Akif nasıl öldü biliyor musun? »
By İbrahim Becer on Nis 8, 2015 in Öykü, resmi ideoloji | 0 Comments
1998 ağustos/ Şırnak
Herhangi bir ağustostu aslında. Hayatımda yer etmemeye namzet o kadar silik bir gündü ki, Apo’yla girdiğimiz diyalog olmasa, o günü kutsamamı gerektirecek aslında hiçbir şey yoktu. Sünnetimde Mehmet Alçelik’in mavi chevrolet’ini dün gibi hatırlıyorum. Keza, on iki yaşımda Songül’ün kepçe kulaklı olduğum için beni reddetmesi de hatırımda. Ama gönüllüsü olduğum Şırnak maceramda herhangi günlerden birinin gecesinin tam yarısıydı.
Yaklaşık otuz askere komuta ettiğim bir birlikle 1802 rakımlı tepedeydik yine o gece. Belki de milyonlarca yıldır Habur Çayına tepeden bakan, zahmet edip kendisine bir ad koymaya üşenenlerin bile terk edip gittiği o tepeyi aylardır koruyorduk. Coğrafya adına aklınıza gelen her şeyin aynı olduğu, insanların, kuşların, dağların değişime ayak diremek de ne kelime, bahsedeni recmettiği bir coğrafyaydı. Bir münzeviler beldesi desem güdük kalır, onun da ötesi bir coğrafya. Ülkenin Cumhurbaşkanının kim olduğunu, kimin şampiyon olduğunu bilmiyorduk, bilemezdik. Belki merak edenlerimiz vardı ama bir süre sonra onlar da bıraktılar işin peşini. Yoksulluk, yokluk hani o çokça anlatılan babayla oğlun hikâyesi gibiydi; Çocuk sorar babasına, ‘yoksulluk ne kadar sürer’ diye. ‘Kırk yıl’ der babası. Çocuk yine sorar babasına ‘biter mi sonra’ diye de cevap verir hani babası: ‘Bitmez, ama sen alışırsın’. Dünyaya 1802 metre yüksekten baksak da, aslında her birimizin dünyası nohut oda bakla sofa dedikleri genişlikteydi. Ufkumuzun sınırları, etrafımızı çeviren dağlarla mahdut bir Read the rest