RSS Feed for This Post

Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri

“Meşhur ozanlar şiir diyarının çiçekli bölgelerini çoktan bölüşmüşlerdi. Kötülük’ten Güzellik’i çıkarmak ise zordu. Gene de hoş geldi bana bu durum.”

 Böyle demiş Baudelaire. Demiş ve zor bir soruyu miras olarak bırakmış ünlü kitabı “Kötülük Çiçekleri” ile. Elle tutulur, gözle görülür  bir Kötülük gerçekten var mıdır? Yani İyilik’in zıddı olarak, bir anti-madde gibi Kötülük’ün varlığından söz edebilir miyiz?… Bu o kadar net değil. (Bkz. Kötülük’ün zıddı İyilik değildir bahsi, Derin Zaman kitabı )

Mesele zaten kitabın isminden itibaren başlıyor: Kötülük Çiçekleri. Zira orjinal metindeki  “Les Fleurs du Mal soyut bir kötülük değil şeytan, iblis vb anlamlara geliyor Fransızcada. (örn. malin) Başka dillere çevirenler de böyle düşünmüş olmalı, ingilizce başlık Flowers of Evil. Zaten şairin kendisi de söylüyor:

“Her insanda sürekli iki arzu vardır; biri Tanrı’ya doğru, öteki şeytana doğru. Tanrı’ya sığınış, bir yükselme isteğidir; şeytanın yahut hayvanlığınki ise bir iniş mutluluğudur.”

İyi ama iniş ve çıkışı neden aynı aynı kefeye koydu şair? “İniş Mutluluğu” yerine düşme acısı ya da utancından bahsedebilirdi. Neden iyilik ve kötülüğe bu eşit mesafeli duruş? Tensel hazlar, dünyevî zevkler, maddî tatmin ile mutluluk arasında ayrım yap(a)mayan bir pozitivizm kokusu yayılıyor bu satırlardan. (Bkz. Pozitivizm Kitabı) Bir yandan içinde yaşadığı asrın acıları ve gebe olduğu şiddete üzülüyor Baudelaire. Hem topluma acıyor hem de kendisine. Babasını 6 yaşında kaybetmenin ızdırabı, çok sevdiği annesinin bir başka erkekle evlenmesinden duyduğu öfke dinmiş değil. Izdırap zaman ve mekân tanımıyor. Hatıralar yaşlanmıyor. Ama Baudelaire bu acıları ve pişmanlıklara bir mânâ veremiyor. Fıtraten açlığını hissettiği iyilik, sadakat ve şefkât arzusu nereden geliyor? Annesine kızma hakkı var mı? Hakları çiğnenen işçilere neden acıyor? Neden bu adalet özlemi?

Elbette Mutluluk ve tatmin birbiriyle karıştırılMAması gereken çok farklı iki kavram. (Bkz. “İnsan maymunlaşabilir mi?” adlı bölüm, Derin insan kitabı) Ama Baudelaire bu iki çekim gücünü birleştirmiş adeta; “iniş utancını” değil de, “iniş mutluluğunu” tercih etmiş. Aradığı sorulara cevap bul(a)mamaktan yorgun düşen şair nihilizmin soğuk ve karanlık çölünü son durak sanıp iniyor aklın treninden:

Ey ölüm, koca kaptan, artık gitme zamanı!
Ey ölüm! haydi, bizi boğdu bu memleket!..

….

Bu girdap, Cennet veya Cehennem, dalalım
Yeniyi bulmak için bilinmeyenin  dibine!..

Sanırım… “Kötülük Çiçekleri” şairin kendi acılarını dile getirdiği bir şiir kitabı değil. Varoluş’u, Hayat’ı ve Ölüm’ü sorgulayan her insanın geçtiği dikenli yollarda atılmış adımlar bunlar:

“Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa, Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…” (Bkz. Maymunist imanla nereye kadar? isimli kitap)

Kötülük’ten Güzellik’i çıkarmak

Yazının başında bir sözünü aktarmıştık şairin, şöyle diyordu: “…Kötülük’ten Güzellik‘i çıkarmak ise zordu. Gene de hoş geldi bana bu durum.” Bu söz aslında büyük bir yanılgıyı gösteriyor bizce. Baudelaire Güzel’i çıkarmıyor, Kötü’yü, daha doğrusu İyi’nin yokluğunu “görünür” hale getiriyor. Çünkü YOK’u görmek kolay değil. Yiyeceklere nazaran bir insanın açlığı gibi Kötülük’ün varlığı. Bir borç gibi negatif, bir düşkırıklığı. YOKLUK da var, bir isim koyabildiğime göre… Ama borcum cebimdeki para kadar VAR değil, terk edilmek ve yalnzlık kollarıma sardığım kadın kadar gerçek değil. Entelce söyleyecek olursak çirkin‘i estetize ediyor Baudelaire. Ama Güzellik değil bu estetizasyon, alakası yok!… Örneğin “Bir Leş”  adlı şiirden bir kaç mısra:

Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi,güneş
içindeki günde, erken;
Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş
Bir patikayı dönerken,

Kokmuş kanında vızır vızırdı sinekler,
Oradan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
Bu canlı paçavralara.

 

Biraz daha açalım: Korkunç derecede üzücü bir durum düşünün: Bir tecavüz, bir cinayet, bir işkence sahnesi… Buna maruz kalan veya “sadece” seyirci olan bir insan bile olan biteni doğru dürüst göremez. Korkudan, aceleden, tiksinme duygusundan… Ama bir filmde böyle bir sahne varsa, hele bazı “mühim” anlar ağır çekimle uzuuuuuuun saniyelere yayıldıysa “iğrençlik” daha bir görünür (=anlaşılır) olur. Çığlıklar, darbeler, sıçrayan kan damlaları… Bir çok insan bu yüzden şiddet içeren filmlere ilgi gösterir. Çünkü merak duygusu tiksintiyi bastırabilir. Polisiye filmlerdeki çatışma, dövüş ve araba takibi sahneleri de böyledir. Değişik açılardan aynı kavgayı öyle bir seyrettirirler ki adama adeta kavga etmiş gibi olursunuz. Meselâ Gece Yarısı Expresi‘nde “zavallı” Amerikalıya işkence yapan Türk polisleri, Er Ryan’ı Kurtarmak filminin ilk dakikalarında karaya çıkan askerlerin vurulması, Matrix‘te “uçan” insanların etrafında dönen kameralar…

Bu görüntüler merakımızı öyle “güzel” doyurur ki gerçekten Güzellik’e dair bir şey gördüğümüzü sanırız. Aslında bu tür sanat(?) eserleri Güzel’i anlatmaz ama korkuyu, şiddeti, vahşeti “güzel” anlatır. Merakımızı TATMİN eder, bilme/anlama açlığı bir çukur, bir delik gibidir. Filmlerin kanlı şovları o merak deliklerine “cuk” diye oturur. Bunun için “güzel” gelir bize.

