Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Kağıt Ev / Carlos María Domínguez »

  • Carlos María Domínguez-kagit-evİnşa edilen bir kütüphane, ihdas edilen bir hayat demektir, yığılmış kitaplar toplamı değildir asla.
  • Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.
  • Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.
  • Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.
  • Harf haritasındaparıldayan yıldızlar vardı, bir gece içinde yayınevlerinin korunmasındaki rezil kitapları paraya dönüştüren pazarlama taktikleriyle piyasaya sunulan, edebiyat ödülleri kazanan, romanları kepaze filmlere dönüşen ve kitapçıların vitrinlerini süsleyen, sergilendikçe para üstüne para kazandıran eserlere ışık tutan yıldızlar.
  • Bir okur zaten var olan bir yolda ilerleyen bir yolcudur. Ve bu yol sonsuzdur.

Read the rest

Dostluk / Cicero »

  • cicero-dostlukYapılan ve görülen iyiliklerin bir olmasını istemek, dostluğu çok ince ve derin hesaplara vurmaktır. Gerçek dostluk daha zengin, daha cömerttir, sanırım aldığından çok vermemekte bu kadar titiz davranmaz: dostlukta yapılanların kaybolmasından, yere taşmasından veya hakkından fazla almaktan korkmamalı.
  • insanların dostluktan başka her işlerinde çok daha dikkatli olmalarından yakınırdı: Örneğin hepsi ne kadar keçisi, koyunu olduğunu söyleyebilir de dostlarının sayısını bilmez. Keçi, koyun satın alırken bile titiz davranır da, dost seçimine önem vermezler.
  • Belli dost bellisiz işlerde belli olur.
  • Alışkanlığın gücü yalnız canlılarda değil cansız eşyalarda bile kendini gösterir: Uzun zaman oturduğumuz yerleri dağlık ormanlık bile olsa severiz.
  • iyiliği yapan anmamalı.
  • Herkesin kendini sevmesi, bu sevgiden bir kazanç beklediği için değildir, herkese kendi varlığı değerlidir de ondan.
  • Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur.
  • Biri göğe yükselip evreni ve yıldızların güzelliğini seyretseydi, bu seyir ona hoş gelmeyecekti, ama yanında, gördüklerini anlatacak bir dostu olsaydı, bundan çok hoşlanacaktı. Evet, doğa yalnızlığı sevmez, hep bir desteğe dayanmak ister:
    çok yakın dostlukların en tatlı yanı da budur.
  • Dostunun kalbini açamazsan hiçbir şeye güvenemez, hiçbir şeyden emin olamazsın, sevdiğinden, sevildiğinden bile.

Read the rest

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton »

kotuluk-uzerine-bir-deneme_terry-eagleton-25“… Biraz önce adını andığımız sahtekarları içermeyen bir kötü tanımının işe yaramayacak kadar dar olduğu iddia edilebilir. Böyle bir tanım gerçekten de fazlasıyla teknik ve hassas değil mi? Bu tanım kötü insanı işin özünde, Immanuel Kant’ın deyişiyle “radikal” kötü olarak görmektedir. Kötülüğü sırf kasten kötülük yapmak için yapılmış bilinçli kötülük olarak algılamaktadır ki Kant bunun mümkün olmadığını düşünür. Kant’a göre insanların en aşağılığı bile ahlak kurallarının yetkesinin farkındadır. Ancak bu tanımın katılığı bazıları ergen suçlulan ve Kuzey Kore’yi düşüncesizce yaftalasa bile, kötülüğün aslında ne kadar az rastlanır bir şey olduğuna da işaret edebilir. Öte yandan kötülük tanımını geniş tutmanın da tehlikeleri vardır. Söz gelimi Kant kötülük, kötü yüreklilik, alçaklık ve yozlaşmışlık gibi kavramlar kullanır; oysa geniş gönüllü liberaller bütün bunları hafif yollu ahlaksızlık olarak algılar. Kant kötülüğün insanın ahlak kurallarından sapma eğiliminden kaynaklandığını söyler. Oysa kötülük çok daha ilginç bir kavramdır. Ve her tür sapma, kötülük sıfatına layık değildir. Kötülüğe faşist teşkilatlann üst kademelerinde sık rastlanmaktadır. Neyse ki faşist teşkilatlara az  rastlanmaktadır, en azından çoğu zaman. Şu var ki kötülük salgını başladığında, tıpkı uçak kazası gibi, etkisi büyük olur. Bu konuda aklımıza hemen Yahudi soykınmı gelir. Bu, yerinde bir tepki olsa da soykırımın ne kadar istisnai bir durum olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. istisnai olan elbette sebep olduğu çok büyük sayıdaki masum erkek, kadın ve çocuk katliamı değil. Stalin ve Mao’nun devlet eliyle işlediği cinayetlerin sayısı çok daha fazladır. Yahudi soykırımı sıra dışıdır çünkü modern siyasi devletlerin sağduyusu genelde araçsaldır ve belli bir amaca erişmek için kullanılır. İşte bu yüzden modern çağın ortasında bir tür vahşi zevk için, katliam için yapılmış bir katliam, görünüşe göre sırf keyif için yapılan bir yok etme şenliği görmek şaşırtıyor bizi. Böylesi bir kötülük hemen her zaman kişisel düzeyde gerçekleştirilir. Hiç de deli gibi görünmeyen ve sırf hastalıklı bir haz peşinde 1960’larda Ingiltere’de çocukları katleden Moor katilleri söz konusu kötülük anlayışına uygun bir örnektir. Bu örneğin aksine kitlesel sebepsiz kötülük örneği azdır. Böyle durumlar için devasa organizasyonlar gereklidir; ciddi bir çıkar elde etme ihtimalleri olmadıkça insanlar doğal olarak böyle girişimlerde zaman ve enerji sarf etmek istemezler. Toplumsal psikoz öyle her gün karşılaşacağımız bir olay değildir, tabii din ve Michael jackson hayranları derneği bu işe el atmamışsa. Nazi ölüm kamplarının en grotesk yönü makul, titiz ve faydacı tedbirlerin, somut hiçbir amacı olmayan bir eylemin hizmetine koşulmuş olmasıdır. Sanki projenin kimi bölüm ve parçaları mantıklıdır da operasyonun geneli anlamsızdır. Aynı şey, somut hiçbir işlevi olmayan bir durumda mantıklı hamlelerin yapıldığı bir oyun için de geçerlidir. Stalin ve Mao kitleleri bir amaç uğruna katletmiştir. Kanlı eylemlerinin altında çoğu kez vahşi bir rasyonellik yatıyordu. Bu eylemlerini Nazilerinkinden daha az iğrenç ve yanlış yapmıyor. Neticede böyle alçaklıkların kurbanları, sebepsiz yere mi yoksa titiz bir planın parçası olarak mı öldürüldüklerini umursamazlar. Aslında elle tutulur bir amaçla işlenen suçlar, sebepsiz yere işlenen suçlardan çok daha fenadır. Andre Gide’in Les Caves du Vatican romanında oldugu gibi hiç tanımadığınız birini keyfine trenden atmak, yarım düzine yabancıyı sırf kompartımanda kendinize biraz yer açmak için atmanızdan daha kötü değildir. Sonuç olarak, Stalin ve Mao’nun suçlan Hitler’in yaptıklarından daha az iğrenç değildir. Sadece farklı bir kategoride yer alırlar …”

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonTavsiye Sohbet

“Ben” kimdir?

Tavsiye makale

Tavsiye Kitap

Derin İnsan

Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?”(Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

sen-insansin Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

Ermiş / Halil Cibran »

ermis-halil-cibran 6Siz kanunlar koymaktan mutlu olursunuz,

Ama onları çiğnemek daha çok hoşunuza gider.

Tıpkı okyanus kıyısında kumdan kaleleri azimle yapıp bir vuruşta kahkahalarla bozan çocuklar gibi.

Siz kumdan kalelerinizi yaparken, okyanus kıyıya daha çok kum yığar,

Ve siz onları bozunca da okyanus size sizinle birlikte güler.

Aslında okyanus daima masumlara güler.

Hayatın kendileri için bir okyanus değil de bir kaya,

Kul yapısı kanunların da kumdan kaleler değil de, dilediklerini bu kayaya kazıyacakları bir keski olanlara ne demeli?

Dansçılardan nefret eden topala ne denir ki?

Ormanda özgür dolaşan geyiği ve ceylanı başıboş ve serseri zanneden, başının vurulduğu boyunduruğu seven öküze ne demeli? Read the rest

Düşüş / Albert Camus »

albert-camus-dususAma kendimi tanıtmama izin verin: Jean-Baptiste Clamence, kulunuz. Sizi tanıdığıma sevindim. Herhalde işadamısınız?.. Aşağı yukarı mı? Harika yanıt! Aynı zamanda akıllıca; hepimiz her şeyde aşağı yukarıyız. Şimdi biraz dedektiflik oynamama izin verin. Aşağı yukarı benim yaşımdasınız, aşağı yukarı her yeri gezip görmüş kırk yaşında adamların deneyimli gözü var sizde, aşağı yukarı iyi giyimlisiniz, yani bizde olduğu gibi giyinmişsiniz ve düzgün elleriniz var. Demek ki bir kentsoylusunuz aşağı yukarı! Ama incelmiş bir kentsoylu! Gerçekten de, şart kipindeki fiillerde duraksamak kültürünüzü iki kez kanıtlıyor, çünkü önce bu fiilleri tanıyorsunuz, sonra da bunlar sinirlendiriyor sizi. Son olarak da, sizi eğlendiriyorum ben, bu ise, övünmek gibi olmasın ama, sizde belli bir fikir açıklığı bulunduğunu gösteriyor. Öyleyse siz aşağı yukarı… Ama ne önemi var? Meslekler mezheplerden daha az ilgilendiriyor beni. İzin verirseniz, size iki soru sorayım, ama yersiz bulmazsanız yanıt verin bunlara. Varlıklı mısınız? Biraz mı? Güzel. Yoksullarla paylaştınız mı bunu? Paylaşmadınız. Öyleyse siz benim Saduki dediğim kişilerdensiniz. Kutsal Kitabın dediklerini yerine getirmediyseniz, bu size pek bir yarar sağlamaz derim. Sağlıyor mu? Demek Kutsal Kitabı biliyorsunuz? Doğrusu, ilgimi çekiyorsunuz benim.

Bana gelince… Kendiniz karar verin, bakalım. Boyumla, omuzlarımla ve çoğu zaman yırtıcı olduğu söylenen şu yüzümle daha çok bir rugby oyuncusuna benziyorum, değil mi? Ama konuşmama bakılırsa, biraz ince olduğumu kabul etmek gerekir. Paltomun tüyünü sağlamış olan deve herhalde Read the rest

Savaşta deniz araç mıdır yoksa amaç mı? »

deniz-savasi-amac-arac

Denizcilerin düşman geminin güvertesine atlayıp kılıçla dövüştüğü 1600’lerin ahşap kalyon ve fırkateynlerden bu yana çok şey değişti. 5000 askerin görev yaptığı, sineması, hastahanesi ve spor salonu bulunan uçak gemilerinden kalkan uzaktan kumandalı insansız araçlar “düşman” diye ekrandaki renkli ışıkları vuruyor: Asker? Terörist? Okul ya da hastahane? Bir önemi yok. Menzil ve teknik ilerledikçe ölen ve öldüren arasındaki mesafe arttı. Daha 1ci dünya savaşından belliydi. Karada değil ama çoğu deniz savaşlarında görünmeyecek kadar uzaktaydı düşman. 2ci dünya savaşında mükemmelleştirilen radardan önce keşif uçakları ve casuslar vardı. Denizde savaşanlar için doğru bilgiye hızlı erişme kabiliyeti hayat ile ölüm arasındaki sınırı çoktan çizmeye başlamıştı bile. 21ci asırda binlerce km menzilli füzeler atabilen denizaltıların bir hedefi vurmak için düşman karasularına girmelerine hatta sudan çıkmalarına bile gerek yok. Ateşlenen füze onu suyun üzerine kadar taşıyan “motoru” satıhta bırakıp hava yolculuğu için gerekli sistemi ateşliyor.

Eğri kılıçtan balistik füzelere uzanan 4 asırlık dönüşümde hâlâ tek bir kavramdan bahsedercesine “deniz savaşı” veya “savaş gemisi” diyebilir miyiz? Denizde/ deniz için/ denize rağmen yapılan savaşların hepsini aynı kefeye koyabilir miyiz? Kürek ve yelkenle ilerleyen kalyonlardan kömürle buhar gücünün mümkün kıldığı zırhlılara, 1900’lerin başındaki dizel motorlu savaş gemilerinden nükleer denizaltılara uzanan yolun sabitleri nelerdir? Deniz savaşlarının tarihine bakarak bugünü nasıl anlayabiliriz?

“… Amerika’daki kolonileri kaybı bile Britanya’nın deniz gücünü azaltmadı çünkü Britanya bir zamanlar Fransa ve İspanya’nın olduğu gibi bir koloni imparatorluğu değil gerçek bir deniz imparatorluğuydu. İngilizlerin denizdeki gücü topraklarının genişliğine değil kontrol ettiği stratejik geçiş noktaları ve deniz yollarına dayanır …” (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1890)

Bu sözler Amerikalı Amiral Alfred thayer Mahan’a ait. Bir çok insan için bilmece gibi görünebilir. Çünkü genellikle tarih kitapları savaş sonuçlarını “filanca şehri alındı, falanca kaleyi kaybedildi” diye yazar. Bu karacı zihniyete göre savaşların amacı karada sabit pozisyonlar almaktan ibarettir: Dağlar, vadiler, ticaret yolları, altın vb madenler, verimli topraklar yahut Kudüs gibi manevî değeri olan beldeler. Askerlerin denizden geçmesi yahut nehirden yardım alması önemsiz ayrıntılar gibi görünür. Büyük nehirler orduların arkasına mevzilendiği doğal engellerdir. Ama karacı zihniyetteki tarihçi denizin kendisine askerî bir hedef gözüyle bakmaz. Kıbrıs, Sicilya veya Girit gibi adalar için yapılan savaşlarda bile denizden çok fazla bahsedilmez. Zira karacı gözüyle deniz bir araçtır; gerçek hedef ise ekilen, biçilen, üzerinde hayvan otlatılan, ev yapılan, mezar kazılan ve uğrunda ölünen toprak…

Oysa bugün dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar Read the rest

Başkanlık Sistemi: Halkın İçinden, Halka Doğru »

baskanlik-sistemi

Anayasa değişiklik teklifi yeni bir aşamaya geldi. Sürpriz olmazsa gerekli çoğunluğun sağlanıp referandum sürecinin başlayacağı tahmin ediliyor. Bu safhada tartışmalar artarak devam edecek, açık. Eğer halkın onayından da geçerse uygulama aşamasında da büyük tartışmalara gebe bir düzenleme önerisi ile karşı karşıyayız.

Konu ile ilgili ilk yazımızı Ak Parti teklifi TBMM’ye sunduğunun hemen ertesi gününde yazmıştık. Artarda gelen terör saldırı sebebiyle beklediğimizden daha geç başladı tartışmalar; ancak meclis süreci başlayınca tahmin edildiği üzere çok kavga gürültü çıktı. Read the rest

Yazmayacaktım… »

yazmayacaktim-2Tiryandafilya,

Aslında yazmayacaktım; buna sebeb elimden gelmediği için değil de içimden gelmediği içindir. Bunu da bilesin isterim. Şuara tayfasının geceden neden bu kadar şekvacı olduğunu artık daha iyi anlıyorum. Dertsiz olan bir insan için günü parsel parsel bölmek ne büyük bir bahtiyarlıksa, derdi olan aynı insanı da adına gece denen zindanda tutmak o nispette ezaymış.

Gece bitmiyor Tiryandafilya ve bu da seninle ilgili değil. Zindana taş medrese diyenleri, demekle kalmayıp da onu taltif edenleri dün de, bugün de anlayamadım, biliyor musun. Bunun sebebi elbette ki benim yetersizliğim, hiçliğim hatta ve hatta şu yeryüzünde kapladığım kütleme nispetle varolan hiçliğim. Bir Yusuf olmak fikri dile kolay, akla ziyandı benim için. Öyle de oldu: Hani anlatır ya ekabir takımı: Yusuf, atılan iftiralar neticesinde bir de imtihan için zindana atılır ve sabrı orada da sınanmak istenir. Hikayenin başını bilenler için asla düşünülmeyen, tahmini imkansız bir son vardır aslında. Sabredenler ve hikayenin sonunu bekleyenler de bilirler ki Tiryandafilya, aslında Yusuf zindanı hiç görmedi, aslolan şuydu ki zindan Yusuf’u tanıdı ve gelişinden ürktü. O nasıl bir geliştir ki, lal kesilen bin şu kadar yıllık soğuk, isli ve de alabildiğine karanlık zindan duvarları ‘lebbeyk’ diyebilmiş ve dile gelmiştir.

Sonra babamızı, İbrahim Peygamberi düşün bir de Tiryandafilya. Herkes yanlış bildi, herkes yanlış okudu aslında. ‘Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun’ cümlesini ve bunun benzerini ilk kuran Sezai Karakoç olmadı hiçbir zaman. Düştü mü hatırına şimdi; ağyara sezdirmeden, bir tenhada ruhuna üflediğim o şiirden bilindik aynı parça: ‘ Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun Lili / Sen istesen de taş yürekli olamazsın / Sen daima güzeller güzeli olursun Lili / Sen istesen de taş yürekli olamazsın / Hangi kuş hangi şafakta öldü görmeyeceksin / Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili / Tüyleri şiirler olan bu mahçup kürkü / Sen daima sultanlar sultanı olursun Lili / Demek sen gidiyorsun Lili / Bizi öpmeden mi gideceksin Lili…’

‘Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun’ sorusu, bir insanın bir diğerine sorduğu ve içinde merakı barındıran bir şiire yardım ve de yataklık ettiği için, elbette ki önemli bir soru Tiryandafilya. Ama dedim ya balım, bu sorunun daha can yakanı kadim zamanlarda, sana, bana ve dahi ateşe de hükmedenin kulu ve de peygamberine sorulmuştu ama bir farkla, hatırlasana. İsmail ve anasını düşün Tiryandafilya; putları kıran İbrahim, onları çölün ortasında bırakıp giderken muhatap olduğu soruyu düşün: ‘Bizi kime bırakıyorsun İbrahim’ diyen o kadının çaresizliğinin tek bir cevapla nasıl son bulduğunu düşün: ‘Allah’a’ !

Düştüğüm duruma üzülüyorsun ve ‘ne gelir elden diyorsun’, bunu da biliyorum. Ama benimki bir yerden düşmek değil, kendini en yükseğe çıkarıp defalarca, sağlam kemik kalmayana kadar kırmak, kırmak ve en nihayetinde un ufak edip zerrelerine ayırmak Tiryandafilya. Benim bütün sorunum haddimi bilmemekte; bu gerçek, dünden bugüne artarak çoğaldı ve şimdi kalbimi koruyan kaburgalarımı da, beynimi koruyan kafa tasımı da zorluyor. Bir denizi yarmak için elimde asam yok, düştüğüm zindanın duvarlarından da bir saygı görmüyorum, yılışık kahkahalar atan insanlar tarafından ateşlere atıldım, kor alevlerle hemhal oldum hanidir, ama göklerden gelen, ‘ Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ol’ diyen bir ses de yok. Read the rest

Gerilla Savaşı / Ernesto Che Guevara »

che_shirt_sellsDevrimlerin gelişmesi normal olarak ters orantılı med-cezir biçiminde olmuştur. Devrimci med olayının karşıtı karşı-devrimci cezir olayıdır ve tersine devrimci düşüş anlarında karşı-devrimci bir kabarma vardır. Bu anlarda halk güçlerinin durumu tekrar güçleşecektir ve onlar en az gerilemeye uğramak için en iyi savunma araçlarına sarılmaktadırlar. Düşman fevkalade kuvvetlidir, kıtasaldır. Bu yüzden, sınırlı etki alanı olan kararlara varmak için yerel burjuvazilerin göreli zayıflığı temel alınmamalıdır.
Bu oligarşilerin silahlı halkla olası ittifakı daha az düşünülebilir. Küba Devrimi alarm zilini çaldı. Güçlerin kutuplaşması tam olacaktır: bir tarafta sömürenler, ötekinde sömürülenler. Küçük burjuva kitlesi çıkarlarına ya da politik becerisine göre ona hitabeden şu yada bu partiye eğilim gösterecektir. Tarafsız kalmak bir istisna oluşturacaktır. Devrimci savaşın böyle bir görünümü olacaktır.
Bir gerilla ocağının nasıl oluşabileceğini görelim. Read the rest

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton »

kotuluk-uzerine-bir-deneme_terry-eagleton-22“… Bu günlerde yaşanan her trajedi ya da doğal afetten sonra insanlar ellerindeki pankartlarla sokağa dökülüyorlar. Evlerinde hazırladıkları pankartlarının üzerinde tombul harflerle “Neden?” yazıyor ama bu insanlar sorularına bir cevap anyor değillerdir. Depremin, toprağın derinlerindeki bir çatlaktan kaynaklandığını ya da cinayetin gözaltından fazlasıyla erken bırakılan bir seri katilin işi olduğunu biliyorlar. Pankarta “Neden?” yazmak ” Bunun sebebi nedir?” diye sormak değildir; sorgulamaktan çok bir ağıttır bu. Dünyadaki akıl almaz bir akılsızlığa, çevremizde olup biten anlamsızlığa yapılan bir itirazdır.  […] Söz konusu gücün özünde, doymak bilmez öfkesini bir başka faniden çıkarmak için dışa taşan ölüm güdüsü olduğunu daha önce de görmüştük. Ancak bu öfkeli şiddet bir tür yokluğu da barındırmaktadır içinde -başkalarının acısıyla telafi edilmesi gereken dayanılmaz bir var olmama hissi. Bu şiddet başka bir yokluğa da meyyaldir: ölümün hiçliğine. Böylece korkutucu güç katışıksız boşlukla bir araya gelir. Teolog Kari Barth Kilise Dogmalan adlı çalışmasında kötülüğün sadece yokluk ve eksiklik olmadığını, yozlaşma ve yıkımdan oluşan bir hiçlik olduğunu belirtir. Kötüler, bu durumda, yaşama sanatında kifayetsiz olan insanlardır. Aristo’ya göre yaşamak, sürekli antrenman yaparak kendinizi geliştirmeniz gereken bir spor gibidir. Kötüler işin bu yönünü bir türlü anlayamıyorlar. işin doğrusu biz de öyle. Biz bu konuda Karındeşen jack’ten sadece bir adım öndeyiz. Yaşam sanatı konusundaki kifayetsizliğimiz, bir başka dünyadan gelen misafirlerimize garip gelebilir: Ziyaretçilerimiz birkaç tırışka türevin yanı sıra birkaç tane de mükemmel insan örneğiyle  tanışacaklarını umuyorlardır herhalde. Bu beklentileri bir yönüyle mantıklıdır; neticede bir ağaçta birkaç çürük elma olabilir ama bir o kadar da kusursuz elma vardır. istisnasız tüm insanlann bir şekilde defolu olması gerçeği dünya dışından gelen misafirlerimiz için New York’taki Gugenheim Müzesi’ndeki bütün resimlerin sahte olması kadar gariptir. Neticede, eğer kötüler yaşama sanatında hepten beceriksiz ise, biz de kısmen öyleyiz. Freud, gündelik hayatın psikopatolojik yönleri vardır der; biz de sıradan gerçeklikte kötülüğün izlerini görebiliriz. Ender görülen pek çok fen o men gibi, kötülüğün de kökleri sıradan hayattadır. Soykırım mühendisinden çok rahatsız bir banka memuruna benzeyen Adolf Eichmann bu gerçeği kanıtlamaktadır. Kimi kötüler başka türlü düşünmeyi tercih etse de, bu haliyle kötülük sadece elitist bir eylem değildir. Ama kötülüğün bu hali onun yaygınlığını hafife almamıza sebep olmamalıdır. insanları sırf para için kitleler halinde imha etmek ya da nükleer silah kullanmayı düşünmek gibi adilikler, katıksız kötülükten çok daha yaygındır. Yani kötülüğün uykularımızı kaçırmasına gerek yok. […] Geleneksel felsefenin teodise diye bilinen bir dalı etrafımızdaki bu anlamsızlığa bir açıklama getirmeye çalışır. “Teodise”nin kelime anlamı “Tanrı’yı savunmak, haklı çıkarmak”tır. Oturup ağlamamızı gerektirecek kadar çarpık olan dünyayı meşrulaştırmaya çalışmamızın sebebi, görevlerini yerine getirmekte feci şekilde çuvallamakla suçlanan ve her nasılsa her şeyi sevdiği söylenen Tanrı’yı savunmak oluyor. Teodise, kötülüğün varlığını Tanrı’yı müşkil durumu ndan kurtaracak bir şekilde açıklamaya çalışır. Bu projeye lngiliz edebiyatının en büyük katkısı john Milton’ın muazzam epiği Kayıp Cennettir; şair bu eserde insanlığın içinde bulunduğu aşağılık yaşamı kullanarak “Tanrı’nın insanlara karşı yaklaşımı”nı haklı çıkarmaya çalışır. Devrimci Milton’a kalırsa yaşanan hayatın iğrençliğinin bir sebebi, İngiltere iç Savaşı’nın getirmesini umduğu politik cennetin sefil bir şekilde yozlaşmasıdır. Yine de Milton’ın Tann’yı aklama yolundaki sofu çabası bazı okurların Tann’ya daha da çok sırt çevirmelerine sebep olmuştur. Şiirde yaptığı gibi, Tann’ya kendini savunması için incelikli argümanlar vermek ve kendini savunmasına sebep olmak, O’nu insanların seviyesine indirmek demektir. Oysa tannlara, prenslere ve yargıçlara tartışmalara girmek, kendilerini haklı çıkarmaya çalışmak yakışmaz …”

Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonTavsiye Sohbet

“Ben” kimdir?

Tavsiye makale

Tavsiye Kitap

Derin İnsan

Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?”(Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

sen-insansin Ücretsiz kitap indirin75 kitap indirin Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry EagletonSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.