RSS Feed for This Post

Diego Velázquez’e bakılır; Edward Hopper okunur

velasquez-hopper“… Kanaatimiz odur ki Edward Hopper sayesinde Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı …”

Bu sözlerle bitirmiştik geçen bölümü. Evet… Batı’da resim sanatı denince ekoller, akımlar ve değişimler gelir akla. Ama Batı’nın güzellik algısını ve “sanat” dediği şeyi anlamak için değişmezlere bakmak daha önemli. Bu değişmezler içinde ise figüratif resim ve figüre karşı “uzmanların” takındığı tavır özel bir yer tutuyor sanırım. Zira ressam çizmeye başlamadan evvel renk ve suretlerden daha mühim bir tercih yapmak zorunda: Doğayı en mükemmel şekilde taklid etmek; bakılan bir resim yapmak ya da insandaki hisleri tetikleyecek soyut tercihlere yönelerek okunan bir resim yapmak. Yani teşbih ile maddeye işaret etmek ya da tenzih ile görünenin ötesindeki mânâya yönelmek… (Bkz. Bu konudaki e-kitap: Tezyin: Gözlerle Dinlenen Müzik)

Batı’da resim sanatının değişmezleri

Ortaçağ ve Rönesans başına kadar vatikanist bir akademizm hâkimdi Batı sanatına. Neyin “güzel” olduğu, neye “sanat” denileceğine kilise karar veriyordu. Kilise’nin otoritesi devrildi ama akademizm sekülerleşerek ayakta kalmayı başardı. Önce “kraliyet akademisi” formatıyla objektif kıstaslarını dayattı sanatçılara. Sonraları ulus-devlet şemsiyesi altında “devlet sanatçıları” gördük. Bizde kemalizm, Sovyet Rusya’da stalinizm başroldeydi: Bu ideolojiler sanat algısı ve sanat eseri etrafında seküler bir ruhban sınıfı ihdas ettiler. Devletten maaş alan dalkavuk sanatçılar rejimi öven, resmî tarihi cilalayan operalar, baleler, resimler ve heykeller ürettiler. Sanattan çok totaliter bir propagandaydı bu. Bkz. Çirkin Cumhuriyet ve Manasız Maneviyat)

1980’lerden itibaren ulus-devletlerin nüfuzu azalmaya başladı. Liberalizm Atlantik okyanusunun iki yakasını ele geçirdi ve dünyanın geri kalan kısmına da bu ideolojiyi dayattı. (Bkz. Liberalizm Demokrasiyi Susturunca) Ama akademizm bir kez daha başarıyla uyum sağladı bu yeni ortama. Paranın tanrılaştığı bir dünyada müzayede salonlarını vergi kaçakçıları dolduruyor; modern sanat kara para aklıyor. Eleştirmen ve sanat dergisi editörlerinden oluşan bir ruhban sınıfı ise neyin “güzel”, neyin “sanat” olduğuna karar veriyor. İtiraz edenlere hemen aforoz: “Sen sanattan anlamazsın ki! Sanat düşmanı! Gerici!” Sanki Vatikan’ın otoritesi hiç sarsılmamış gibi. Sadece birkaç yüz km yer değiştirdi: Modern sanatın bereli, pipolu rahipleri Londra, Paris ve New York’ta yaşıyorlar.

Figürden çıkış

Wassily kandinsky eserleri 3Sanatı tekniklere indirgeyen; optik, anatomi ve matematik kurallarıyla bilimselleştiren akademizme tepkiler oldu elbette. Empresyonizm, Art Nouveau, Fauvizm ve daha birçok ekol böyle doğdu. Ancak bu ekoller gerçek anlamda dert sahibi değillerdi ve sadece akademizme tepki olmaları sebebiyle ondan kopamadılar. Hatta bu “isyankâr ve devrimci” olma iddiasındaki akımlar bir zaman sonra küçük akademiciklere dönüştüler. Hangi eserin kübizme, hangi ressamın strüktüralizme göre caiz olduğuna dair fetvalar verildi. İnsanlardan kopuk olarak gelişen, halkın anlamadığı ve güzel bulmadığı bu yeni “sanat” elbette otorite rolü oynayacak, sonsözü söyleyecek hakemlere muhtaçtı. Haliyle eski zamanların objektif / standart / tek tip sanat anlayışına tersinden endeksli ama en az onun kadar katı bir sanat kuramı çıktı ortaya: Toplumun, devletin veya piyasanın anonimleştirici baskısına isyan eden, “Ben de varım” diyen, bireysel ama bir o kadar da nefsanî bir sanat algısıydı bu: Ben’im acılarım, Ben’im aşklarım, Ben’im ihanetim, Ben’im babamın ölümü… Bu konuyu derinleştirmek isteyen okurlarımız şu e-kitaplardan istifade edebilirler:

Kilisenin, diktatörün, piyasanın ve “uzmanların” baskısına bir yenisi ekleniyordu: Sanatçının kendi nefsi! Tam da bu sebeple Modern zamanların Avrupa’sında doğan soyut sanat diğer toplumların, meselâ Keltlerin (ki Avrupalıdırlar), Japonların, Çinlilerin veya Müslümanların eriştiği seviyenin çok gerisinde kalmış. En az üç asırdır kendi dünyevî dertleriyle, iç sıkıntılarıyla cebelleşiyor Batılı ressam. Diğer soyut sanatların aksine maddeden sıyrılıp mânâya kanat açamıyor. Sanat ile boya arasında bir yerde, “soyut formlar” ile kendini diğer bireylerden farklı ve özel hissetmek peşinde. Kendi egosunu tatmin eden, alkış, para ve biraz da saygı dilenen bir boyacı derekesinde çoğu kez.

Böylesi bir Ben’lik iddiasını dava edinen ressamların teknolojiden korkmasını zannederim herkes kolaylıkla anlayabilir. Evet… Modern resim kolayca çoğaltılabilen fotoğraf ve sinemanın sıradanlaştırıcı etkisinden korunmak için figürden uzak durdu. Zira devrin sanatçıları ekseriyetle fotoğraf makinesi ve kamerayla kaydedilen görüntüleri soğuk ve içi boşaltılmış buluyorlardı. Dünyanın gerçekliğini resmetmenin modası geçmişti. Ama belki de başka bir şey oluyordu: Teknolojik ilerleme karşı konulmaz bir şekilde 300 yıllık yanılgıyı ressamların suratına çarpıyordu: Doğayı taklid eden, teşbih ile yapılan sanat en hafif tabirle kâmil bir sanat değildi!

Figüre geri dönüş

ihtiras-tramwayiEkol savaşları ve akademilerin dogmatik baskılarıyla kısırlaşan Batı sanatı için yeni bir pencere açtı Edward Hopper. Asrının içinde yaşadı, asrını resmetti. En iyi bildiği yolu seçti bunu yapmak için: Figüratif resim. Ekollere, dogmalara, eleştirmenlere kulak asmayan bir yalnız adam…

Diğer ressamları korkutan sıradanlık ve günlük hayatın bıktırıcı tekdüzeliği Hopper’ı korkutmamış. Teknik ilerlemeler de öyle. Fotoğraf makineleri ve film kameraları insanların mekân algısını etkilerken halktan ve moderniteden kopmayan bir Edward Hopper çıkıyor karşımıza. Geçmişi ve Şimdi’yi sorguluyor ama ne bir nostalji ne de American Dream var. Mekanik gözlerden azamî faydayı tahsil ediyor adamımız. Hepsi bu.

Sinema sahnelerini hatırlatan birçok tablosu var. Meselâ Summer Evening’deki delikanlı yönetmenliğini Elia Kazan’ın yaptığı İhtiras Tramvayı’ndaki Marlon Brando’ya ne kadar da benziyor. (A Streetcar Named Desire, 1951) Nemli ve sıcak bir yaz gecesinin uyuşukluğu hissediliyor adeta. Havada asılı kalmış arzular, yarım kalan, yaşanamayan bir şeyler var. Film gibi bir tablo. Öncesi ve sonrasıyla zamana yayılıyor.

Fazla risk almadan denebilir ki Hopper günlük hayatın gerçekliğinden, insanların ve eşyaların sıradanlığından yola çıkarak dekorun arkasına geçebilmiş. “American Dream” denen hayal perdesini yırtan ressam kendi vatanında gurbetçi gibi yaşayan biz modernleri deşifre edebilmiş. (Bkz. Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”) Evet… Edward Hopper 20ci yüzyıl insanına has varoluş endişesini, yabancılaşmayı, modern kalabalıkların yalnızlığını resmediyor eserlerinde.

Bakılan değil okunan figürler

imagesKonusu yahut tetiklediği hislerden evvel üzerine odaklanılması gereken zannediyorum tabloların “okunabilmesi”. Amerika’ya ve 1900’lerin ilk yarısına has bir dekor olmasına rağmen mekândan bağımsız ve zaman dışı bir şeyler okuyoruz, insan fıtratına dokunan bir muhteva. Zannediyorum bu tetikleyici muhtevanın en güzel ispati sinema ile olan etkileşim:

Daha önce de bahsetmiştik, House by the Railroad isimli tablodaki ev Alfred Hitchcock tarafından iki filmde kullanıldı: Sapık (Psycho, 1960) ve Kuşlar (Birds, 1963). (Bkz. Dünya bizim evimiz değil) Ancak Hitchcock  yalnız değil: Wim Wenders, Jim Jarmusch, David Lynch… Tabi sinemadaki Hopper etkisinden bahserken “M – Bir Şehir Katilini Arıyor“ adlı filmi unutmak olmaz. (M – Eine Stadt sucht einen Mörder – Fritz Lang, 1931) Filmden 10 yıl önce, 1921’de Hopper’ın elinden çıkan Night Shadows isimli gravürün lisan-ı suretine bakalım:

 

night-shadows-1921-

 

Geceyi anlatmak için neredeyse bütün tuali siyaha boyayan bir Rembrandt yerine sokak lambasının kör edici ışığını görünmez bir direkle ikiye bölen Hopper çok daha ürkütücü bir geceyi tasvir ediyor. Direğin gölgesine yaklaşan adam sanki bir tehlike sınırına doğru adım adım ilerlemekte; gerisinde kalan kendi gölgesi belirsizlik ve öngörülemezlik hissini güçlendiriyor… Topuklarının yere vururken çıkardığı tok tok sesleri ne kadar da endişe verici. Tehdit algısını güçlendiren bir diğer unsur balıklama dalan bakış açısı. Adam birileri tarafından gözetleniyor ama bunun farkında değil. Röntgenci pozisyonundaki seyirci yani biz de güvende hissetmiyoruz kendimizi. Sokağın boşluğu ve adamın menzilindeki aydınlık adeta bir saatli bombanın tiktakları gibi. Ne olacaksa olsun artık diyor insan. Zamanın geçişi tahammül edilmez bir kisveye bürünüyor.

Bakılan’a bakarak seyirciyi görmek

Hopper polisiye romanları çok severmiş; en çok da Dashiell_Hammett’in Kızıl Hasat’ını. (Red Harvest, 1929). Tablolarında belli olur bu: Seyircisini aktifleştirir, bakan değil gözetleyen yapar. Bir pencereden içeri baktırır bizi; tanımadığımız anonim insanların mahremiyetinden bir “an” çalarız. Hani neredeyse suçlu hissederiz kendimizi. Bunu yaparken çerçeveyi, pencereleri, duvarları çok iyi kullanır Amerikalı ressam. Hem gözetlediğimiz insanı görürüz hem de pencerenin kenarları sayesinde kendimizi fark ederiz. Yani bu tür tablolarda Hopper bakılanı gösterirken bakanı da unutmaz.

Bu yaklaşıma alternatif olarak Velasquez’in Nedimeler’i hatırlanabilir. (Büyük görmek için resim üzerine tıklayın) Resimdeki figürlerin seyirciye baktığı hatta arkadaki aynada bakanların yansımasının da göründüğü acayip bir tablodur bu:

“… Velasquez’in 1656’da yaptığı “Nedimeler” adlı esere bakıyorum. Tablodaki insanlar da bana bakıyor. Sol tarafta elinde fırçayı tutan yoksa ressamın kendisi mi? Resmi yapılan ben miyim? Genelde bir resime baktığımızda “dışarıdan” bakılır. […] Çerçevenin bittiği yerde resim de biter. Sonra bir kaç adım atıp yandaki resme geçersiniz. Müze gezerken bu “dışarıdan” bakma hali o kadar baskındır ki insan kendi vücudunun da bakılabilir bir cisim olduğunu unutur. İşte Velasquez’in Nedimeler’i bu bakımdan ilginç. Çünkü tablo çerçeveyle sınırlı değil. Duvarda asılı duran aynada yansıyan iki insandan biri siz olabilirsiniz. Şayet bu doğru ise ressamın tuvalinde resmedilmekte olan da sizsiniz demektir. Yani bakan olduğunuz kadar bakılansınız. Tablo sizi içine mi çekti yoksa tabloda görünenler çerçeveden dışarı mı taştı? …” (Bkz. Resim Sanatında Hakikat / Jacques Derrida)

Kanaatimizce Hopper’in yaklaşımı Velasquez’inkinden daha üstün. Zira Velasquez figürleri bize baktırarak ve aynada bizi yansıtarak bakışa odaklanıyor. Oysa Hopper içinden baktığımız pencereyi gösterdiği için seyircisine aklettiriyor ve hürriyetimize saygı gösteriyor. Velasquez’in eserlerine bakılırken Hopper’ınkiler okunuyor.

Başrollerini James Stewart ve Grace Kelly’nin paylaştığı bir Alfred Hitchcock filmiyle makalemizi bitirelim: Arka Pencere (Rear Window, 1954). Üç görsel: Hopper’ın tablolarıyla karşılaştırma, birkaç sahne ve filmin afişi ile.

 

edward-hopper_rear-window 

 

rearwindowframes 

Rear-Window-Poster.1

 

E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Filiz Tarih: Mar 23, 2015 | Reply

    Yazı çok güzel sonuçlanmış. Seninle beraber incelerken kazandığım bakış açısının epey faydası olmuş. Geniş bir açıdan farklı bir anlatım teşekkür ederim.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin