Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Kuş / Hermann Hesse »

herman-hesse-kus-1Kuş, eski zamanların birinde Montagsdorf yöresinde yaşıyordu. Ne öyle olağanüstü renklerle bezenmiş bir kuştu, ne olağanüstü güzeldi, ne de iri ve heybetli. Hayır, kuşu görenler küçük bir şey diyorlardı onun için, hatta minicikti. Aslında bir güzelliği de yoktu, daha çok kendine özgü, tuhaf bir kuştu, hiçbir cins ve türden olmayan hayvan ve yaratıklarda rastlanır bir acayipliği, bir görkemi barındırıyordu kendisinde. Ne bir çakır kuşu, ne bir tavuk denebilirdi; ne baştankara, ne ağaçkakan, ne ispinozdu. Montagsdorf kuşuydu, o kadar. Başka hiçbir yerde benzeri de yoktu, bir kezliğine bir kuştu işte. İnsanların çok eskiden beri, dünya kuruldu kurulalı böyle bir kuştan haberleri vardı; her ne kadar Montagsdorf sakinleri onu gerçekten tanıyorlarsa da, geniş bir alan içindeki komşu yörelerde de onu biliyordu, kendilerinede orijinal bir şey bulunan herkesle olduğu gibi Montagsdorflularla da eğlenilip dalga geçiliyor, “Montgasdorfluların kuşunu da sevsinler” deniyordu örneğin. Careno’ya, oradan Morbio’ya ve daha ilerilere kadar herkes bu kuşu tanıyor, ona ilişkin öyküler anlatıyordu. Ama çokluk karşılaşıldığı gibi, ancak yakın zamanda, hatta kuş ortadan kaybolduktan sonra Read the rest

İnsancıklar / Dostoyevski »

dostoyevski-insanciklarSevgili Makar Alekseyevich,

Lütfen ümitsizliğe kapılmayın! Zaten yeterince sorun var. Size otuz gümüş kopek gönderiyorum. Daha fazlası mümkün değil. En çok ihtiyacınız olan şeyi alın. En azından yarına kadar idare edebilirsiniz. Başka bir şeyimiz kalmadı. Yarın ne olur bilemem. Durum kötü Makar Alekseyevich! Başaramasak da üzülmeyin, ne yapalım olsun. Fedora bunun büyük bir felaket olmadığını söylüyor, bir süre daha bu dairede oturabilirmişiz.

Hem taşınsak bile bundan bir kârımız olmazmış. Eğer isterlerse bizi her yerde bulabilirlermiş. Ama ben artık burada kalmak istemiyorum. Eğer bu kadar üzgün olmasam size biraz daha yazardım. Ne garip bir insansınız Makar Alekseyevich! Her şeyi çok fazla ciddiye alıyorsunuz, bu yüzden de çok mutsuz oluyorsunuz. Bütün mektuplarınızı dikkatle okuyorum ve her bir mektubunuzda kendiniz için olmadığı kadar benim için endişelendiğinizi görüyorum. Kuşkusuz insanlar iyi bir kalbiniz olduğunu söylerler ama bence bu çok fazla. Size dostça bir öğüt vereyim Makar Alekseyevich. Size minnettarım, benim için yaptıklarınıza minnettarım, her şeyi takdir ediyorum. İstemeden sebep olduğum felaketlerden sonra sizin hâlâ benim sevinçlerimi, acılarımı ve heyecanlarımı yaşadığınızı gördükçe Read the rest

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup / John Locke »

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup  John Locke 2Denebilir ki, eğer bir kilise putperest olursa, siyasî yönetim tarafından yine de hoş görülmeli midir? Cevaplıyorum: Putperest bir kiliseyi ortadan kaldırmak için siyasî yönetime verilebilecek hangi güç, zamanı ve yeri geldiğinde Ortodoks bir kiliseyi yok etmek için de kullanılmayabilir? Çünkü sivil-siyasî gücün her yerde aynı olduğu ve her prensin kendi dininin ortodoksu olduğu hatırda tutulmalıdır. Eğer, bundan ötürü, siyasî yöneticiye manevî konularda, Cenova’da olduğu gibi, bu çeşit bir güç garanti edilirse, o, şiddet ve kanla, oradaki güya putperest olan dinin kökünü kazıyabilir; başka bir siyasî yönetici, aynı kurala dayanarak, bazı komşu ülkelerde reforme edilmiş dinin mensuplarına ve Hindistan’da Hristiyanlara zulmedebilir. Sivil erk, hükümdarın isteğine göre, dindeki her şeyi ya değiştirebilir ya da hiçbir şeyi değiştiremez. Eğer bir kere, yasalar ve cezalar aracılığıyla, bir şeyin dinin içine sokulmasına müsaade edilirse, buna koyulacak hiçbir sınır bulunmayacak, fakat, siyasî yönetimin bizzat biçimlendirildiği hakikat kuralına göre her şeyi değiştirmek her hâlükârda meşru olacaktır. Hiç kimse, her ne olursa olsun, kendi dini yüzünden dünyevî zevklerinden mahrum bırakılmamalıdır. Hatta, bir Hristiyan prense tâbi olmayan Kızılderililerin bile, bizim inancımızı ve ibadetimizi benimsemiyorlar diye, gerek bedensel, gerekse malları bakımından cezalandırılmamaları icap eder. Eğer onlar, kendi ülkelerinde gözlemledikleri ayinlerin Tanrı’yı hoşnut kıldığına ve bu yolla mutluluğu elde edeceklerine ikna edileceklerse, onların Tanrı’ya ve kendi hâllerine bırakılmaları gerekir. Bu meselenin altını çizmeliyiz: Her şeyden mahrum, dikkate alınmayacak kadar az sayıda Hristiyan, pagan bir ülkeye varırlar; bu yabancılar, samimî bir insanlıkla, hayatın zorunlu ihtiyaçları konusunda kendilerine yardım etmeleri için oranın sakinlerine yalvarırlar. Read the rest

Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı / Edward Said »

Edward Said-Entelektüel- Sürgün Marjinal Yabancı-12Duygusal Eğitimde Flaubert entelektüellerin kendisinde yarattığı hayal kırıklığını anlatmış, entelektüellere yöneltilebilecek belki de en acımasız eleştiriyi yapmıştır. Ünlü İngiliz tarihçi Lewis Namier’nin entelektüellerin devrimi adını verdiği bir dönemde, 1848-1851 yılları arasındaki Paris ayaklanmasında geçen roman, “on dokuzuncu yüzyılın başkenti”ndeki bohem hayatının ve siyasal ortamın geniş kapsamlı bir panoramasıdır. Kitabın merkezini iki genç taşralı, Frederic Moreau ve Charles Deslauriers oluşturur; Flaubert bu iki gencin kentte yapıp ettiklerini anlatırken onların entelektüel olarak istikrarlı bir yol tutturamamalarına duyduğu öfkeyi de gizlemez.

Flaubert’in bu gençlere gösterdiği horgörü büyük ölçüde onların olmaları gerektiğini düşündüğü şeye yönelik, belki de biraz abartılı beklentisinin ürünüdür. Fakat romanda, akıntıya kapılmış sürüklenen entelektüelin en parlak anlatımıyla karşılaşırız. Romanın başında iki genç toplumun refahını Read the rest

Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı / Dale Carnegie »

Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı Dale Carnegie-211Hiçbir Münakaşanın Galibi Yoktur

Bir münakaşayı kazanmanın en iyi yolu, o münakaşaya hiç girmemektir. Uzun politika hayatım, bana bir gerçeği öğretti: ‘Cahil bir adamı münakaşa yoluyla mağlup etmeye imkan yoktur.

Kimseye Yanlış Düşündüğünü, Yanlış Bir Şekilde Söylemeyiniz

Hiçbir zaman yüzde yüz isabetli davranamayacağınıza göre, niçin yanlış hareket ettiklerini başkalarının yüzüne vurup duruyorsunuz?

Bir şey ispatlayacaksanız, bunu iddianızı ve niyetinizi belli etmeden yapınız. Öğreniyormuş gibi davranarak öğretiniz. Hatırlamaya çalışıyormuş gibi hatırlatınız. Acaba yanlış mı düşünüyorum? Çünkü bizim esas korumaya çalıştığımız şey fikirlerimiz değil, şahsiyetimizdir.

Yanlışınızı Kabul Ediniz

Hatayı kabullenmek hatta üstlenmek aynı zamanda bir asalet işidir. Üstün bir karakterin belirtisidir. Yanıldığınız takdirde bunu çabuk ve kesin bir şekilde kabul ediniz.

İşe Dostça Başlayınız

Bir damla bal, bir varil ziftin çekemeyeceği kadar sinek toplar. Nezaket ve dostluk, sertlikten kuvvetlidir.

Hayır’ın Geri Dönüşü Zordur

Söze doğrudan doğruya anlaşmazlık bulunan konulardan başlamayınız. Başlangıç noktanız ortak düşünceleriniz olsun. Muhatabınızın ilk sözlerinin ‘Evet’ olmasını sağlayınız. Muhatabınıza konuşmanın başında ‘Hayır’ dedirtmeniz büyük strateji hatası olacaktır.

… Yeni kitaplar keşfetmek için …

Kitap tanıtan kitap 7

kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk Ücretsiz kitap indirin74 kitap indirin Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı / Dale CarnegieKitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi veSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

Kelime / Word / Mot / λέξη / كلمة »

derin-lugat-kelimeNe değildir?

  • Mânâların içine hapsedildiği küçük kutucuklar değil.
  • İnsanların birbirini anlamasını sağlayan araçlar değil.

Nedir?

Kelimelerle konuşan insan havanın direnciyle yavaşlayan kuş gibidir. Hava sayesinde uçar ama hızlanmasını engelleyen de havadır.

Neden?

Kelimeler, hatta dilbilgisi kuralları bir soyutlamadır; mânâlar arası farkların tecrid edilmesine muhtaçtırlar. Zira gerçekte yaşanan her his, her eylem, öznenin nesneler ve fiillerle kurduğu her münasebet, her fikir yenidir, kendine hastır. Dün trafikteki öfkemle bugün anahtarlarımı kaybedince hissettiğim öfke aynı olabilir mi? Ama ikisine de “öfke” gibi ortak bir isim vermek sûretiyle kendi hissiyatımı evvelâ kendim, sonra başkaları için anlaşılabilir hale getiriyorum. İki öfke arasındaki farkları ihmal etmek, benzerlikleri abartmak yoluna gidiyorum. Tersini yapsaydım yani her yeni gündeki her yeni hisse farklı isimler verseydim bunları hatırlamam imkânsız olurdu. Hatırlasam bile bir aynılık yokken yine kendi geçmişimle bağ kuramam.  (Bkz. Derin Lügat maddesi: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي)

Kendi iç dünyasının labirentlerinde kaybolan “akıl hastaları” bazen “Ben” demekten dahi aciz durumdalar. Her sabah aynı bedene uyandıklarının hiçbir garantisi yok! Diğer yandan lisan ile yapılan soyutlama işini abartırsak yine konuşamaz oluruz. Meselâ ışık, sıcaklık, güneş, ısınmak, aydınlanmak yerine kavramsal yakınlıklarından dolayı tek bir isim Read the rest

Yanlış hesap Floransa’dan döner »

lifebuzz-068cbb2b736327fcf7ab2fa633f9dd6f-originalRönesans’ın kokmuş leşini kim kaldıracak?

“Yanlış hesap Bağdat’tan döner” demişler. Rönesans felâketini çıktığı deliğe geri sokma vakti gelecek muhakkak. Floransa, Roma, Paris, Amsterdam yeniden sorgulanacak: Torunlarımız bu temizlik harekâtına rö-Rönesans yahut dé-Rönesans gibi bir isim verirler mi bilinmez ama er ya da geç bu “U” dönüşü yapacağız. Çünkü Rönesans’ın çarpık sanat tasavvuru kokmuş bir leş gibi asırlardır yatıyor yerde. Önce Avrupa’yı ardından bütün dünyayı kirletti. Adına “yeniden doğuş” dedikleri bu kokuşmuş beden sadece sanatı çürütmekle kalmadı; türlü fikrî hastalıkları yayan haşerat da ifsad olmuş bu vücuttan dünyaya yayıldı: Hümanizm, pozitivizm, utilitarizm… Maksadımız elbette kısır bir Rönesans eleştirisi yapmak değil Rönesansçı mekân tasavvurundan kurtulmaya giden yolun ilk yapı taşlarını koymak.

Tanım

Rönesans bir zaman dilimi değildir. Rönesans bir devrim, bir tür Big Bang veya dönüm noktası da değildir. Zaten hiç bir sanat, felsefe akımı hatta siyasî olay dünyanın her noktasını aynı anda, aynı şiddette ve aynı yönde etkileyemez. Rönesans bir zihniyet, bir dünya tasavvurudur: “İnsan nedir? Kâinat nedir? Güzel nedir?” gibi temel sorulara verdiği cevaplarla bilimi, siyaseti, felsefeyi, ekonomiyi etkilemiştir. Bu etkinin taşıyıcı vektörü ise çoğu kez sanat eserleri ve sanat tasavvuru olmuştur.

Rönesansçı sanatın temel unsurları olan taklitçilik, anatomi ve optik ilkeleriyle determinist-bilimsel resimler, BEN’merkezcilik, mekân algısının homojenleşmesi / matematikselleşmesi gibi vasıflar Antik Yunan’da ve Roma’da görülmüştü. Bu bakımdan bu tür sanatı ilk kez Rönesans ile icad edilmiş bir görme biçimi olduğunu iddia etmek yanlış olur. Özetle Titus Burckhardt’ın söylediği gibi “Rönesansçı/Natüralist” zihniyet uykudaki bir virüs gibi Hristiyanlık öncesi Avrupa sanatında zaten vardı ve uygun şartları bulunca hastalık nüksetti. (Bkz. Kutsal Sanatın İlkeleri ve Yöntemleri, 1958)

Rönesans’ın “içi ve dışı”

Herhangi bir asırda, Rönesans’tan henüz etkilenmemiş bir coğrafya (Rusya, Çin, İskandinavya…) ile Rönesans öncesi Hristiyan sanatı büyük benzerlikler gösterir. Mekân tasavvuru için de böyledir bu. Daha önceki kitaplarımızda eserlerden örnekler verdiğimiz gibi Kelt, Güney Doğu Asya, Eski Mısır ve tabi İslâm sanatı tezyinî (ornamental) olması sebebiyle anti-Rönesansçıdır:

Bu sebeple “Rönesans öncesi/dışı” veya “anti-Rönesans” dediğimizde eski, yeni veya uzak değil fikren Rönesans’ın dışında kalabilmiş güzellik anlayışı ve varlık tasavvuru anlaşılmalıdır. Rönsans ile ortaya çıkan akademisyenciliğin dogmalarına tepki olarak ortaya çıkan soyut resim akımları ise (empresyonizm, kübizm, fovizm…) nazarımızda yine Rönesans’a mahkumdur çünkü ona tersinden endekslidir. Nasıl ki Amerikan nefreti de en az Amerikan hayranlığı kadar bu kültüre endeksliyle resim sanatı için de bu bağımlılık caridir. Biz “Rönesans öncesi” veya “anti-Rönesans” dediğimizde tasavvur itibariyle gerçekten özgür olan sanatçılardan ve eserlerinden bahsediyoruz. Yani sadece konusu değil lisan-ı sûreti itibariyle de kendisini hür biçimde ifade edebilenlerden… Read the rest

Kılıçdaroğlu ve CHP’nin Zorunlu Dönüşü »

51874_kemal_kilicdaroglu_komik_geyik_resimleri_karikaturleri_13Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin önünde nöbette olduğumuz bir gece… Memleketin nöbet tutulan hemen her meydanında olduğu gibi Kuran tilaveti, marşlar, türküler, konuşmalar vs. belli bir tertipte devam ediyor. Aradaki boşlukları ise yüksek performansıyla sahnedeki sunucu dolduruyor.

Bir ara, sunucu “Ak Partilileri görebilir miyim Ak Partilileri?” diye seslendi kalabalığa. Büyük bir alkış tufanı koptu; slogan, bağrış çağrış gırla gitti. Çok büyük bir ses yükseldi meydandan. Hemen ardından sunucu, “Ülkücü kardeşlerimi görebilir miyim?” diye ünledi sahneden. Kalabalıktan, bir öncekinden daha az olmak üzere, ama yine müthiş bir ses yükseldi.

Son olarak sunucu “Sosyal demokrat kardeşlerimizi görebilir miyim bakalım?” dediğinde dikkat kesildim. Eminimin benim gibi pek çok kişi de aynı merak içinde meydandan acaba kaç desibellik bir ses çıkacak diye beklemiştir. Bir an, bir saniye, iki saniye… Evet, kalabalıktan tek bir ses, alkış filan duyulmadı. Sunucu tekrar daha vurgulu bir tonla “Sosyal demokrat kardeşlerimizi görebilir miyim?” diye gürledi âdeta. Bu ikinci sorudan sonra çok cılız, olsa olsa beş on kişilik bir alkış duyduk. Read the rest

Rönesans sanatın ölümüdür »

islam-sanati-2

  • Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümüdür. Rönesans taklitçi sanatı, hümanizmi ve inançsızlığı insanlığa dayatmıştır.
  • Doğadaki hayvanların, bitki ve manzaraların kötü birer kopyasını çizmek hiç sanat olabilir mi?
  • Açlık, öfke, cinsel arzu gibi nefsanî dürtülerden kurtulmadıkça tabiata faydacı gözlerle bakarız ve güzelliği göremeyiz.
  • Bir şeyi güzel anlatmak ile Güzel’i anlatmak arasında fark vardır.
  • Rönesans sanatı güzellik ile estetizasyon arasındaki farkı bilmez.
  • Rönesans ile körleşen Batılılar çok çirkin şeyleri güzel anlatarak buna “sanat” derler.
  • Bakmak hayvan ve insanda ortaktır. Ama okumak İnsan’a mahsustur. İnsan gördüklerine mânâ verir.
  • Güzel ahlâk ile güzel sanat arasındaki ilişkiyi Batı da biliyordu ama çoktan unuttu.
  • Kendini homo-economicus zanneden insan ahlâksızdır. Çünkü Rönesans ile başlayan yıkım modernite ile tamamlandı.
  • Güzel sanat-Güzel ahlâk münasebetini kaybetmeyen İslâm sanatı bu sebeple Batı sanatından efdaldir.
  • İslâm’da “güzel” mefhumu asla cazibe ile karıştırılmaz. Bu bakımdan İslâm’da “sanat” asla Batı’ın sanatıyla bir olamaz. (Bkz. İslâm Sanatı Aforizmaları)

Read the rest

Germinal / Émile Zola »

emile-zola-germinalYıldızsız gecenin zifirî karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes’den Montsou’ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu. Bastığı siyah toprağı bile görmüyor; uçsuz bucaksız ufkun varlığını ise, fersahlarca uzayıp giden bataklıkları ve çorak toprakları yalayıp geçerken buz kesen mart rüzgârının, engin denizlerdekine benzer bir fırtınanın sayesinde hissedebiliyordu ancak. Gökyüzüne tek bir ağaç karaltısı bile vurmuyor; yol, karanlıkta göz alan yağmur serpintileri arasında bir dalgakıran gibi dümdüz uzanıyordu.
Adam Marchiennes’den saat iki civarında yola çıkmıştı. Geniş adımlarla yürürken, havı dökülmüş pamuklu ceketiyle kadife pantolonunun içinde tir tir titriyordu. Kareli bir mendille yaptığı küçük çıkın ona ağırlık veriyor; kırbaç gibi döven doğu rüzgârının kanattığı, soğuktan uyuşmuş ellerinin ikisini birden ceplerine sokabilmek için, çıkını kâh sağ kolunun, kâh sol kolunun altına alıyordu. İşsiz ve yersiz yurtsuz olan bu emekçinin bomboş zihnindeki tek düşünce, güneşin doğuşuyla birlikte ayazın kırılması umuduydu. Bir saattir bu şekilde taban tepiyordu ki, solda, Montsou’ya iki kilometre kala, kızıl ateşler gördü; açık havada, sanki boşluğa asılıymış gibi duran üç mangal. Önce kaygıyla duraksadı; sonra, sızılar içindeki ellerini biraz olsun ısıtma ihtiyacına karşı koyamadı. Read the rest