RSS Feed for This Post

Shakespeare de yanılmış: Tiyatro dürüst bir yalancıdır!

hopper_TWO_COMEDIANS

“… Bütün dünya bir sahnedir; ve bütün erkekler ve kadınlar ise sadece birer oyuncu. Girerler, çıkarlar. Bir kişi birçok rolü birden oynar. Bu oyun insanın yedi çağıdır. […] Altıncı çağda burnunun üzerinde gözlüğü, yanında kesesi; gençliğinden kalma pantolonuna yayılmış bedenine bol gelir. Çocukluğuna döner büyük adam sesi, incelir. Hepsinin son sahnesinde sona erer olaylarla dolu hikâyesi. İkinci çocukluk tam anlamıyla unutulmadır. Dişten, gözden, tattan… ve sonunda her şeyden mahrum …” (William Shakespeare, As You Like It, 1599)

Edward Hopper’ın ölmeden 2 sene önce yaptığı bir tabloya bakıyoruz şimdi, ünlü ressamın son tablosu: Two Comedians. (1965, 73,7 x 101,6 Sinatra koleksiyonu) Kendisi ve karısı Josephine halkı selâmlayarak sahneden çekiliyorlar. Seyircileri görmüyoruz; biz miyiz Hopper çiftini seyreden?

Gazeteciler ve avukatlar gibi profesyonel yalancılara benzemez Tiyatro: Yalan söyler ama yalan söylediği gerçeğini seyircilerden saklamaz.  Abartılı ses tonu, süslü laflar, sahneyi baştan başa hızla geçip birden geri dönmeler, şaşırtıcı bir haber karşısında donup kalmalar… Hiç birimiz böyle “teatrâl” yaşamıyoruz. Günlük hayatımızda tiyatrodaki aktörler gibi konuşsaydık yapmacık, riyakâr hatta gülünç olurduk.

1-ISIS-VIDEO-HOAXÇünkü sahnede gösteri bitince kral, soytarı, ölen ve öldüren elele tutuşup halkı selâmlar. Gerçek hayatla kurgu arasında net bir sınır vardır tiyatroda. 1600’lerin Avrupa’sında gerçek cesetlerin ölü rolü “oynaması” yahut idam mahkûmlarının sahnede gerçekten öldürülmesi hiç şüphesiz tiyatronun da ölmeye başladığını gösteriyordu. Bugün Gerçek’le kurgu arasındaki mesafenin daha da daraldığını müşahede ediyoruz: Devlet başkanları kameraların önünde golf oynuyor; sıradan insanlar kameralarla dolu evlerdeki doğal(?) yaşamlarını TV’den teşhir ediyor, terör örgütleri kameraların önünde kılıçla kafa uçuruyor.

Avukatlar ve gazeteciler de meslek icabı bu durumda; Gerçek’le kurgu iç içe geçmiş. Masum(!) katili ipten kurtaran avukat çok başarılı; okurlarını manipüle eden sniper-gazeteci  ise ekmeğinin değil pastasının peşinde. Oysa tiyatro dürüst bir yalancı. Gerçeği daha net göstermek için yalan söylüyor. Gerçek’ten daha gerçek jestler, mimikler, abartılı makyaj, kostüm ve dekoruyla –mış gibi yapıyor ama göstere göstere, gözümüze sokarcasına. Denis Diderot’nun dediği gibi:

“… Sesteki bu titreme, havada asılı kalan kelimeler, titreyen uzuvlar, ayılmalar ve bayılmalar, öfke krizleri hepsi taklitten ibaret. Önceden öğrenilmiş bir ders sanki. Aktör şuurlu şekilde icra ettiği hastalıklı mimikleri uzun uzadıya tahlil etmişti ve gösteriden sonra da uzun müddet hatıralarında kalacaktır. Bu icra aktörün zihinsel hürriyetine asla zarar vermeyecektir ve herkes için en iyisi de budur: Senarist, seyirciler ve kendisi. Gösteri bittikten sonra sesi kısılır ve çok yorgundur. Üzerini değişecek veya yatıp dinlenecektir. Ama rolüyle ilgili olarak ne bir ızdırap ne bunalım ve ne de nefsi üzerinde bir baskı hissetmeyecek. Bütün bunları hissedecek olan sizsiniz. Aktör yorgun ve siz hüzünlüsünüz. O çabaladı ama hissetmedi; siz ise çaba göstermeden hissettiniz. Aksi takdirde aktör dünyanın en bahtsız insanı olurdu. O, roldeki adam değil ama rolünü o kadar iyi oynuyor ki siz onu oymuş gibi seyrediyorsunuz. Vehim, illüzyon sadece sizin için. Aktör ise kim olduğunu ve kim olmadığını biliyor …” (Paradoxe sur les Acteurs – Aktörlerin çelişkisi, ilk baskı 1830)

Hayat “sahnesinde” gerçek ile kurgu

edward-hopper-chair-carPeki Edward Hopper bütün bunların farkında değil miydi? Yaşadığı hayatı tekrar edilebilir bir tiyatro senaryosu, insanları da acı çekmeden rol yapan birer aktör gibi mi tasavvur ediyordu gerçekten? Hani Epikuros diyordu ya: “Ölüm’den korkmuyorum, ben varken o yok, o geldiğinde ben olmayacağım”. Biyolojik ölümün vücutla beraber İnsan’ı tamamen yok etmesi fikri göründüğü kadar hafif değil, tersine ürkütücü. Bir insan için hayvanlar ve bitkiler gibi biyolojik ölümle yok olmak Cehennem’e gitmekten bile daha zor kabul edilebilecek bir tasavvur.  Hopper gibi bir sanatçı için Yunus Emre’nin şu sözleri daha ikna edici belki de: “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil”. Bu zaviyeden bakınca; yani Ten’im ölecek ama Ben’im ölmeyecekse öldükten sonra ne olacağımı daha rahat sorgulayabilirim değil mi? (Bkz. E-kitap: Ölümden Bahseden Kitap)

Zannediyorum adamımız Edward Hayat’ın (yani Ölüm’ün) ciddiyetinin farkındaydı. Arkadaşı Brian O’Doherty’nin anlattığına göre ölmekten korktuğunu, bunun geriye dönülmeyen bir seyahate benzediğini söylemiş. Yukarıdaki Two Comedians’ı yapmadan bir sene evvel hastalandığını, resim yapamadığını biliyoruz. Ressam büyük ihtimalle kendi ölümüne yaklaştığının farkındaydı. Zaten bir yıl sonra kız kardeşi Marion öldü ve Hopper Two Comedians’a ek olarak ikinci bir tablo yaptı: Chair Car. Tren vagonuna benzer bir mekânda oturan anonim insanlar, soğuk renkler, ışığı geçiren fakat dışarıyı göstermeyen pencereler, trenin gidiş yönünde kapalı bir kapı… Bu resmi yaptıktan yaklaşık iki sene sonra, 1967 mayısında öldü Edward Hopper. Karısı Josephine ise 1968 martında.

Hayat görünmez, yaşanır

elodie-stevenson-frederique-uidour “… Bastille, rue serpant, Paris’te yağmurlu bir eylül akşamı… Sıkıcı gerçeklerin bedava dünyasından yorgun, Elodie ve kocası eğlenceli yalanlar satın almak için gelmişlerdi bu sokağa. Rus illüzyonist Süper Alex tarafından kandırılmak için bilet aldılar. […] Sahnede içi su dolu dev bir akvaryum vardı. Süper Alex’in elleri, ayakları zincirlerle bağlandı, asma kilitler takıldı. Yardımcıları onu ayaklarından yukarı çekerek akvaryuma baş aşağı soktular ve kapağı kapattılar.

