RSS Feed for This Post

Hayat kristalleşmiş anlar dizisi değildir ama fotoğraf öyledir

susan-sontag-fotograf-uzerine_4 “… Fotoğraf kaçınılmaz bir şekilde gerçekliğe tepeden baktırır. Dünya, olduğu yerden çıkıp fotoğrafların ‘içine’ girer. […] Durağan olan fotoğrafın filmle ilişkisini kurmak, tabiatı icabı yanlış. Bir filmden aktarma yapmak, bir kitaptan alıntı yapmakla aynı şey değil. Bir kitabı okuma süresi okura göre değişir ama bir filmi izleme süresi ancak montaja bağlı olarak hızlanır ya da yavaşlar. Bu yüzden, tek bir anın dilediğince uzamasını sağlayan bir fotoğrafın film formatıyla çelişmesi gibi, hayatın içindeki anları donduran bir fotoğraflar dizisi de onların formuyla, bir süreci, zaman içinde akışı temsil eden formuyla çelişir. Fotoğraflanmış dünya nasıl gerçek dünyayla özünde yanlış bir ilişki kurmuşsa, durağan resimlerin filmlerle ilişkisi de aynı şekilde yanlıştır. Hayat, bir an yakalanıp ebediyen sabitlenen önemli ayrıntılardan ibaret değildir. Ama fotoğraflar öyledir …”

Böyle demiş Susan Sontag Fotoğraf Üzerine adlı kitabında; sene 1977. Henüz internet yok; cep telefonu yok; nümerik TV evleri ve zihinleri işgal etmemiş. Ama fotoğraf makineleri hayatın kopyasını çıkarıp hızla yaymaktalar. Fotoğrafın ürettiği görseller hayattan ayrı ve gayrı değiller; Yaşanan, hissedilen anların birer izi onlar da. Ama Fotomontajla yahut yakın çekim vs yoluyla aldatıcı; abartılı olsalar da varlıkları gerçeğin bir parçası. Dahası bir fotoğraf çekilip gazete/TV yoluyla dağıtıldıktan sonra katarsis etkisiyle tuhaf bir güce sahip  oluyor. Kennedy’nin Dallas’ta vurulduğu an, Atatürk’ün cenazesi, Vietnam savaşında Amerikalıların napalm ile yaktıkları kız çocuğu… Milyonlarca insanın aynı fotoğrafı görmüş olması görünen, yaşanan hayatın gerçekliğine yeni bir gerçeklik katmanı ekliyor: Bir bakıyorsunuz gerçek olaya tanık olan 50 kişiye fotoğrafsal olarak tanık olan milyonlar eklenivermiş bir anda. Hatta çoğu kez bir olayın fotoğraflanmasının (=görülmesinin) gerçekliği olayın gerçekten olmuş olmasını gölgede bırakıyor. Elbette yaşanan gerçeklik ile görünen/gösterilen gerçeklik arasındaki münasebet fotoğraf makinesiyle başlamadı. İnsanlar yaşananlar kadar hatta daha fazla görünenlerle ilgilendiler. Bir Aşk Söyleminden Parçalar’da Roland Barthes’in söylediği gibi:

“… Farz edelim ki bir tartışma yüzünden ağladım ama öteki farkında bile değil. Ağladığım görünmesin diye buğulu gözlerime siyah güneş gözlüğü taktım. Bu hareketin maksadı aslında önceden hesaplanmış: Onurlu, zorluklara göğüs geren soğukkanlı bir imajı koruyarak ötekinin merhametini uyandırmak. “Ama neyin var? Neye üzüldün?” sorusunu sordurmak. Aynı anda merhamet ve hayranlık duyulmasını istiyorum; hem çocuk hem de yetişkin olmanın avantajını arzuluyorum …” (Fragments d’un discours amoureux, 1977)

Panopticon etkisi: Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir

susan-sontag-fotograf-uzerine22İnsan tabiatında görünen ve gösterilenlerle gerçekten yaşananlar bu kadar içiçe geçmişken fotoğrafın insan aklı üzerindeki etkisini nasıl tahlil edebiliriz? Susan Sontag’ın dediği gibi fotoğraf makinesi doğru ya da yanlış tarafı olmayan bir dürbün gibi: Uzak şeyleri bizim mahremiyetimize sokarken bildik, yakın şeyleri uzaklaştırabiliyor. Sel baskını yahut savaş gibi bir olayın kendisiyle görüntüleri arasındaki sınır silikleşti. Bazen fotoğraf makinesi, bazen de fotoğrafçıyla eş anlamlı olarak kullandığımız “objektif” kelimesi makineyi öne çıkarıp insanı geri atıyor. Bir fotoğrafa bakarken mutlak bir gerçekliğe en doğru açıdan bakıyormuş gibiyiz. Ne fotoğrafçının tercihlerini (açı, ışık, kadraj…) ne de kendi duygusal /ideolojik /manevî halimizi dikkate almıyoruz. Sübjektif. İndî bir şekilde üretilen ve üzerimizdeki etkisi de indî olan fotoğrafı mutlak objektif bir bilgi gibi kabul ediyoruz. (Bkz Derin Lügat: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي) Fotoğrafa bakmanın nefsi okşayan, insana kibir veren bir tarafı var:

“… Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir. Başka bir deyişle, bir şeyin fotoğrafını çekmek, dünyayla, insanda bilgilenme -dolayısıyla, güçlenme- duygusu uyandıran bir şekilde ilişkiye girmektir. Artık ağızlara sakız olan o ilk yabancılaşmaya sürüklenmenin, yani insanları dünyayı basılı sözcüklerle soyutlamaya alıştırmanın, modern, inorganik toplumların inşa edilmesi için gerek duyulan Faustvari enerji fazlası ile ruhsal hasarın kaynağını oluşturduğu düşünülmektedir. Ancak kâğıda basılması, onu zihinsel bir nesneye dönüştürerek dünyayı süzmenin (şimdilerde insanların, geçmişin görünüşü ile bugünün kapsamı hakkında sahip olduğu bilgilerin çoğunu oluşturan fotoğrafik görüntülere kıyasla) daha sadık bir formu olarak kendini göstermiştir.

Bir kişi ya da bir olay hakkında yazıya aktarılan şeyler, resimler ve çizimler gibi elle işlenmiş görsel ifadelerde görüldüğü üzere samimi birer yorumdur. Fakat fotoğraflanmış görüntülerin de dünyayla ilgili tespitler olmaktan ziyade, dünyanın parçaları, fotoğrafa aktarılmış görüntüler, herkesin yapabileceği ya da edinebileceği gerçeklik minyatürleri olduğu bellidir artık …” (Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine)

Eski Yunan’da yahut Endülüs’te icad edilseydi fotoğrafla kuracağımız münasebet daha farklı, hatta daha sağlıklı olabilirdi. Ama fotoğraf makinesi garip bir zamanda çıktı ortaya: Kaderle ve ölümle ciddi sorunlar yaşamakta olduğumuz bir sırada icad edildi. Dünyayı askerî, iktisadi ve felsefî mânâda tahakküm altına alan Avrupa’nın aynı zamanda hızla sekülerleşen bir güç odağı olması önemli. Zira “İnsan” tasavvurunun kulluktan bireye, homo-economicusa kayması fotoğrafın bizim üzerimizdeki etkisini belirleyen temel unsur. (Bkz. Sen insansın, homo-economicus değilsin! İsimli e-kitap)

İnsanlığı kasıp kavuran iki büyük dünya savaşından sonra kurulan “refah toplumu” kimine refahın kendisini, kimine de erişilmez umudunu getirdi. Ama tarihte dinsel, ideolojik veya kavim savaşlarıyla bölünen insanlık geçmişten farklı olarak ilk defa birleşti bugün: Ya zenginiz ya da zengin olmak için yaşıyoruz. Dindar(?) insanların bile mal yığdığı bu dünyada sefalet, hastalık yahut bir başka mahrumiyet içinde bulunmamayı istemek yaşam standardı haline geldi. Yine bu yüzden ölüm de kaçınılmaz bir son/kader değil artık; zalimce, hak edilmemiş bir felaket.

Kendi ölümüne inanmayan (=ölümsüz olduğuna iman eden) firavuncukları en çok merakını celbeden elbette ötekilerin ölümü. Sontag’a göre başkalarının ıstıraplarına bakarak musibetlere bağışıklık kazanmayı umuyoruz. Sel sularında boğulan yahut patlamalarda can veren ötekilerin fotoğraflarını gördükçe “oh, bu sefer de sıramı savdım, tabi herkes ölür ama ben herkes değilim” diyoruz. Panopticon etkisi, fotoğrafın penceresinden bakan, görünmeden gören Ben’lik kendisini dünyanın ve müsibetlerin erişemeyeceği bir yerde sanıyor. (Bkz. Görünmeden görenin iktidarı: Big Brother, Panoptikon ve Foucault ). Kitabın müellifi Susan Sontag’ın tabiriyle:

“… Bu güvenlik hissinin kökü, kısmen, ‘orada’ değil ‘burada’ olmakta yatar; kısmen de bütün olayların görüntülere dönüştüğünde bir kaçınılmazlık halesine bürünüyor olmasında. Gerçek dünyada bir şeyler olur ve neler olacağım hiç kimse bilmez. Görüntü dünyasındaysa bir şeyler olmuştur ve olan şeyler ebediyen aynı şekilde meydana gelecektir. Dünyada olup bitenler (sanat, felaket, doğa güzellikleri) hakkında fotoğraflar aracılığıyla çok şey öğrenen insanlar, ‘gerçek’ olan şeyleri gördüklerinde genellikle hayal kırıklığına uğrar, şaşkına döner ve oldukları yerde kalakalırlar. Zira fotoğrafların eğilimi, ilk elden tecrübe ettiğimiz şeylerden duygu çıkarma yönündedir ve bu görüntülerin uyandırdığı duygular büyük oranda gerçek hayatta yaşadığımız duygulardan farklıdır …”

 

(devam edecek)

Tavsiye okuma:

Guy Debord’un Gösteri Toplumu (fr. Société du Spéctacle) adlı eserinden bahseden kitap sohbeti:

Georg Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (AlmDie Großstädte und das Geistesleben) adlı kitabı üzerine iki sohbet:

 

susan-sontag-fotograf-uzerine222

 

… E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Sen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2 yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz...demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Trackback(s)

  2. Oca 21, 2016: Objektif olarak sadaka enayiliktir, rızık ise karbohidrat! | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  3. Oca 31, 2016: Gerçeği görme aforizmaları | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  4. Nis 22, 2016: Gösterilen hayat neden gerçek hayattan daha önemli? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin