RSS Feed for This Post

İktisad / Economy / οικονομία / اقتصاد

ekmek-ekonomi

 Ne değildir?

Sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak için sınırlı kaynakları verimli kullanma bilimi değil.

Nedir?

Ekonominin hayattan ve toplumun geri kalan kısmından ayrı bir kurum gibi vehmedilmesi 19cu yüzyılda başladı. Bu devire kadar “ekonomik faaliyetler” beşerî ve içtimaî hayatın akışı içinde yer alıyordu. Bugün milyonları aç bırakan, İnsan’sız, hatta İnsan’a rağmen işleyen, kâh bürokrasiyle yönetilen kâh kendi kendini düzenleyen “piyasa” algısı tasavvurumuzdaki korkunç bir yırtılmanın eseri. Bu yırtılmadan evvelki cemiyetlerde ekonomi ile tasarruf arasında fark yok. (Bkz. saving, possession, austerity) Yunanca etimolojisi de yetinme, kanaat etme, azla idare gibi mânâlar veriyor.

Adam Smith ilk baskısı 1776’da yapılan ünlü kitabı The Wealth of Nations’ın hiçbir yerinde üretim, tüketim, iş gücü ve sermayeyi kapsayan bir kurumdan bahsetmiyor. “Ekonomi” kelimesini temkinli harcama ve tasarruf gibi mânâlarda kullanmış:

“… Bu birikim insanların kendi ekonomileri ve temkinli harcamaları sayesinde sessizce arttı. […] Vatandaşların ekonomilerini gözetlemek ve denetlemek kibir ve saygısızlık olur …”

Ekonominin İnsan’dan kopması nereden başladı?

İnsanların buğday veya kurutulmuş et biriktirmesiyle altın biriktirmesi aynı şey değil. Yiyecek ekonomisi/tasarrufu mutlak olarak değerli, sıkıştı mı oturur yer. Ama son kullanma tarihi var, kokar, bozulur. Altın bunun tam tersi. Mutlak olarak kullanım değeri yok. Yani hayatta kalmaya faydası yok. Altının değeri sosyal/içtimai bir değer. Yani ötekiler değer verdiği için değerli. Thomas More’un 1516’da Latince kaleme aldığı Ütopya’da ifade ettiği gibi:

“… Tabiat altına ya da gümüşe insanoğlunun öyle kolay kolay vazgeçemeyeceği bir değer yüklememiş. Nadir bulunduklarından ötürü onları değerli kılan salt insanların budalalığı. Buna karşın o müşfik anamız doğa; hava, su ve toprak gibi olmazsa olmazları gözlerimizin önüne sermiş, değersiz ve bir yararı dokunmayacak şeyleri ise bizden olabildiğince uzaklaştırmış …” 

Ancak altın, gümüş, değerli taşlar ve pahalı kumaşların son kullanma tarihi yok. Bunları biriktiren bir insan malların kendi ölümünden sonra daha uzun yıllar kalacağını biliyor. Altın biriktiren  buğday biriktirene kıyasla Ölüm’e daha az meyilli olur, hatta Ölüm’den daha çok korkar, bu kaçınılmaz. Bir çuval buğdayı veya birkaç elmayı sadaka olarak vermek eşdeğer miktarda altın ya da gümüş vermekten kolay değil mi? Demek ki sosyalleşmiş ve bir insan ömründen daha uzun ömürlü olan tasarruf/ekonomi bizim dünya görüşümüzü, değerlerimizi etkiliyor. Kâinat nedir? İnsan nedir? Ben kimim? Hayatın anlamı ne? Neden bu dünyaya gönderildim? Öldükten sonra ne olacağım? Maddî hayatımız da bu sorulara vereceğimiz cevaplar doğrultusunda şekillenmiyor mu?

“… Tarih ve antropoloji çalışmalarının göze çarpan sonucu, insan ekonomisinin, kural olarak, insanın sosyal ilişkilerinin içine yerleşmiş olduğu. İnsan, maddi zenginlik edinmekte ki bireysel çıkarlarını korumak gayesiyle hareket etmez; toplumsal konumunu, sosyal haklarını ve sosyal değerlerini korumak üzere hareket eder. Maddi zenginliğe ancak bu amaçlara hizmet ettiği için değer verir. Ne üretim ne de dağıtım süreci, mal sahipliğiyle ilgili özel ekonomik çıkarlara bağlıdır; bu süreç içinde her aşama, gerekli işlemlerin yapılmasını sağlayan bir dizi sosyal çıkara göre ayarlanmıştır. Bu çıkarlar, avcılık ve balıkçılıkla uğraşan küçük bir toplulukta ve büyük bir despotik toplumda önemli farklılıklar göstereceklerdir, ama iki durumda da, ekonomik sistem, ekonomi dışı amaçlara göre işleyecektir …” (Büyük Dönüşüm / Karl Polanyi, 1944)

İkinci kopma

Buğday-Altın kopmasından sonra ikinci bir kopma yaşadık sanıyorum: Altın-Kâğıt para. Tabi “para” deyince buna her türlü senedi, sözleşmeyi, taahhüdü hatta hisse senedini katabilirsiniz. Bu sebeple söz konusu kopmaların doğrusal bir çizgi üzerinde olmadığını da açıkça belirtelim. Yani tarım toplumu, endüstri toplumu veya ortaçağ vb bir ayrım yapmak doğru değil. Ticari sözleşmeler antik topluluklarda bile vardı.

Evet… İkinci kopma altının temsil ettiği değişim değerinin kayıt edilmesinden kaynaklanıyor. Bu da kâğıt para özelinde meselâ devlet veya banka garantisinde birikebilen bir ekonomi/tasarruf türü. Birinci kopmadan evvel dünyadaki bütün insanların ekonomilerinin/tasarruflarının toplamı ellerindeki yiyecekler kadardı. Sonra dünyada el değişirden toplam altın, gümüş vs belli bir hacim teşkil etti. Oysa kağıt para/senet ile meydana gelen kopma muazzam bir spekülasyon kapısı açtı. Bundan evvel sahtekârlık sadece müşteri aldatmakla sınırlı idi. Oysa banka/devlet merkezli kayıt sistemi gerçek hayattan kopuk bir taahhüt dünyası kurma imkânı verdi. Meselâ bir ülkedeki toplam buğday, et, altın, elmas vs miktarı 100 birim iken taahhüt edilenlerin miktarı bunun 10 veya 100 katı olabilirdi. Nitekim ekonomi tarihi bunu teyid ediyor. Yani gerçek üretim ile basılan paranın, ticareti yapılan taahhütlerin arasında uçurumlar defalarca oluşmuş. (Bkz. John Law 18ci yy veya 1930 krizi, 2008 krizi)

İnsan’sız ekonomi

Bugün internet ve otomatik al-sat sistemleriyle borsa spekülasyonu (taahhüt ticareti) kendi başına hatta bazen insan müdahalesi olmaksızın değer üreten bir aktör/özne gibi vehmediliyor. Hayatı boyunca bir kez bile buğday tarlası görmeyen 28 yaşındaki bir borsacı 60 yaşındaki tecrübeli ve yorgun bir çiftçinin bin kati para kazanabilir. Çünkü Chicago emtia borsasında el değiştiren buğday dünyadaki toplam üretimin 50 katından fazla.

Netice

stock-market-crazy216cı asırda ekonomisine yani tarlasına, ineklerine, buğday ambarına bakıp sevinen, hastalıktan ve kuraklıktan korunmak için dua eden insanlar vardı. Gözler bulutlarda bir yağmur bekliyorlardı. Tabiat güçlerine (bir tanrıya) muhtaçtılar. Ekonomilerinin/tasarruflarının değeri mutlaktı, yenebilirdi.

21ci asırda Bloomberg TV’den borsa endekslerini takip eden, ekonomisi/tasarrufu sürekli artıp azalan insanlar var. Bir siyasetçinin, FED başkanının açıklaması, doların, petrolün inip çıkması bu insanların ekonomilerini de indirip çıkartıyor. Bir tanrıya değil devlete ve bankalara muhtaçlar.