Her şey yolunda görünüyordu. 2 dakika… 3 dakika … Süper Alex’in hareketleri yavaşladı ve durdu. Yüzü morarmıştı. Yardımcıları büyük bir telaşla üst kapağı açmaya çalıştılar. Olmadı. Akvaryumun çeperini tutan klapeleri kırdılar. Süper Alex dışarı düşerken bütün su öndeki seyircilerin üzerine boşaldı. Arkaya açılan bir kapak gerideki dekoru devirdi. Bir anda kulis ve sahne birleşmişti. Zaman durmuş gibiydi, bir iki saniye kimse kıpırdayamadı. Kuliste derme çatma bir masa üzerinde yiyecekler ve şarap şişeleri duruyordu. Sabahlık giymiş bigudili bir kadın ayak tırnaklarını kesmekteydi. Pijamalı ufak bir kız kartonların üzerine yatmış  uyuyordu. Alex’in yardımcıları suni solunum yapmaya çalıştılar. Küçük kız yerde yatan adamı görünce “Paapa! Paapa!” diyerek sahneye fırladı ve üzerine kapandı. Kadın Rusça bir şeyler söyleyerek geldi; çocuğu kucağına aldı ve kulise geri döndü.

Gösteri berbat olmuştu. İllüzyon beklerken dekor devrilmiş herkesin hayatına benzeyen sıradan, bedava bir gerçeklik görünmüştü. Yalan görmek için para verenler Gerçek’i görünce Gerçek’ten bozuldular. Elodie ve kocası gişeden parasını geri alan seyircilerin arasından geçip evlerine döndüler …” (Elodie Stevenson’un Gerçek Hayatı, Frédérique Uidour)

Olması beklenenler olmadığı zaman planlarımız bozulur. Çünkü biz insanlar olan ile “olması gereken” arasında sarsılmaz bir sebep-sonuç münasebeti kurmak isteriz. Planlarımız bozulduğunda bile bunu acziyetimizle değil taktik hatayla yahut bir bilgi eksikliğiyle açıklarız. Oysa sebepler objektif gerçekler değil o gerçeklerden bizim ürettiğimiz sübjektif/indî fikirlerdir. Objektif gerçeklere bakarak zihnimizde inşa ettiğimiz münasebetin ismidir “sebep”. Sebepler, içinde minik sonuçların saklı olduğu paketler değiller ki ortaya çıkacak neticeler bizim kontrolümüzde olsun. (Bkz. Derin Lügat: Sebep-Sonuç / Causality / العلاقة السببية) Evet… Her şeye rağmen insanlar fehmedemediklerini vehmediyorlar. Ta ki bir “kazayla” dekor yıkılıp kulis görünene, gösteri berbat olana kadar.

to-be-or-not-to-be-

Olmak ya da ölmek… işte bütün mesele!

British Museum’da sergilenen bir kitaba bakıyoruz; William Shakespeare’in ünlü eseri Hamlet’in ilk baskısı: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele” diyor. Varlık’a ve Yokluk’a aynı ontolojik / kenvî değeri veren bir önerme. Aslında bunu böyle okutan birinci virgülün yeri. Gerçek bir Shakespeare hayranı ve uzmanı(?) olan Orson Welles bu virgülün erken konduğunu söylemiş. Yani asıl metin şöyle olacak:

“To be or not, to be, that is the Question”. Türkçesi? “Olmak ya da olmamak, [var] olmak, işte bütün mesele”

Yokluk elbette var ama tabiri caizse Yokluk’un varlık derecesi Varlık’tan düşük. Işık var ama karanlık sadece ışığı bilen, bekleyen biri için var. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Karanlık / Zulmet / Darkness / Obscurité / الظلام) Para objektif, borç ise sübjektif. Varlık objektif, bilimsel, ölçülebilir kisvelerde sunabilir kendisini. Yokluk ise sübjektif, fehmedilmek için onu bilenin, bekleyenin veya ondan korkanın iç dünyasına muhtaç. (Bkz. E-kitap: Yokluk var mıdır? Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru). Edward Hopper’ın severek okuduğu Amerikalı filozof Emerson’un şu sözleriyle bu bölümü bitirelim:

“… Tabiata bakınca gördüğümüz bu kayıp, bu boşluk bizim bakışımızın içinde. Görüş ekseni ile şeylerin ekseni birebir örtüşmez, eşyanın bize şeffaf olmayışı bu yüzdendir…”

 

Hamlet-and-skull-shakespeare-10000397

 

… E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin