Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Dikkat Kitap: Fikir Kırıntıları – 1 »

fikir-kirintilari140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Başta ayetler ve hadisler hatta hikmet kitapları bunu ispat etmiyor mu?

İslâm alimleri gibi Batılı filozoflar da kısa sözü sevmişler ve övmüşler. Bunu kâh bilginin kâh bilgeliğin alâmeti saymışlar. Leibnitz’in Monadoloji’si, Kierkegaard’ın Felsefî Kırıntıları, Kafka’nın Aforizmalar’ı… Bazen de tabiatı icabı hiyerarşik bir yapı kabul etmeyen fikirler “aforizmalar” başlığıyla kısa kısa yazılmış. Wittgenstein’ın “Kesinlik Üzerine” adlı kitabı bunlardan biri. Kendisinin de söylediği gibi bu harika kitaba ortasından veya sonundan başlanabilir, hiçbir şey değişmiyor. Friedrich Nietzsche’nin veya Cemil Meriç’in de yok mu fikir kırıntıları? Neticede kısa söz mânâya engel değil hatta bazen tam tersi. Meselâ ehl-i tarik “sözün tamamı lafı anlamayana söylenir” buyurmuşlar. Peki nasıl oluyor? ”Doğru” dizilmiş 4-5 kelime yüzlerce sayfada alatılamayanları anlatıveriyor bir çırpıda. Meselâ “Nefsini bilen RABB’ini (/rabbini, “rabb” edindiği şeyi) bilir” hadisi yahut Mesnevî’den, Hikem-i Ataiyye’den birkaç satır… Zannediyorum kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak  bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler.

Twitter tecrübesi de bu bakımdan ilginç. İnsanlar ateşli siyasî tartışmalarda sözü en kısa, en öz biçimde söylemeye çalışırken gereksiz detayları silip 140 karaktere sığdırmaya çalışıyor. Bu şüphesiz zekâ geliştirici bir faaliyet. Sadece Ben’im söylemek istediklerim değil Sen’in bunu nasıl anlayacağın daha önemli çünkü dinleme/okuma vakti kısıtlı.

Diğer yandan biz modernler tuhaf bir çağda yaşıyoruz. 20ci yüzyılda vakit kazanmak için icad edilen makineler sayesinde öyle çok boş zamanımız oldu ki 21ci yüzyılda o zamanı (can sıkıntısını) öldürecek icadlar yapmak zorunda kaldık: Hızlı giden trende sıkılmamak için elektronik oyun, işten eve hızlı gelen sıkılmasın diye TV dizileri…

Yürüyen merdivenlerde yürüyerek kazandığı vakti ve fazla kiloları yakmak için spor salonuna giden bir insanın hikmetli sözlerle karşılaşma ihtimali en yüksek olan mekân şüphesiz sanal mekânlar. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.

Büyük Devlet Aforizmaları »

  • turkiye_ekonomiAdam isyan ediyor: “Sınırımızın dibinde Türkmenler katlediliyor; büyük devlet buna izin verir mi?” Evlâdım senin büyük devletin Osmanlıydı. Yıkıldı.
  • Osmanlı toprağındaki her katliamda ilk defa oluyormuş gibi zıplayanlara hayret ediyorum. Bosna, Libya, Cezayir, Filistin, Suriye… Zulüm 24 saat önce başlamadı. Zulüm 100 yaşında.
  • Osmanlı yıkıldı ve hepimiz enkaz altında kaldık; Türkmenlere, Boşnaklara “soydaş” vs deme, onlar senin vatandaşın!
  • 1ci dünya savaşından 5 sene evvel Londra kontrolünde bir damla petrol yokken adamlar donanmayı kömürden dizele çevirdiler. Manyak mı bunlar?
  • Bosna’ya, Filistin’e, Libya’ya ağlıyorsun ya; Osmanlıyı yıkan zalimlerin yüzüne tükürmen lazım ama sen her sabah çocuğunu Atatürk’e tapılan bir okula yolluyorsun!
  • “Vatan bölünmez” diye çığlıklar atıyorsun, vatan paramparça haberin yok: Kudüs’ü, dünya petrolünün %60’ını ve Süveyş kanalını almışlar elinden.
  • Türkmenleri bombalamak için İstanbul’dan rahat rahat geçen Rus gemisine şaşırmıyorsun; bombalar Kobane’ye, Türkmen Dağı’na düşünce isyan ediyorsun. Çok cahilsin.
  • Türkiye büyük devletse şunu yapsın, bunu yapsın… Senin gazetecin Amerikalı “merhaba” deyince mayışıyor. Büyük devlet olmak için evvelâ büyük millet olmak lâzım.
  • Sınırlarını Londra çizmiş, sen “vatan bölünmez” diyorsun. Alfabeni değiştiren, Kur’an’ı, Ezan’ı yasak eden zalimin ölüm yıldönümünde yas tutuyorsun.
  • Senin vatanın işgal altında. Daha 5-10 sene evveline kadar çocuğunu Kur’an kursuna gönderemiyordun; karın kızın başörtüyle okula, hastahaneye, mahkemeye giremiyordu. (Bkz. Türkiye’de ve Dünyada Başörtüsü Raporu-2009/2010)
  • İngiliz Kudüs’ü almış Yahudiye vermiş, Mekke’yi almış Vahabiye verip Londra saat kulesi dikmiş. Milletin (=Ümmetin)  işgal altında!
  • Günde 4 saat maç ve dizi seyreden bir halka her şeyi yaptırabilirler. Öz babasını bile vurdurtabilirler.
  • Senin kimi sevip kimden nefret edeceğine onlar karar veriyor. Komplo teorisi gibi mi geldi? çapulculara bak, Kürd düşmanıyken bir gecede PKK’lı olan Kemalistlere bak.
  • Türk gazeteleri dışında bilgi kaynağın yoksa amigoların elinde oyuncaksın demektir. Büyük devlet olmak için büyük millet olmak gerek; kukla millet değil.
  • Kanlı bebek fotoğrafları, dayak yiyen Filistinli videosu paylaşırken bile düşmanına hizmet ediyorsun.

Read the rest

Kitap Tanıtan Kitap 7 »

kitap-tanitan-kitap-7“Beyaz adam ideolojisi ve icadlarının yayıldığı her yerde uygarlıkları silip atmıştır; gezegenimizin doğal dengesini bozmuştur ve şimdi de kendi varlığını tehdit edecek noktadadır. Beyaz adam insanlık tarihinin kanseridir!”

 Böyle demişti Susan Sontag ve ırkçılıkla suçlandığında sadece kanserlilerden özür dilemişti! … Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir.

Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka).

Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

Ağıt 2 »

agit(Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair*)

 

‘İçimde kaynayan bir mahşer var

Bu mahşer birde annelerinin kalbinde kaynar

Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde

Ya da çamaşır sererken bahçelerinde

Birden alıverirler kara haberini

Okul dönüşü bir trafik kazasında

Can veren oğullarının.’

Erdem Bayazıt

 

İçinde kaynayan mahşer var mı? Sen var mısın evvela? Sakın gülme bana. Ağıt bu, sen ağıtların unutulduğu çağın çocuğu! Sakın gülme bana. Mutfakta fırından aldığın sıcak somunun arasına neleri tıkıştırayım diye düşünürken, her gününü yataktan işe, işten eve, televizyon, internet, alışveriş, para-pul meşgaleleriyle ‘öldürdüğünü’ fark edip modern bunalımlarına bir yenisini daha ekleme. O yüzden tekrar soruyorum, içinde kaynayan bir mahşer var mı?

Can veren oğulları sebebiyle birde annelerinin kalbinde kaynayan mahşer vatanın için kaynamıyorsa yüreğinde bütün yazı boyunca hedef tahtasına konulacak olan sensin. ‘Mekke bizi sever biz Mekke’yi.’ diyen bir Peygamber(S.A.V.)’in ümmetisin çünkü. O mübarek beldeden çıkarken hüzünlenen Habibullah’ın. Belki bu yüzden beni kara sayfalarına yazacaksın, vatan dediğim için… Oysa sen var mısın dediğimde bana gülen de sendin. Sen yoksun ve ben gülemeyecek kadar ‘gam dağlarına çıkıp naralar atmaktayım’.

Yola çıkacaksan eğer, bir menzilin olacaksa, varışın olacaksa ya hu, önce çıkış noktan olacak hayatta! Bütün fikri gelişmelerimiz, ‘entelektüel sancılarımız’, multidisipliner okumalarımız, çoksesli müziğe olan hayranlığımız ve daha niceleri sahip olduğumuz ve olmaya başladıklarımız. Oysa kaybettiklerimizi yüzümüze çarptıklarında ne yapacağız? Mesela üniversitede okuyan ‘İslâmcı’ gençlerin azımsanmayacak bir kısmının vatanımı dar’ül harp ilan edişini, İmâm-ı Â’zam Hz.’nin vasiyetinde özellikle vurguladığı kabir azabının hak oluşunu[1] reddedişini, Bayburtlu genç bir hanımın Read the rest

Bilim Felsefesi »

bilim-felsefesi-epistemoloji - 2Aşağıdaki metin bir platformda gerçekleştirilen Bilim Felsefesi eğitimi kapsamında yapılan minik bir çalışmadır. Hayali bir televizyon programında sadece siluet olarak gördüğümüz tartışmacıların bazı sözlerinden yola çıkarak onların hangi felsefi gelenekten olduğuna dair çıkarımlarda bulunulan tamamen kurgusal bir yazıdır. Bilim felsefesine başlangıç düzeyinde ilgi duyanların istifade edebileceğini düşünerek DD okurları ile paylaşıyoruz.

***

Geçen akşam arkadaşımla birlikte televizyonda bir tartışma programı seyrettik. Kanallar arasında can sıkıntısıyla zapping yaparken karşımıza çıkan programdan ilk etapta pek bir şey anlayamadık. Fakat programı izlemeyi sürdürdükçe onların ‘bilgi’ ve ‘bilme’ üzerine tartıştıklarını anlamaya başladım; ayrıca dinledikçe konuşmacıların temel argümanları da kafamda gitgide berraklaştı. “Anlamaya başladım” diyorum, çünkü programı beraber izlediğimiz spor bilimleri üzerine eğitim almış arkadaşımın bu tür konulara pek merakı yoktu. Benim programı ilgiyle izlediğimi gören arkadaşım, bilim felsefesi üzerine çalışmalarımın olduğunu da bildiğinden, tartışmaya benimle birlikte daha bir dikkat kesildi ve araya girip sorular sormaya başladı. Konuşmacıların kim oldukları, ne söylemeye çalıştıkları, temel savlarının ne olduğu gibi sorulardı bunlar.

bilim-felsefesi-epistemolojiOna, her bir konuşmacının sözlerinin belli bir ontolojik anlayışı yansıttığını söyledim öncelikle. Ontolojik yaklaşımdaki farklılıklarının da onların epistemolojisini belirlediğini… Yani onların “varlığa” ilişkin görüşleri doğrudan onların bilgiye olan yaklaşımlarını tayin etmektedir dedim. Bilginin kaynağının ne olduğu, doğası, bilginin sınırları gibi sorulara verdikleri cevaplar onların “varlığa” nasıl yaklaştıklarına bağlı olarak değişir. Hiç şüphesiz bilgiye dair görüşleri kaçınılmaz olarak ondan ayrı düşünemeyeceğimiz bilgiyi edinme yöntemlerini, literatürdeki yaygın kullanımıyla metodolojilerini belirler. Öyle ya, bilginin kaynağı ve sınırları hakkında farklı düşünen insanların o bilgiyi elde etme yöntemlerine ilişkin görüşlerinde de çoğunlukla farklılaşması beklenir.

Konuşmacıların sözlerinden yola çıkarak onların ontolojik, epistemolojik metodolojik yaklaşımları ve dolayısıyla bilim felsefesinde hangi geleneğe dâhil oldukları hakkında çıkarımlarda bulunabilirdik. (Bizatihi benim bu sözlerim dahi belli bir epistemoloji ve metodolojiyi ima etmekte Read the rest

Objektif olarak sadaka enayiliktir, rızık ise karbohidrat! »

fotograf-uzarine-susan-sontag-12345

1996’da Paris Match dergisinde Aşk ve Ölüm başlığıyla yayınlanmış bir fotoğrafa bakıyoruz. Önde gülümseyen turist sevgilisine evlilik teklif etmek üzere diz çökmeye hazırlanıyor, elinde nişan yüzükleri var. Arkada Eiffel Kulesi’nden atlayarak intihar eden bir insan kazayla “objektife takılıyor”. Bu fotoğrafın Gerçek’i nedir sizce? Aşk? Ölüm? Her ikisi birden? Gerçek bizim dışımızda, bize rağmen ve Biz’siz var olabilen objektif bir varlık değil. Ama biz modernler artık bunu anlamıyoruz. Neden böyle oluyor?

Gerçek’e akılla ve kalple erişirdik eskiden: Gördüklerimizi, işittiklerimizi, hissettiklerimizi, hatırladıklarımızı cem ederdik. Temyiz, tahayyül, feraset ve basiret girerdi devreye. İndî gerçekliğimizi hür biçimde inşa ederdik. Gerçeklik algımız maneviyatımızdan ayrı ve gayri değildi. İnsan olarak durduğumuz yer gerçekliği tarif edişimizi tayin ediyordu. Akıllarımızı esir eden, Ben’den kopuk, herkes için aynı olan, objektif, bilimsel, robotik(=hayvanî) gerçeklik modern bir kavram. Modern gerçeklik de özünde sübjektif ama kendini “objektif” diye adlandırdığı için yalancı. (Bkz Derin Lügat: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي)

fotograf-uzarine-susan-sontag-12345zSorun nerede? Bilimde ya da teknolojide değil; bunlarla kurduğumuz ilişkide. Henri Bergson’un tabiriyle “insanlık kendi icadlarının altında ezilip kalmış, sürünüyor”. Sadece atom bombasını, kimyasal silahları, elektirikli modern işkence aletlerini kastetmiyorum; modern fikirlerle ördüğümüz pozitivist tasavvur da bizi ezen icadların bir parçası. Fotoğraf makinesine ve bıraktığı izlere yani fotoğraf karelerine bakarken dahi bu ezilmeyi hissediyorum. Neden?

Bir resim fotoğrafa denk bir benzerliğe eriştiği zaman bile bir yorumun ifade edilmesinden öte bir şeyi temsil edemezken fotoğraf bir iz olduğunu unutturup gerçeğin kendisi gibi çıkıyor ortaya. Hatıra/hafıza protezi olan fotoğraflar adeta akıl protezi haline geliyor. Olayları daha iyi anladığımızı vehmederken tam tersine aklımızı fotoğraf çengeline asıp her türlü algı operasyonuna açık hale geliyoruz. 1977 senesinde Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında söylediği gibi: Read the rest

Akıl (reason) ile zekâ (intelligence) farklı şeylerdir »

zeka-akil_1

İlgili Derin Lügat maddesi: Akıl / Zekâ / Reason / Intelligence / العقل

Tavsiye okuma:

Makale

Sitede yayınlanmış kitap alıntıları

Maymunist imanla nereye kadar?

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları“filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir.

Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDAbir insanlık yoksa,Aşkyoksa,Sanatyoksa,Güzellik yoksa ve Adalet yoksaHayat‘ın anlamı nedir?Aşık olmakhormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz?

Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…

İşte geçtiğimiz ay bu maskelerin düştüğü, kartların açık oynandığı çok kaliteli iki tartışmaya tanık olduk. İki makale işaret fişeği görevi yaptı. Sağolsun bir çok değerli okurumuz yüzden fazla yorumla konuyu DERİNLEMESİNE tartıştı. Derinlemesine diyoruz çünkü Madde’nin arkasındaki Mânâ bu kez gerçekten masaya yatırıldı. Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri hatta evrimciliğin etimolojik değeri bile konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

 

Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?

Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımızMehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak”dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil,yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl öncekomşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenlergericilikle,bağnazlıklasuçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.

Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! »

 susan-sontag-fotograf-uzerine-111Fotoğrafçının İğrenç Tarafsızlığı

İnanılmaz bir hızla yayılan zulüm fotoğraflarına şaşıranlardan mısınız? Eli kolu kopmuş insanlar, yıkılmış binalar, ağlayan anne-babalar… Bunları ilk defa görseydik anlamlı olabilirdi. Ama her gün yüzlercesi gözümüzün önünden geçip giderken kanıksamaktan başka ne yapabiliriz? Başkalarının olağanüstü acılarının olağanlaşması, normalleşmesi de başlı başına bir zulüm değil mi? Fotoğrafçılar, gazeteciler hatta sosyal medyada takip ettiğimiz arkadaşlar bu yeni zulmün suç ortağı oluyor ve bizi de suçlarına ortak ediyorlar. Savaş fotoğrafı sadece konusu olan suçu değil « görevini » yapan fotoğrafçının iğrenç tarafsızlığını da dünyaya yayıyor.

Açlıktan ölenlerin, savaştan kaçanların 2500 piksellik “high resolution” fotoğraflarını iPad ve cep telefonu ekranında görünce adeta oraya kadar gidip bakmış ve omuz silkip dönmüş gibi hissediyoruz kendimizi. Ardından başka fotoğraflar yağıyor: Karda kayıp düşen şişman kadın, bakıcısıyla şakalaşan panda, Fenerbahçe’nin son golü…

Seyrediyoruz hayatı, yaşamıyoruz!

Homojen, tekdüze, yavan ve yamyassı dünyamızda her şeye üzülüyoruz ama hiçbir şeyle tam olarak ilgilenemiyoruz. Çünkü artık kenarına oturup seyrediyoruz hayatı, yaşamıyoruz! Gerçekte sahip olduğumuz silahın, paranın ve vaktin çok üzerinde imkânlar gerektiren ızdırapların bilgisini alıyoruz ve fotoğraflarını görüyoruz. İnsan bu zulüm bilgisi yağmuru karşısında 3 seçeneğe sahip:

  • Kahrolmak, nihilist bir çukura yuvarlanmak hatta depresyon ve intihar,
  • Bu düşüşten kendini korumak için zulmü/ ızdırapları kanıksamak,
  • Zulmü rasyonalleştirmek: “Eh biraz da onların suçu, ben mi aç bıraktım onları? Savaşa girdilerse benim suçum mu? O diktatörü devirselerdi…”

susan-sontag-fotograf-uzerine-111xx

Biz seyirci olarak bu durumdayız ama fotoğrafı çekenin suçu(?) daha acayip: “Dünyaya bu bilgiyi mutlaka ulaştırmalıyım!” diyen dürüst fotoğrafçılar kaldı mı yeryüzünde? Gerçek şu ki içinde yaşadığımız apolitik dünyanın bencil insanları artık hiçbir yerden haber filan beklemiyor. Dahası fotoğrafçılar telif hakkı ve ödül peşinde, onlar da bizim kadar bencil ve paracı. Bu koşullarda kurtarılması imkânsız şekilde bataklığa gömülmekte olan bir kızın fotoğrafını çekmenin kime ne faydası var? Açlıktan kemikleri gözüken bebekler, ağlayan anneler… Bu düpedüz bir dikizcilik! Ölenlerin ve yakınlarının seçme hakkı olsaydı büyük ihtimalle resimlerinin çekilmesini istemeyeceklerdi. Ama gösteri devam etmeli değil mi? Read the rest

Bir Delinin Hatıraları / Gustave Flaubert »

Bir Delinin Hatıraları -Gustave FlaubertBir deli! İnsana dehşet veriyor. Siz, siz nesiniz okuyucu? Kendini hangi kategoriye koyuyorsun? Aptallarınkine mi, delilerinkine mi? – Şayet seçmek sana kalsa, kibrin yine de son hali tercih ederdi. Evet, bir kez daha, neye yarar, bunu gerçekten soruyorum; ne eğitici, ne eğlendirici, ne kimyevi, ne felsefi, ne zirai, ne hazin olan, ne koyunlar, ne de bitler için hiçbir reçete vermeyen, ne demiryollarından, ne Borsa’dan, ne insan kalbinin derin kuytularından, ne Ortaçağ giysilerinden, ne Tanrı’dan, ne şeytandan söz eden ama bir deliyi, yani dünyayı, bir adım dahi atmadan asırlardır uzayda dönen ve haykıran ve salyalar saçan, ve tek başına yırtınan o koca şapşalı anlatan bir kitap ne işe yarar? Ne söyleyeceğinizi ben de sizden fazla bilmiyorum zira bu, hiçbir şekilde, sabit bir planı ya da önceden tasarlanmış bir tek düşüncesi bile olan bir roman ya da drama değil. Düşünceyi, cetvelle çizilmiş koridorlarda dolandıracak mihenkleri de yok. Sadece aklıma gelen her şeyi kâğıda dökeceğim, düşüncelerimle birlikte anılarımı, izlenimlerimi, düşlerimi, heveslerimi, düşünceden ve ruhtan geçen her şeyi; gülüşü ve ağlayışı, beyazı ve siyahı; önce yürekte başlayan ve sesli dönemlerde yufka gibi açılan hıçkırıkları ve romantik kelime oyunlarında eriyip giden gözyaşlarını. . . Yine de, bir kutu tüyün gagasını ezeceğim ve bir şişe mürekkebi harcayacağım için, okuyucunun canını ve kendi canımı sıkacağım için üzülüyorum; gülmeye ve şüpheciliğe öyle alıştım ki, kitabın başından sonuna kadar, sürekli bir şakalaşma hali var ve gülmekten hoşlanan Read the rest

İnce Memed / Yaşar Kemal »

yasar-kemal-ince-memed

Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den baslar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurova’nın bükleri baslar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!

Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarza’ya, bir taraftan Osmaniye’yi geçip İslâhiye’ye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kısınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kısınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ısıl ısıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır. Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire Read the rest