İnsan yenebilir ekonomiden (=tasarruftan) taahhüt ticaretine geçti. Kendimizden tecrid ettiğimiz mücerred ekonomi artık bizim tasarruflarımızdan ibaret değil. Toplumdan, günlük hayatın gerçeklerinden bu kadar uzak ama hayattaki herşeyi kendine boyun eğdirecek kadar içimize işlemiş, adeta tanrısal bir güç olmuş ekonomi. Kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan eski kavimlere hâlâ “aptal” diyebiliyor musunuz?

Evet… Yenebilir ekonomiden (=tasarruftan) taahhüt ticaretine (sosyal-spekülatıf değişim değerlerine) geçmenin bizi dönüştürmesi de kaçınılmaz. Zira bu kopuş, ellerimizle yaptığımız bu put eninde sonunda bizi kendisine köle edecektir. Karl Polanyi’nin kelimeleriyle:

“… Piyasa sistemi, ekonomik faaliyetin tamamının toplum kontrolünden kurtulup kendi kurallarına göre işleyen piyasalarca yönlendirildiği bir sistemdir. Bu, insan doğasıyla bağdaşması imkansız bir sistemdir ve toplumsal yapıyı parçalamadan uzun süre varolamaz […] Alış-veriş ve piyasa, sadece ve sadece ekonomik amaçlara hizmet etmek üzere, bu amaçlarla sınırlı bir varlığa sahiptirler. Dolayısıyla, ekonomik faaliyetlerin tamamının piyasa tarafından alış-verişilkesi doğrultusunda yönlendirilmesi demek, insanın maddi varoluşunun temellerinin toplumsal olmayan, toplumsal olandan kopuk bir mekanizmaya teslim edilmesi anlamına gelir. Bu şekilde ekonomi, sadece toplumun bütününden kopmakla kalmaz, zamanla o bütüne hakim olmaya başlar. Toplum ve toplum içindeki insani ilişkilerin tamamı ekonomiye baş eğer duruma gelir.

İkincisi, ekonomik faaliyetin tamamının piyasaya bırakılması, sadece insan ihtiyaçlarını karşılayan bütün mal ve hizmetlerin değil, emek, toprak ve paranın da piyasada alınıp satılan eşyalar haline gelmelerini gerektirir … Oysa emek, toprak ve para, ampirik meta tanımına göre, meta değillerdir. ‘Emek yalnızca yaşamın yanında yer alan bir insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya konulur ve yaşamın diğer yönlerinden ayrılmaz […]  Toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan tarafından üretilmemiştir; nihayet para, yalnızca satın alma gücünün, kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık sistemi ve devlet maliyesince düzenlenen bir simgesidir […]  Emek, toprak ve paranın meta tanımı bütünüyle hayaldir. Ama emek, toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla örgütlenmişlerdir …”  (Büyük Dönüşüm, 1944)

Tavsiye Derin Lügat Maddeleri

 

gold-dollar

 

… E-kitap okumak için…

 

derin_lugat-1-kapakDerin Lügat 1.0

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaya yetmiyor. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapakAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 13 Trackback(s)

  2. Mar 18, 2017: Az gelişmiş ülke / Underdeveloped Country / بلد متخلف | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  3. Nis 14, 2017: Büyüme / Growth / Croissance / نمو | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  4. Nis 25, 2017: Gerçek sonrası / Post-Truth / Post-vérité / عصر ما بعد الحقيقة | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  5. Nis 25, 2017: Mrs. Dalloway / Virginia Woolf | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  6. May 3, 2017: Siracul Mülûk / Muhammed Bin Turtuşi | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  7. May 5, 2017: Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  8. May 12, 2017: Kaos / Chaos / хаос / χάος / فوضى | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  9. May 16, 2017: Bir Silah Sistemi Olarak Para | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  10. May 17, 2017: Amerika’da Demokrasi / Alexis de Tocqueville | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  11. May 18, 2017: İslâmî devlet olur mu? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  12. May 21, 2017: Jeopolitik mekân ve jeo-ekonomik imkân: Luttwak | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  13. May 31, 2017: Hey Gidi Milli Görüş!
  14. Haz 10, 2017: Fetih / Conquest / conquête / فتح | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin