eşitlikçi bir İslâm yorumu yapan anti-kapitalist Müslümanlar. Diğer tarafta bir türlü iktidar olamayan, sosyalizmi bilmeyen, kemalizmi demokrasi zanneden devletçi, hatta darbe yanlısı bir Türk solu.

Türk solu geçmişiyle yüzleşemekten korkuyor. Solcunun solcuyu katlettiği 1 Mayıs 1977 bir tabu. Deniz Gezmiş’in ulusalcı duruşunu da eleştiremiyorlar. Evet… Türk solcuları iktidara yürümek için bir koltuk değneğine muhtaçlar. Peki ya İslâm? Sosyalizm İslâm’a ne kazandırabilir? Sosyalist devletlerin Müslümanlara yaptığı onca eziyetten sonra Müslümanlar sosyalizm ile ittifak yapabilir mi?

Derin Düşünce okurları tartıştılar, biz de kitaplaştırdık. Buradan indirebilirsiniz.

Türk solu iktidar olur mu? 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Derin MAЯҖ

Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden?

Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok.  Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda »

ayna_makyaj 

“Siz duygularınızın kölesisiniz herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir. Bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.bazen öfkeyle kamaşır içiniz. Yitirmenin ne olduğunu biliyorum. Yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor. Yapılan hatalarda değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor. Savruluyoruz… hayata ne ile başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. Kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir, kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız. Hayata neyle başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. halbuki her şeyi istemiştik di mi..?” (Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda)

 

 

… E-kitap okumak için…

Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Cahiliyye devrindeki kız doğma  suçu(!) ortadan kalkmış değil.

Biz kadınları rolleri içinde görüyoruz: Annemiz, karımız, kız kardeşimiz… Oysa insanlığın nice kavgası “NESNE” kadınlar üzerinden yapılıyor.  Asırlar önce Orta Asya’daki kabile savaşlarında muzaffer kağan zaferini ilân etmek için yenilen liderin karısını iki kabilenin gözü önünde göğsüne bastırırmış…

Ne kadar yol aldı insanlık o yıllardan beri? 21ci yüzyılın Türkiye’sinde muhafazakâr ile yobaz laik kadın üzerinden kavga ediyor. Kadınların başörtüsü “yüzünden” darbe ile tehdit edilebiliyor bir ülke ve o ülkenin halkı. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi?

Neden insan her hangi bir hayvan gibi, yeryüzünü bir eğlence merkezi, kendisini de bir turist olarak kabul edip yaşayamıyor? Bilerek, isteyerek bu yaşamı seçen insanları bir zaman sonra “bir şeyleri aşmak, bir şeylerin ötesine geçmek” çabasında görüyoruz. Gerçek şu ki korkudan elleriyle yüzünü kapatan insan aynı zamanda parmaklarının arasından kendini korkutan şeyi görmek istiyor! Okuduğunuz bu basit cümle insanın yeryüzündeki dramının özeti. Acıklı bir durum. Zira parmaklarınızı kaparsanız güvenliktesiniz(!). Ama kalbinizin derinliklerinden gelen bir ses kendi kendinize yalan söylediğinizi fısıldıyor.

Modern dünyanın para kazanma makinesi homo-economicus’a, “maymunlaşmış insana” alternatif bir insan tarifi yapmak için yazıldı bu kitap. Bu “derin insan” kendi etik zemini ve alternatif siyasî projeleriyle 21ci yüzyıla damgasını vurabilecek mi?

Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Aulagnier, Cyrulnik, Politis, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

Tümevarım, Nedensellik ilkesi ve Bilim’in Putlaşma sebepleri »

Sunuş: Yapay Zekâ en büyük tutkumuzdu öğrencilik yıllarımızda. Özellikle de bilimsel buluşların bilgisayarla modellendirilmesi… Yani bilimsel zekânın, özellikle de  insandaki tümevarım kabiliyetinin bilgisayar ortamında “taklid” edilmesi. Ottawa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tuncer Ören ve Londra’daki King’s College’dan Prof. Dr. Şakir Kocabaş‘ın yardımıyla LISP ve Prolog dillerinde program yazıyorduk. Uygulama sahası olarak kimya dalını seçmiştik. Bugün “bilimsel kanun” mertebesine yükselmiş prensipleri yapay zekâ ile yeniden keşfetmek istiyorduk… Daha doğrusu bilgisayara keşfeTTirmek. Meselâ:

  1. Asitler metal ile etkileşince hidrojen açığa çıkar,
  2. Asit ve baz tepkimeye girerse metal tuzları ve su meydana gelir,
  3. Vs.

 Bunun için önce yüzlerce farklı kimyasal maddenin ismini, vasıflarını (sülfrik asit: H2SO4, yoğunluk, viskozite,..) ve aralarındaki kimyasal tepkimelerin sonuçlarını kaydettik. Gerçek koşullara benzesin diye kasıtlı olarak bazı deney sonuçlarını hatalı veriyorduk. Amacımıza ulaştığımızda şöyle sonuçlar elde ettik:

 “Genellikle (%75.8) asit ve baz tepkimeye girerse metal tuzları ve su meydana gelir”

 Yapay zekâ öğrenmenin ötesinde, bu çalışmanın beklenmedik bir faydası oldu bize: Tümevarım insan zekâsıyla değil de bilgisayar tarafından yapıldığı için zekâmızın işleyişini masaya yatırma, akl etme imkânı doğdu. Bu sayede bilimsel kanunların aslında bir “kanun” değil fikrî bir ilişki olduğunu fark ettik. Çünkü bilim adamı gibi “düşünen” bilgisayar programı aslında keşif yapmıyor, bizim emirlerimizi uyguluyordu: Peşpeşe meydana gelen iki olay (deney/gözlem) arasında bir ilişki kuruyordu. Yani sebep-sonuç ilişkisi aslında MUTLAKA OLMASI GEREKEN bir zincir değil yanlışlanabilir bir fikir idi. Zihnen inşa edilmiş bir illüzyon, bir vehim de diyebilirsiniz buna! Gerekli ve kullanışlı olsa da sadece bir vehim.

 Açalım: Aklı modernite ile iğdiş edilen insan sebepleri sonuç ihtiva eden bir zarf zanneder. “Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur” deriz. Pozitif bilimlerin temelidir bu: Determinizm ilkesi. Deney ve gözleme dayalı bilimsel çalışmalar bu ilke üzerinde durur. Ama aynı zamanda felsefî bir problemin de başlangıcıdır bu nokta: Kelimeler ve kavramlar birbirine karıştığı için (aklını kullanmayan) insan sebepleri kudret sahibi zannetmeye başlar. Bu bir çıkmaz sokaktır; Bilim’in putlaştığı, bilimsel bilginin dogma haline geldiği yer tam burasıdır. Öyle ki Stephen Hawking gibi koskoca bilim adamları bile ruhban sınıfı gibi konuşmaya başlarlar:

 “…Yerçekimi gibi bir kanun var olduğu için Kâinat kendi kendini hiçten, yoktan yaratabilir ve yaratacaktır. Dışarıdan bir etki/yardım olmaksızın yarat(-ıl)ma hiçlik/yokluk yerine bir şeyin var olmasının sebebidir, Kâinat’ın ve bizim NEDEN var olduğumuzun cevabıdır. Kâinat’ı başlatmak için bir ilk sebep olarak Tanrı’ya gerek yoktur. […] Tanrı’nın yokluğu ispat edilemez ama bilim Tanrı’yı gereksiz kılar. Dünyamız Fizik Bilimi tarafından yaratılmıştır.” (Orjinal metin ve yorum için bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur)

 Evet, son 3 asırda tabiat bilimlerinin ortaya koydukları gelişmelerden ve hayata yansıyan olumlu yönlerinden kuvvet alarak bir bilimcilik ideolojisi oluştu. Bu zihniyet bilimin kendisi ile karıştırıldığı için tenkid edilemedi. Bilimin ve bilimsel düşüncenin dogmalaşması, düşünmeyi engelleyecek derecede bir ideoloji haline gelmesine tanık olduk…

Pozitivizm eleştirilerinden tanıdığınız kıymetli yazarımız Yusuf Mehmet Bahadır bu çok önemli makalede “kral çıplak” demekle yetinmiyor. İnsan’ın düşünme yeteneğinin sınırlarında bir gezintiye çıkarıyor okurunu: Kant, Russell, Hume ve tabi Gazâlî Hz. Bir kez daha Derin Düşünce sayfalarına konuk ediliyor. Kuşkunun vatanı olan bilim nasıl oldu da dogmatik bir doktrine ev sahipliği yaptı ve hâlâ yapmakta? Yusuf Mehmet Bahadır‘dan dinleyelim. (MY)

 

Tümevarım, Nedensellik ilkesi ve Bilim’in Putlaşma sebepleri

Yusuf Mehmet Bahadır

Bilim Nedir? Ne değildir?

 Prof. Dr. A.Yüksel Özemre’nin tabiriyle, “Evrende meydana gelen olaylar hakkında; gözlemler, deneyler ve tefekkür yoluyla elde edilen bilgilerden hareketle, yeni ve kişiden kişiye değişmeyen objektif metotlar yardımıyla bilgi üretme işine Bilim diyoruz”. Bu kapsamda, Matematik, Astronomi, Hukuk, Paleontoloji, Mikroekonomi… hepsi birer bilimdir.

 Ancak kendine özgü yolu yordamı olmasına rağmen objektif bilgi üretemedikleri için bilim olarak adlandıramayacağımız, meslek tabirinin daha çok yakıştığı uğraş dalları da mevcuttur. Fotoğrafçılık, iç mimarlık, psikanaliz, astroloji… bu gruba girerler. Bütün ilimler arasında Pozitif İlimlerin özel bir yeri vardır. Pozitif ilimler:

 1) Gözlem ve deneylere dayanmaksızın tamamen bağımsız bir biçimde, varsayımlara dayalı yalnızca mantık kuralları çerçevesinde ortaya çıkan, Matematik ve Rasyonal Mekanik gibi ilimler de olabilir

 2) Fizik, Kimya, Astronomi, Moleküler Biyoloji, Jeofizik … gibi gözlem, deney ve ölçümlere dayanan Tabiat ilimleri şeklinde de olabilir.

 Tabiat ilimlerinin sınırları ise 5 çerçevede izah edilebilir. Bu çerçevenin dışına çıkılan her yaklaşım, başka bir tabirle; 

  • – ölçülemeyen, gözlemlenemeyen
  • – bir yol yordam çerçevesinde yanlışlanamayan

 bilgi ve olgular tabiat ilimleri dışında kalmaktadır. Bu çerçevenin dışı metafizik alanıdır ki, tamamen felsefi mevzuları kaplar. Ancak, çoğu zaman bu iki kavram birbiriyle oldukça karıştırılır. Hatta pozitif bilim yapıyoruz görüntüsü altında çoğu kez felsefe yapıldığı ve verimsiz spekülasyonlara girildiği vakidir.

 İşte tabiat ilimlerini karakterize eden 5 çerçeve ;

 1) Her olayın bir sebebi vardır” şeklinde ifade edilebilecek olan “Nedensellik (causality) ilkesi“,

 2) Aynı şartlar altında tekrarlanan her deney daima aynı sonuçları verir” şeklinde ifadesini bulan “Belirlilik (Determinizm) ilkesi“,

 3) Her olayı karakterize eden ve ancak ölçümle tespit edilen fiziksel büyüklükler vardır” şeklinde ifadesini bulan “Ölçülebilirlik ilkesi“,

 4) Tabiat ilimleri’nin sonuçları kendi içlerinde çelişkili olamaz” şeklinde ifade edilebilecek olan “Tutarlılık (ya da Çelişmezlik) ilkesi” ve

 5) Tabiat ilimleri’nin sonuçlarının yanlış olup olmadıklarının test edilebilmesine imkân veren bir yol-yordam mevcut olmalıdır” şeklinde ifade edilebilecek olan “Yanlışlanabilirlik (ya da K.R. Popper) ilkesi“dir.

Bilim Kokulu Felsefi Spekülasyonlar :

Bilimin sınırlarını ve mahiyetini böylece çizdikten sonra, geçmiş asrımızı derinden etkileyen ve materyalizmin Read the rest

İsrail’in rüyasını İran mı gerçekleştirecek? »

Büyük aşklar nefretle başlar : İran ve İsrail

İran Devrim Muhafızları’nın istihbarat şefi Hüseyin Taib “Hepimizin Suriye’yi destekleme sorumluluğumuz var ve direniş hattının kırılmasına izin verilemez.” demiş. İsrail rüyasında görmüştü: Komşu ülkeleri Müslümanlardan temizlemek! İran bu rüyayı gerçekleştirmeye koyuldu. İsrail’e zahmet olmasın. Hem ileride soykırım vb iddialar gelirse İsrail’in rahatı kaçmasın. Müslüman kanı döken İslâmcı(!) rejim İsrail’in pis işlerini üzerine aldı. Merak ediyorum, İran islâm(!) devrimini destekleyen çeyrek aydınlarımız gece uyuyabiliyorlar mı? Ya Humeyni? Mezarında rahat mıdır?

Demek ki karısının sabahlığını sırtına geçirip kafasına bir havlu dolayan uyanıklarla islâmî devrim olmuyor. Akıl ve kalp istiyor bu işler. Sarıkla cüppeyle, merkepleri yeşile boyamakla İslâm devleti kurulmuyor demek ki. Neden böyle oldu peki? Kendi kendilerini ilâh gibi “hata yapmaz ve hesap vermez” ilân eden ayetullahlar(!) nasıl oldu da zulümde İsrail ile yarışır hale geldiler?

Aslında sebebi basit: Read the rest

Türk Milleti Ötekilerden Üstündür! »

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

Ben, kendim ve ötekiler »

“Yaptığım işi başkasına beğendirme çabam yoktur benim” diye geçiriyorsun içinden. Yaptığın yemeği senin beğenmen yetiyor da artıyor bile. Sofradakilerin ne düşündüğü ile ilgilenmiyorsun hiç. “Harika olmuş!” deyip demeyeceklerini dert etmiyorsun. Başkalarının seni beğenip beğenmemesi umurunda değil. Onlara kendini beğendirme köleliğinden kurtulmuşsun. Özgürsün, rahatsın.

 Yaptıklarını sadece senin beğenmen yetiyor. Mesela, giyinip kuşanıyorsun. Ya da aynanın karşısına geçmişsin, süsleniyorsun. Bir başkası ya da başkaları için süslenmediğine öyle eminsin ki. “Ne kadar hoş olmuşsun!” denilip denilmemesi hiç derdin değil. “Ne kadar hoş oldum” demen yeterli ve kâfi geliyor sana.

 “Ben beğeneyim yeter” diye geçiriyorsun içinden. Kimsenin gözüne girmeye çalışmak gibi bir derdim yok, diye düşünüyorsun gururla. Yanılıyorsun. Hâlâ gözüne girmeye çalıştığın biri var: Kendin.

 Aynada sana bakan bir çift göz var, baksana. Nasıl da inceliyor seni. Yüzünün her ayrıntısına nasıl da dikmiş gözünü. Ya da yaptığın yemeğin tadına bakıyor, kokluyor, inceliyor da inceliyor. İçinden, kendi kendinle konuşarak, göklere çıkarıyorsun kendini. Nasıl da övüyorsun. Harikasın, muhteşemsin, güzelsin, akıllısın, zeki mi zekisin. Beğendikçe beğeniyorsun kendini. Oyalandıkça oyalanıyorsun, kendinle.

 Ya da tersi oluyor. İstediğim gibi olmadı diye paralıyorsun kendini. Belirlediğin standarda ulaşmadı diye kendini ayaklarının altına almadığın kaldı bir. Ezdikçe eziyorsun onu. Çiğnedikçe çiğniyorsun.  Her iki türlü de, yazık ediyorsun kendine. Sen, seni ne kadar övsen de, ne kadar takdir etsen de, ne kadar beğensen de, kalbinde sonsuz bir çatlak, bir türlü doymuyor yine.. Başkalarının gözüne girmekten kaçarken kendi gözüne girmenin tuzağına yakalanıyorsun. (Mustafa Ulusoy)

 

… Bu konuda okumak için…

Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi?

Neden insan her hangi bir hayvan gibi, yeryüzünü bir eğlence merkezi, kendisini de bir turist olarak kabul edip yaşayamıyor? Bilerek, isteyerek bu yaşamı seçen insanları bir zaman sonra “bir şeyleri aşmak, bir şeylerin ötesine geçmek” çabasında görüyoruz. Gerçek şu ki korkudan elleriyle yüzünü kapatan insan aynı zamanda parmaklarının arasından kendini korkutan şeyi görmek istiyor! Okuduğunuz bu basit cümle insanın yeryüzündeki dramının özeti. Acıklı bir durum. Zira parmaklarınızı kaparsanız güvenliktesiniz(!). Ama kalbinizin derinliklerinden gelen bir ses kendi kendinize yalan söylediğinizi fısıldıyor.

Modern dünyanın para kazanma makinesi homo-economicus’a, “maymunlaşmış insana” alternatif bir insan tarifi yapmak için yazıldı bu kitap. Bu “derin insan” kendi etik zemini ve alternatif siyasî projeleriyle 21ci yüzyıla damgasını vurabilecek mi?

Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Aulagnier, Cyrulnik, Politis, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

Hiç bir bayrak masum insan öldürmenin utancını örtecek kadar büyük değildir! »

Bir Amerka var Amerika’dan içeri: http://www.capecodpeaceandjustice.org/ 

 

 

 

… Bu konuda Türkçe e-kitap okumak için …

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.
 
 

Yahudi oldukları için mi zalimler?

İsrail bir çok bakımdan Türkiye’ye benzeyen bir ülke. Paranoyak bir ulus-devlet. “Yoktan var edilmiş bir millet” dört tarafı “düşmanla çevrili” kutsal bir vatanda yaşıyor. Terör tehlikesine karşı ülkenin güvenliği için(?) haklar ve özgürlükler çiğneniyor. Devlet eliyle düşman üretiliyor! 

Gidemeyenlerin ülkesi oluyor İsrail… Kendi zulmü altında ezilen, korku içinde yaşayan, dünyasıyla beraber Ahiret’ini de kaybetmiş olan İsrailli zannederim Filistinliden bile daha zavallı bir durumda bu yüzden. Buradan indirebilirsiniz.

Dianne Reeves »