RSS Feed for This Post

Ax! Welate min – Ah! vatanım

kt-altinci-his-film-afisi.jpgBaşrollerini Bruce Willis ve Haley Joel Osment’in paylaştıkları Altıncı His adlı unutulmaz film birbirinden  çarpıcı sahnelerle dolu. Ancak hiç kimsenin aklından gitmeyen bir kare varsa o da Anna Crowe’un (Olivia Williams) elinden kocasının alyansının yere düştüğü ve kendini canlı zanneden Dr. Malcolm Crowe’un (Bruce Willis) çoktan öldüğünün (seyircilerle aynı anda) farkına vardığı sahne.

Filmin senaristi M. Night Shyamalan ölü insanlarla canlıları bir arada, aynı evde, şehirde “yaşatmak” için ilginç bir çözüm bulmuştu : Ölüler canlıları görebiliyor ama onlar tarafından görülemiyorlar ve tabi duyulamıyorlardı. İşte sözünü ettiğimiz sahnede Dr. Malcolm Crowe bu korkunç duyguyu tecrübe ediyordu : Yok sayılmak.

Bir insan için tahammülü hakaretten daha zor bir şey varsa o da yok sayılmak. Fiziksel bir saldırıya uğramak bile yok sayılmaktan daha kolay. Bir an için Shyamalan’ın atmosferinde farz edin kendinizi : Aynaya baktığınızda kendinizi göremiyorsunuz, eşyalarınızın üzerini yavaş yavaş toz kaplıyor… Sevdikleriniz yokluğunuza alışmış, siz onları görüyorsunuz ama onlar sizi görmüyor. Komşularınız size selam vermiyor. Çocuklarınız sizi çağırmıyor yere düşünce…

Bu duruma maruz kaldığınızda var olduğunuza kendinizi ve çevrenizi ikna etmek için bir şeylerin yerini, şeklini değiştirmeye çalışabilirsiniz söz gelimi. Ancak uzun süre bu durumu yaşayan bir insanın çıldırması hatta cinnet geçirerek saldırganlaşması bile beklenebilir.

Yok sayılmanın bedeli
Hapishanelerdeki tecrit hücrelerinde mahkumların akıl sağlıklarını yitirmeleri, uzun süre işsiz kalan insanların çevreleriyle ilişkilerinin bozulması hep bu “yok sayılma” denen bir tür pasif saldırının sonuçları. Var olma isteği öyle güçlü bir istek ki insan eğer sevilmiyorsa nefret edilen, korkulan biri olmaya bile razı.

İşsiz güçsüz, yer edinememiş gençleri gözlediğimizde de teorimizin doğrulandığını görüyoruz : Sırf elinde salladığı bayrağın renkleri başka bir futbol takımını temsil ediyor diye Müslüman, Türk, hemşehri ve yaşıt olan iki insanın birbirlerine taşlar, sopalar hatta döner bıçaklarıyla saldırması başka nasıl açıklanabilir? Ağaçlara, helâ duvarlarına yazı yazan, telefon kulübelerine, otobüs duraklarına saldıran insanların imdat çığlığını duymamak ne mümkün?

“Hey! Bana bakın! Ben varım ve buradayım! Beni yok saymayın artık!”

“Ben bir hazine idim, bilinmek istedim” diyen iradenin sıfatlarının tecelligâhı olan kullar yok sayılmayı nasıl hazmedebilirler?

Yunanistan’da yaşayan Türkler bir Yunan devlet adamının ağzından “Yunanistan’da Türk yoktur, onlar Osmanlının zorla Müslümanlaştırdığı Yunanlılardır” lafını duyduğu zaman ne hisseder? Türk Tarih Kurumu başkanı Halaçoğlu “Alevi Kürt yoktur, onlar aslında dönme Ermenilerdir” diye konuştuğunda kırılmış olan kalplerin tamiri bir insan ömrüne sığabilir mi?

Ulus-devlet açmazı
Osmanlı olmanın dedelerimize ve ninelerimize sağladığı en büyük lüks belki de “var sayılma – devlet tarafından olduğu gibi kabul edilme” lüksü idi. Zira Osmanlı devletinin kurucuları dinî ve etnik aidiyetlerin son derecede dinamik ve duygusal (=mantık dışı) yapılanmalar olduğunun farkındalardı. Ulus kavramı gibi bir aidiyet duygusunun strateji ve mantık çerçevesinde kurulmuş, soğuk, katı bir kurum olan devlet ile ilişkilendirilmesinin yanlışlığını anlamışlardı.

Bu bağlamda Roma veya Osmanlı gibi yapılanmaların sahip oldukları siyasî zekâyı günümüzün ulus-devletlerinde bulamıyoruz. O siyasî zekâ ki büyük imparatorlukların geniş coğrafyalara ve büyük olduğu kadar heterojen halk kitlelerine asırlarca hakim olmalarını sağladı. Hem de bugünkü teknolojik imkânlara sahip olmadan. Daha açık bir deyişle farklı dinden, ırktan ve etnik kökenden insanları bir arada yaşatma kapasitesi diye tanımlayabileceğimiz bu siyasî zekâ adalet-ihsan eksenine dayanıyordu.

Ulus bilinci kamulaştırılabilir mi?
Ulus algısının devlet kurumu ile ilişkilendirilmesi gerçekte sorun üretebilecek bir yaklaşım. Bir ulusun fertleri arasında ulus algısı bölgeden bölgeye değişebilir. Bu algı zaman içinde de evrim geçirebilir. Meselâ Türklük kimileri için daha çok coğrafî bir bağ iken başkaları için kan bağı ile öne geçebilir. İstanbul’da yaşamayan bir çok Türk için “Yahudi Türk” veya “Hıristiyan Türk” ifadeleri anlamsız olabilir. Üstelik bu algı önümüzdeki onyıllarda da değişecek toplumun kendisi gibi. O halde devlet ile halkın ilişkilerini ulusal aidiyet üzerine oturtmak eninde sonunda gerginlik üretecektir.

Pascal Salin’in Libéralisme adlı kitabının 11ci bölümünde belirttiği gibi :

“…20ci yüzyıl başında devletçiliğin altın çağı diyebileceğimiz bir dönemde milliyetçilik ve ırkçılığın doruğa tırmanmış olması rastlantı olabilir mi?

Ulus bir topluluğa ait olma duygusundan doğar. İşte bunun için ulus devlet anormal, mantık dışı bir oluşumdur. Duygular kamulaştırılamaz. Her kamulaştırmada olan yine olur : Devlet kendi yararına bir tekel kurar ve onu savunur. Bunu savunmak için yerel farklılıklara, özel kimliklere savaş açar… Bunun örneklerinden biri de Fransa’da 19cu yüzyılda Cumhuriyetçi eşitlik adına yerel dillerin yok edilmesidir.

Ulus devlet [aynı zamanda] kişileştiriliyor da. Tabi bu ulus ile devletin aynılaştırılmasını da kolaylaştırıyor. Meselâ ‘Fransa karar verdi’ veya ‘Fransa ihracat yaptı’ deniyor… Aslında bütün bu aynılaştırma çabalarının bir amacı var o da ulusun devlete ait olduğu fikrini insanlara kabul ettirmek…”

“Başörtüsü sorunu” ve “Kürt Sorunu”
« Kürt Sorunu » terimi tuhaf bir lâf. Adeta sorun Kürtlerin Kürt olmasından kaynaklanıyormuş gibi bir önkabul içeriyor. Mayınlı bir kelime gibi, her an elimizde patlamaya hazır. Hava kirliliği sorunu, trafik sorunu, … Böyle bir başka mayınlı ifade de “Başörtüsü sorunu”. Sanki sorun insanların başını örtmesinden geliyormuş gibi. Dindar Yahudilerin ve Hıristiyanların da başlarını örttüğünü ve Osmanlı topraklarında bunu asırlarca yaptıklarını hatırlarsak bu iki sorun arasında bir benzerlik dikkati çekiyor :

• « Kürt Sorunu » Kürtlerden mi kaynaklanıyor yoksa “Öz Türk olmayanların, Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi köle olmaktır” diyen zihniyetten mi? (Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu gazetesi 18 Eylül 1930)
•  “Başörtüsü sorunu” başını örtenlerden mi kaynaklanıyor yoksa “kamusal alan” kavramından mı?

Vatandaşlarını belirli kalıplar içine sokma çabası olan devletlerin farka tahammülleri azalıyor. Zira bireysel ve yöresel farklılıklar rejimin ulusu kamulaştırma projesinin yürümediğini ıspat ediyor. Bu aynılaştırma-standart “Türk yaratma” projesine her muhalefet rejimin düşmanı oluyor:

• Ermenilerin kiliselerini tamir etmeleri engelleniyor,
• Hıristiyan vakıfların mallarına el konuyor,
• Aleviler yok sayılarak Sünni nüfus içinde asimile ediliyor,
• Kürtçe yasaklanıyor,
• Başörtülü kızlar üniversitelere sokulmuyor.

Bir yandan “%99.99’u Müslüman bir ülkeyiz” diyerek Alevilerin farkı yok sayılırken diğer yandan laiklik adına namaz kılanlar potansiyel fanatik olarak gösteriliyor. Gayrı Müslimlerden geriye kalanlar gayrı-sünnî, onlardan arta kalanlar da “dindar” ve “modern” olarak ayırd ediliyor.

Büyük resim
Bize bu sahte sorunları dayatanların istedikleri açıdan bakmak yerine bir adım geri atarak resmin tamamını gördüğümüzde şunun bilincine varıyoruz :
Müslüman, Hıristiyan, Kürt, Ermeni, Çerkes, başını örten örtmeyen bir sürü insan aynı ailede, apartmanda, iş yerinde yaşıyor, çalışıyor, evleniyoruz. Günlük hayatlarımızın GERÇEK SORUNLARI birbirine benziyor :

• Karnımızı doyurmak,
• Kiramızı ödemek,
• Çocuklarımıza bizimkinden daha iyi bir hayat sağlamak.

Adına devlet dediğimiz ve kendi işlerimizi görmek için kurduğumuz bir kurum her gün gezindiğimiz yollara, çarşı, pazar ve meydana bir takım kırmızı çizgiler çekiyor :

“Ne Mutlu Türküm” diyenler ve demeyenler hattı,
Başını örtenler ve örtmeyenler hattı,
Ermeni olduğunu çaktırmayanlar ve ötekiler hattı,
….

Bir bakıyorsunuz ki enişteniz birinci çizginin, kuzeniniz ikinci çizginin arkasında kalmış! Peki biz bu kırmızı çizgileri hiç çizmeseydik daha iyi olmaz mıydı? 

“Temel  ilke”, “kurucu prensip”, “olmazsa olmaz” gibi isimler verilen bu kırmızı çizgiler uçsuz bucaksız bir özgürlük alanını bir satranç tahtası gibi karelere bölüyor. Gerçekte bir zenginlik olan renkli kimliklerimiz yüzünden biz sıradan insanlar kurallarını bilmediğimiz bir satranç oyununun piyonları oluyoruz. Komplo teorileriyle gölgemizden korkar hale geliyoruz.

Kimliğimizin derdi devletimizi neden gerdi?
Gece yarısı bildirisinde söylenen “Ne Mutlu Türküm demeyen herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” sözünü kaleme alanlar bizleri omuzlarımızdan tutup silkelemek, “hey dostum, sen Türksün! sen Türksün!” demek istediler belki de? Yeni anayasada kime Türk deneceği de ateşli tartışma konusu oldu.

Kimlik kavramı gerçekte son derecede psikolojik hatta mahrem bir olgu. Buna devletin organlarının karışmasının ve ülkenin bu kadar gerilmesinin sebebi nedir?

Bir kere kimlik bir dert, bir sorun bile değil birçoğumuz için. Kimlik bir süreç. İnsanın kendini arayış süreci. Geleceğe ve geçmişe bakış tarzı. Anne tarafından Arnavut, baba tarafından Çerkes olan bir Türk hem Kafkas hem de Balkan halklarına yakınlık duyabilir. Oralara hiç gitmese bile düğünleri, yemekleri onlarınkine benzer. Aynı Türk Orta Asya’ya  hatta sırf Türkçe konuştukları için Sibirya’da yaşayan Yakut Türklerine de sempati duyabilir.

şu halde Anadolu’daki Ermeni kiliselerine Müslüman bir Türk’ten farklı duygularla bakan bir Ermeni kızı neden Türkiye’nin düşmanı olsun? Neden bir Çerkes doktor veya Kürt mühendis “Orta Asya’dan gelen atalarımız” diye konuşmak zorunda kalsın? Mübadele yıllarında Yunanistan’dan kopartılan Türklerin Yunanca konuşmaları, o müzikte ve mutfakta kendilerini bulmalarından daha doğal ne olabilir? Ve buna devlet neden karışır?

Hangi insanların kimlikle “bir problemi” olabilir?

“Kimlik Sorunu”, “Başörtüsü sorunu” ve “Kürt Sorunu” gibi deyimler hastalıklı, çarpık bir dünya görüşünün ürettiği YAPAY SORUNLARIN ifadesi. Bunları virüslü, mayınlı, her an sirayet edebilecek veya patlayabilecek ifadeler gibi azamî dikkatle kullanmalıyız. Bu tür fikir kirliliklerinin ülkemize verebileceği zararları daha iyi kavramamız açısından Türk Solu Dergisi’nde yayınlanan “Kürt istilası” adlı paranoyak makaleye ve çizdikleri haritalara bakılabilir.

Başlangıçta değindik, var sayılmak, dikkate alınmak, saygı görmek insan olarak hepimizin temel bir ihtiyacı. Bu saygıyı ailemizden, işyerimizden, komşularımızdan bulamadığımız zaman ne olur? Ortaya iyi, güzel ve doğru adına bir eser koyamayan insanlar ölmüş atalarının çürümüş kemiklerinde bir teselli, bir sığınak ararlar.
 “Kendimi kenarları kalın çizgilerle çizilmiş bir çemberin içine hapsetmek istiyorum” diyen, kimliği bir algılayış süreci olarak değil de bir sığınak olarak gören insanlar için gerçekten bir dert olabilir bu kimlik konusu.

Sözünü ettiğimiz insanlar dışında kimlik problemi olanlar ulus-devlet modeline sımsıkı yapışan oligarşi ve onun teorisyenleri. Liberal Düşünce Topluluğu’ndan Mustafa Erdoğan’ın bir makalesinden aldığımız ulus devlet modelinin zayıflığını dile getiren şu satırları okunmaya değer :

“Esasen modern devletler esas olarak “ulus” temelinde kurulmuş olan devletlerdir. Uluslar ise hiçbir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kolektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin egemenlik alanındaki bütün halkların ve toplulukların etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin, toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla söz konusu grup veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci yaratmış veya zaten var olan bu bilinci pekiştirmiştir”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda bütün Avrupa milliyetçilik akımlarıyla sarsılıyordu. İmparatorluklar bölünüyor, yeni kurulan devletler tarihte hiç var olmamış milletler oluşturmaya çalışıyorlardı ulus devletlerini meşru kılmak için. Atatürk ve çalışma arkadaşları Avrupa faşizminin temsilcileri olan Mussolini ve Hitler ile çağdaştı. Bugün Tayyip Erdoğan veya Abdullah Gül nasıl piyasa ekonomisi ve küreselleşme dışında hareket edemezse Atatürk de o atmosfer dışında hareket edemezdi.

Meselâ 1870’lerde İtalya’nın bağımsızlığı için mücadele eden İtalya halkları (Sicilya, Lombard ve Venedikliler…) Prusya’nın Fransa’yı yenmesinden faydalanarak Fransız ordusunu ülkelerinden dışarı attılar. Ancak birleşmeden sonra öyle şaşkına dönmüşlerdi ki Mark Twain’in alaylarına bile maruz kaldılar : “İtalya politika piyangosundan bir fil kazandı ancak onu nasıl besleyeceğini bilmiyor!”. Garipliğin farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri daha gerçekçiydi : “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmada!”

Samsun’a bir “güneş gibi” doğanlar, Türk milletini “yoktan var edenler” de acaba demişler midir “Türkiye’yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi” diye? Peki yeniden yaratılmak istemeyen, ALLAH tarafından yaratılmış olmakla yetinenleri ne yaptılar? Yok mu sayıldılar?

Lazlar, Çerkesler ve Kürtler nasıl “yok” oldu?
Atatürk 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye”dir, samimi bir mecmuadır” diyordu.

Bugün ise bu mücadele okul çocuklarına “Türk” Kurtuluş Savaşı diye öğretiliyor.  Lazlar, Çerkesler ve Kürtler yok sayılıyor. Aradan geçen yıllarda ne oldu?

Atatürk’ün 1920’de sarf ettiği sözler öyle rastgele, durumu kurtarmak için söylenmiş sözler değildi. Millî mücadelenin rengi daha baştan belirlenmiş, yeni kurulacak düzende İslam’ın rolü ve Kürtlerin yeri de siyah mürekkep ile beyaz kağıt üzerine defalarca yazılmıştı.

Acaba Atatürk ve “dava arkadaşları” ulus devlet projelerini halktan gizlediler mi? Meselâ Can Dündar’ın “Kızıl tepeli kalpak” adlı belgeselinde anlattığı gibi Stalin’e ve komünizme göz kırpılması sadece taktik ise İslâm kardeşliği de aynı kategoriye konabilir mi?

Tabi bu soruya “evet” demek aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında halkın aldatıldığı anlamına geliyor. Ortaya atılabilecek ikinci bir tez ise şu : Bir çok bakımdan Osmanlı sayılabilecek bir devlet kurulacaktı. Ama İngiltere ve Fransa, Halife sayesinde Müslüman sömürgelere liderlik edebilecek bir Türkiye istemedi, Lozan’da bunun için bastırdı. Gerçekten de Lozan süreci üzerine yazılmış bir çok eserde İnönü’nün Avrupalılarla özel görüşmeler yaptığı ve Atatürk ile telgraflaştığı, bütün bilgileri Türk heyetinin diğer üyeleriyle paylaşmadığı yönünde ayrıntılar var.
Demek ki elimizde iki ihtimal var :

1) Elit subaylar kargaşadan istifade ettiler ve 1930 model Avrupa ulus devletlerini örnek alarak, halka rağmen halk için bir devrim yaptılar,
2) Osmanlıyı kurtarmak için yola çıkmış Osmanlı subayları Avrupa’nın devlerine direnemediler Batı emperyalizminin denizaşırı çıkarlarını tehdit etmeyecek, “Müslümanlığı ehlileştirilmiş” bir devlet kurdular. (Hilafet’in kalkması, Diyanetin kuruluşu, Millet kavramının dinî anlamını boşaltarak etnik içerik ile doldurulması, Milliyetçiliğin devlet ilkesi yapılması…)

Millî Mücadele ne kadar ulusaldı?
Kurtuluş Savaşı’nın “anayasası” sayılabilecek belgeler var. Erzurum ve Sivas kongre tutanakları, savaştan önce ve savaş sırasında çekilmiş telgraflar, gizli yazışmalar…

Meselâ mart 1919’da toplanan Erzurum Kongresinde ne dendi? Ne kararlar alındı?

“1- Tırabuzon Vilâyeti (Rize, Tırabuzon, Gümüşhane, Giresun, Ordu) ve Canik (Samsun) Sancağı’yla, Vilâyâtı Şarkiyye nâmını taşıyan: (Bayazıd/Ağrı ili Erzurum, kuzey Bingöl, Kiğı, Yusufeli ve Bayburd’u içine alan) Erzurum, (Amasya, Tokat, Şarkîkarahisar/Şebinkarahisar, Sivas/Merkez Sancaklarıyla) Sivas, (Siverek, Diyarbekir, Mardin ve Palu kesimini içine alan) Diyarbekir, (Adıyaman, Malatya, Dersim/Tunceli, Harput/Elaziz’i içine alan) Mâmûretilazîz, (Hakâri ve Van illerini içine alan) Van, (Si’ird, Bitlis/Merkez, Muş ve Güney Bingöl/Genç bölgelerinden kurulu) Bitlis Vilâyâtı ve bu saha dahilindeki (Erzincan ve Samsun gibi) Elviyei Müstakılle, hiçbir sebeb ve bahâne ile, yekdiğerinden ve Cami’ai Osmâniyye’den ayrılmak imkanı tasavvur edilmeyen, bir külldür…. Şarkî-Anadolu Vilâyetleri’nde de, ekseriyyeti kaahireyi İslâmlar teşkîl eden; ve harsî, iktisâdî tefavvuku Müslümanlar’a ‘aid bulunan; ve yekdiğerinden gayrikaabili infikâk özkardaş olan …”

Kürtlerin yaşadığı bölgeler de anılarak “Cami’ai Osmâniyye” ve etnik değil dinî anlamı olan “millet” kavramına vurgu yapılıyor. Ortada “Türk milleti” diye bir şey yok.

Peki 4-11 eylül tarihlerinde yapılan Sivas Kongresi’nde ne kararlaştırıldı?

• Azınlıkların her türlü güvenliği sağlandığından siyasi egemenlik ve toplum dengesini bozacak ayrıcalıklar verilemez.
• Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte sınırlarımız içinde bulunan, halkı Müslüman olan topraklar üzerindeki tarihi, ırkî, dini ve coğrafi haklarımıza saygı gösterilmesini ve bunlara aykırı girişimlerin geçersiz hale getirilmesini bekleriz
• Millî vicdandan doğan cemiyetler birleşmiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını almıştır. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından, şahsi ihtiraslardan uzaktır. Bütün Müslüman vatandaşlar bu cemiyetin tabii üyesidirler.

Ne kongre kararlarında ne de Atatürk’ün yaptığı açılış konuşmasında “Türk milleti” diye bir söz yok. Türklükten bahis dahi yok. “Yoksa bu ulusal bir mücadele değil miydi?” diye sormak geliyor insanın aklına.

Aslında mutlaka okunması gereken başka bazı belgelerde Türk ve Kürt kelimeleri geçiyor ama söylenenler bugün bize dayatılan resmî tezlerle çok uyumlu değil :

“MÜDAFAAİ HUKUK CEMİYETİ
ERZURUM ŞUBE KONGRESİNE GİZLİ RAPOR
Türk ve Kürdün kimliği
Doğu Vilâyetleri tarihi Kürt ile Türkün ortak faaliyetinin ürünüdür. Bugün de Doğu Vilâyetleri’nin kimliği, bu iki kardeş kavmin kimliğinden ibarettir. (…) Doğu Vilâyetleri’ndeki Türk ile Kürdü ayırmak tabiî değildir ve imkânsızdır. İktisadî, dinî, kültürel bir surette birbiriyle iç içe geçmiş olan Kürt ile Türkün aynı zamanda akrabalık ve diğer toplumsal sebeplerle de kanlan o kadar karışmıştır ki, bir Kürt aynı zamanda bir Türkün dayısı, halazadesi, damadı, eniştesidir. (…) Doğu Vilâyetleri’nde Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Musul’un güneyinden başlayarak Urfa’ya, Halep’e ve Hazer denizinden Küçük Asya’ya kadar uzanan arazide Türkler çoğunluğu oluşturmakta ve Kürt toplulukları bu iki çizgi arasında Türklerle karışmış bir halde bulunuyorlar. Şu tabiat ve arazi durumu dikkate alınırsa, geçmişte olduğu gibi gelecekte de, Türk ile Kürdün aynı tarih, aynı menfaat, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek mümkün değildir. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu Vilâyetleri Türkü ile Kurdunu ayırmak her ikisini de Ölüme mahkum etmek demektir. (…) Doğu Vilâyetleri’ndeki İslâm varlığının devamı, ancak Türk ile Kürdün ittifakına bağlıdır. Bu ittifak -her ne surette olursa olsun- bozulduğu gün bizim için kesin ölüm dakikalarına girilmiş olur.

8 Haziran 1919*
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin 17 Haziran 1919 Kongresine verdiği rapor. (Bekir Sıtkı Baykal, s.45)
*17 Haziran’da toplanan Kongre’ye sunulan Rapor’un üzerine Cevad Dursunoğlu’nun el-yazısıyla 8 Haziran 1919 tarihi düşülmüş.”

Sevres anlaşması sırasında Kürtlerin tutumu
Kürt Aşiret Liderleri Sevres antlaşmasını protesto ettiler. Yani Ankara’ya verdikleri sözleri tuttular, Avrupa’dan esen milliyetçilik rüzgârlarına kapılmadılar. Ayrıntıları Mustafa Akyol’un Türkler, Kürtler ve Osmanlılar adlı makalesinden öğrenelim :

“Anadolu”da bunlar olurken, Avrupa”da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı”na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir “Kürt Devleti” kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920″de imzalanan Sevr Antlaşması”nın 62. maddesi, “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi” verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise “Kürt halkları”nın “Türkiye”den bağımsızlık elde etmeleri”nin yolunu açıyordu.
Ne var ki “Jön” Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu”da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris”e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan”dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa”nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920″de, Milli Misak”ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu”na da yollandı. Mart 1920″de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.”

Şehitlerimizin kanı helal mi?
Yazının başında insanları yok saymanın pasif bir saldırganlık olduğuna ve buna maruz kalan insanların şiddete yönelebileceğine değindik. İzleyen paragraflarda ulus kavramının kamulaştırılamayacağını, ulus devlet modelinin mevcut sorunları çözmek şöyle dursun yenilerini eklediğini anlattık.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için “olmazsa olmaz” bir koşuldu. Bu savaşın kazanılması için gereken ittifak Osmanlılık’ta bulundu. Osmanlı Devleti belki resmen yıkılmıştı ama Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş milyonlarca insan hayattaydı. Kurtuluş savaşının savaşçıları Osmanlıydı.

Bugün ülkemiz geçmişte verdiği ancak sonradan tutmadığı bazı sözlerin sıkıntısını çekmekte. En yoğun biçimde gündemi işgal gelen “Başörtüsü sorunu” ve “Kürt Sorunu” şunları akla getiriyor :

1) Kürt şehitler Kürtçe’nin yasaklanacağını, torunlarının “Varlığım Türk varlığına armağan olsun, Ne mutlu Türk’üm” diye haykırmak zorunda kalacağını bilselerdi yine canlarını verirler miydi bu vatan için?
2) Kurtuluş savaşında ölen şehitler yeni kurulacak devlette kadınların başörtülerinin yasaklanacağını bilselerdi gene hayatlarını feda ederler miydi? Ölmeden önce onlara Türkiye’de namaz kılmanın, Kur’an kurslarının, mescitlerin, ilahî okuyan kızların sorun haline getirileceği söylenseydi aynı gönül rahatlığıyla ölebilirler miydi?

Eğer bu sorulara samimiyetle “evet” diyemiyorsak şehitlerimizin de haklarının helal olduğunu söyleyemeyiz. Bu Müslümanlar için çok tehlikeli bir durum arz eder. Zira vefa borcu başka borçlara benzemez. Vefa hamd duygusunun tecellisidir. Hamd etmek ise insanı şirkten korur.

Welate Min
Dibejin ku zor e diltezin ji bo welat
Tu car xelasnabe ev çiroke şewat
Ez bibinim bi çare xwe carkedin welate xwe
Ez bibinim bajare xwe newal ü çiyayen xwe
Welate min, ax pir düre, welate m ikerba dile min
Ax welate min, ax welate min
Pir dur e welate min

VATANIM
Diyorlar ki zordur, vatan için yürek sızısı
Hiç bir zaman bitmez bu ateşli (acıklı) hikaye
Ben göreyim gözümle bir daha vatanımı
Ben göreyim şehrimi, vadi ve dağlarımı
Vatanım ah çok uzaktır, vatanım yüreğimin acısıdır.
Ah vatanım, ah vatanım
Çok uzaktır vatanım.

Destekleyici videolar

 Bu yazı Haydar Eren ve Mehmet Yılmaz’ın ortak projesidir.

 

kemalizm : yanlis giden neydi http://youtube.com/watch?v=Mu-eSm_MY2A
 
kurtler de bizim soydasimiz http://youtube.com/watch?v=8iu3O-CTyHs
Düşündürücü yazılar

Çözüm ortak değerlerde (Mustafa Akyol)

 Salata (Tarık Suat Demren)

Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası (Ömer Gürcan)

Tarihsel Türk-Kürt ittifakı (Hasan Özgüneş)

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

   Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

 

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:Haydar Tarih: Eki 2, 2007 | Reply

    Yukaridaki makalede link olarak verilen Erzurum Kongresi Sonuc Beyannamesinin maddelerinin bulundugu Wikipedia sayfasi 30 Eylul 2007 (bu makalenin yayinlandigi gun) “guncellestirilmis” ve orjinal maddeler silinmistir.
    Ilgilenenler icin o maddeler soyledir…

    Şarkî-Anadolu Vilayâtı’nın Erzurum Kongresi Beyannamesi’dir. 7 Ağustos 1335 (1919)Erzurum

    Bismillah

    Mütareke’nin (30 Ekim 1918’de Mondros Limanı’nda) akdini müte’akib gittikçe artan ahd-şikenâne mu’amelat; ve İzmir, Antalya, Adana ve Havalisi gibi aksâmi mühimmei Memalikimiz’in fiilen işgali; ve Aydın Vilayeti’nde ikaa edilen tahammülsüz Yunan fecâyi’i; ve Ermenilerin Kafkasya dahilinde hududlarımıza kadar dayanan (Nahçıvan-Iğdır-Kağızman-Sarıkamış-Kars-Göle’deki) katli’am ve imhâyı İslam siyasetiyle, istila hazırlıkları; ve Karadeniz sahilinde Pontus Hayali’ni tahakkuk ettirmek gayesiyle hazırlıklar yapılması; ve sırf bu maksatla Rusya (Karadeniz) Sahilleri’nden akın akın Muhacir namı altında gelen (Rus teb’ası) Rumların ve bu meyanda da müsellâh (Rum) Eşkıya Çeteleri’nin sevk ü celb edilmesi gibi hadisat karşusunda, Mukaddes Vatan’ın inkısam ve inhilal tehlükesini gören Milletimiz hiçbir iradei milliyeye istinad etmeyen Hükümeti Merkeziyyemiz’in bu âlam ü fecâyi’a çâresâz olamayacağına, emsali meş’umesiyle kaani; ve birçok mü’essirat tahtında, ihtimal ki daha elîm ve gayrikaabili hazm ü kabûl mukarrerata da serfürû edeceğinden, endışenâk bulunuyor.

    Binâen’aleyh, kendini en yakın ve hûnin tehlikeler karşusunda gören Şarki Anadolu Vilayâtının Mukaddesatını bizzat muhafaza gaayesiyle, her taraftan Vicdanı Millîden doğmuş Cem’iyyetler’in iştirâkıyle, ahîren mün’akid olan Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 335 (1919) tarîhinde mesâ’îsine hitam vererek bi-Lûtfihi-Taala bervechi âtî mukarreratı ittihaz etti:

    1- Tırabuzon Vilâyeti (Rize, Tırabuzon, Gümüşhane, Giresun, Ordu) ve Canik (Samsun) Sancağı’yla, Vilâyâtı Şarkiyye nâmını taşıyan: (Bayazıd/Ağrı ili Erzurum, kuzey Bingöl, Kiğı, Yusufeli ve Bayburd’u içine alan) Erzurum, (Amasya, Tokat, Şarkîkarahisar/Şebinkarahisar, Sivas/Merkez Sancaklarıyla) Sivas, (Siverek, Diyarbekir, Mardin ve Palu kesimini içine alan) Diyarbekir, (Adıyaman, Malatya, Dersim/Tunceli, Harput/Elaziz’i içine alan) Mâmûretilazîz, (Hakâri ve Van illerini içine alan) Van, (Si’ird, Bitlis/Merkez, Muş ve Güney Bingöl/Genç bölgelerinden kurulu) Bitlis Vilâyâtı ve bu saha dahilindeki (Erzincan ve Samsun gibi) Elviyei Müstakılle, hiçbir sebeb ve bahâne ile, yekdiğerinden ve Cami’ai Osmâniyye’den ayrılmak imkanı tasavvur edilmeyen, bir külldür.

