Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı / Dale Carnegie »

Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı Dale Carnegie“… Ben kremalı çilekten hoşlanırım. Balıklar ise kurt yemeyi seviyorlar. Onun için Maine üzerinde balığa çıktığımda oltaya kremalı çilek takmayı aklımdan bile geçirmem. Oltamdaki kurtlara koşan balıkları kolaylıkla avlayabilirim. İnsanları elde etmek için de aynı yolu takip etmek mecburiyetindeyiz. İşte  vazgeçilmez kural: Oltaya doğru yemi takmak… Bir insanı etkilemenin biricik çaresi, onun istekleriyle ilgilenmek, onun isteklerine değer vermek, onun isteklerinin önemini kabul etmektir. Oğlunuza saatlerce sigara içmemesini istediğinizi anlatsanız ne elde edebilirsiniz? Sizin bu isteğiniz onu niçin etkilesin? Siz onun isteğini ön plana çıkarın. Oğlunuz futbolu çok mu seviyor? Ona sigara içtiği takdirde iyi bir futbolcu olamayacağını anlatın. Kendi isteğinin gerçekleşemeyeceği ihtimali onu daha çok etkileyecektir. 

Prof. Harry A. Averstreet şöyle yazar: ‘Davranışlarımızın kaynağı arzu ve isteklerimizdir. Hangi alanda çalışıyor olursanız olun, başkalarında kuvvetli bir istek meydana getirebilirseniz insanlar yanınızda olur. Bunu başaramayan yalnızlığa mahkumdur. Carnegie, ilk oğlundan uzun zaman mektup alamadığı için üzgün olan baldızına ‘Endişelenme’ demişti: ‘Şimdi onlara bir mektup yazacağım ve derhal cevap gelecek’ Carnegie annelerini ihmal eden çocuklara bir mektup yazdı ve zarfın içinde para yolladığını söyledi. Derhal cevap geldi: ‘Mektubunuzu aldık. Ama zarfın içinden para çıkmadı’. Yarın siz de belki başkasına bir şey yaptırmak isteyeceksiniz. Kendinize sorun: ‘Bu adamın (veya bu kadının) bu işi yapmak istemesini nasıl sağlayabilirim?’ …”

… Yeni kitaplar keşfetmek için …

Kitap tanıtan kitap 7

kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk Ücretsiz kitap indirin74 kitap indirinKitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

Körleşme / Elias Canetti »

Körleşme - Elias CanettiÇok çalışmayla ve sert bir sıkı düzen içinde geçen yaşamı boyunca, yüreğinde yerleşmesine izin verdiği tek tutku olan kitap tutkusu, bazı önlemler almak zorunda bırakmıştı onu. Örnekse, kötünün kötüsü bile olsa, herhangi bir kitap, satın alması için kolayca baştan çıkarabilirdi bilgini. Neyse, kitapçıların çoğu, ancak saat sekizden sonra açılıyordu. Kimi zaman patronunun gözüne girmek isteyen bir çırak epey önceden gelir, dükkâna gelecek ilk tezgâhtarı beklemeye koyulur, sonra da anahtarı onun elinden handiyse bir törenin gereğini yerine getiriyormuşçasına alırdı. Ya “Saat yediden beri hurdayım!” derdi, ya da “Kapıda kaldım!” Böylesine işgüzarlık, Kien gibi bir adama kolaycacık bulaşırdı; çırağın ardından dükkâna dalmamak için kendini zor tutardı. Küçük kitapçıların sahipleri arasındaysa, saat yedi buçuk oldu muydu açık kapılarının ardında çalışmaya Read the rest

Kral Yu / Hermann Hesse »

herman-hesse-kral-yu-1Kral Yu’nun ağzı kulaklarına varıyordu, ama en çok sevgili eşinin kapıldığı hayranlık kendisini memnun etmişti; mutluluktan bir çiçek gibi yüzü gülüyordu eşinin, kralın gözüne hiç bu kadar güzel görünmemişti. Ne var ki, şenlikler kısa ömürlüdür. Bu büyük şenlik de yavaş yavaş sönüp yerini günlük yaşama bırakmış, bundan böyle hiçbir mucize yaşanmaz, hiçbir masalsı düş gerçekleşmez olmuştu. Aylak ve kaprisli insanlar da katlanamazdı böyle bir şeye. Şenlikten birkaç hafta sonra Bau Si’nin keyfi yine kaçmıştı. Kilden kuleciklerle ve ipleri çekilip çalınan çıngıraklarla oynanan küçük oyun, büyük oyunun zevkini tattıktan sonra alabildiğine yavan nitelik kazanmıştı. Aman Tanrım, nasıl da insanı sarhoş etmişti şölen! İnsanı mutluluğa boğan oyunu yinelemek için her şey hazırdı: Kuleler hazır duruyordu, kulelerin içinde davullar yerlerinde asılıydı, askerler nöbet yerlerindeydi ve davulcular, sırtlarında üniformaları, oturmuş bekliyorlardı; her şey sabırsızlıkla kralın o büyük buyruğunu gözlüyordu, buyruk duyulmadığı süre her şey ölü ve işe yaramaz durumdaydı. Read the rest

Ütopya / Thomas More »

  • utopya thomas moreİngiltere’de hırsızlık yapanlara karşı idam cezası var ve buna rağmen İngiltere’nin her yeri hırsız dolu. Hırsızlara uygulanan ölüm cezası hem haksız hem de yersizdir.
  • Ama insanlar her zaman oyuna gelip budalaca davranır ve doğal olmayan birtakım sevinçlere zevk adını verir, sanki kelimeleri değiştirince bu kelimelerin içerdiği anlamlar da değişecekmiş gibi.
  • Bakın hırsızlık yapana bu kadar ağır bir ceza verdiğiniz halde bu işten caydıramıyorsunuz. Geçimini temin edemeyen birine ne ceza verirseniz verin gene de bu onu hırsızlık etmekten caydıramazsınız. Sadece sizin ülkenize değil dünyanın her tarafında böyle bir yaptırım uygulayanlar, öğrencilerine bir şeyler öğretmek yerine onları dövmeye hevesli gaddar öğretmenlere benzerler. Hırsıza bu kadar ağır ceza vereceğinize ona hayatını doğru dürüst sürdürebileceği olanaklar temin edersiniz, kimse bu durumda ölümü göze alarak hırsızlık yapmaz ve durumdan da siz kazançlı çıkarsınız.
  • Bazen yapacak bir şey kalmadığında zorunluluk sizi cesur kılar.

Read the rest

Leonardo da Vinci Rönesansa neden ihanet etti? »

perspektif-ronesans-1

Rönesansçı perspektif her zaman dünyayı göründüğü gibi resmetme iddiasında oldu. Bu iddiasını da matematik ve optik kurallarına, objektif/ bilimsel temsil yöntemine dayandırdı. Ama gerçek bunun tam tersi. Merkezî perspektifle yapılan resimler görme tecrübesine tekabül etmez. Neden?

Gözün retinası küreseldir de ondan. Yani “görme” dediğimiz süreçte ışık düz bir ekrana değil eğri bir yüzeye gelir. Eğer görme açımızın dar bir kısmını kullanırsak fark ihmal edilebilir ama gerçek görme tecrübesinde bu açı oldukça geniş. Bu genişlik sebebiyle yüzeyler arasındaki fark ciddi görüntü kayıplarına ve bükülmelere yol açar. Meselâ yukarıdaki resme dikkat edin: Aynı genişlikte ve birbirine eşit mesafede olan cisimlerin düz zemindeki izdüşümü uzaklıkla doğru orantılı olarak büyüyor. A’nın boyu B’den büyük, B’ninki C’den… Bu temsil gerçek görme tecrübesine tekabül etmiyor çünkü eğri bir yüzeyde uzaklaşan cisimlerin izdüşümü küçülür. Göze uygun bir izdüşüm için uzaklaşan cisimler daralan açılarla küresel bir zeminde resmedilmeliydi. En sağdaki karedeki gibi “balık gözü” objektifle çekilen fotoğraflar böyle bir izdüşümün neye benzeyeceğini gösterebilir.

Rönesansçı perspektifin bir başka sorunu ise resimlerin tek gözle bakıyormuşuz gibi çizilmesi. Oysa iki gözümüz var ve aralarındaki 6 cm mesafe sayesinde aynı cismi iki farklı açıdan görüyoruz. Bu açı farkı sayesinde gerçekleşen stereoskopik görme bizim üç boyutu algılamamızı sağlıyor. Tek gözle yahut bir delikten bakarcasına çizilen merkezî perspektifin suni görmesi ile stereoskopik görme arasında büyük bir fark var.

perspektif-ronesans-2

Daniel Chandler «Göstergebilimin Temelleri» isimli kitabında perspektiften bahsederken bu iki resmi okurlarının nazarlarına vermiş. (Semiotics: The Basics, Londra, 2002) Eğer cisimleri yakından bakıldığında göründüğü kadar büyük çizmeye çalışırsak gülünç tasvirler çıkıyor ortaya. Bu yüzden merkezî perspektifi uygularmış gibi yapsa da büyük ressamlar matematiksel/bilimsel tasvirleri “düzeltme” yoluna gitmişler. Meselâ İtalyan ressam Andrea Mantegna 1480’de yaptığı Cristo morto tablosunda Hz. İsa’nın (a.s.) ayaklarını matematiksel ölçülere göre daha küçük çizmiş, tersine başını büyütmüş. Zaten Rönesans’ın öncülerinden ve teorisyenlerinden olan Leon Battista Alberti de 1436’da yayınlanan kitabı De pittura’da Read the rest

Dünya kamuoyu karşılıksız para gibidir »

 

  • Dünya kupasında atılan bir golün Irak’ta ölen 500.000 çocuktan daha fazla konuşulduğu bir dünyada  dünya kamuoyundan bahsedebilir miyiz? Bkz. Gündem Zehirlenmesi 
  • İnsanlar seçimde ver(mey)ecekleri oylarla hükümete veya boykot/bağış yoluyla şirketlere, STK’lara baskı yapabilir mi?
  • Dünyadaki hayatı nükleer savaş veya çevre felâketleriyle yok etme kapasitesi dışında insanları birleştirecek ne var? Bkz. Dünya Vatandaşı
  • Dünyada 3000 civarında lisan ve lehçe var. Lisan, inanç, gelir seviyesi, iklim… Herşeyimiz farklı. Tek ortak yanımız gezegeni kirletme kapasitemiz.
  • dunya-kamuoyuSen Peru’daki sel baskınıyla ne kadar ilgileniyorsan Peru’daki köylü de senin Ermeni meselenle o kadar ilgilenir. “Dünya kamuoyu” zırvadır.
  • “Dünya kamuoyu” tıpkı Noel Baba gibi bir vehimdir. 2 milyar insanın içecek suyu yok ve karnı her gün doymuyor. Bir de senle mi uğraşacak?
  • “Dünya şunu konuşuyor” denildiğinde Rupert Murdoch gibi 20 medya imparatorunun attığı manşet demektir. O da G20’de yaşayan 200 milyon zengin.
  • Bütün ABD medyası 6 şirketin elinde. “New York’ta karnı ağrıyan bir kedi Suriye’deki 50.000 çocuktan daha önemli derlerse öyle olur.
  • dunya-kamuoyu-2Kamuoyu” dediğimiz fikir aslında 2-3 kişinin fikridir. Gerisi koyundur. Her zaman haklı çıkma sanatı / Arthur Schopenauer
  • ABD’de evdeki silahla, Fransa’da alkolle ölme ihtimali terörden ölme ihtimalinden çok daha yüksek ama savunma bütçeleri tam tersi. Neden?
  • G20 ülkeleri de dâhil hemen her yerde medya gerçeği aktarmıyor, kendi gerçeklerini üretiyor! Bu sebeple “kamuoyu” tam bir illüzyon.
  • ABD’de ve AB’de ekonomik krizle en az 700 milyar $ çalan bankaları “kurtarmak” için 1 trilyon $ kamu parası harcandı. Nerede kamuoyu? Bkz. Özel banka isen kârlar senin, zarar halkındır

Read the rest

Dikkat Kitap: Derin Medeniyet »

derin-medeniyetSaniyede 2000 hücresi ölen insan her söze “BENNN” diyerek başlarken ne kadar da komiktir. İnsan kendi ölümünü kabul edebilir ama yok olmayı kabul edemez. Geçen zamana ve yaşlanan vücudunun ifsadına dahi bâkî bir hüviyetin, belki de ruhunun penceresinden bakar. Mânâ’da bekâ bulamayan insanlar ise maddede cismânî bir kalıcılık peşine düşerler. Geçmişin piramitleri ve bugünün gökdelenleri buna şahit. Medeniyet tarihi de bâkî kalmak isteyen insanların tarihidir. İfsada uğrayan maddeyi aşan, müteâl bir hüviyeti arayan, zaman içinde aynı kalmak isteyen (identic, immuable) insan topluluklarının bitmeyen bekâ arayışı. (Bâkî / Eternal / Timeless / διαχρονικό / باكي »)

Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Aydınlanma(?) çağının karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet ve kültürü ayırdetmek zor. Kelimelerimizi kaybettik. Ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)

Bu yüzden Batı’nın medeniyet değil ancak bir kültür olduğu söylenmelidir. Kendine has mimarîsi, müziği, edebiyatı vardır. Hatta dünyaya dayattığı teknolojisi, ticareti vardır. Ama medeniyet (مدنية) kültürden farklı bir mefhumdur. Medeniyet dünyevî zaferler peşinde koşan maddî/ parasal/ teknolojik bir tahakküm sistemi değildir. (Düzen / System / Système / المنظومة) Birlikte barış içinde yaşanan bir şehir hayatından mülhem olduğundan (fr. Cité / Civique/ Civile / civilisation) medineleri çağrıştırır bu kelime. İçtimaî menzili olan, ahlâkî bir eftaliyet bildiren medeniyet mefhumunun temeli uhrevîdir. Medeniyet zaviyesinde insan birey değil kuldur. (İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus / إنساني) Bir başka deyişle kulluk şuuru olmaksızın yaşayan, kendi ölümüne inanmayan hazcı insanlar medeniyet inşaa edemezler. Çünkü maneviyattan mahrum kalmış cemiyetler ancak menfaat üzere bir araya gelip ateşkes yapabilirler; barış yapamazlar.( Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Bu toplumların ihdas ettikleri bürokrasi ve piyasa gibi fayda odaklı müesseseler iyilik değil fayda amaçlıdır. (Fayda / utility / utilité / فائدة) Bu kurumların yüksek duvarlarıyla birbirinden koparılan insancıklar böylesi ortamlarda elbette mutlu olamazlar; mutluluğun ne olduğunu dahi bilmeksizin sadece geçici tatminler peşinde koşarlar. (Mutluluk / Tatmin / Bonheur /Satisfaction / سعادة)

Ya Batılılar? Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insan türü nasıl çıktı ortaya? (Değer / Kıymet / Value / Valeur / قيمة)  Rönesans denilen süreç gerçekte bir çok şeyin ölüm fermanıydı. Aydınlanma(?) çağıyla başlayan karanlık devirde ise Vatikan’a inat seküler bir felsefe, sanat ve bilim anlayışıyla ihdas edilen Batı kültürü tam bir tepki-itiraz kültürü oldu. Batı artık ne istediğini değil ne istemediğini tarif ediyordu. Greko-Romen çağını ihya bahanesiyle sadece göstermelik bir taklit yapıldı. Zira taklit edilen sûretler asırlardır gerçek hayatlarından mahrum bırakılmıştı. Ne yazık ki medeniyetten uzaklaşan Batı ticaret ve şiddetin cebbar gücüyle İslâmistan da dahil bütün dünyayı zincire vurup yerlerde sürüklemeyi başardı.(İslâmistan / Land of Islam / ديار الإسلام)

Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.

Kudüs’leştiremediğimiz Dünya İsrail’leşiyor »

Sinan Çetin’in yönettiği, başrollerini Metin Akpınar ve Kemal Sunal’ın paylaştığı Propaganda adlı film hem komik hem de acıklı bir hudud hikâyesidir. 1948’de millî sınırların mayınlar ve dikenli tellerle kapatılması neticesinde Hisli Hisar Kasabası ikiye bölünmüş ve hayat felç olmuştur. Kasap bir tarafta, koyunlar diğer taraftadır. Evleri Türkiye’de, tarlaları Suriye’de kalan insanlar hasat yapamaz. Sınır nişanlı gençlerin, dedelerle torunların arasına girmiştir. İkiye bölünen kasabayla birlikte hayatlar ve insanlar da parçalanır… Filmin en çarpıcı sahnesi ise bir hudud ihlâlidir: Olup bitenlerden sabrı taşan köyün delisi sınıra kadar davul çalarak gelir; bacağını öbür tarafa geçirir ve “haydi, tutuklayın onu!” diye haykırır. O güne kadar kahvede oturup gevezelik yaptığı çocukluk arkadaşları büyük bir görev şuuruyla(!) delinin sınırı ihlâl eden bacağını vururlar… O andan itibaren belli değildir artık; deli kim? Akıllı kim?

Cellat uyandı yatağında bir gece

“Tanrım”  dedi  “Bu ne zor bilmece:

Öldürdükçe çoğalıyor adamlar

Ben tükenmekteyim öldürdükçe…” (Ataol Behramoğlu)

*   *   *

Hudud gerçekten var olan iki farklı şey arasındaki değişmez çizgi değildir. Hudud indî olarak hissedilen ya da farklı olduğuna inanılan iki hüviyet arasındaki hattır. Yani sınırlar mutlak değil sübjektif/indî varlıklardır. Meselâ Türk-Yunan sınırı Türkler ve Yunanlılar için vardır ama kargalar, solucanlar ve bulutlar sınırda pasaport göstermeden geçerler. Hudud bir kimlik inşasıdır; “ben/biz” ve “ötekiler” hudud ile tarif edilir. Kişilerin ya da devletlerin koydukları hududlar yine onların gücü ve saygınlığıyla sınırlıdır. Zira bir şeyin değeri ona değer verenlerin değeri ve gücüyle bilinir. Yani sınırlamanın bir sınırı vardır. Evveli, âhiri, kudreti,… ilh her cihetiyle ihata edilen hududlar da mahdud şeylerdir.

*   *   *

Medeniyet Köprüleri ve Kültür Duvarları

Çöküp giden devletler geriye bıraktıklarıyla anılacak. İsrail devleti de haritadan silindiği zaman bu kural değişmeyecek, geriye İsrail’in beton duvarları kalacak sadece. Selçuklular ve Osmanlılar insanları kavuşturan köprüler ve yollar bırakmışlardı; Balkanlar, Anadolu ve Arap diyarı şahit. Böyle yapmadı bütün devletler; onlar insanları bölen ve korkuyla arkasına saklanılan duvarlar bıraktılar. Roma’nın inşa ettiği ve İngiltere’yi ikiye bölen Hadrian Duvarı’ndan Çin Seddi’ne kadar Read the rest

Çocuk hayatı görünmesi gerektiği gibi değil yaşadığı gibi resmeder »

mekan-cocuk-resmi-mekanPicasso “hayatım boyunca çocuklar gibi resim yapmaya çalıştım” demişti. Neden? Çünkü çocukların gözü (=aklı) henüz büyükler kadar kirlenmemiş. Çocuk yaşadıklarını önyargısız, kuralsızca tasvir edebilir. Yetişkinle çocuk arasındaki hürriyet farkının en açık şekilde göründüğü yer ise mekân algısı. Zira yaşamamıza, görmemize, hareket etmemize imkân veren mekân bir cisim değil. Mekân cisimlerin varolduğu gibi varolan bir varlık değil; zaman gibi mümkünatın bir parçası. (Bkz. Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!)

Çocuklar hayatı görünmesi gerektiği gibi değil yaşadıkları gibi resmederler. Önemli şeyleri, çok sevdiklerini, çok korktuklarını büyük çizerler mesela. Çocuk şu veya bu ilkeler manzumesine uymaya çalışmaz. En saf, en naif estetik tercihleri çocuk resimlerinde bulmamız bu yüzden. Kıskandığı kardeşini küçücük, sıkça seyahat eden babasını evin dışında görürsünüz. Hayal güçleri ve özgürlükleri Rönesans’ın perspektif silindiriyle yassılaştırılmamış olan çocukların yaptıkları resimlere bakarak kendimizi kurtarabilir miyiz? Muhtevası çocuk resimlerinden oluşan bu sayfanın amacı tam da bu soruyu sordurmak.   (Bkz. Zaman-Mekân / Time-Space / शून्यता /悟り/ الزمان والمكان)

Dikkatle baktığınızda çocuk resimlerinde bazı benzerlikler fark edeceksiniz. Nedir? Çocuk resimlerinde zaman vardır. Çocuk farklı anlarda farklı şeylere baktığı için cisimleri o anda göründüğü gibi yahut eşyayı kullandığı gibi çizer. Meselâ aynı odada olmasına rağmen yatak üstten görünürken çekmeceli dolap karşıdan, çekmeceleri çeken birinin açısından resmedilir. Çocukların manzara resimlerinde de bu zaman ögesi vardır: Güneşli bir günde resim yaptıysa birkaç tane güneş çizer meselâ. Tren yandan, tepeler karşıdan, nehir üstten görünür. Bu farklar çocuğun Rönesansçı perspektif bilmediğini değil Rönesansçıların hayatı bilmediğini ispat eder. Çocuk gezinti esnasında farklı zamanlarda farklı şeylere farklı açıdan baktığı için yaşadığı gibi resmediyordur. Rönesansçı ise tek gözle sabit bir noktadan bakar gibidir. Adeta karanlık bir odanın duvarındaki küçücük bir delikten dünyayı dikizler, görünmeden görmeye, mekâna hükmetmeye çalışır. (Bkz. Görünmeden görenin iktidarı: Big Brother, Panoptikon ve Foucault)

Yine bu yüzden çocuk resimleri Matrakçı Nasuh’un şehir tasvirlerini hatta Tao ve Budist resmini andırır. Çünkü zamanı dışlamayan Japon ve Çin resim sanatında da sabah balığa giden balıkçılarla öğleden sonra kurulan pazarda balık satanları aynı resimde görebilirsiniz. Tıpkı Osmanlı ve İran minyatürlerinde sefere giden ordunun seyahatini, savaş sahnelerini ve zaferle dönüşünü görebileceğiniz gibi. Evet… çocuk resimlerine bakmak değil okumak gerek. Bu okuyuşun zevkini okurlarımızın irfanına bırakıyoruz.

mekan-cocuk-resmi-mekan-z

Resimleri büyük görmek için tıklayın.
Read the rest

Hissiyat – Maneviyat / νοούμενoν – φαινόμενα / إدراك حسي – حقيقة »

hissiyat-maneviyat-2Ne değildir?

Bilinip anlaşılan ve bilinmeden inanılan/ hayal edilen/ akledilen iki farklı varoluş değildir.

Nedir?

Aynı bir varoluşun iki farklı ciheti, yönüdür. Faslı âlim İbn ‘Ajîba’nın Kitab Mi’raj al-Tasawwuf ila Haqaq iq a-Tassawwuf’ta söylediği gibi:

“… Hislerle anlaşılan madde mânânın kesafeti, akledilen mânâ ise maddenin letafetidir. Yani eşyanın hissedilebilir veçhesi mânâyı taşıyan ve ihtiva eden bir zarftır. Zâhir kar gibidir ve onun bâtını, hakikati sudur. Kâinat harici itibariyle hissedilebilirken dâhili veçhesi akledilebilir. […] Madde ancak mânâ ile kaim olur; mânâ ise kendini madde üzerinden gösterir. Lâtif olan ve tâdâda gelmeyen mânâ varlık kalıplarına girerek hissedilebilir hale geçer. İnsan ne kadar azmetse de tecelliyat (تجليات) olmaksızın doğrudan Cevher’e erişemez. ” (Jean-Luis Michon tercümesi [Michon’un Müslüman olduktan sonraki ismi: Ali Abdelhalık])

Socrates’in ölümünü ve son sözlerinin Eflatun tarafından anlatıldığı Phaidon’daki (gr. Φαίδων) şu satırlar ne kadar düşündürücü:

“… Varlık iki farklı derecede mümkündür: Biri maddî/hissî, diğeri manevî/akledilen. Manevî olanlar hüviyetlerini daima muhafaza ederken maddî olan varlıklar asla aynı kalamazlar […] Güzel bir cismin maddî varlığı manevî Güzellik’in tecesmüdür […] Vücud hissedilen güzel cisimlere meyleder; ruh ise güzellik, iyilik ve adalet gibi akledilenlere. Ruh tabiatı icabı kudsiyet sahibi, bâkî ve hayy Olan’a varmak ister. Buradan filozof için en iyi metodun ne olduğu anlaşılır: Hissiyattaki cisimlerde tecessüm eden sıfatlardan mânâya, müteâl olanlara yükselmek. Meselâ güzel cisimlerden Güzellik’e yönelmek…” Read the rest