Dikkat ederseniz yazımıza eşlik eden ressam Otto Dix(1) tablolarındaki gibi bir teknik kullanıyor Baudelaire. Dix’in fırçasıyla yaptığını şair kelimelerle yapıyor, göze hoş gelen şeyler ile pislikleri, iğrençlikleri yan yana koyuyor:

  • Güneşin parlayan ışıkları altında bir çiçek gibi açılmış hayvan leşi,
  • Çimenlikte etin keskin kokusu,
  • Oynaşan, eti öper gibi yiyen kurtçuklar vs.

Şiirin ilk kıtasındaki “şehvetli kadın” metaforu ile son kıtasında kendisinin de bir gün öleceğini hatırlaması hayat ve ölümün gece-gündüz gibi müteakip oluşuna bir isaret mi? Yoruma açık. Ama şiirin bende uyandırdığı his manevî bir umuttan çok maddî bir umutsuzluk oldu. Bu bakımdan daha çok düzene, geleneğe, alışılmışa isyan eden bir nihilizm kokusu aldım Leş şiirinde. Karl Marx’ın Alman İdeolojisi‘nde yaptığı gibi “yerin dibine batsın düzeniniz, devletiniz, dininiz…” diyen bir başkaldırı var. Ama sonrasını düşünmeden kaldırılmış her baş gibi başka düzenlere boyun eğmeye mahkum bir baş bu. Güzel’i anlatamıyor şair ama ızdırabını güzel anlatıyor, işte bunun için “estetizasyon” üzerinde israr ediyorum:

Hem bıçağım hem de yara!
Hem yanağım hem de tokat!
Hem kurbanım hem de cellat
Ezen ve ezilen çarkta.

Tıpkı Türk şair Ahmet Erhan’ın dizeleri gibi: “Bana yarınlardan, doğacak güneşlerden söz ederler, ben bugünleri yakıştıramazken kendime”…

Kanlı ihtilallerin, devrimlerin, savaşların kasıp kavurduğu bir Avrupa’da bilime, rasyonaliteye tapan bir medeniyetin(!) çocuğuydu Baudelaire. Bunalımlı devirlerin insanıydı. “Tanrı öldü” diyen Nietzsche, “Gökyüzünü tepetaklak edip yere indirmek” isteyen Marx, vicdanın sesine “ne malum?” diye şüpheyle cevap veren Hume, karamsarlığı bir yaşam biçimi haline getiren Schopenhauer ile çağdaştı. Fayda ve Tatmin denen dünyevî referanslar Hakikat’in, Mutluluk’un yerini almaktaydı.Panoptik(2) cezaevlerinin mucidi Bentham‘ın faydacı fikirleri Avrupa’nın genlerine işliyordu.

Rasyonalite’nin barış ve refah getireceğine iman eden bu yol bizi Hiroşima ve Nagazaki’ye, bugün ise Irak’ın işgaline kadar götürdü. Hannah Arendt‘in Kültür Krizi’nde söylediği gibi atom bombasını yapmak ve yüzbinlerce sivili öldürmek için çok RASYONEL sebepler vardı. İnsanlık Arendt’in tabiriyle bir fay hattının üzerindeydi. Bilim’e taptıkça, dünyaya bağlandıkça Ölüm’ün hakikatinden uzaklaşıyoruz.

Kâinat’ın şiiri ve Baudelaire

Havada uçan bir ördeğe baktığında bir avcı, bir aşçı ya da bir şair aynı şeyi görmez. Çünkü Baudelaire gibi sanatsal duyarlılık sahibi olan insanların gözleri bizimkilere benzemez. Bunun sırrını vermiştir şair “Albatros” adlı şiirinde. Açık denizlerde, mavi göklerde hiç durmadan saatlerce uçabilen bu deniz kuşları yere indiklerinde hantal ve komiktir. Uçarken erişilmez ve olağanüstü görünen kuş (sanatçı), rızık peşinde yere indiğinde (kalabalığa karıştığında) acınacak duruma düşer.  Baudelaire bu mısralarla sanatçıların toplum tarafından anlaşılmadığını, yalnız kaldığını anlatır:

 Bu mavilik kralları, beceriksiz ve mahcup,
Sarkıtırlar acınacak bir halde büyük beyaz kanatlarını
Yanlarında sürüklenen kürekler gibi.

Şair, fırtınada uçan ve yaya gülen,
Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı,
Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde,
Engel olur yürümesine dev kanatları

Neden böyle olur? İnsan etrafını çevreleyen dünyaya iki farklı gözle (iki farklı akıl ile) bakabilir: Parçalayan, Et-Göz ve birleştiren, Derin-Göz. Bunlardan hangisini kullanırsanız diğeri kapanır. Et-Göz bizim biyolojik yaşantımız için gereklidir. Aş, eş ve iş bulmamızı sağlar. Fayda ve tehdit odaklıdır. Eşya’yı görür. Bölünen, ölçülen tartılan alemin varlıklarını bilir. Derin-Göz ise parçalanaMAyan varlıkları görmek içindir. Aşk, Güzellik, Adalet… Nasıl çalışır ikisi ibr arada? Açalım:

“…bir çok insan gözlerini süpermarketlerde fiyat “okuyan” barkod okuyucusu gibi kullanıyor. Diğer insanları birbirlerinden ayırd etmemize yarayacak yanlarını görüyoruz sadece. Bıyık, gözlük, giysiler, saç şekli… Bıyığını kesmiş bir tanıdığa yabancı gibi bakmamız acaba ne kadar masum? Peki eşini bir para kazanma makinesi ya da çocuk doğurabilen bir hizmetçi olarak gören insanların körlüğü ve mutsuzluğu da hayvanî-gözlerini fazla açmış olmaktan kaynaklanmıyor mu? Düşünmek lâzım üzerinde…

 Doğaya ve cansız cisimlere de böyle bakıyoruz çoğu kez. Susamışsak görüyoruz suyu. “Hayvanları çok severim, ızgara lüfere ve fırında kuzuya bayılırım” diyen mizahçı geliyor aklıma. Hafızamız bile böyle işlemiyor mu? En çok zevk aldığımız ve korktuğumuz şeyleri hatırlıyoruz. Hafızamız herşeyi eksiksiz kaydeden bir tutanak değil. Hayatta kalma gayretimiz sonucu bize madden faydalı/zararlı olabilecek şeyleri hatırlıyoruz çoğu kez ve bu da bir tür körlük teşkil ediyor kanaatimce. Kendi hayatımızı seçici şekilde hatırlıyoruz. “Güzel” kelimesi bu sebeple faydalı şeyler için yani yanlış kullanılıyor çoğu kez: Güzel bir kadın (=çekici), güzel bir yemek (=lezzetli)… Oysa zekâ duvarını delebilecek hakiki güzellik faydanın bittiği yerde başlıyor… (Güzellik Matkabı bahsi, Derin İnsan  kitabı)

Bu noktada şu soruyu hiç utanıp sıkılmadan sormak lâzım: Baudelaire gibi şairlerin benzetmeleri bir rastlantı mı dır? Yoksa elle tutulur, gözle görülür dünyadan daha “derinlere”, Hakikat’e bir yol mudur? Meselâ kuşların bize özgürlüğü çağrıştırması, sırtlan ve akbabaların fırsatçı insanları hatırlatması, gecenin umutsuzluk vb simgesi olması… Bütün bunlar kültüre, inanca göre değişen, göreceli semboller midir?

“Bizim” Baudelaire Wagner’in müziği üzerine yazdığı bir denemede bu soruya güzel bir cevap vermiş:

 “Kâinat gizli şifre ile yazılmış bir metin ise şair bir şifre çözücüden başka kim olabilir? Her şiir gerçeklerin bir okuması, bir tercüme, çözülen bir şifredir…Gerçek müziğin farklı zihinlerde benzer duygular  uyandırması şaşırtıcı değil; sesler şekilleri ve renkleri çağrıştırmasaydı  şaşırtıcı olurdu. Biçimler ve renkler melodileri ilham eder. Seslerle renkler karşılıklı benzetmelerle hisleri ve fikirleri dönüştürür. Varlıklar sanatçıların zihninde benzetme yapacak ilhamlar uyandırır. Çünkü Tanrı Kâinat’ı bölünemez ve karmaşık bir bütün olarak yaratmıştır. Sanatçıların benzetmeleri rastgele değildir. Her şey birbirine tekabül eder, bir ahenk vardır. Kâinat’tı bir kitap, yazılı bir metin gibi kabul edebiliriz. Bu metnin bir dili vardır. Ama karmaşık ve çok zengin bir dildir bu. Her varlık (sembol/harf) hem farklı şeyler anlatır hem de hepsi aynı şeyi söyler…”(kaynak: Modern şiir üzerine denemeler -Octavio Paz- )

 Evet… Böyle diyor şair. Sembollerin, renklerin göreceli bir “boyutu” da var tabi. Bir hayvan farklı ülkelerde kurnazlığı, saldırganlığı ya da bir başka özelliği temsil edebilir. Kültürel ve dinî referanslar elbette bir “parazit” oluşturacaktır. Zaten her şekil ve her renk ile insandaki tüm duygu ve düşünceler arasında bire bir paralellik aramak büyük hata olur. Zira bu “Kâinat Kitabı” denen metni kendi beşerî kalıplarımıza sığdırmak anlamına gelir. Bu şekilde Sanat’ı bilimselleştirmek, objektif, herkes için aynı, ölçülebilir vs kalıplara koymak ise Sanatı öldürür.

Sanat’ın bize insanlığımızı, hürriyetimizi bildirmesi/buldurması üzerine bir çok makale yayınladık geçmişte. Meselâ:

Bu 4 makalede Baudelaire’in kısaca değindiği Birlik/Teklik hissi konusunda çok ilginç detaylar bulabilirsiniz. Tabi ki başka sanatçılar ve başka filozofların eserlerinden kesişimlerle birlikte. Biz makalemizi Henri Bergson’dan bir alıntı ile bitirelim :

« …Sanat’ın amacı nedir? Eğer Hakikat dosdoğru gelip hissiyatımıza ve şuurumuza çarpmış olsa, eğer çevremiz ve kendimizle doğrudan iletişime girebilmiş olsak, zannederim Sanat faydasız olurdu ya da hepimiz sanatçı olurduk çünkü ruhumuz Kâinat’ın musikîsi ile sürekli bir Tevhid halinde titrerdi. Hafızamızın yardım ettiği gözlerimiz Mekân’ı oyar, taklidi imkânsız tablolar kesip çıkarırdı. Bir bakışta İnsan bedeninin canlı mermerinden  ilkçağ heykelleri kadar güzel heykel parçaları yakalardı. Ruhlarımızın derinliğinde kimi zaman neşeli, çoğu zaman da hüzünlü ama hep özgün bir müzik duyardık… iç yaşamımızın sürekli ezgisini… Aslında bütün bunlar bizim etrafımızda, içimizde ama hiç birini ayrı ayrı hissetmiyoruz.

Bizimle Tabiat arasında… hayır! Bizimle şuurumuz arasına bir perde girmiş. Sıradan insanlar için kalın bir perde, sanatçı ve şair için ince, neredeyse saydam bir perde. Hangi peri kızı dokumuş bu perdeyi? Bir tuzak mı? yoksa iyilik için mi dokunmuş? Yaşamak gerekiyor ve yaşam çevremizi sadece ihtiyaçlarımız doğrultusunda hissetmemizi gerektiriyor. Yaşamak eylem demek. Uygun tepkiyi vermek amacıyla hissetmek, faydası ölçüsünde hissetmek çevreyi. Öteki hislerin karanlıkta kalması ya da bize “karartılmış” biçimde ulaşması gerekiyor… Bakıyorum, gördüğümü sanıyorum, dinliyorum, duyduğumu sanıyorum, kendimi inceliyorum ve kalbimin derinliklerini okuduğumu sanıyorum. Oysa gördüğüm ve duyduğum sadece hislerimin beni yönlendirmek üzere dış alemden süzdüğü bilgiler. Kendim hakkımda bildiklerim yüzeysel, ancak eyleme dönüşebilecek olanlar. Yani hissiyatım ve şuurum bana Hakikat’in sadece faydalı ve basitleştirilmiş bir kısmını aktarıyorlar. Bana açtıkları pencerede faydasız olan her şey silinmiş, faydalı benzerlikler abartılmış, yaşantımın ilerleyeceği yollar önceden çizilmiş. » (Sanatın amacı ve Henri Bergson: Sanatta Ayrıntı(9))

 Yazıda adı geçen şiirlerin tam metni

 Bir Leş

Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi,güneş
içindeki günde, erken;
Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş
Bir patikayı dönerken,

Bacaklarını dikmiş bir kadınca, azgın,
Ateşli,zehir dökerek,
Açıyordu buğular kaynaşan bir karın
Öyle edepsizce, gevşek.

Güneş parıldıyordu pişirip kotarmaya
Üstünde bu çürüntünün,
Geri verebilmek için büyük Doğa’ya
Çattığından yüz kat üstün;

Ve gök bakıyordu bu yaman iskeletin
Açmasına çiçek gibi.
Bayıldım sanırdınız, çimenlikte etin
Kokusu bir keskindi ki.

Kokmuş kanında vızır vızırdı sinekler,
Oradan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
Bu canlı paçavralara.

Her şey dalga gibi alçalıp yükselirken,
Atılırken çıtırtılarla,
Gizli bir soluktan şişmiş yaşıyordu ten
Sanki çoğala çoğala

Bir garip müzikle yansıyordu bu dünya
Yel gibi, akarsu gibi,
Tohum gibi, harmancının hoş bir uyumla
Kalburunda çevirdiği.

Biçimler silinip düşe dönüyordu tam,
Beliren bir taslak vardı
Unutulmuş tuval üstünde, sanki ressam
Belleğinden tamamlardı.

Kaygılı köpek, kayalar ötesinden
Kızgın bizi gözlerdi de
Kollardı koparacağı anı yeniden
Kalan parçayı geride..

-Siz de bu pisliğin olursunuz bir eşi,
Bu kokuşmaların, iğrenç,
Gözlerimin yıldızı, ömrümün güneşi
Siz meleğim, tutkum, ergeç !

Öyle olursunuz, çok incelikli ece,
Tamamlanıp son duanız
Kemikler içinde çürümeye gidince
Çayır, ot altında yalnız.

Sizi öper gibi yiyen kurtçuğa, canım!
O zaman şunu söyleyin :
Tanrısal özünü, biçimini sakladım
Dağılan sevgilerimin

Albatros

Çok kere, eğlenmek için, gemi tayfaları

Tutarlar albatrosları, bu geniş deniz kuşlarını,

Tuzlu girdaplar üzerinde kayan gemiyi

Takibeden ağır yolculuk arkadaşlarını.

Döşemeler üzerine bırakıverdiler mi onları,

Bu mavilik kralları, beceriksiz ve mahcup,

Sarkıtırlar acınacak bir halde büyük beyaz kanatlarını

Yanlarında sürüklenen kürekler gibi.

Ne çirkin, ne kadar sümsük olur bu kanatlı seyyah,

O ki vaktiyle o kadar güzeldi, ne gülünç ne sallapatı

Biri piposuyla usanç verir gagasına,

Öteki taklit eder, topallayarak, vaktiyle uçan bu sakatı.

Şair, fırtınada uçan ve yaya gülen,

Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı,

Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde,

Engel olur yürümesine dev kanatları.

 

 Otto Dix’ten Gravürler

Dipnotlar

1° Otto Dix de tıpkı Baudelaire gibi insanların riyakârlığından, savaştan vs öyle yılmış, öyle bıkmıstır ki bu çirkinlikleri Alman halkının yüzüne çarpmak istemiştir. Sefaleti, fuhuşu, yaşlılık ve ölümü konu alan bir çok tablosu, gravürü vardır.

“…Az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi” anlamında panopticon adını verdiği daire planlı bir yapı tasarladı. Bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin iyi aydınlatılmış bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka çabası yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı…” (Vikipedi‘den)

 

 

… Sanat üzerine okumak için…

 

 

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 20 Yorum

  2. Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 23, 2011 | Reply

    Bir sürgünün ümit ve korkusu.

    Yine lif lif konuları eğirip halat yapıp, YOK’luğu Var’lık dubasına bağlamışsınız kaptan.Sayenizde bir süre limandaki bu gemide hayran hayran akıl gezdiririz artık. 🙂

  3. Yazan:MY Tarih: Kas 23, 2011 | Reply

    Eyv. Cuvaldiz Hanim,

    Varlik’in ölçülebilir, pozitif bir gerçeklikten ibaret oldugunu sandigim yilarima aciyorum 🙁

    insan uzun süre aldaniyor (aldandim), “bosluk” ya da “yokluk” gibi kelimelerin cisimsel varligina odaklaniyor akil. Oysa kelimeleri yazarken aralarina koydugumuz bosluklara bakmak gerek, müzikteki sessizlik, resimdeki beyazliklar gibi.

    Zira kelimelerin arasina koydugumuz hiçlikler sayesinde harfler “varlik” kazaniyor. YOKLUK olmasaydi size söylediklerimin VARLIK’i da mânâsiz olurdu degil mi 🙂 Meselâ:

    “EyvCuvaldizHanimVarlik’inölçülebilirpozitifbirgerçekliktenibaretoldugun
    usandigimyilarimaaciyoruminsanuzunsürealdaniyoraldandimboslukyadayoklukgibikelimelerin
    cisimselvarliginaodaklaniyorakilOysakelimeleriyazarkenaralarinakoydugumuzbosluklarabak
    makgerekmüziktekisessizlikresimdekibeyazliklargibiZirakelimelerinarasinakoydugumuzhiçli
    klersayesindeharflervarlikkazaniyor”

  4. Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 23, 2011 | Reply

    Harf harf, kelime kelime, cümle cümle, paragraf paragraf…Suya düşen yağmur damlaları ve ardında yayılan halkalar gibi…anladım demekle “anlama” süreci nihayetlenmiyor…Mânâ da öyle… anlama süreci gibi nihayetsiz…bu süreci suya düşen damladan itibaren de buluttan da rüzgardan da ısı değişimlerinden de okyanustan da başlıyor kabul etmek mümkün…bu aşamada YOK ‘luktan değil de “biz daha o konuya gelmedik hocam” türünden bir mazeretle bir mevcuda şahitlik edememe durumundan söz edilebilir belki!
    Bu güzel yazı ve yorumdan sonra “ harf-varlık” başlıklı yazınızı okumak suya düşen başka bir damla kabilinden oldu 🙂
    http://www.derindusunce.org/2010/09/24/varlik-bir-harftir-sen-onun-anlamisin-zaman-isiginda-ben%E2%80%99lik-meselesi/

  5. Yazan:suzannur Tarih: Kas 23, 2011 | Reply

    Çirkin de güzelin bir parçası,ondan ayrı düşünülemeyecek, bir çember.Çirkinde güzeli görebilmek mi, çirkini yücelterek güzelleştirmek mi? Kısaca Çirkini estetize ederek onu metalaştırmak.

    Zira kelimelerin arasina koydugumuz hiçlikler sayesinde harfler “varlik” kazaniyor. YOKLUK olmasaydi size söylediklerimin VARLIK’i da mânâsiz olurdu degil mi?

    Bu kısım beni tebessüm ettirdi,niye mi?
    kaç kelimelik hayat, yaşadığımız? sessizliğimiz kelimeler arası boşluk mu? ya yalnızlığımız, o neye tekabül eder? kader kelimelerimizi yazan kalemse, mürekkebi ne, hayatımız mı? kimin kelimelerini söylüyoruz biteviye; mürekkebi bizim olmayan bir diyarın sonsuzluğuna hangi kelimeyi yazıyoruz? kaydolan her kelimemiz, ellerimize verildiğinde, pişman olacağımız kelimeleri silemezken hem de, yeni kelimeler yazma telaşımızın açıklaması ne olabilir? diye yazmıştım üç gün önce 🙂

  6. Yazan:MY Tarih: Kas 24, 2011 | Reply

    «…Mânâ da öyle… anlama süreci gibi nihayetsiz…bu süreci suya düşen damladan itibaren de buluttan da rüzgardan da ısı değişimlerinden de okyanustan da başlıyor kabul etmek mümkün… » (çuvaldız)

    « …kaç kelimelik hayat, yaşadığımız? sessizliğimiz kelimeler arası boşluk mu? ya yalnızlığımız, o neye tekabül eder? kader kelimelerimizi yazan kalemse, mürekkebi ne, hayatımız mı? kimin kelimelerini söylüyoruz biteviye; mürekkebi bizim olmayan bir diyarın sonsuzluğuna hangi kelimeyi yazıyoruz? kaydolan her kelimemiz, ellerimize verildiğinde, pişman olacağımız kelimeleri silemezken hem de, yeni kelimeler yazma telaşımızın açıklaması ne olabilir?… » (Suzannur)

    bu güzel tefekkürün ardından … Füsus-ül Hikem’in mukaddimesi geliyor hatıra… Ve orada (mealen) nazarlarımıza verilen bir fenomen(?) « Mânâlara lisan elbisesi giydirilmesi »

    Acaba biz de o mukaddimeden esinlensek ve “yokluk bir harftir, Senin Ölüm’ün onun mânâsıdır” desek doğru olur muydu? Şeyh-ül Ekber Hazretleri müsade eder miydi?

    not: Genel olarak herkesin ölümü olarak ÖLÜM değil de “Senin” sübjektif Ölüm’ün demek istiyorum.

  7. Yazan:MY Tarih: Kas 24, 2011 | Reply

    Güneşin aydınlattıklarını en ince detaylarına kadar görürüz de… Güneş’in en parlak olduğu öğle vakti bulutsuz bir gökte ona bakamayız. Kur’an’da “Hâlâ görmezler mi?” mealindeki her ayet içimi titretir bu sebeple.
    Bazen görMEdiklerimiz saklı olduklarından değil aksine FAZLA(!) aşikâr olduklarından göreMEyiz. Yerdeki kuş gölgesine ok atan avcı gibiyiz. Başımızı kaldırıversek kuş hemen tepemizde uçuyor aslında 🙂

    Görülmesi en zor(?) şeyler de böyle. Günlük hayatta, şarkılarda, türkülerde her yer YOK ile dopdoplu değil mi?

    Meselâ Hamiyet Yüceses’in ve Ahmet Kaya’nın da söylediği o eski şarkı… YOK’un VAR’lığı üzerine bir tefekkür gibi…

    Ah, ada sahillerinde bekliyorum
    Her zaman yollarını gözlüyorum
    Seni senden güzelim istiyorum
    Beni şad et şadiye başım için

    Tercüme: sen (henüz)YOK’sun. Seni özlüyorum. GEL-eceksin. Henüz gelmemiş olan GEL-ecektesin, umudumda, hasretimde, gelecekte VAR’sın.

    Nerede o mis gibi leylaklar
    Sararıp solmak üzere yapraklar
    Bana mesken olunca topraklar
    Beni yad et güzelim başın için

    Tercüme: “Mis gibi leylaklar (artık) YOK. “Sararan yapraklar” da YOK olacak. Geçmiş’e intikal edecek. Ama geçip gitmiş olan, YOK olmuş olan geçmiş benim HaFıZamda muHaFaZa ediliyor, hatırlıyorum. Leylakları, Seninle geçirdiğimiz güzel günleri, çocukluğumu hatırlıyorum. Hatırlayan bir “Ben” için geçmiş’in YOK’ları VARlıklarını sürdüyorlar. YOK’luk sayesinde gördüğüm VAR’lık bilimsel değil. Pozitif, ölçülen, biçilen bir VAR’lık değil. Sübjektif bir VAR’lık bu. Bunun için yalnızız. Ve Marilyn Monroe (biraz) haklıydı:

    “..Sadece bir kaç kırık parçamız bir gün diğer insanların kırıklarına temas edecek. Gerçek bundan ibaret. Bir tek insanın gerçeği. Sadece “prezentabl” kırıklarımızı paylaşabiliriz. Bu yüzden hemen her zaman YALNIZIZ […] Neden olaylar gerçekten olmuyor da bir rol oynuyormuşum gibi geliyor? Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…” (Marilyn Monroe’nun 1961′de psikanalist Ralph Greenson’a yazdığı mektuptan)

    Yorucu bir YALNIZLIK bu. Kalabalıkta ve tenhada bitmeyen. Suzannur’un YALNIZLIK ÖZGÜRLÜKTÜR ÖYLEYSE‘de dediği gibi :

    “Kaç dostum, kendi yalnızlığına… kendi yalnızlığına kaç! Kalabalıktan kaçarken ben’in Hatuzağına yakalanmak, ben’i varoluşun merkezinde bedene yaslamak, tin’i bu hayata hapsetmek! Ben inşa devrindeyiz ya, sen’e tahammülü olmayan sen’ler çağındayız. Ah Nietzsche Efendi! ”

  8. Yazan:Sibel P. Tarih: Kas 24, 2011 | Reply

    Yorucu bir YALNIZLIK bu. Kalabalıkta ve tenhada bitmeyen.(MY)

    Evet, bir Alzheimer hastasi veya bir hedoniste bakarsak MY çok haklı. ama sabah namazında çokları uykuda iken varılan secdede bu yorgunluk (yalnızlık) biter. “Haydi Bilâl, bizi dinlendir” demiyor muydu S.A.V.?

    zihin açan yazı ve yorumlar için teşekkürler. dua ile

  9. Yazan:Mehmet Salih Demir Tarih: Kas 25, 2011 | Reply

    YOK’luk, boşluk değildir. YOK’luğu, diğer tüm mevcudat gibi Allah’ın (c.c.) yarattığı bir VAR’lık, bir mahluk olduğunu kavramaya başlamanın en önemli faydalarından biri, vahdet-i vücud düşüncesinden kurtulup vahdet-i şühuda doğru yelken açmak olmuştur, benim için. Tabi nazari düzlemde… Yoksa, eskilerin deyimiyle meselenin künhüne vakıf olmak, hakikatine ermek, azim, gayret, sebat, kararlılık ve ciddiyet gerektir. Zorludur…
    ………………….

    Yorumlar YOK’luk VAR’lık YALNIZ’lık üzerinde iken…kısa bir şiir…

    Gördüm kendimden en uzağımda ben kendimi
    Dağlar aştım da aşamadım kendi bendimi
    Varlığın yoklukla düğümlendiği noktada
    Tutulmuşum yapayalnız kalmışım ortada
    Yerleşmişim ben de yörüngesine bir aşkın
    Dolanır dururum ümitsizce şaşkın şakın
    Her cevapsız soru ruhumda birer çengeldir
    Her biri ötelere uzanmama engeldir
    Görüyorum vuslat önümde koca bir deniz
    Ben yürürsem yollar olur karanlık bir dehliz

    Ben kendimi arar oldum kendimde beni
    Ah bir bulsam bu derin sırrı çözebileni
    Bilmem bu haykırışlarımı duyan var mıdır?
    Kimse duymaz da duyacak olan O yar mıdır?

  10. Yazan:Cihan Aktaş Tarih: Kas 25, 2011 | Reply

    Baudelaire yazınızı okuyorum şmdi Mehmet Bey, çok önemserim Baudelaire’i, yazınız da kavrayış dolu. Duyan bir yürek, samimi bir anlama çabası; Baudelaire. Postmodern dönemleri o başlattı gibi gelir, siyahileri insan olarak görmeye başlayan Avrupalı; modernizmi bile daha farklıdır onun… Tabii benim Baudelaire’i önemsemem öncelikle onun konformist burjuva estetik ideolojisine getirdiği eleştiri nedeniyledir… Güzelliğin salt güzellik olarak yüceltilmesiyle gelen duyum körleşmesine karşı, sanat için sanat dayatmasına karşı da bir yapısöküm faaliyeti belki Baudelaire’inki… yi ki yazdınız… Hayırlı cuma olsun…

  11. Yazan:MY Tarih: Kas 25, 2011 | Reply

    Selamlar Cihan Hanım,
    Ziyaretinize memnun oldum gerçekten.

    « Duyan bir yürek, samimi bir anlama çabası; Baudelaire. Postmodern dönemleri o başlattı gibi gelir, siyahileri insan olarak görmeye başlayan Avrupalı; modernizmi bile daha farklıdır onun»

    Demişsiniz. Maddî hayatın icabı(?) olan tercihler ile insan fıtratının reddettiği kötülükler arasında, neredeyse işkence altında bir şair… Hep böyle hissettim bu insanı. Kelime-i Tevhid’in ilk yarısını akıl yoluyla keşfetmiş ama gerisini getirememiş bir yarım(?) mü’min. La ilahe… la ilahe diye ağlayıp sızlanmış. Bu hali bir çok batılı fikir adamında sezmişimdir. Akılsız vahiy de olmuyor, vahiysiz akıl da olmuyor.

    “…Tabii benim Baudelaire’i önemsemem öncelikle onun konformist burjuva estetik ideolojisine getirdiği eleştiri nedeniyledir… »

    Bu eleştiri Baudelaire’in çok övgü almasını sağlamış. Kötülük çiçeklerine gelen tepkilere bakmak yeter. Ama unutmayalım ki her anti-konfrmizm eninde sonunda kendi konformizmini doğurmuştur. Yırtık pantolonlar, dövmeler, kafatası desenli siyah tişortlerle gezen gençler de baştan anti-konformist değil miydi ?
    Eski yunanda şekilci ahlâk kalıplarına itiraz eden, anti-konformist « sinik » denen bir akım varmış, bilirsiniz. Hallerinin ne kadar rezil ve sefil olduğuna bakınca insan anlıyorki BAŞ KALDIRI TEK BAŞINA BI YOL TEŞKIL EDEMEZ. Burjuvaya, kapitalizme veya bir başka düzene karşı olmak, isyan etmek işin yarısı. sonrasını düşünmeden kaldırılmış her baş başka düzenlere boyun eğmeye mahkum değil midir? CD ve konser yaparak para kazaniyorlar, kapitalist sistemin birer parçasi oldular gitti bu ters bakisli “asi” gençler de ne yazik ki … ve bu “asi” estetik de burjuva estetiginin bir parçasi oldu çikti.

    asiler

  12. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 27, 2011 | Reply

    Mehmet bey, 2. Dipnot, Georg Orwel’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde geçen “BÜYÜK BİRADER”ini ne kadar da anımsatıyor? Orwel yapıtında , alıp verdikleri nefesin dahi denetlenebildiği askeri disiplin gibi totaliter bir yönetim modelini çizmek isterken – altında ” BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE!” yazan dev posterler, gözetleme amaçlı her odaya yerleştirilen tele ekranlar, vs.-adeta faydacı fikirleriyle ünlenen Bentham’ın Panoptik cezaevlerinden örnek vermiş gibidir.
    Gerçek şu ki, her beyin yıkama metodu insanın düşünce alanına bir şekilde sızıyor, dolayısıyla da İnsan’ın varlığına müdahale edici her” mühendislik projesi” bireyin yaşamı algılayış ve anlamlandırmasında izleri kolay kolay silinmeyen bir koşullanma yaratıyor. Öyle ki insanın derinlerine hitap eden, hatta İNSAN kokacak denli ağıtımsı bir şiirde bile bazen ya pozitvizmin, ya Batı’lı düşüncenin ya da bir “izm”in izi görülebiliyor.
    Sanırım yine fark yaratan bu güzel çalışmanızda bu noktaya dikkat çekmişsiniz. Ve bence çok da güzel anlatmışsınız. İstifade edilebilecek bir çalışma olmuş, zihninize sağlık.

    buyuk birader

  13. Yazan:MY Tarih: Kas 27, 2011 | Reply

    Aziz Bey selam, sizi özlemistik,
    yormunuza bir “büyük birader” resmi ekledim, resim de biraz büyük ve DAYATMACI oldu ama vermek istedigi anlamin seklini alan bir form, Gazâlî Hazretlerinin tabiriyle “zahirden mânâya intikâl” etmenin bir yolu belki de? 🙂

    Hani “balik” veya “kus” seklinde yazilmis yazilar vardir ya… durun bir iki örnek ekliyeyim 🙂

    hat

    hat

  14. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 28, 2011 | Reply

    Kıymetli Mehmet bey,
    Dayatmacı değil, bilakis verdiği mesajla yorumu tamamlamış büyük resim. Bu teknik destek ve işbirliği için kocaman bir teşekkür hakettiğinizi belirteyim. Yazı örnekleri de harika ayrıca.
    Hazır konu açılmışken, sahi her yazı ve makaleye cuk diye oturan yaratıcı görselleri nasıl seçiyorsunuz? Bazen makalenin kendinden çok bu resim ve görsellere odaklanır ve hakkında bir şeyler yazmak istemişimdir, ama makale yazarının emeğine haksızlık olur diye çekinmişimdir. Neyse, bu vesile ile bende uhdeye dönmüş bir merakı da paylaşmış oldum.

  15. Yazan:MY Tarih: Kas 28, 2011 | Reply

    “Hazır konu açılmışken, sahi her yazı ve makaleye cuk diye oturan yaratıcı görselleri nasıl seçiyorsunuz?”(AY)

    Eyv. çok ugrasiyorum, özel yetenek yok 🙂

    ama begendiginize göre bosa gitmiyor emeklerim, çok sükür. Böyle önemsedigim konularda yazmadan önce resim ve video biriktiriyorum. aylar sürebiliyor bu. aklimi ayni konuda “hoplatan” bir resim / siir / video görürsem arsivliyorum. Ara sira arsivlerimi geziyorum, “bayatlayan” resimleri atiyorum. Geriye en tutarli olan imajlar kaliyor. Bu karinca emegi sayesinde görseller ve sözeller uyak yapiyor.

    hep söylerim, Akil ile göz, anlamak ile görmek arasinda kavramsal paralellikler var, DERiN GÖZ kitabi büyük ölçüde bunun üzerine kurulu.

    Bakin çok çarpici bir örnek vereyim: Kur’an’daki bir kelime: IHATA. Kusatma, kapsama, içerme gibi anlamlari var. Ayet-el Kürsi’de geçiyor. “(Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar

    Zaten Kur’an’da bir çok yerde “hâlâ görmezler mi?” diye sorar. Aslinda anlamazlar mi? Idrak etmezler mi? mânâsindadir. Gelin ingilizceye bakalim: Söylediklerimi anliyor musun? demek için “do you SEE (=görmek) what i mean?” der adamlar. Elle tutup kavramak için kullandiklari TO GRASP fiili ayni zamanda “anlamak” için kullanilir, pozitivist ateizm sitesinden:

    “It is far better to grasp the Universe as it really is than to persist in delusion, however satisfying and reassuring.” (Carl Sagan, The Demon-Haunted World)

    Haydi bir de fransizcaya bakalim:

    anlamak/kavramak/kusatmak hem fizikî hem de görsel anlamda yine bir, tipki arapça ve ingilizce gibi:
    voir (görmek) “tu vois ce que je veux dire?” yani söylemek istedigimi GÖRÜYOR MUSUN?

    veya içermek/ihtiva etmek/kapsamak… ve tabi ki anlamak mânâsinda: COMPRENDRE.

    Yaaa… insanlar eger “Lisan” denen nimeti kendileri icad etselerdi “harf” ile “mânâ” arasinda böyle köprüler olur muydu? MY’nin köprüsünden MY’den baskasi geçebilir miydi? içimde, Bana özel, tekil, sübjektif BEN ile dis dünya arasinda köprü kurabiliyorum RESiM ile, kelime ile. Hislerim bana özel, dogum ve ölüm de böyle. Kimse benim yerime ölemez. ama insanlar Ben’i anlayabilir, iHaTa edebilir, GÖRebilir, “see” edebilir, “voir” edebilirler hislerimi, fikirlerimi 🙂

    Pozitivizm’in bize dayattigi parçalaiyici analitik zekâ yüzünden GÖR-ünen ile ANLA-silan arasindaki fikrî baglari koparmisiz. Gör-düklerimizi ANLA-mayisimiz belki bundandir?

    Ne tuhaf degil mi? Bir insan kardesimin dün gece yolladigi ayet ile bitirelim, Bakara 31, Elmalili Tefsiri (sadelestirilmis)

    “Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip: «Haydi davanızda doğru iseniz, Bana şunları isimleriyle haber verin!» buyurdu.”

    Selam ve Hürmetle Aziz Bey kardesim…

  16. Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 28, 2011 | Reply

    Bana özel, tekil, sübjektif BEN ile dis dünya arasinda köprü kurabiliyorum RESiM ile, kelime ile. ….. insanlar Ben’i anlayabilir, iHaTa edebilir, GÖRebilir, “see” edebilir, “voir” edebilirler hislerimi, fikirlerimi(MY)

    OKU!
    Gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız, tutabildiğimiz her şeyi kendine has lisanıyla OKUyoruz.

    Biz bir fotoğrafın pozitifine bakıp zihnimize düşen negatif izlere göre aklediyoruz. Negatif görüntüyü negatif aleme aktarmak üzere tercüme edebilenleri ise mistik konularla iştigal edenler, sanatçlar, şairler olarak tanımlıyoruz.

    Renklerin göz tarafından nasıl alındığı bilim henüz herkesi tatmin edecek bir açıklama yapamamış ama yine de bunu izah için yeterli sayılabilecek bir kuram (teori) üretmiş.(Young-Helmholtz renk görümü kuramı); Kısaca her rengin gözdeki sinirleri UYARMA ŞİDDETİ.

    Bu açıklamayı bilimsel olduğu için mantıklı bulur ve hiç sorgu sual etmeden bu izahı(teori)kabulleniriz. Ama konu renk özelinden çıkıp tüm evren içinde yaratılmış olanların insan zihnindeki algılamasına geldiğinde bunların birer renk şiddeti gibi bazılarının sinirlerini(mecaz) anlamda uyarabildiğini bir türlü kabul edemez illa da bilimsel ispatını isteriz…

    http://www.fturka.com/goz-sagligi/372782-kusurlu-bir-goz-nasil-gorur-iste-cevabi-resimli-anlatim.html

    Fotoğraf makinelerindeki diafram ayarını , insan gözündeki görme kusurlarını anlayabiliyoruz ama iş bu tarz bir OKUmanın /görmenin mümkün olduğunu söylemeye geldiğinde anlamakta zorluk çekiyor ve bunu ifade edenleri “kusurlu göz kabilinden kusurlu inanç(dogma) sahipleri” olarak kabul etme kolaycılığına kaçıyoruz. Anlayamamaktan ya da belki anlamaktan korktuğumuz için olsa gerek bilinçli olarak otomatik ayarlarda deklanşöre basıyor, OKUmamayı tercih ediyoruz.

    Not:Mehmet bey seçtiğiniz yazılı resimlerle bu işi iki karede özetleyivermişsiniz zaten 🙂

  17. Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 28, 2011 | Reply

    Biz bu hız çağında, arkadadan sürekli “ilerleyelim beyler” diyerek aceleyle itenler varken görülebilenlere anlayabilecek kadar bile bakamıyoruz.Vakit kaybı kabilinden yavaşlamaya tahammül YOK :)Aç kapa ya da sensörlü musluklardan farkımız kalmadı 😉

    ….Eğer gözde bu ayar kendiliğinden yapılmasaydı, örneğin insan baktığı noktaya bir düğme yardımı ile odaklama yapmak zorunda kalsaydı, görmek için sürekli özel bir çaba harcaması gerekecekti. Görüntü bir netleşip bir bulanıklaşacaktı. Bir nesneye bakıldığında görebilmek zaman alacak, bunun sonucunda tüm hareketlerimiz yavaşlayacaktı

    http://www.populerbilgi.com/genel/biyomimetik_goz_fotografmak.php

  18. Yazan:MY Tarih: Ara 3, 2011 | Reply

    “Renklerin göz tarafından nasıl alındığı bilim henüz herkesi tatmin edecek bir açıklama yapamamış ama yine de bunu izah için yeterli sayılabilecek bir kuram (teori) üretmiş.(Young-Helmholtz renk görümü kuramı); Kısaca her rengin gözdeki sinirleri UYARMA ŞİDDETİ.

    Bu açıklamayı bilimsel olduğu için mantıklı bulur ve hiç sorgu sual etmeden bu izahı(teori)kabulleniriz. Ama konu renk özelinden çıkıp tüm evren içinde yaratılmış olanların insan zihnindeki algılamasına geldiğinde bunların birer renk şiddeti gibi bazılarının sinirlerini(mecaz) anlamda uyarabildiğini bir türlü kabul edemez illa da bilimsel ispatını isteriz…”

    Cuvaldiz Hanim’in bu sözlerini okuyunca aklima Mona Lisa gibi tablolari inceleyen bilim adamlari geldi. Hangi boyanin, hangi kimyasal maddenin kullanildigini çözerek ressamin dehasini örten sir perdesini aralamak isteyenler… Ressamin yetenegi, resmi yaparken hissettikleri, boya ve firça vasitasiyla tuvale aktardiklari bilimsel olarak açiklanabilir mi? Ya bu resme asirlar sonra bakanlarda uyanan hisler? Ressam, poz veren kadin ve resme bakan bizlerin arasinda kurulan hissiyat üçgeni bilimsel olarak var midir?

    mona lisa

  19. Yazan:MY Tarih: Ara 3, 2011 | Reply

    Bilim adamlari o gülümsemenin sirrini çözdüklerini söylemisler. Organik bakimdan çok zengin bir boya kullanmis “bizim” Leonardo. Neredeyse saydam sayilabilecek kadar az pigment içeren boyalar sayesinde o meshur gülüse derinlik vermis. Burada anlatiyor biraz.

    Mona Lisa’nin yüzündeki gülümsemenin bilimsel açiklamasi söyle bir sey imis:

    mona lisa bilimsel

  20. Yazan:MY Tarih: Ara 3, 2011 | Reply

    Aslinda Mona Lisa’nin o gülüsüne lazer veya X isinlariyla degil de… insan akli ile baksak ne görürüz? Bülbülün sesinin güzelligini görmek için girtlagini kesmek yerine susup dinlesek ne olur?

    mona lisa gulumseme

  21. Yazan:MY Tarih: Ara 3, 2011 | Reply

    Bu gülüs üzerine çok geyik yapilmistir, herkesin bilmedigi bir seyi biliyor, onun için gülüyor, aslinda hamileydi, vs.

    Da Vinci’nin aklindan ne geçiyordu bilmiyorum ama bu gülüsün sirri galiba bir BASLANGIC olmasinda. Yani hanim tam olarak gülmüyor, gülmeye basliyor. Bir yerde ZAMAN’i “hapsetmis” büyük usta. Bir sinema sahnesi gibi, bir kaç saniyeyi bir tek kareye sigdirmis. Hanim gülmeye basladigi için dudak ve gözlerinin nasil hareket edecegini bizim hayal gücümüz tamamliyor. Ister istemez güzel bir gülüs bu. çünkü hanimin su veya bu gülüsü degil, bizim hayalimizdeki “ideal” gülüs.

    Da Vinci’nin dehasi sanirim burada. Sasirtici ve gizemli bir sekilde biten bir roman gibi. Esas oglan kiz ile evlenecek mi? Katil yoksa polisin tutukladigi adam degil miydi?

    Da Vinci insan tabiatindaki meraki, tahayyül kuuvetini biliyordu. Bu sebeple bize “tavuk” yerine bir “yumurta” verdi. Biz o yumurtaya baktigimizda bazen bir civciv görüyoruz, bazen bir kartal, bazen bir devekusu. Da Vinci bu DOGMAKTA OLAN gülümseme ile bize zaten bizim olan bir güzelligi bulduruyor.

    Simmel’in para konusunda söyledigi bir laf vardi “para felsefesi” adli kitapta:

    (mealen) “Harcamadigim müddetçe bir miktar param var. Hayal kuruyorum. Tek tek satin alabilecegim seylerin toplami kadar kiymetli o para. Satin almak demek kayip demek. çünkü satin alMAdigim seylerin hepsini reddetmis, onlara sirt çevirmis olacagim. Oysa elimde nakit tuttugum müddetçe kendimi özgür hissediyorum”

    Simmel buna kantitatif estetik diyor… Biz DD’de “yedikçe acikmak” diyoruz. Ne kadar çok param varsa o kadar “güzel” oluyor. Liberalizmin Kara Kitabı‘nda anlattigimiz meselelerden biri de buydu. Yiyecek barinak vs çogu insan “bu bana yeter” diyebilir. Ama PARA’ya kimse bu fazla demiyor. Bunun için ilah haline geliyor para. Yedikçe acikiyoruz. Liberalizmin felakete açilma sebeplerinden biri de bu. Insan fitratina aykiri bir sistem olmasi…

    liberalizm

    Hey gidi Leonardo. Ne kuvvetli adammissin 🙂

    Kim derdi ki asirlar sonra bir Immanuel Kant gelecekti, Yargı Yetisinin Eleştirisi adinda bir kitap yazacakti, Newton gibi bir dehanin bilimsel kesifleri analitik yolla, bölüp parçalayarak açiklayabilecegini ama sairlerin sanat eserlerini analitik olarak asla açiklayamayacagini söyleyecekti. (Bkz. §47)

    Ve kim derdi ki bati felsefesinin köse taslarindan biri olan Kant’in bu fikrini destekledigimiz her makalenin altina bilimciler yorum birakacak, bizi felsefe bilMEmekle, bilim düsmani olmakla filan suçlayacakti.

    Mona Lisa’yi anlamak için mikroskop, lazer ve X isini kullanan bilim adamlarini gördükçe insanligin geri gittigini düsünüyorum. Mona Lisa’yi analitik yolla anlamaya çalisan zihniyetin dünya savaslarini, toplama kamplarini, piyasa darbelerini de “anlasilir” buluyorum…

  1. 9 Trackback(s)

  2. Ara 1, 2011: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Ağu 30, 2012: Son 12 ayda en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  4. Eyl 27, 2012: Son 12 ayda en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  5. Kas 12, 2013: Güzellik / Cazibe / Attraction / Sex Appeal
  6. Oca 20, 2014: Sanat / Eğlence / Entertainment
  7. Oca 23, 2015: Hayret / Θαυμάζειν / coincidentia oppositorum
  8. Mar 5, 2015: Kötülük / mal / evil / شر
  9. Eki 30, 2016: Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  10. Mar 11, 2017: İyi Psikolog / Noam Shpancer | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin