RSS Feed for This Post

Resim sanatındaki Hakikat / Jacques Derrida

Sunuş: Bireylerin birer gözden ibaret olduğu, herkesin herşeyi gördüğü bir toplum hayal edin. Özel hayat, gelenekler, aramak, öğrenmek, ön-arka, küskünlük, gaflet, tehdit, fırsat gibi bir çok kavramı akletme imkânı ortadan kalkmaz mıydı? 

Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde algılıyoruz kavramları. Hani meşhur bir güvercin[0] vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. İnanmak zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak için. (MY)

Velasquez’in 1656’da yaptığı “Nedimeler” adlı esere bakıyorum. Tablodaki insanlar da bana bakıyor. Sol tarafta elinde fırçayı tutan yoksa ressamın kendisi mi? Resmi yapılan ben miyim?

Genelde bir resime baktığımızda “dışarıdan” bakılır. Hatta Delacroix gibi ressamların hamam sefalarına, yatak odası tasvirlerine bakarken röntgenci gibi hissetmeye başlarsınız kendinizi. [1] Çünkü resim bakılmak için konmuştur oraya. Siz de bakmak için para verip girmişsinizdir. Çerçevenin bittiği yerde resim de biter. Sonra bir kaç adım atıp yandaki resme geçersiniz. Müze gezerken bu “dışarıdan” bakma hali o kadar baskındır ki insan kendi vücudunun da bakılabilir bir cisim olduğunu unutur. İşte Velasquez’in Nedimeler’i bu bakımdan ilginç. Çünkü tablo çerçeveyle sınırlı değil. Duvarda asılı duran aynada yansıyan iki insandan biri siz olabilirsiniz. Şayet bu doğru ise ressamın tuvalinde resmedilmekte olan da sizsiniz demektir. Yani bakan olduğunuz kadar bakılansınız. Tablo sizi içine mi çekti yoksa tabloda görünenler çerçeveden dışarı mı taştı?

 

Sanat bu bakımdan ilginç bir “alet”. Kelimelerin yetmediği yerde gözlerimizi (resim, heykel) ve kulaklarımızı (müzik) kullanabiliyoruz. Hatta bakılan ile söylenen arasındaki uçurumu ifade etmek için bile Sanat’a ihtiyacımız var. Büyük bir düşünürün Nedimeler’i analiz ederken söylediği gibi:

“… Gördüklerimizi ne kadar anlatırsak anlatalım, görünen hiçbir zaman kelimelerin içine sığmaz. [Aynı şekilde] sözle ifade bulan fikir ve duygularımız teşbih ve kıyasla “görsel” hale getirilse bile, bunların mânâ ile buluştuğu yer göz değil lisandır ancak…” (Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler)

İlginç bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Jacques Derrida’nın yazdığı “Resim sanatındaki Hakikat”. Soru gibi bir başlık. Acaba resimin Gerçeklik‘inden yani renkleri, konusu, dahil olduğu ekolden yola çıkarak Hakikat‘e erişilebilir mi? Varlık, Hayat ve Ölüm’ün sırlarına ulaşabilir mi insanlar Sanat’ı kullanarak?

Sanat, Felsefe ya da ilâhiyat… Yönteminiz ne olursa olsun Hakikat’i aramak için varlığını ve bulunabilirliğini peşinen kabul etmeniz gerekiyor. Yani Sanat ve Hakikat ilişkisini sorgularken bir tür sezgi ya da bir önkabul ile yola çıkıyor insan:

“Gördüğüm, elle tutulur, ölçülebilir gerçek dünyanın dışında/ ötesinde/ üzerinde bir Hakikat var. Bütün bu yaşananlar boş yere var olamaz. Bir mânâsı, bir sebebi olmalı, birbirine aşık insanlar oduğuna göre Aşk olmalı, güzel şeyler var olduğuna göre Güzellik de var olmalı…”

 Eğer ara sıra böyle bir arayışı yüreğinizde hissediyorsanız … üzülmeyin yalnız değilsiniz. 1905 ekiminde « Resim sanatındaki Hakikat’i borçluyum size ve söyleyeceğim » diye yazmış ünlü ressam Cézanne. Zaten sözünü ettiğim kitaba ismini veren de bu cümle.

Sanat uzmanı olur mu?

Sanat dünyasında birbirini “otorite” ilân etmiş insanlar ve kurumlar var: Sanat tarihçileri, koleksiyoncular, müzayede salonları, müzelerin seçici kurulları, sanat dergisi editörleri, sanat eleştirmenleri… Bu insanları “uzman” yapan tek bir faktör var: Birbirlerine verdikleri destek. Bozacının şahidi şıracıysa uzmanın şahidi uzman!

Jacques Derrida’nın çok güzel eleştirileri var bu klanlaşma üzerine. Meselâ halkı sanat eserlerine yaklaştıran değil uzaklaştıran bir rol oynadıklarını söylüyor bu klanların. Sanat uzmanları biz sıradan ölümlüler ile eser arasında duruyorlar. Adeta bir ruhban sınıfı gibi davranıyorlar. Kendi kodları, jargonları var. Bize Cézanne’ın vaad ettiği Hakikat’i anlatma misyonunu vermişler kendilerine. Uzman kendisini vazgeçilmez kabul ediyor. Sanki Sanat eserinde saklı olan Hakikat ancak o uzmanın kelimeleri sayesinde eserden “dışarı” çıkabilir. “Bana güvenin, gerisini merak etmeyin” dercesine konuşuyor, konuşuyor. Uzmana itiraz etme cüreti gösteren ölümlüler “sanattan anlamaz” damgası yiyorlar. Eleştirmen, koleksiyoncu, yazar… Paslaşıp duruyor. Onlara göre “Sanat halka bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir!”

Bu ruhban sınıfına sorun isterseniz: Müze nedir? sanat eserlerinin sergilendiği yer. Sanat eseri nedir peki? Müzede sergilenen şeylere “sanat eseri” denir… Kedi kendi kuyruğunu kovalıyor, kuyruk da kediyi! Nasıl oluyor da biri ötekinin ispatı olabiliyor? Eğer Sanat’ın Hakikat ile bir ilişkisi varsa, zaman ve zeminden, inanç ve ideolojilerden bağımsız, özel isim olarak bir Sanat” var ise bütün uzmanların aynı şeyi söylemesi gerekmez miydi? Küçük derelerin toplanıp bir nehir olması gibi bütün sanat tartışmalarının birleşmesi, bir yere akması beklenmez miydi? Oysa biz bu uzmanları dinlediğimizde iki aşırı uca doğru savrulduklarını görüyoruz:

  • 1) Resimdeki teknik / tarihi / sembolik detaylar üzerine odaklanarak Sanat’ı bilimselleştirmek: Yumurta sarısı ve keten yağı karıştırılarak elde edilen bir renk mi kullanılmış? Resmi yapılan kişi filan aileden miymiş? Protestan mıymış?
  • 2) Uzmanların her birinin dogmatik duruşları, o anki maddî çıkarları, dahil olduklarî klanlar neticesinde icad ettikleri teorilerde kaybolmak.

Sanat uzmanları Kandinsky’nin tabiriyle NASIL’a bakmaktan NE’yi göremiyorlar ve gösteremiyorlar. Okuduğu romanın konusuyla değil de kapak renkleri, kağıt kalitesi ve mürekkebin kimyasıyla uğraşan insanlara benziyorlar. (Bkz. Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat)

Bu açıdan bakınca sanat eserlerinin Hakikat’e işaret edebilmesi için bilimsel bir yöntem lâzımmış gibi geliyor insana. Yoksa herkes birbirine “sen sanattan ne anlarsın? Van Gogh’un eski ayakkabıları şu hakikati deği bu hakikati anlatıyor” diye itiraz edebilir. Geçmişte öyle olmuş zaten. Bugün milyonlara satılan tablolar geçmişte müzelere, sergilere alınmamış bile. Bazı ressamlar açlıktan ölmüş neredeyse.

Sanat üzerine yazmak gereksiz midir?

Sanat’taki Hakikat’i uzmanlar sayesinde bulmak mümkün olmadığına göre… Eserler hakkında konuşmak, yazmak ya da yazılanları okumak faydasız mıdır? Resimi sadece seyrederek, müziği sadece dinleyerek mi yaşamak gerekir? Derrida bu konuda çok ilginç bir duruş alıyor ve “Sanat hakkında yazmanın amacı eseri konuşturmak değildir” diyor. Yani sanat yazarı eserin önünden çekilmelidir. Sanat hakkında konuşmak yerine sanatçıya edebî bir cevap verebilir… Bir başka deyişle eserin yapılışıyla başlayan ivmeye, akıntıya kendini bırakmak, esere rağmen değil eser sayesinde yazmak. Gerçekten de… Van Gogh ya da Cézanne yazmayı/konuşmayı beceremedikleri için resim yapmış değiller ki! Bir eserin anlattığı / gösterdiği / hissettirdiği eğer sözle anlatılabilecek olsaydı zaten Sanat’a gerek kalmazdı değil mi? Bergson’un şu sözleri bu durumu ne güzel açıklıyor:

“Sanat’ın amacı nedir? Eğer Hakikat dosdoğru gelip hissiyatımıza ve şuurumuza çarpmış olsa, eğer çevremiz ve kendimizle doğrudan iletişime girebilmiş olsak, zannederim Sanat faydasız olurdu ya da hepimiz sanatçı olurduk çünkü ruhumuz Kâinat’ın musikîsi ile sürekli bir Tevhid halinde titrerdi.

Hafızamızın yardım ettiği gözlerimiz Mekân’ı oyar, taklidi imkânsız tablolar kesip çıkarırdı. Bir bakışta İnsan bedeninin canlı mermerinden  ilkçağ heykelleri kadar güzel heykel parçaları yakalardı. Ruhlarımızın derinliğinde kimi zaman neşeli, çoğu zaman da hüzünlü ama hep özgün bir müzik duyardık… iç yaşamımızın sürekli ezgisini… Aslında bütün bunlar bizim etrafımızda, içimizde ama hiç birini ayrı ayrı hissetmiyoruz.

Bizimle Tabiat arasında… hayır! Bizimle şuurumuz arasına bir perde girmiş. Sıradan insanlar için kalın bir perde, sanatçı ve şair için ince, neredeyse saydam bir perde. Hangi peri kızı dokumuş bu perdeyi? Bir tuzak mı? yoksa iyilik için mi dokunmuş? Yaşamak gerekiyor ve yaşam çevremizi sadece ihtiyaçlarımız doğrultusunda hissetmemizi gerektiriyor. Yaşamak eylem demek. Uygun tepkiyi vermek amacıyla hissetmek, faydası ölçüsünde hissetmek çevreyi. Öteki hislerin karanlıkta kalması ya da bize “karartılmış” biçimde ulaşması gerekiyor…” (Le Rire, sayfa 115-120)

Eserin kaynağı sanatçı mıdır?

Derrida’nın uzman fetişizmine itirazlarından çok daha ilginç şeyler buldum bu kitapta. Meselâ sanat eserlerinin oluşma süreci ve seyircide yankı bulması hakkındaki düşünceleri. Derrida’ya göre her sanat eseri çift karakterli: Devrimci ve muhafazakâr. Devrimci çünkü yeni bir şey koyuyor ortaya. Bir itiraz, bir başkaldırı, ya da yepyeni bir bakış açısı. Ama aynı zamanda muhafazakâr. Zira sanatçı yeni olanı eskinin lisanından anlatmak zorunda. Bilinen, alışılmış, hatırlanan renk ve şekillere, sembollere, kültürel kodlara muhtaç. Haliyle sanat eseri fikrî bir “çerçevenin” içinden doğuyor. Bir örnek verecek olursak… Franz Marc’ın mavi atları o tabloya bakan insanların zihnindeki at kavramına, normal bir atın mavi olmayacağı gerçeğine,… gereksinim duyar. Az da olsa bazı atların mavi olduğu bir dünyada yaşasaydık Marc’ın tablosu o mânâyı taşıyamazdı değil mi?

Sanatçının öznel/sübjektif dünyasında olup bitenler bilkuvve (potansiyel) halde iken aynı zamanda erişilmez bir durumdalar. Henüz kullanılmamış bir resim kabiliyeti gibi bilkuvve haldeki niyet, izhar edilmemiş hisler ve düşünceler uykudalar. Sanatçı bir roman yazarak, yada resim yaparak bu gizli dünyayı bilinir/görünür hale sokuyor. Fakat iç dünyasındaki zenginliklerin dış dünyaya akışı basit bir yer değiştirme değil. Sübjekif/öznel ögeler objektif bir medyaya muhtaç: Heykel ise mermer, resim ise boya, roman ise lisan, kelimeler… Herkesçe bilinen, ortak olan bir algılama zemini sanatçının niyetini, yeteneğini ve hislerini taşımay abaşlıyor. Bir yaratma provası bu. “Gizli bir hazinesi” olan sanatçı bilinmeyi, sevilmeyi, anlaşılmayı… murad ediyor.

Aksi takdirde sanat eserinden değil mühendislikten bahsederdik. Bu kadar yükü taşıyabilecek, şu kadar uzunlukta beton bir köprü… Hiç yapılmamış olsa bile kapasitesi, amacı vs baştan itibaren “objektif” olan bir eser… elbette Sanat eseri olamazdı. Çünkü özgürlüğe, tercihe, bireysel yargıya yer bırakmazdı. Derrida’nın sunduğu entelektüel aletler sayesinde kolaylıkla fark edilen bir Hakikat varsa o da şu: “Sanat üzerine tefekkür ederek insanlar Kâinat’ın ve Hayat’ın yaratılışına dair sırları idrak edebilirler”.

Fakat Derrida bununla yetinmiyor. Daha da ileri giderek Sanat seyircisini yaratılış sürecine dahil ediyor. Az önce bahsettiğimiz “ortak zemin” kavramını hatırlayın. Mermer, boya… hatta soluduğunuz hava bile olabilir bu. Müzik aletlerinin ses dalgaları yoluyla havayı şekillendirdiklerini kabul edersek tabi. Bir müzik aletinin ya da bir orkestranın sesi teknik olarak saptanabilir, ölçülebilir. Ama bir konseri dinleyen insanların iç dünyasında meydana gelebilecek etkiler her bir insan için farklıdır. Hatta aynı insan aynı müziği değişik zamanlarda dinleyerek değişik şeyler hissedebilir.

Bu bağlamda Sanatçı-Eser-Seyirci üçgeni basit bir üretim-tüketim hattı değil. Bir başka deyişle… Sanatçı eser üzerinden kendi iç dünyasını bize aktarmıyor. Suyun borudan geçip bir başka yere akmasına benzemeyen, geri dönüşü imkânsız kimyasal tepkimeler oluyor. Sanatçı bize bir teklifte bulunuyor her eseri ile. Biz seyirciler ortak/objektif medyadan Sanat eserini “okuduğumuz” zaman bir değişime açıyoruz kapılarımızı. Eseri yaşıyoruz ve yaşatıyoruz. Sanat eseri her ekildiğinde farklı meyvalar veren bir çekirdek gibi. Çağdan çağa, kültürden kültüre, insandan insana farklı yansımalar yapıyor.

Derrida’nın felsefesini uygulamak

Gördüğünüz gibi Jacques Derrida Sanat üzerine yazmaya, konuşmaya değil Sanat’ın objektifleşmesine karşı. Bilimselleşmesine, müzeleşmesine, ticarete ya da ulus-devlet ideolojilerine meze yapılmasına itiraz ediyor. Bu duruşu bize ister istemez Jean-Paul Sartre’ın siyaset-sanat ilişkisi üzerine yazdıklarını hatırlatıyor (Bkz. Kaliteli Ateizm):

“Kimse söylemediği müddetçe zencilere zulüm edilmesi hiç bir şey değildir. Zenciler zulüm görüyor. Kimse farkında değil. Belki zenciler bile farkında değil. Bazen direnmek için bunun söylenmesi, adının konması yeter. […] Yazar kurgu ve hayal gücünü de kullanarak saklanan gerçeklerin üzerindeki örtüyü açmalıdır. Yazar zulümün her türüne direnmeli, aklını ve kalemini özgürlüğün hizmetine sunmalıdır. […] Edebiyat zulme direnirken siyasî projelere alet olmamalı. Zira propaganda manipüle eder, köleleştirir. Oysa edebiyat bunun zıddıdır. Hür insanların hür vicdanlarına hitab eder. Propaganda ise edebiyatın ölümüdür. (Yazarın sorumluluğu, sf. 17-21, 1946 ve Edebiyat Nedir?, sf. 26-30, 1948)

 Peki Derrida’nın teorisi uygulanabilir mi? Makalemizin başındaki Foucault’nun sözlerini hatırlayın. Kelimelerin ve görüntülerin birbirine “tercüme” edilmesinin imkânsızlığı üzerine söylediklerini. Biz de Foucault’dan ilham ve cesaret alarak Derrida’nın temel kavramlarından birine dikkat çekelim: Parergon:

Gözlerinizin bittiği yerleri düşünün. Yani bakış açınızın size göstermediği yerleri. Yan tarafınız ve arkanızda kalan yerler. Eğer başınızı arkaya çevirecek olursanız bu kez (eskiden) önde olan yer şimdi görünmez olacaktır. İnsanların iki gözü olması ve bu gözlerin önde durması önemli.  Önümüzdeki şey aynı zamanda aklımızda. Meselâ omlet yapmakta iseniz yemeğin yanmasını istemezsiniz ve yangın vb riske karşı ocağı kollarsınız. Bakmadığınız, görmediğiniz yerleri ötekileştirirsiniz, tıpkı kadın-erkek, zenci-beyaz gibi. Görmediğiniz, göz (=akıl) çerçevesi dışında kalan yerler bir “alterite” teşkil eder.

 Bir an için sivri sinekler gibi daha geniş açılı gözlere sahip olduğunuzu düşünün ve aklınızın nasıl işleyeceğini tahmin etmeye çalışın.

 

Son bir egzersiz: Derinizin tamamının görme kabiliyeti olduğunu farz edin. Yani vücudunuzun ve etraftaki herkesin vücudunun birer gözden ibaret olduğu, herkesin herşeyi gördüğü bir toplum hayal edin. Aklınız, gelenekler, mahremiyet, ön-arka, küskünlük, gaflet, tehdit, fırsat gibi bir çok kavramı hissetme hatta akletme imkânı ortadan kalkmaz mıydı?

 

Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde algılıyoruz kavramları. Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Paradoksal bir şekilde eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak için.

Sonsöz

Derrida kitabında sık sık Kant’a gönderme yapıyor. Kant’ın estetik ve sanat konusundaki fikirlerine aşina olmayanlar için “Resim sanatındaki Hakikat” okunması çok kolay olmayan bir kitap. Ek olarak filozofun kendine has kelimeleri var ve bunlar da ikinci bir engel teşkil ediyor. Ancak zahmete katlanan Hakikat arayıcıların düş kırıklığına uğramayacaklarını düşünüyorum. Neticede Derrida klişelerin üzerine cesaretle giden bir fikir adamı.

Ünlü ressam Paul Klee “sanat taklid etmez, görünür kılar” diyordu. Derrida olsaydı şöyle diyebilirdi: “sanat üretmez, tohum eker”.

 

Dipnotlar

Güvercin örneği Immanuel Kant’a aittir.

Görmek, görüNmek ve utanmak konusu için bkz. Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 4: Mahalle Baskısı) :

  “… Bir anahtar deliğine eğilmişim, birden ayak sesleri duyuyorum. Tüylerim diken diken oluyor, utanç duygusu kaplıyor bedenimi. Birisi beni gördü mü? Doğruluyorum. Bomboş koridoru tarıyor gözlerim. Yanlış alarm. Rahat bir nefes alıyorum. Kendini YOK eden bir tecrübe değil mi bu yaşanan? Biraz yakından bakalım: […] Ötekiler‘in varlığı hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin. Bu yanlış alarm neticesinde [gözetlemekten] vazgeçebilirim. Ama eğer devam edersem kalp atışlarımı duyacağım ve merdivenin her gıcırtısında yerimden sıçrayacağım. İlk alarmdan sonra Ötekiler YOK olmadı. Ötekiler her yerde, altımda, üstümde, yan odalarda. Ötekiler‘in gözündeki varlığımı derinden hissetmekteyim. Hatta UTANÇ‘ım kaybolmayabilir. Alnımda kırmızılık. […] O köşedeki karanlıkta birinin saklanması ihtimali. Esas mesele Ötekiler’in şuurumdaki tecellisi, yoksa bilimsel bir gerçeklik, objektif bir varoluş değil söz konusu olan…”

 “… düşünce mahsulü olmayan şuurum için, şimdi kendim olarak varım. […] Kendim’i görüyorum çünkü biri beni görüyor. Şuur, kişi’yi ya da onun nesnel varlığını bilemez. Şuur ancak Ötekiler için bir nesne olduğu zaman kendini idrak eder… Kendimin dışında bir dayanak noktam yok, bana bakan Ötekiler için bir mihenk noktası olmam sayesinde kendim için varım. Bu nedenle, UTANÇ dediğimizde kastedilen Ötekiler‘in baktığı ve yargıladığı nesnenin  ben  olduğum gerçeğinin fark edilmesidir…”

 “…Utanç birinin önünde kendinden utanmaktır. Ötekiler BEN ile Kendim arasındaki vazgeçilmez bağlantıyı  teşkil eder. Ötekiler’e görünen BEN’den utanıyorum […] Bir dışım var, bir tabiatım, Ötekiler‘in varlığı benim [Cennet’ten] dünyaya düşüşümdür.”

 

 

… Sanat üzerine e-kitap okumak için…

 

  Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

 

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

 

Şiirlerim, Öykülerim / Cemile Bayraktar

İnsan ya zevkten yazar ya dertten yazar. Ama insan bazen dertli olduğunu kendi bile bilmez, derdini ve zevkini kendi yazar ama farkında değildir, derdini de, şevkini de bazen kendi yazmamışçasına, yazdığından okur, insanın kendinde bilmediği yansımıştır yazıya, insan dertten yahut zevkten yazarken herkes kadar kendini okur. İnsan önce kendi için yazar. O vakit yazdığı aynası olur. Buradan indirebilirsiniz.

 

  

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 

 

Söz yıkar şiir imar eder

İncitmeden söylemek istersin ama söz incitir bazen. Ağlatmak istersin bazen ama söz ağlatmaz. Bazen sesini sözle duyurmak istersin ama duyulmaz. Bazen birsindir, bin olmak istersin söz yetmez. Sözün söz; kelimenin kelime olarak kaldığı anlar bazen yetmez, bazen tam aksine düşer, öyle zamanların sihri sadece şiirdir… Tahran’dan, Washington’a; Beyrut’tan, Tokyo’ya; İstanbul’dan Şam’a; Paris’ten Kazablanka’ya; Filistin’den Keşmir’e kadar uzatabilir kollarımızı şiir, tel örgülere, mayınlı topraklara, kırmızı çizgilere mahkûm etmeden beşeri, uzanır uzanabildiğince…Buradan indirebilirsiniz.

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

“Ötekilere” bakarken (Çeviriler)

“Ötekilerin” gözüyle dünyaya bakabilenler ilerliyor uygarlık yolunda. Geçmişte Bağdat’ı, Kurtuba’yı inşa eden, bugün ise Paris’i, New York’u, yaşatan “öteki” değil mi? Bugün içine kapanan ülkeler yine geriliyor. Dışa açılan, “ötekilerin” bilgisini, birikimini kendine katabilenler ilerliyor. Bu kitabın amacı da “ötekilere” küçük bir pencere açmak. “Almanlar, Amerikalılar, İranlılar, Filistinliler ve İsrailliler dünyada olup bitenlere nasıl bakıyor?” diye sormak. Çeviri metinlere adadığımız 125 sayfalık bu kitapta Ermenistan’dan tasavvufa, İran sinemasından Ateizme, Şeriat’tan Türkiye’deki Hristiyanlara uzanan çok değişik konularda çeviri metinler bulacaksınız.  Buradan indirin.

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:A.Gürkan Tarih: Haz 24, 2012 | Reply

    Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak için.

    Yazının başlangıcı ve temeli için iyi bir değini. Bugünlerin görünmek istenmeyeni olan hakikat için de bir hatırlatma olması önemli. San’at uzmanları, tıpkı finans uzmanları gibi karma karışık ve birbirine gönderimleri haricinde hiçbir tutamağa sahip olmayan “tesbit”ler içinden sesleniyorlar. Kime? Yine birbirlerine. Daha geniş olarak kültür aracıları da denilebilecek olan “görevliler, ekipler, hızır paşalar” ellerinde tabelalarla toplumu eğitip yönlendiriyorlar, “salonlar, piyasalar, sanat sevicileri…

    Bu modernliğin bir sonucu: san’at ile bilgi (marifet-gnos)arasındaki bağın koparılması, kendi başına bir netice değil; bilgi ile insan ve bilgi ile hakikat arasındaki bağların koparılmasıyla ilgili. Aslında Aydınlanma ile birlikte san’at sebeb-i hikmetini yitirdi. Titus Burckhardt’ın Aklın Aynası’nda yazdığı gibi: “Modern insan için san’atsal simgecili[k]; bireysel, psikolojik –hatta duygusal- bir temelden başka bir şeye sahip değildir.” Artık bir hakikat izharı değil, (Tarkovsky’nin egzantrik dediği) sanatçının zihinsel dehlizlerinden fışkıran bir gayzer.

  1. 4 Trackback(s)

  2. Tem 4, 2012: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Ağu 30, 2012: Son 12 ayda en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  4. Ara 13, 2012: Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
  5. Mar 23, 2015: Diego Velázquez’e bakılır; Edward Hopper okunur

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin