Ampul kalaşnikoftan hayırlıdır »
By my on Kas 1, 2015 in AKP, CHP, Demokrasi, HDP, MHP | 0 Comments
By my on Kas 1, 2015 in AKP, CHP, Demokrasi, HDP, MHP | 0 Comments
By my on Eki 30, 2015 in Ben kimdir?, Sohbet | 0 Comments
Sohbetin sunumu burada, PDF olarak hemen indirebilirsiniz: ben kimdir v5
… Bu konuda okumak için …
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Neden insan her hangi bir hayvan gibi, yeryüzünü bir eğlence merkezi, kendisini de bir turist olarak kabul edip yaşayamıyor? Bilerek, isteyerek bu yaşamı seçen insanları bir zaman sonra “bir şeyleri aşmak, bir şeylerin ötesine geçmek” çabasında görüyoruz.
Gerçek şu ki korkudan elleriyle yüzünü kapatan insan aynı zamanda parmaklarının arasından kendini korkutan şeyi görmek istiyor! Okuduğunuz bu basit cümle insanın yeryüzündeki dramının özeti. Acıklı bir durum. Zira parmaklarınızı kaparsanız güvenliktesiniz(!). Ama kalbinizin derinliklerinden gelen bir ses kendi kendinize yalan söylediğinizi fısıldıyor… Modern dünyanın para kazanma makinesi homo-economicus’a, “maymunlaşmış insana” alternatif bir insan tarifi yapmak için yazıldı bu kitap. Bu “derin insan” kendi etik zemini ve alternatif siyasî projeleriyle 21ci yüzyıla damgasını vurabilecek mi?
Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Aulagnier, Cyrulnik, Politis, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Sigmund Freud insandaki gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini sorgulayan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Garip / yabancı / tuhaf bir endişe bu. Yani örümcek korkusu ya da işsizlik endişesi gibi sebebi belli olan bir duygu değil. Korkuyorum ama neden korktuğumu bilmiyorum. Korkumun sebepsiz oluşu bana tuhaf geliyor; alışık olmadığım bir hal; kendi korkumu yadırgıyorum. Aslında bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada.
Nereden geliyor bu huzursuzluk hali? Neden insan istediklerini elde etse bile mutlu olamıyor? Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur?
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığa yine insan fıtratına dair cevaplar aramak için bulunmaz bir fırsat oldu “Das Unheimliche”. Ancak Freud’un bu eseriyle yetinmedik; diğer bazı kitaplarından, tez ve konferanslarından da alıntılar yaptık ve yorumladık: 1909’da Massachusetts Clark Üniversitesi’nde verdiği konferansların derlendiği Beş Psikanaliz Dersi, 1929’da yayınlanan Mutsuzluk Kültürü(Unbehagen in der Kultur), Uygarlık, Toplum ve Din (Zivilisation Gesellschaft und Religion -1926), Bir Yanılsamanın Geleceği (Die Zukunft einer Illusion – 1927),“Kültürel” Cinsel Ahlâk ve Çağdaş Sinir Hastalığı (Die «kulturelle» Sexualmoral und die moderne Nervosität –, 1908) Totem ve Tabu(Totem und Tabu – 1912), Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine(Zeitgemäßes über Krieg und Tod – 1915) ve nihayet 1921’de yayınlananSosyal Psikanaliz ve Ego(Massenpsychologie une Ich-Analyse)
Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
By Şivan Taşkıran on Eki 29, 2015 in Kemalizmin Zararları | 0 Comments
… Darbeler, Kemalcilik ve Atatürkizm üzerine e-kitap…
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarındanYABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleriİÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir…Buradan indirebilirsiniz.
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasaktı. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyordu. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyordu. Rumların ruhban okulları özgür değildi. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyordu. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyordu. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, daha yeni geri verildi. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
By Alper Gürkan on Eki 29, 2015 in İnsan, Kitap Sohbeti, Modernleşme, Toplum | 0 Comments
[Anadolu Gençlik dergisinde yayımlanmıştır.]
İstisnası yok ki bütün ideolojik modeller insanı belirli bir çerçeve içinde tanımlayarak kurulmak istenen sistemin gereksinim duyduğu bireyi -bir çarkın dişlisi gibi tasarlama gayreti içindedir. Bireylerin kurduğu değil, bireyi kuran bütünlük fikri insanın anlamı yönünden derin bir açmazı gösterir ki ideoloji kavramı da insan olma ideasını doldurma amacı içerir. Bu doldurma eylemi, işaret ettiği anlamın (müsemmanın) yerine insan isminde bir takım suretler üretme becerisinden ibarettir: Kapitalizmin insan fikri özgür bireylik, haz tatmini, tüketim değerleri veya yönetim iradesi gibi ibarelerle işaret edilen bir nesnedir; sistem içerisindeki her bireyin erişmek için gayret etmesi gereken bir model vardır ve bu model işi, gücü, ilişkileri, alışkanlıkları ve değerleriyle birlikte tüm gün reklamlar vasıtasıyla belletilir. Sosyalizmin insan fikri de toplumsal amaçlar tarafından araçsallaştırılmış olmak yönünden kapitalist idealinki ile özdeş olmakla birlikte bireyi kuşatan özgürlük, haz ya da yönetim iradesi kendine özgü farklılıklar Read the rest
By Katrin Baskiotis on Eki 27, 2015 in Adalet, Demokrasi, Kitap Alıntısı, medya, Sivil Toplum | 0 Comments
Size isterseniz eskiden Harvard Hukuk Fakültesi’ne gelen ve bir müddet burada kalan zenci hakları savunucusundan dinlediğim bir olayı aktarayım. Bir keresinde bir konuşma yapmış ve gençlerin uzun saçları, sırt çantaları, toplumsal idealleri, kamu hizmetleri ve adalet alanında çalışarak dünyayı değiştirmek yolundaki fikirleri ile Harvard Hukuk Fakültesi’ne geldiklerini söylemişti. Bu ilk sene. Nisan ayında yaz stajları için Wall Street şirketlerinden personel alım memurlarının geldiğini söylemişti. Rahat bir yaz işi bul ve bir sürü para kazan. Dolayısıyla öğrenci şöyle düşünür: “Ne olur ki? Bir günlüğüne tıraş olurum, bir ceket giyerim, bir de kravat takarım. Bu paraya ihtiyacım var, öyleyse neden almayayım?” Bir günlüğüne bir ceket giyerler, bir de kravat takarlar ve yaz işine girerler. Yazın giderler, sonbaharda geldiklerinde ceket ve kravat kalmıştır, itaatkarlık gelişmiş ve ideolojide Read the rest
By Mustafacan Ozdemir on Eki 26, 2015 in İnsan, Toplum | 0 Comments
Bir sohbet esnasında yakın zamanda yaşanmış olan vaziyet bana intikal etti. Olay kabaca şöyle; Yükseköğrenim gören bir genç kız kısa zaman evvel babasını kaybediyor ve annesi ile kendi gibi kız kardeşleriyle birlikte bir başlarına kalıyorlar. Maalesef vaziyet ile birlikte toplumsal ahlâk seviyesinin de içerisinde bulunduğu düşkünlük sebebiyle yaşanan zorluklar, bahsi geçen genç bayanın antidepresanlara başlamasına sebep oluyor.
Şimdi, buraya kadar olan bölümde ne var diyenler olduğundan eminim. Nedeni ise çok basit. Ülkemizde bu durum hızla yaygınlaşıyor ve sözünü ettiğimiz tedavi yöntemleri çok revaçta. Oysa biz iyi biliriz ki hayat bir sınav yeridir ve sınav olmak zorundayız. Haliyle sınav her zaman 100 alarak geçebileceğimiz kolaylıkta olamayacağı gibi, Allah korusun geçememe ihtimalini de barındırmaktadır. Fakat Cenab-ı Allah insana ‘kaldıramayacağı yükü yüklemediğini’ de belirtmiştir. Lakin eleştiriye tabi tuttuğumuz metodun temel problemi dünyayı cennete çevirmek üzerine kurulu olmasıdır. Bu seviyeye nasıl geldik? sorusuna verilecek düzinelerce cevap var. Özellikle tahrip gücü yüksek savaşlar(maddi, manevi) ve topluma sunulan gelecek fikriyatı insanları bir cendereye düşürüyor. Bunun sonucunda 400-500 değil sadece 150 sene önce dahi yaşanan durumları, zorlukları bugün itibariyle toplum mensuplarımız yaşamayı hayal bile edemeyecek bir halde. Dolayısıyla ortaya Prozac Toplumu kavramsallaştırması bile Read the rest
By Александр Исаевич Солженицын on Eki 25, 2015 in edebiyat, Kitap Alıntısı | 0 Comments
“… Büyüdükçe büyüyen ve birbirleriyle birleşen şehirlerin çevresini kuşatan tepeler ormanla kaplı. Radyo-TV kuleleri, eskiden havaya devasa pislikler saçarak dünyadaki mevcudiyetini kanıtlaması gerektiğine inanan bir uygarlığın pis soluğuyla nicedir griye boyanmayan yumuşak bulutları hedef alıyor. Kırk-elli sene evvel su taşkınına maruz kalıp faaliyetine son verilen taş ve kömür ocakları, sazların kirpik gibi çevrelediği bir gölün kocaman gözü misali oradan buradan gökyüzüne bakıyor. Denizlerden çok da uzak olmayan bir mesafede artık çalışmayan fabrikalarda kültür merkezleri var; faaliyetlerine son verilen birkaç kilisenin çan kulesiyle işlemeyen bir parça otoban nadiren ziyaret edilen, pitoresk bir açık hava müzesine ait.
Burada pis kokular duyulmuyor artık. Burada kazılan, tüten, söküp çıkarılan, yakılan bir şey yok artık; burada huzura eren bir insanlık doğayla ve kendisiyle Read the rest
By my on Eki 23, 2015 in Figüratif Sanat, Mekân, mimari, Resim Sanatı, Tersten Perspektif | 1 Comment
“… Hepsinin birbirine benzediğini fark etmek için modern şehirleri, banliyöleri, yeni inşa edilen binaları uzun uzun incelemeye gerek yok. Makro ile mikronun, şehircilik ile mimarînin birbirinden uzaklaşması da çeşitliliği arttırmadı. Tersine. Acı gerçek: Kopyalama özgün çalışmanın yerini aldı; yapmacık ve gösteriş ise doğal olanın. Bu kopya mekânlar kopyalanan hareketlerin neticesi. İşçiler, makineler, buldozerler, beton atma, vinçler, beton matkapları vs. Bu kopya-mekânlar birbirlerinin yerine ikame edilebilir mi? Alınıp satılabilecek kadar homojen midirler? Ayırd edici vasıfları sadece m² veya merkeze uzaklık gibi parayla ölçülebilir farklar mıdır? Tekrar ve kopyanın tahakkümü bu. Böylesi bir yapıya yine de “eser” diyebilir miyiz? Bu hiç şüphesiz bir üründür. En dar anlamıyla öyledir: Benzer fiillerle tekrar edilebilir …” (Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, fr. La production de l’espace, 1974)
Yalan söyleyerek gerçeği anlatan zavallıya “ressam” denir
Sanat tarihçisi Erwin Panofsky’nin tabiriyle gören göz ile görülen şeyleri ve aralarındaki mesafeyi birbirinden ayırarak tasvir eden merkezî perspektif insan ile eşya arasına bir mesafe koydu. Daha doğrusu insanların “İnsan” tasavvuru ve “eşya” tasavvuru bu tasvirler doğrultusunda değişti. Şeylerin dünyasını insan gözüne sokan perspektif yüzünden göz bağımsızlığını kaybetti ve görme işlevi “artistik” denen katı kurallara bağlandı. Bilimsel/ rasyonel/ objektif/ matematiksel olma iddiasındaki bu kati kurallar manzumesi ister istemez dogmalaştı ve “akademizm” denen felâketin kapısını açtı. Bugün bir çelişki ile karşı karşıyayız: En fazla objektif/ tarafsız olma iddiasındaki mekân tasviri onu resmeden gözün indî/ sübjektif konumuna sımsıkı bağlı ve biz yalan söyleyerek gerçeği anlatmaya çalışan zavallılar zümresine “ressam” diyoruz.
Rönesans’ın insanlığa attığı en büyük kazık perspektif değil midir? Ben’liği merkeze alan bu görme hiç şüphesiz mekânı tekdüze/ homojen bir ortam haline getirdi. Zira perspektifi savunanlara göre her şeye her noktadan bakılabilir ve tasviri yapılabilirdi. Bunun için optik, matematik, anatomi kurallarını uygulamak yeterliydi. Descartes ve Kant’ın yazdıklarında da modern bir zaman-mekân tasavvuru buluruz: Olayları kapsayan ama onlara dâhil olmayan; birbirine de karışmayan iki ayrı ontolojik eksenden biridir mekân. X, Y, Z konumuyla her cisim mekân içinde bilinebilir bir yerdedir yahut bir noktadan ötekine hareket halindedir.
Oysa eski medeniyetleri ve pozitivizmden uzak kalmış halkları inceleyenler zaman ve mekânın birbirinden ayrılmadığına şahid olmuşlar. Fransız antropolog Lucien Lévy-Bruhl Afrika’nın kuzey doğusunda, Read the rest
By my on Eki 21, 2015 in İslam, Keşkül Yazıları, Medeniyet, Soyut Sanat, Tezyin Felsefesi | 0 Comments
(Keşkül Dergisinde yayınlandı)
Hüsn-ü hat sanatında mahir bir zât olan Şeyh Sultan Seyyid Muhammed Raşid el-Hüseyni’ye (ks) sormuşlar:
-siz ne işle meşgulsünüz?
-biz bağlar ve çözeriz.
-neyi?
-insanın kalbini dünyanın boş zevklerinden çözer Ahiret işlerini bağlarız.
İstanbullu meşayih içinde hüsn-ü hatla, mûsıkîyle, kısacası sanatla meşgul olmamış hemen hiç kimse yok. Acayip değil mi? Yani en azından modernite ile miyoplaşan akıllar için acayip bir durum. Sadece dervişlerinin değil dergâhın bulunduğu mahalle halkının dahi maddî manevî müşkülleriyle uğraşan bu zâtlar neden kıymetli vakitlerini mûsıkîyle, edebiyatla harcasınlar? Şeyh “mesleği” hakkında asgarî bir bilgi sahibi olanlar bile bu zevâtın (haşa) nefsini tatmin edecek bir işle uğraşmayacağını bilir. Demek ki nafile ibadetin, hayır işlerinin fevkinde bir sanat var… Kalpleri dünyadan çözüp Ahiret’e bağlayan, hidayete vesile olan, O’nun rızası için yapılan bir sanat.
Peki biz Rönesans, kübizm yahut Alman romantizminden konuşurken de “sanat” diyoruz. Üstelik 20ci asırla gelen yeni kuşak daha da acayip: Sahnede gitarını kıran, kokainden burnunu çıkaramayan “sanatçılar” var. Bugün artık “hanım çabuk çocukları içeri sok, sanatçılar geçiyor” diyecek noktaya geldik. Neticede birbirini dışlayan iki sanat anlayışı var ortada; yanılıyor muyum? Eğer ebru, hat, tekke mûsıkîsi birer sanatsa ötekiler değil. Yok eğer sahnede gitarını kıran sanatçıysa neyzenlere, hattatlara ayrı bir sınıflandırma ihdas etmek icab edecek.
Ayıp sanat olur mu?
Neredeyse millî spor haline geldi, her sene okul kitaplarındaki “nü” resimler basında tartışılır. Rönesans’tan bahsedilirken Michelangelo’nun, Da Vinci’nin çıplak vücut tasvirlerini koysak mı koymasak mı? Dindar Müslümanlar adını koyamadıkları bir rahatsızlık duyarlar; yarım ağızla itiraz ederler. Evrensellik iddiasındaki bir başka sanatın savunucuları ise onları “yobaz / gerici” olmakla suçlar. İslâm’da var olduğu iddia edilen bir resim yasağı yüzünden sanatın geri kaldığı söylenir; tartışmalar Read the rest
By my on Eki 21, 2015 in Figüratif Sanat, Mekân, mimari, Resim Sanatı, Tersten Perspektif | 2 Comments
1980 yapımı The Shining’de Stanley Kubrick kamerayı yerden 90 cm yüksekte tutarak biz seyircilerin dünyayı bir çocuk gözüyle görmemizi istiyordu: Üç tekerlekli bisikletiyle otelin koridorlarında pedal çeviren bu çocuk için tavanlar fazla yüksek ve koridorlar fazla uzundu. Bu ögeler bakılmak için değil okunmak için konmuştu oraya. Otelin iç mekânı objektif gerçekliği değil sübjektif bir bakışı tercüme ediyordu. Ekrandaki her şey çocuğun yalnızlığını ve korkularını remzeden eden simgelerdi.
Michael Haneke’nin Amour isimli filmindeki yakın (=mahrem) planlarda ise hafızasını kaybeden karısının gözlerinde kendi hüviyetini arayan kocanın çaresizliğini okuduk. Bakışlar arasındaki yakınlık cetvelle ölçülecek bir mesafeyi değil kaybolup giden hatıralardaki uzaklaşmayı anlatıyordu. Zira kamera açısında ve/veya yüksekliğinde ifade bulan perspektif matematiksel bir gerçeklik değil anlaşılmayı, okunmayı bekleyen bir tercih. Sinemacılar için normal/doğru bir kamera yüksekliği veya uzaklığı olmadığı gibi resim sanatında da “normal / doğru / objektif” bir bakış açısı olamaz.
Şayet yönetmen ya da ressam bize “objektif” olma iddiasında bir görsel sunsa bu dahi onun indî tercihlerinin ifadesi değil midir? Meselâ 15ci asırda Piero della Francesca’nın yaptığı Flagellazione di Cristo isimli tabloda Ortaçağ kilise geleneğinin aksine Hz. İsa (a.s.) uzakta, küçük, önemsiz ve renksiz tasvir edilmiş. Önde ise renkli giysileriyle tüccarlar var. Bu tercihin objektif olduğunu kim iddia edebilir? Yakın, uzak, ön, arka, aşağısı, yukarısı bilimsel gerçeklikler değil her biri mânâ taşıyan simgesel biçimler değil midir? Zygmunt Bauman’dan dinleyelim:
“… Yakın olan demek el altında, aşina olunan, alışılmış, açık şekilde bildik olan şeydir. Her gün görülen, rastlanan, uğraşılan ya da etkileşime girilen, alışkanlık haline gelmiş ve her gün yürüttüğümüz faaliyetlerle iç içe geçmiş kimse ya da şeydir. “Yakın,” insanın içindeyken kendini evde hissedebildiği yerdir. Olmaz ya, olsa bile, kişinin içinde kendini nadiren yitirdiği, nasıl konuşup nasıl davranacağını nadiren bilmediği bir mekândır. “Uzak” (?gurbet) olan ise kişinin ancak zaman zaman girebildiği ya da hiç giremediği, içinde kişinin öngöremediği ya da kavrayamadığı şeylerin meydana geldiği ve o zaman da nasıl tepki vereceğini bilemediği bir mekândır: Kişinin hakkında çok az şey bildiği, fazla bir şey bekleyemeyeceği ve özen gösterme yükümlülüğü hissetmeyeceği şeyleri barındıran bir mekândır. İnsanın kendini “uzak” bir mekanda bulması cesaret kırıcı bir tecrübedir; “uzaklara” açılmak demek, idrak sınırlarını aşmak, yersiz ve dayanaksız kalmak, sıkıntıya ve korkulan kötülüklere davetiye çıkarmak demektir…“Uzakta” olmak sıkıntı içinde olmak demektir. Bu yüzden akıl, hile, beceri ya da cesaret ister… Oysa “yakın”lık fikri bir sorunsuzluk timsalidir; acı çekmeden edinilmiş alışkanlıklar iş başındadır ve alışkanlık olduklarından, ağırlıklarını hissettirmez, çaba istemez ve endişe yüklü tereddütlere mahal vermezler. “Yerel cemiyet” olarak biline gelen şeyi var eden, “burası” ve “orası,” “yakın” ve “uzak” arasındaki bu zıtlıktır …” (Küreselleşme, içtimaî neticeleri)
Önüm, arkam, sağım, solum sobe!
Evet… Mekân içi boş bir kutu değil. Mekân her köşesi, altı-üstü, önü arkası eşit derecede önemli (yani önemsiz) bir boşluk da değil. Alman düşünür Ernst Cassirer’in 1929’da yazdığı Sembolik Biçimlerin Felsefesi isimli kitabını hatırlamakta fayda var: Lisana ve kelimelere özel bir ehemmiyet veren Cassirer, mekân/yön adlarına dikkat çekmiş. Dünyadaki lisanların çoğunda mekânsal münasebetlere dair kelimeler ile bedenimiz için kullandıklarımız aynı:
Ernst Cassirer biz insanların hayvan ve bitkilerden farklı olarak eşya ile doğrudan temas halinde olmadığımızı, olaylarla sadece etki-tepki üzerinden ilişki kurmadığımızı söylüyor. Diğer canlılar bir dış etkiye doğrudan yanıt verilirken insan yanıtı geciktiriyor. Bir hayvan düşmanını görünce ya saldırır ya da kaçar. Ama insan duruma göre onu sarılıp öpebiliyor.
Özetle insan fiziken objektif bir dünyada yaşamaz. Toplumsal ilişkilerimizi ticaret ve şiddetten ibaret objektif/ bilimsel hesaplarla ifade edemeyiz. Benzer sebeplerle mekân tecrübelerimizi de merkezî perspektifle tasvir etmemiz imkânsız. Zira mekân tasavvurumuz ölçülebilir/ tekdüze/ homojen yapıları reddediyor. Fiziken “içinde” olduğumuz mekân ile beraber hissedilen bir başka mekânda daha yaşıyoruz. Ama bunların ikisini birden anlamlandırdığımız, Cassirer’in “sembolik uzay” dediği 3cü bir mekân daha var. Immanuel Kant’ın kavramsallaştırması yahut Öklid geometrisiyle elde edilen objektifleştirme belli sahalarda faydalı olabilir ama bu modeller birer araçtır, gerçeğin kendisiymiş gibi kabul edilemez.
Karıncadaki, arıdaki ve göçmen kuşlardaki yön bilgisi dahi bize mekânın homojen olmadığını ispat etmez mi? Fizikî mekâna eklemlenen hissiyat mekânı basit bir his bilgisi değil. Tersine görsel, dokunsal ve işitsel unsurları barındıran karmaşık bir yapı.
(Homojen-heterojen mekân tasavvuru konusu devam edecek)
… Kitap okumak için…
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.