    Sa’adet ve felâkette iştirâki tammı kabul ve mukadderâtı hakkında ayni maksadı, hedef ittihaz eyler. Bu sâhada yaşayan bilcümle ‘Anasıri İslamiyye, yekdiğerine karşı bir hissi fedâkârî ile meşhûn ve vaz’iyyeti ‘ırkıyye ve ictimâ’iyyelerine riayetkâr, özkardaştırlar.

    2- ‘Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Maakamı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil ve İrâdei Miliyye’yi hakim kılmak esastır.

    3- Her türlü işgaal ve müdâhale, Rumluk ve Ermenilik teşkili gaayesine ma’’tûf telâkkî edileceğinden, müttehiden müdâfa’a ve mukaavemet esası, kabûl edilmiştir. Hâkimiyyeti siyâsiyye ve muvâzenei ictimâiyyeyi muhill olacak sûrette, ‘Anâsırı Hırıstiyâniyye’ye yeni bir takım imtiyâzat i’tası kabûl edilmeyecektir.

    4- Hükûmeti Merkeziyye’nin bir tazyîki Düvelin karşısında, buraların terk ve ihmâli ıztırârında kalması ihtimaline göre, Makaamı Hilâfet ve Saltanat’a merbûtiyyetini ve mevcudiyyet ve Hukuukı milliyeye kâfil tedâbîr ve mukarrerât, ittihaz olunmuştur.

    5- Vatanımız’da öteden beri birlikte yaşadığımız Anâsıri Gayrimüslime’nin Kavânîni Devleti Osmâniyye ile mü’eyyed hukuukı müktesebelerine, tamâmiyle ri’âyetkârız. Mâl ü cân ve ırzlarının masûniyyeti, zaten mukteziyyâtı diniyye, ‘an’anâtı milliyye ve esâsâti kaanûniyyemizden olmağla, bu esâs, Kongremiz’in kanâ’ati umûmiyyesiyle de te’yid olunmuştu.

    6- Düveli İ’tilâfiyye’ce, Mütâreke’nin imza olunduğu 30 Teşrinievvel 334 (Ekim 1918) tarihindeki hudûdumuz daahilinde kalan; ve her mıntıkasında olduğu gibi, Şarkî-Anadolu Vilâyetleri’nde de, ekseriyyeti kaahireyi İslâmlar teşkîl eden; ve harsî, iktisâdî tefavvuku Müslümanlar’a ‘aid bulunan; ve yekdiğerinden gayrikaabili infikâk özkardaş olan din ve ırkdaşlarımızla meskûn Memâlikimiz’in, mukaasemesi nazariyyessinden bilkülliyeye sarfinazarla; mevcûdiyyetimize, hukuuki târihiyye, ‘ırkıyye, dinniyemize ri’âyet edilmesine; ve bunlara mugaayir teşebbüslerin, tervic olunmamasına; ve bu sûretle, tamâmiyle hakk ve ‘adle müstenid bir karâra, intizâr olunur.

    7-Milletimiz insânî, ‘asrî gaayeleri tebcîl; ve fennî, sınâî, iktisadî hâl ve ihtiyâcımızı takdir eder. Binâen’aleyh, Devlet ve Milletimiz’in, dahilî ve haricî istiklâli; ve Vatanımız’ın Tamâmisi Mahfuz kalmak şartiyle, Altıncı Mâdde’de musarrah hudud dahilinde; milliyet esâslarına ri’ayetkâr ve Memleketimiz’e karşı istilâ emeli beslemiyen herhangi bir Devlet’in: Fennî, sınâ’i, iktisâdî mu’avenetini memnuniyyetle karşılarız. Ve bu şerâit ‘adile ve insaniyyeyi muhtevî bir Sulh’unda, ‘acilen takarruru, selâmeti beşer ve sükûni alem nâmına, ahassi âmâli milliyemizdir.

    8- Milletler’in kendi mukadderâtını, bizzât ta’yin ettiği bu târihî devirde, Hükümeti Merkeziyyemiz’in de irâdei milliyeye tâbi’ olması zarûrîdir. Çünki, irâdei milliyyeye gayrimüstenid herhangi bir Hey’eti Hükümetin, (Millet Meclisinden kuvvetini almayan)’ indî ve şahsî mukarrerâtı, Millet’çe mutâ olmadıktan başka, haricen de mu’teber olmadığı ve olmıyacağı, şimdiye kadar mesbûk ef’al ve netayic ile, sâbit olmuştur.

    Binâen’aleyh, Millet’in içinde bulunduğu halî zucret ve endişeden kurtulmak çârelerine bizzat tevessülüne hâcet kalmadan, Hükümeti Merkeziyyemizin Meclisi Milli’yi heman ve bilâifatei an toplanması; ve bu suretle, Mukadderâtı Millet ve memleket hakkında ittihaz eyliyeceği bilcümle mukarrerâtı, Meclisi Milli’nin murâkabesine ‘arzetmesi mecbûrîdir.

    9- Vatanımızın mâ’ruz kaldığı âlâm ve hâdisât ile, ve tamâmen ‘ayni maksadla Vicdâni Milliden doğan (“Tırabuzon Muhâfazai Hukuukı Milliyye Cem’iyyeti”, “Viyâyâtı Şarkiyye Hukuukı Milliyye Cemiyyeti”, Diyarbekir Muhafazai Vatan” adlarındaki Cem’iyyetlerin İttihâd ve İttifâfından hâsıl olan kütlei ‘umûmiyye, bu kerre, Şarkî-Anadolu Müdâfaai Hukuuk Cem’iyyeti ünvaniyle tevsim olunmuştur.

    İşbu Cem’iyyet, her türlü fırkacılık cereyanlarından külliyen ‘aridir. Bilcümle İslâm Vatandaşlar, Cem’iyyetin A’zayi Tabî’yyesindendir.

    10- Kongre tarafından müntehab bir “Hey’eti Temsiliyye” kabûl, ve köyler’den bil’itibâr Vilâyât Merâkizi’ne kadar, mevcut Teşkîlati Milliyye, tevhîd ve te’yid olunmuştur.

    7 Ağustos 335 (1919) Pencşenbe (İmza Kongre Hey’eti)

  3. Yazan:Selahattin Tarih: Eki 3, 2007 | Reply

    s.a.
    Çok güzel bir yazı. tşk.

    “Millet kavramının dinî anlamını boşaltarak etnik içerik ile doldurulması” anlam kayması nasıl olmuş biraz açıklayalım.

    2) Osmanlıyı kurtarmak için yola çıkmış Osmanlı subayları Avrupa’nın devlerine direnemediler Batı emperyalizminin denizaşırı çıkarlarını tehdit etmeyecek, “Müslümanlığı ehlileştirilmiş” bir devlet kurdular. (Hilafet’in kalkması, Diyanetin kuruluşu, Millet kavramının dinî anlamını boşaltarak etnik içerik ile doldurulması, Milliyetçiliğin devlet ilkesi yapılması…)

    TBMM I. Meclis salonunun cephesinde yazılı olan “hakimiyet bila kaydü şart milletindir” ifadesindeki “millet” kelimesini acaba o meclisin üyeleri nasıl anlıyordu? Onu doğrudan “İbrahim milleti” olarak anlıyordu. Din olarak anlıyordu. Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olmasından, o meclis üyelerinin gocunacağı hiçbir şey yoktu. Bunu böyle anlıyorlardı. Kaldı ki bugün kü meclisin salonunun cephesinde yer alan ifade aynı kelimelerle dile getirilmiş olsa bile, bununla aynı anlamın kastedilmiş olduğunu söylememiz mümkün değildir. Durum, kelimelerin değişmiş olmasından ibaret değildir. Kasdedilen anlam değişmiştir. Bir ara “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” deniyordu Şimdi sanıyorum “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” deniyordu. Burada ulus veya millet kelimelerinin referansta bulunduğu şey nasyon kavramıdır. Dolayısıyla ulus veya millet kelimeleri seküler bir anlamda referansta bulunuyor. Avrupa dillerindeki nasyon (nation) kelimesiyle islam ıstılahatında ki millet kelimesi arasındaki farka dikkatinizi çekmek istiyorum. İslamın referansta bulunduğu millet kelimesi aynı zamanda ümmetede göndermede bulunur. İbrahimi millet, ibrahimi din, islam gibi dini bağlamda bir anlam taşır. Dolayısıyla kelimelerin bu iki kullanışı arasında basit bir dil oyunu söz konusu değildir, bütün bir medeniyet algılamasının farklılaşması söz konusudur. Hali hazırda kullanılan millet veya ulus kelimeleri ideolojik bir mahiyet ihraz etmiştir.

  4. Yazan:MY Tarih: Eki 3, 2007 | Reply

    Haklisiniz Selahattin Bey,

    Millet-Ulus-Nation kavram kargasasi söz konusu.

    ( “Osmanlida millet sistemi” diye bir kitap çikmisti Insan yayinlari cep üniversitesi serisinden. Sizin bildiginiz asikâr ancak konuya yeni olan dostlar oradan da bilgi edinebilirler)

    Haydar Bey’in verdigi bilgiler dogrultusunda anlasilan su ki ÜMMET limanina giden bir geminin rotasi NATION limanina çevrilmis.

    Yolcular itiraz edince de “canim ne olacak?” denmis, onlardan “ne mutlu NATION’a gidene” demeleri istenmis.

    Ama bir an için tersini düsünelim, meselâ 1930’larda Kürtlerin sayica daha kalabalik oldugunu farz edelim ve bir KÜRT NATION içinde Türklerin eritildigini, Türkçenin yasaklandigini, evlatlarimizin okullarda “Ne mutlu Kürdüm diyene – Varligim Kürt varligina armagan olsun” diye bagirtildigini hayal edelim. KABUS gibi. Bu kâbusu kimse için istemeye hakkimiz olmadigini herkes görecek yavas yavas.

    Bütün bu haksizliklar elbette PKK gibi bir örgütün siddetini mesru kilmaz. Ama PKK siddetine siddet ile karsilik vermek de ne ahlâken dogru ne de siyaseten akilli bir seçenek.

    Muhabbetle

  5. Yazan:Tarih Tarih: Eki 5, 2007 | Reply

    KÜÇÜK BİR TARİH BİLİNCİ:

    Kurtuluş savaşının bitiş tarihine 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanan Lozan antlaşmasına bakın (23 Ağustos 1923 tarihinde 2.TBMM tarafından onaylandı), birde cumhuriyetin ilan (KURULMADI, ilan edildi) edildiği 29.10.1923 tarihine, dinin kaldırıldığı 1928 tarihine bakın ve Laikliğin geldiği 5 Şubat 1937 tarihine bakın.

    1928 e kadar devletin dini vardı, anayasal noktada islam dı. 1937 ye kadar laiklik yoktu.

    Temmuz 1923 ile 29 Ekim 1923 arasında çok şeyler değişebilirdi. Yani Lozan antlaşması yapıldığı yıllarda Türkiye henüz Cumhuriyet Değildi. M.K. Kimi telkinlere kapılarak “Türkiye meşruti monarşi olsun, Yeni padişah benim,Meclisde çalışmaya devam etsin” diyebilirdi. (Gerçi CHF nin başına geçip sonrada bu memlekette CHF dediği olur dedi ama ).

    Lozan Türkiyenin rejimiyle ilgili bir antlaşma olmadığı gibi laiklikle ilgili bir kabulde değil. Çünkü Laiklik Anayasaya 5 Şubat 1937 de girdi.

    Burdan da anlıyoruz ki Kurtuluş savaşında savaşan insanlar islam için şehit oldu Hilafet için şehit oldu, ama sanki laiklik için savaşılmış gibi cumhuriyet için savaşılmış gibi lanse ediliyor, bunlar için savaşılsa insanlar şehit olurmu bikere onu düşünün. Şehitlik doğru şahitlik demek değilmi?
    Saltanatı kaldıralım nasıl olsa halifelik var, halifeliği kaldıralım nasıl olsa devletin dini islam, islamı kaldıralım.. bunlar çok zeki insanın, sistemin işi.

    3 Mart 1924 de halifelik kaldırılıyor. İngilizler sömürgelerinin kontrolü için isteklerinin yapıldığını gördüklerinde 6 Mart 1924 Lozan antlaşmasını onaylıyorlar ve böylece Lozan antlaşması uluslar arası alanda kabül görüyor.
    (İslami duyarlılık için, diyalektik süreçte tarihin bilinmesinin faydası var)

  6. Yazan:Haydar Tarih: Eki 5, 2007 | Reply

    Sayin Tarih,

    Bahsettiginiz bu konularin, gelismelerin ve tarihlerin hepsinin acilmasi ve tartisilmasi gerek. Bu konularda daha aciklayici bilgileri hepimizle paylasirsaniz sahsen memnun olurum.

    Bir baska konu basliginda toplumun dininin, dilinin, kimliginin hangi amaclarla yapilmaya calistigini Prof. Ferhat Kentel gayet guzel analiz etmis.
    http://www.derindusunce.org/2007/10/05/tarihsel-ataturku-kesfetmek/#comment-3793

    İslami duyarlılık için, diyalektik süreçte tarihin bilinmesinin faydası var

    …sozunuze katiliyorum.

  7. Yazan:tarih Tarih: Eki 11, 2007 | Reply

    Selam Haydar Bey

    Biliyorsunuz okullarda yakın tarih hakkında Tez gibi açıklama yapması istenen öğrenciden övgü dışında pek yorum istenmez, yapamazsınız ama uzak tarihde yoruma biraz izin verirler.

    Bu yüzden Lozanın gizli maddelerinden çok, uygulamarından çok “Misaki Milli” ile “Lozan’ı ” karşılaştırmak bana daha uyandırıcı ve basit geliyor yukardaki yazım gibi.

    Kurtuluş savaşını kazandığımız halde
    neden Ege Adaları, Batı Trakya Yunanistan’a,
    12 Adaları İtalyanlar’a,
    Musul Kerkük ingiliz mandası olan Irak’a, Kıbrıs ingilizlere bırakıldı?”

  8. Yazan:Haydar Tarih: Eki 12, 2007 | Reply

    Cok nefis bir soru, tesekkurler Sayin Tarih.

    Kisaca vede mukayeseli cevap vermek gerekirse ortaya cikan su:
    1- Van golunden Yemene kadar Osmanli topragi ingilizlerin isgalinde.
    2- Otomobilin ABD ve Avrupada yaygin olarak halk tarafindan kullanisi 1905 seneleri ve I. Dunya savasi dahil tum dunyada petrol denilen meretin ne ise yaradigi biliniyor.
    3- Erzurum Kongresi 1919 da.
    4- 1921 de Musul, Kerkuk dahil guneyindeki tum o bolgede PETROL bulunuyor.
    5- Lozan 1922 de yapildiginda masada pekcoklari var ama aslinda ingilizler yumrugu masaya vurur durumda. Lozan anlasmasinin dakika dakika soylenenlerin yazildigi (minutes) TUTANAKLARINI okumustum. Orada ingilizler ne allem kallem ediyorlar bir goreceksiniz. Aslen Kurt olan Inonu ise Kurtleri adeta ticari bir malzeme gibi pazarlik konusu yapiyor.
    6- 1921 de basta Mahmut Berzenci olmak uzere Turkiyeye katilmak isteyen Kurtler ingilizlere karsi ayaklanmalarda bulunuyor ama nafile.

    Lozandan cikan sonuc Turkiyenin daha sonraki Kurt politikasinina sekil veriyor.
    ***

    Bir fotografcidan tarih arastirmasi bukadar oluyor. Tarihcilerimiz ise bize Ergenekon masallari anlatmakla mesgul.

  9. Yazan:Haydar Tarih: Eki 12, 2007 | Reply

    Bati Trakya yani basta Selanik olmak uzere o bolgenin aslinda Makedonya oldugunu biliyoruz. Zaten o nedenle Yunanistan resmi ismi “Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya/Former Yugoslavian Republic of Macedonia -FYRM-” nin Makedonya ismini almasina Birlesmis Milletler nezdinde itiraz etmisti. Adamlar hala FYRM gidiyor.
    I. Dunya savasindan sonra neden Yunanistana birakildigi konusunda cok dar bir bilgim var o da: O tarihte Yunanistan fiilen orada bulunan devletti.
    ***

    M Kemalinde mucadele ettigi ve kaybedilen Trablusgarp Savasi sonunda Italyaya terkedilen Ege adalari + 12 Adalar, 1947 Paris Antlasmasiyla II. Dunya Savasi galipleri United States, United Kingdom, France and the Soviet Union zoruyla savasi kaybeden Italyanlar tarafindan Yunanistana birakilmistir. Turkiye itiraz ettiysede sonuc degismemis.

  10. Yazan:Haydar Tarih: Eki 14, 2007 | Reply

    Biliyorsunuz okullarda yakın tarih hakkında Tez gibi açıklama yapması istenen öğrenciden övgü dışında pek yorum istenmez

    …sozu aci bir gercek maalesef.
    Teknik konulara gelince yetistirdigimiz muhendisler, doktorlar Avrupa ve Amerikada bas taci. Belkide on binlerle ifade edilecek kadar teknik adamimiz oralarda ragbet goruyor. Bu konularda egitimi cogu ulkelere gore daha iyi veriyoruz.

    Fakat gelin gorunki sosyal konulara gelince durum icler acisi. Bir dilekce yazmayi beceremeyen lise mezunumuz yada bir kompozisyon yazamayan universite mezunlarimizin hatti hesabi yok. Rutbeli profesorlerimiz bile tezlerini baskalarindan calip oraya buraya bir “adam” oluyor. Arastirma nedir ogretmemisizki adama.

    Fakat onun yerine dusunecek generalimiz cok. Mesela birisi hukukcularimizi egitmek icin oraya buraya bir iki bomba attirmisti.
    Yine bir baskasi ekonomiyi kurtarmak icin daha cok para basarsin olur biter demisti.

    Boyle parlak kimselerin oldugu yerde dusunen, arastiran, sorgulayan adama ne ihtiyac var degilmi?

  11. Yazan:MY Tarih: Eki 21, 2007 | Reply

    Türkler ve Kürtler bu zokayi yutmasin

     

    Genç Kürt Siviller Rahatsız! (http://www.gencsiviller.net/ sitesinden)

    Havva Ana’nın dünkü çocuk sayıldığı bu topraklarda doğduk. Üç gün aç kaldık üç gün meme vermediler bize. Hasta düşmeyelim diye. 90’lı yıllarda çocuk olduk, gözümüzün önünde yaşananlar ağır geldi bize.

    Biz kim miyiz?

    Biz bu coğrafyanın Kürt gençleriyiz. Şiddetle tek ilgimiz onun mağdurları olmamız. Türk gençlerden tek farkımız onlardan ayrı olarak sadece okuma- yazmayı değil Türkçe konuşmayı da ilkokulda öğrenmemiz. Yoksa ne kadar yoksulluğu varsa bu memleketin biz de çektik. Biz de  Sezen Aksu’ya, Neşet Ertaş’a  ağladık. Farkımız Şivan Perwer’e, Aynur Doğan’a da ağlamamız

    Biz buraların Kürt gençleriyiz. Köylerimiz yakıldı. Küsmedik. Göç ettik, en kötü yerlerde yaşadık, en kötü işleri yaptık. İsyan etmedik. Akrabalarımız faili meçhul cinayetlere kurban gitti, intikam peşinde koşmadık. Üzerimize bombalar atıldı, hukuktan başka bir şey istemedik.

    Biz buraların Genç Kürt Sivilleriyiz. Siz acının sadece bir tarafını biliyorsunuz. Biz her tarafını.

    Bir taraftan en büyük asker bizim asker tezahüratları ile havaya atılan gençlerin tabutları dönerken evlerine, bir taraftan da evinden çıkalı yıllar olan, bir gece yarısı sessiz sedasız gömülen gencecik insanların hayatları tükenirken bu bayram arefesinde, bizim geleceğimiz için gencecik insanları öldürme emri verenlere bizim de söyleyecek bir çift lafımız var.

    Bu tavırlarınız hangi akla, hangi mantığa, hangi vicdana ve de en önemlisi hangi ahlaka sığıyor.

    Bu ülkede yaşayan ve barış isteyenlerin elini yine yeniden zayıflatmaktan başka hiçbir anlamı olmayan bu hareketinizi bizim özgürlüğümüz için mi yaptığınızı düşünüyorsunuz. Kürtlerin geleceği için karanlık ilişkilere mi dalıyorsunuz?

    Siyasetin havası esecekken bu ülkede, mecliste iken temsilcilerimiz, üstlerinde hükümetten, askerden, derin devletten, ya sev ya terk et diyenlerden baskı olsa da biz arkalarında duruyorduk kendi fikirlerimizle, kalemlerimizle; konuşarak, dokunarak, değerek.

    En son Beytüşşebap’ta neler olduğunu bu ülkede aklıselim insanlar tam da öğrenecekken ve buna karşı bir duruş gösterecekken, silahtan başka çözüm istemeyenlerin, güçlerini kandan, gencecik askerlerin kanından alanların eline çok güzel fırsat geçti sayenizde. Kararttığınız sadece 13 hayat değil ayrıca bu ülkede açığa çıkmayı bekleyen derin devletin ve savaş güçlerinin çıkış yolunu da kararttınız.

    Kürtçe ve Türkçe ağıtlar yakan analarımızın göz pınarlarını kuruttunuz bu bayram arefesinde.

    Mağdur insanlar zalimleşmeye başladığında o zaman yeni mağdurlar yaratacaktır değil mi? Siz de biz Kürtlerden zalimleşmemizi mi istiyorsunuz? Bu mu bu ülkedeki derin güçlerle ortak paydanız.

    Ne Beytüşşebap’taki karanlık katliamı unutacağız ne Şırnak’taki o askerleri. Aynı Şemdinli’yi ve terörist diye adlandırılan Diyarbakır çocuklarını unutmadığımız gibi. Biz zalimleşmeyeceğiz. Ne mutlu Türküm demeyenlerin de mutlu olabileceği bir Türkiye için bizlerden beklenen sağduyuyu göstereceğiz.
     
    Tercihimizi yaptık. İlle de beraber yaşayacağız! İlle de bir arada yaşayacağız! Çünkü biz biliyoruz ki bu hayat ne Kürtlük ile geçer ne de Türklük ile.

    Sözün bittiği yerde değil başladığı yerdeyiz. İnsanların yaşadığı yerde söz bitmez çünkü.

    Ölmek değil, yaşamak istiyoruz.

    Susmak değil konuşmak istiyoruz.

    Birileri bu ülkede, adaleti, vicdanı ve insanlığı ayaklar altına alarak çevremizi kirletebilirler ama biz Genç Kürt Siviller kendi kapımızın önünü her zaman temiz tutacağız.

    Zaten bu ülkede Kürtler ile Türkler birlikte yaşayamayacaksa batsın bu dünya!

  12. Yazan:Haydar Tarih: Eki 24, 2007 | Reply

    MHP nin yayin organinda cok guzel bir haber dikkatimi cekti, paylasmak istedim;

    Türkçe Priştine´de resmi dil oluyor

    Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kosova´nın başkenti Priştine´de Türkçe´nin kısa süre içinde resmi diller arasında yer alacağı öğrenildi.

    Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kosova’nın başkenti Priştine’de Türkçe’nin kısa süre içinde resmi diller arasında yer alacağı öğrenildi.

    Priştine Belediye Meclisi’nin 23 Ekim Salı günü yapacağı toplantıda Türkçe’nin Priştine’deki resmi diller arasında yer alması önerisini görüşeceği belirtildi.

    Belediye Meclisi’ne öneriyi sunan Kosova Demokratik Türk Partisi (KDTP) Priştine İl Teşkilatı’ndan Dr. İdris Mumcu, Türkçe’nin başkentte resmi dil olması konusunda umutlu olduklarını söyledi.

    Mumcu, “Türkçe’nin resmileştirilmesi önerisi toplantı gündeminin son noktası olarak ele alınacak. Meclis üyelerinin Türkçe konusunda olumlu yönde oy kullanacaklarına inanıyorum” dedi.

    Türkçe halen Kosova’nın Prizren, Mamuşa, Mitroviça ve Gilan şehirlerinde resmi dil olarak kullanılıyor.

    http://www.ortadogugazetesi.net/habergoster.asp?id=10428

    ————————————-

    Turkce versiyonunda belirgin olarak yuzdesi verilmesede Wikipeedia nin ingilizce versiyonunda nufus oranlari belirtilmis. Aferim Kosovalilara.

    http://en.wikipedia.org/wiki/Kosovo
    http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/fb/Kosovo_ethnic_2005.png
    92% Albanians
    4% Serbs
    2% Bosniaks and Gorans
    1% Roman
    1% Turks

  13. Yazan:selami Tarih: Oca 25, 2008 | Reply

    Tehcirsever

    Ecevit’in gizli arşivi açıklanmış… Daha doğrusu, Rahşan Hanım, değerli meslekdaşlarımız Can Dündar ile Rıdvan Akar’a bir “kıyak” yapmış, onlara vermiş, onlar da kitaplaştırmışlar. Elbette “promosyon” niyetine önce kendi gazetelerinde yayınlıyorlar bazı bölümleri.

    Ecevit’in özenle sakladığı belgeler arasında, 1961 yılında Milli Birlik Komitesi’nin hazırladığı, daha doğrusu kurmuş olduğu bir “Doğu Grubu’na” hazırlattığı (bu size birşeyler hatırlatıyor mu?) bir rapor var: Kürt sorununa çözüm!

    Bir de İsmet Paşa’nın ünlü raporu vardır bu konuda, bilirsiniz, ama o çok daha eskidir.

    1961 tarihli raporda, Kürtler’den, “kendilerini Kürt sananlar” şeklinde sözediliyor.

    Bu da, “dağda yürürken karlara basıp kart kurt diye ses çıkaranlar” yaklaşımı kadar gerçekçi ve sorunu çözücü bir bakış açısı!

    Bu kadar feraset ancak devlet yönetmekle ve hükümet devirmekle mümkündür.

    Nitekim, rapor, o yılın sonbaharında “demokrasiye geçilince” (bu kaçıncı geçiş?), yeni kurulan koalisyonun başbakanı İsmet İnönü’ye devredilmiş, gerekenin yapılması istenmiş.

    İnönü de, ne hikmetse, raporu vere vere, çiçeği burnunda Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’e vermiş.

    Raporun altında imzası bulunan Kurmay Albay Haşim Tosun, Kürt sorununa çözüm olarak “tehcir” istiyor!

    Yani, kendini Kürt sanan halk, Karadeniz kıyılarına göçettirilecek.

    O kıyılarda bulunan “fazla nüfus” da kendini Kürt sananlar bölgesine aktarılacak.

    Bu bölgeye ayrıca “memleket dışından gelen Türkler” de yerleştirilecek. (O sıralarda işçilerimiz Almanya’ya yeni gitmeye başlamış oldukları ve henüz hiçkimse “kesin dönüş yapmayı” düşünmediğine göre, Gagavuzlar’ı mı getireceklerdi acaba?)

    Bu arada kendini Kürt sanan halkı eğitmek için de bölgeye “kız ve erkek misyonerler” gönderilecek. Evet, raporda “misyoner” kelimesi kullanılmış.

    Kendilerini Kürt sananların kendilerini Kürt sanmamaları için de, kendilerine “Turani kavimlerden geldikleri” anlatılacak.

    Hayatta mıdır bilmiyorum ama, Sayın Kurmay Albay Haşim Tosun’u kutluyorum!

    Bunu yazan Tosun, okumayana…

    Say ki raporu Tosun yazmamış da Bahaettin Şakir merhumla Doktor Nazım merhumun ruhları elele vermişler, ahretten tebliğ yoluyla albayımın kulağına fısıldamışlar.

    Vallahi, beni “ordu karşıtları kara listesine” alan askeri istihbarat binbaşısının da ondan öğreneceği çok şey varmış… Belki de yanında yetişmiştir.

    Albayımın parlak buluşları, yalnız bugünümüze değil, yarınımıza da ışık tutacaktır.

    Hani maazaallah bir “ara rejim” arızasında tatbik mevkiine konulabilecek bir çok tedbirin nüvesi, albayımın raporunda kuluçkada yatmaktadır.

    Buna göre, “türban yanlıları” da topluca tehcir edilip, kendilerine uygun kuytu bir ilimizde, örneğin Konya’da “ikamete memur” edilebilirler. Halep, Beyrut falan artık elimizde olmadığına göre, oralara gönderemeyiz.

    Yaşadıkları yerlerin isimlerini de değiştirir, örneğin Fatih ilçesinin Çarşamba mahallesini Atakent yaparız.

    Yanlarına taşıyabildikleri kadar mal, para ve ziynet eşyası alarak, gayrımenkullerini terk ederek zorla yollara düşürülecek “ikinci cumhuriyetçi liboşlar” da olacaktır. Bunları, özleri gereği, alafranga bölgelere, Bodrum’a falan yerleştirelim. Bir kısmını Alaçatı’ya gönderelim.

    Karıları kızları helal midir bilmem ama bazılarının kütüphanelerinde gözüm olabilir ha…

    Bunlar yolda giderken “sözde kazalara” uğrarlarsa da, meseleyi tarihçilere bırakırız!

    Engin Ardıç

  14. Yazan:aytaç çelebi Tarih: Oca 30, 2008 | Reply

    Türkiye cumhuriyeti devleti kimliklerle hep barışık olmuştur zaten hatta kimliği olmayanlar ve kimlik sahibi olmak için bölünmez bütünlüğü zedelemeye çalışanlarla dahi iyi olmuştur ve hatta toplum olarak bu kişlerin şivelerini dil olarak tanıyıp millet olamalarının önünü açmıştır türkiye cumhuriyeti bu kişlere toprak kurmaları için musul ve kerküğü hediye etmiştir.hatta uluslar arası arenada destek görmeleri için türk milleti 100/47 oy vermiştir yani tükiye cumhuriyetinde kimlik sorunu yaşayan tek millet haklarına tecavüz edilen yüce türk milletidir.

  1. 14 Trackback(s)

  2. Eki 15, 2007: Kuzey Irak’a girelim mi? : Derin Düşünce
  3. Eki 26, 2007: Bu meclis bu surunu çözebilir mi? : Derin Düşünce
  4. Kas 20, 2007: Vahşi olan kapitalizm değil devlettir : Derin Düşünce
  5. Kas 28, 2007: Kimliğimin derdi ordumu gerdi! : Derin Düşünce
  6. Ara 4, 2007: PKK’lıları affetmek : Derin Düşünce
  7. Tem 2, 2008: Terörist evlatlarımız ve Anzak leşlerimiz(!) : Derin Düşünce
  8. Tem 16, 2008: Şu kaplaşmadan kurtulalım mı? : Derin Düşünce
  9. Tem 17, 2008: Şu kamplaşmadan kurtulalım mı? : Derin Düşünce
  10. Tem 23, 2008: Şu kamplaşmadan kurtulalım mı? | SiyarGrup™
  11. Eki 17, 2008: Kuzey Irak’a girelim mi? : Derin Düşünce
  12. Haz 1, 2009: ABD’yi tedavi etmek mümkün mü? - BÖLÜM IV : Derin Düşünce
  13. Oca 9, 2010: Korku matkabı zekâ duvarını deler mi? : Derin Düşünce
  14. Eki 13, 2010: Bediuzzaman’la Ortadoğu Problemlerine Bakış : Derin Düşünce
  15. Haz 27, 2011: Ayy! Yine mi başörtüsü? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin