RSS Feed for This Post

Halk bir dağ kadar sessiz

20080608_derin_dusunce_org_halk_sessiz2.jpgAlperen Gürbüzer

Malum olduğu üzere Birinci dünya savaşından sonra İngiltere‘nin hâkimiyeti kalkınca sahnede Amerika baş aktör olarak yerini aldı. Amerika güç olunca ister istemez sırasıyla monarşileri, faşistleri, sosyalistleri sildi haritadan. Rakiplerini hızla darmadağın eyleyen ABD dünyanın tek kutuplu, tek jandarması konumuna gelince bu sefer de hedef büyülterek yeşil kuşak diye adlandırıdığı fay hattına odaklandı. Bu arada eskisi kadar savaş olmadığı için devlete bağlı askeri sektörler işleri sekteye uğramış olsa gerek ki, kara kara düşünmeye başladılar. Askeri cenahda manzara bundan ibaretken sivil güçler tam tersi güçlendi, dolayısıyla bunun getirisi olarak ister istemez küresel ekonomik güçlerin ortaya çıkmasına şahit oldu dünyamız.

Ortaya çıkan bu yeni tabloda sınırların bir anlamı kalmadığı gibi, milliyetsiz ekonomilerin sermayesi adeta George Soros’un şahsında bütünleşti. George Soros bilindiği üzere devletin küçülmesi gerektiğini savunan , hakeza kapalı topluma reddiye döşeyen biri. Bu gerçekler ışığında milliyetsiz ekonomiler ile milli ekonomiler arasında gerilimin çıkması kaçınılmazdı, zaten öyle de oldu. Küresel sermaye mütemadiyen bir yandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler arasında balans ayarları yaparken, bir yandan da önceden planlanan stratejilerini yürütüyorlardı. Öyle ki; yeni sisteme, yani küreselliğe ayak uyduranlar ödüllendiriliyor, uymayanları ise ülkeleri içindeki karışıklıklar çıkartılarak problemleri ile yanlızlaştırılıyorlardı.

Birinci dünya savaşı aslında Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Ortadoğuda yaşayan topluluklar Osmanlı şemsiyesi altında uzun yıllar huzur ve barış içinde yaşamışlardı, ne zaman ki, beyaz adam bu topraklara ayak basmaya başladı kan hiç eksik olmadı bu coğrafyada, hala da bu alanlar kanayan yara olmaya devam ediyor da.

Osmanlı’dan sonra Türkiye’nin konumu ise statükocu prensiplerine göre planlanmıştı. Eğer Osmanlı’nın bakiyesi Türkiye bertaraf edilirse Ortadoğu’yu kontrolü çok daha kolay olabilirdi. Öyle de gerçekleşti, böl – parçala – yut politikası gereği adına kabile diyebileceğimiz topluluklardan bir sürü devletçikler oluşturuldu. Amerika işi daha da garantiye almak adına İsrail üzerinde bu bölgeyi kontrolünü sağlamaya devam ediverdi. Yani balans ayarlamalarında gelinen noktada 1979 İran devrimi ve ardından Afganistan işgali derken ABD’yi ister istemez Büyük Ortadoğu Planına sürüklemiştir. Nitekim ülkemizde gerçekleştirilen 80 darbesi de bu planın bir ayağı idi aslında.

Oğul Bush, Saddam belasından bu bölgeyi kurtardığını övüne dursun, o ikinci Vietnam sendromunu yaşadığını derinden hissettikçe uykuları kaçıyor daha şimdiden. Amerika’da seçimlerin iyiden iyiye yaklaştığı dönemde Bush’un Irak’a girmekle hata yaptığını itiraf etmek zorunda kalsa da artık çok geç, son pişmanlık fayda vermez, o topraklardan geri dönse bir türlü, dönmese bir türlü, değneğin iki ucu hem kirli, hem de sivri çünkü. Alın yazısında ne varsa her devletin son demlerinde başına gelebilecek akıbet ABD içinde geçerli akçe, bu böyle biline.

İç ahvalimiz

Dünya ölçeğinde durum bu iken, Türkiye dış politikada; Yurtta sulh cihanda sulh prensibi doğrultusunda istikrardan yana bir politikayı tercih etmiştir hep. Suya sabuna dokunmayan bu polilitikalarına ilaveten yapay uluşçuluk girişimleride bu işin tuzu ve biberi oldu tabii.

Bu ulusal politikalarla gerçekten hem içte hem de dışta barış rüzgârları esti mi acaba? Estiyse ne ala, esmediyse bu söylenen güzel sözün sloganlıktan öte hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağı muhakkak. Oysa çağdaşlık adına tavandan tabana halka dayatılan elbise dar geldiğinden birliği ve dirliği bugüne kadar ülkemizde temin edilemedi, ya da bilinçli bir şekilde sürekli kaosun devamı tercih edildi. Şayet içte birlik ve beraberliği gerçek anlamda sağlanabilseydi Özal’ın ifadesiyle 21. yüzyılın Türk asrı olması kaçınılmazdı.

Dış güçlerin kendi aralarında kıyasıya mücadelelerine rağmen, Türkiye hep mercek altında tutulan bir ülke olmaya devam ediyor ve devam edecekte. Türkiye’nin kıymeti etkisinde değil tarihi misyonunu da arkasına alarak kendiliğinden kaynaklanan birikmiş potansiyelinde. Aynı zamanda ek avantajımız kıtalar arası geçiş yolları üzerinde köprü konumunda bulunmamızdır. Dolayısıyla tarihi misyon, jeopolitik ve stratejik önemi büyük olan bu güzel ülkemizin uluslar arası arenada hiçbir zaman es geçilmesi sözkonusu olamaz, bu yüzden dış güçlerin kendi aralarında tek ortak paydaları: Türkiye, yani ülkemiz üzerindeki bir takım hesap ve çıkar müşterekliği… İşte, zaman zaman ayağınızı denk alın dercesine terör silahı ile ülkemize ayar çekilmesinin nedeni bu ortak ilişkilerde gizli.

90’lı yıllarda ülkemiz sadece pazar kavgası veren güçlerin rekabetine sahne olmadı, aynı zamanda PKK ile başımız ağrıtıldı sürekli ve elimize PKK kartı verilerek ‘al oyalan’ denildi adeta, hala da bu süreç, bu oyun devam ediyor.

Önümüzdeki kavşakta iki yol var; ya yeniden yapılanmanın gereklerini yerine getireceğiz, ya da dünyanın geldiği noktadan ve anlayışından yoksun kalıp, statükoculuk çukurunda debinip duracağız. Demir perde ülkeleri bile değişimin gereklerini yerine getirerek gelişme trendine girdiler. Macaristan Avrupa Birliğine girme aşamasında. Bakın Adolf Hitlerin baskıcı Almanyası bile artık demokrasinin merkezi. Biz hala yerimizde sayıyoruz, vesayet demokrasisi ile biryere varmamız mümkün gözükmüyor, illa da olur derseniz bunun adı demokrasi değil diktatörlüktür, yalana, talana ve halkı yaldızlı laflarla kandırmaya gerek yok, yaşadığımız demokrasi yutturmasıdır sadece. Gerçi son yıllarda Kopenhang kriterleri ileri sürülerek gerçekleşen değişim ve dönüşüm rüzgârlarının Turgut Özal‘dan sonra yeniden yeşermeye başlaması ümit veriyor bizlere. Ülkemizin üzerini kaplayan karabulutları bir bir çekildikçe gelecekten ümitvariz, ümitvarda olmaya mecburuz, çünkü bu ülke hepimizin. Tayyip Erdoğan dönemi ile Tükiye yeniden kabuğundan çıkmaya başlaması ve sessiz dönüşümün gerçekleşmesi bu ümidimizi tazeliyor. Fakat şu günlerde oligarşik güçler yeniden işbaşındalar, illegal faaliyet gösteren BÇG (Batı Çalışma Grubu) yerine CÇG (Cumhuriyet Çalışma Grubu) var çünkü.

Kürtlerin Saddam’ın yokluğundan istifade ile Kuzey Irak kaynaklı terör yükselişe geçtiği gözlerden kaçmadığı gibi, senelerdir kangrenleşmiş problem olarak önümüzde duruyor. Mahir Kaynak uzun yıllardır PKK’nin eylemleri karşısında halkın tavrını şöyle özetliyor: “Halk bir dağ kadar sessizdir. Halktan duyduğumuz ses, sizin verdiğiniz sesin yankısıdır.” Bu veciz ve son derece anlam yüklü satırlardanda anlaşıldığı gibi; Millete rağmen yeni bir ulus inşa etme girişimleri neticesinde halk maalesef birdağ kadar sessiz. Çünkü onu yok sayarsanız, halk da sizi yok sayar, hatta sırra kadem basar. Milletimizin sükût hali sonderece deruni, bir o kadar da sessizliğinin içerisinde bilmediğimiz nice ince mesajlar var, ama anlayan anlıyor ancak. Bunca medya bombardamınına rağmen bir türlü yönlendirilmeyen kadim bir halkımızın varlığı kimi çevrelerin canını sıksa da durum vaziyet bu, alışmak zorundalar, korkunun ecele de yararı yok zaten. Yıllardır PKK’nın cinayetleri karşısında halkımızdan beklenen tepkinin birtürlü gelmemesi onları inceden inceye düşündürüyor, düşünmeleri devam edecek gibi de.

Perde arkasında neler var, neler yok diye irdelemeyi belki de tasavvufi kültüre borçluyuz. Bu kültürün verdiği basiret yanımız olmasa sloganların pekâlâ esiri olabilirdik. Herşeyin görünen yüzü ile karar kılsaydık toplum mühendisliği projelerinin oyuncağı, ya da maşası olabilirdik pekâlâ. Yıllardır Türkiyede yürütülen ve sahne alan alışık olduğumuz filmi izleye izleye, perde arkası aktörlerin varlığının olabileceğini geçde olsa kavrayabildik bu sayede. Seyrettilen filimler ve senaryolar bize gösteriyor ki; kırılgan fay hattı olan ülkeyiz, aynı zamanda terörürün eksilmediği coğrafyanın insanıyız.

Tasavvuf kültürü insanımıza belkide en çok feraset ve basireti kazandırdı. Bilinenleri değil bilinmeyenleri öğretti, perdenin önü olduğu gibi arkasınında olabileceğini gösterdi halkımıza. Halkımız tasavvufun öğreti sayesinde lisanı hal ile sanki sükûtumuzdan mana çıkaramayan sesimizden hiçbirşey alamaz diyor adeta. Kimbilir yıllarca hor görülmüşlüğün, adam yerine konulmamanın sessiz tepkisini ilgisizliği ile sergiliyor bu tavrı. Belkide beraberce yürüdükleri bu topraklarda birzamanlar kardeş bildiği, kız verip kız aldığı, omuz omuza cepheden cepheye seferber olduğu Kürt, laz, Çerkez vs. kardeşleriyle arasına ayrılık tohumlarının ekildiğini hisseder gibi. ‘Kahrolsun …‘ gibi sloganik söylemlere eşlik etmemesinin derin anlamı bu olsa gerektir.

Halkın hala dağda üç beş çapulcu diye nitelendirilen örgütün üstesinden gelinememesini anlamış değil belkide, Özel Harekâtın asli görevinin dışında masabaşı işlerinde görevlendirilmesine şaşmış da olabilirler, ya da birinci tehlikenin irtica olduğunu cümle âleme ilan edip, PKK’nin geri planda bir tehlike olduğu nitelemesine de canı sıkılıyor olmuşta olabilir. Bütün ihtimaller dâhilinde bu deruni sessizlik şifresini çözmek için uğraşa duralım, halk inatla ya da ne hikmetse sessizliğini bu konuda sürdürmektedir. Hepsinin ötesinde bu vatanın Kuvva-i Milliyecileri hep biz mi olacağız, biraz da seçkin ve elitist tabakanın çocukları şehit olsun dercesine sessizliğe bürünmüş haldeler. Her halükarda yine de bu sessiz mesajlardan hoşlanmayan derin güçlerin; ikide bir neden bu kadar tepkisizsiniz diye sitem etmesini de doğrusu anlamış değiliz.

Bu hengâmede akıl dolusu manevralar yapılmazsa belki de bu salvoyu kolay kolay atamayabiliriz. Çok uğraşılar ve gayretlere rağmen etnisiteler arasında ciddi anlamda çatışmalar oluşturulamadı hala. Hrant Dink cinayeti de böyle bir senaryonun parçasıydı ama cenazesinde sloganlardan uzak her çeşit insanın katılımıyla uğurlanması sahneye koymak istedikleri oyunlarını suya düşürdü. Sadece PKK’nin işlediği cinayetlerin ve şehit cenazeleri ardından birkaç haykırış, birkaç nara oluyor o kadar. Hele şükür, 1980 öncesinde olduğu gibi Kürtlere karşı sağ-sol çatışmanın bir benzeri sahneler yaşanmıyor, zaten yaşansa da netice alınamaz. Çünkü Türk’ü, Laz’ı, Kürd’ü ve Çerkez’i vs. ile harmanlanmışız, ayrımız gayrımız yok, boşa uğraşmasınlar bu coğrafyada kolay kolay ayrılık – gayrilik çıkmaz.

Sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ve Laik-Antilaik vs. ikilemleri tamamen bir oyunun planı, iç ve dış güçlerin beklentileriyle alakalı suni ayırımlar diye yorumlayabiliriz. Halk bu ayrımların parçası durumuna düşürülmek istenildiğinin farkında, şimdiye kadar uygulamalar bize gösteriyor ki; suni ayırımlar yüzünden bütçemizi sarsacak kadar paralar harcanmış, üstelik ağır borç altına girişilmiş bu işler için, fakat netice itibarıyla o bölgede belediye başkanları Kürtlerden seçiliyor, neden acaba, birkez olsun hiç düşündük mü? Yoksa devletimiz ile bölge halkı arasında güven bunalımı mı var, ne dersiniz? Bu tür sorular ve düşünceler hiçbir zaman sorgulanmıyor, ya da sorgulanılmak istenilmiyor. Sorgulanmasa da tarih doğru ve yanlışın canlı şahidi zaten. Tarih şuuruna erdiğimizde Türkiye’nin yeni bir kavşağa yol alacağını pembe şafakların doğacağını birgün görürüz elbette.

Demek ki; bir görünen gerçekler var, bir de görünmeyen. Yani “bir ben var birde benden içeri” diyen Yunus’un şiirini andırıyor bu dağ gibi duruş.

Vesselam.

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:ahmet terzi Tarih: Haz 9, 2008 | Reply

    erdoğan ve demokrasi gülünç olma hocam ikisi yanyana hiç iyi durmuyor.ab nin bastırması ile zorla alevi açılımı dedi ne alemde alevi açılımı

  3. Yazan:arif Tarih: Haz 9, 2008 | Reply

    Alperen beyin uzun yorumlarını eleştirmiş, yazar olarak fikirlerini aktarmasını önermiştim. Sonrada kalbini kırmış olabilirmiyim diye hayıflanıyordum. Şimdi rahatladım. Güzel bir yazı kaleme almış. Harsımızdaki İrfani birikim yansımış yazısına. Eline sağlık…

  4. Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Haz 9, 2008 | Reply

    Arif Bey, ilginiz için teşekkür ederim. Kırılmadım, kırılmamda. Yaradılanı sev yaradandan ötürü diyor yunus çünkü.Allah razı olsun.

  5. Yazan:Selami Tarih: Haz 9, 2008 | Reply

    Alperen Bey’i tebrik etmek isterim önce. Özellikle ikinci yarisi issabetli saptamalar içeren bir yazi.

    Yazar resmi tarihin bize dayattigi yaygin ezberlerden basariyla kaçinmis.

    Ne yazik ki bugün hala bir çok insan Osmanli cografyasinda yasanan izdiraplari sürekli dis güçlere, yahudilere, ingilizlere bagliyor. bunlarin arka planinda yasanan asagilik kompleksini görmüyor. Yazarin da degindigi ulus-devlet kurma takintisi, tek tip bir ulus yaratma(!) çabasi bunlardan biridir.

    Bu eksende daha fazla israr edilirse bu yazi daha da güzellesebilir. Vatan-millet aski güzel bir sey ama askin gözü kördür, sevgilimizin kurlarini görmeye engel olur.

    Alperen Bey’in bu körlüge karsi mücadele ettigini görmek gayet güzel. (Henüz tam bir tarafsizliktan bahsedemesek de.)

    Ek olarak eski yazilarindan daha basarili bir üslup ve olgunluk görüyorum. Tarihe bakarken daha az romantik, daha akilci, daha gerçekçi.

    Galiba Derin Düsünce yeni bir yazar kazaniyor… Tabi biz de.

    Saygilarimla

  6. Yazan:TT Tarih: Haz 9, 2008 | Reply

    Şu an bir demokrasi mücadelesi yaşadığımız kesin.100-150 yıl önce dünyada demokrasi denemelerini ilk yapan ülkelerden birisi olmamıza rağmen araya giren savaşlar nedeniyle ara verilen demokrasi arayışımız aşağı yukarı 50-60 yıl önce tekrar başlamıştı.Bu sadece Türkiye’nin kaderi değil aynı zamanda dünyanın da bir kaderiydi…

    Bizim demokrasi tecrübemiz savaşlarla ve on yılda bir tekrarlanan darbelerle sıfırlanarak cezalandırılırken diğer yanda dünya, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde demokratik yönetimlere doğru aktı..Hukuk,demokrasi,farklılıklara hoşgörü konusunda öncü ve örnek ülkelerden biri olmamıza rağmen şu andaki durumun da geçici olduğuna şüphem yok…

  7. Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Haz 11, 2008 | Reply

    Selami Bey sağolun, inşallah hergeçen gün sizin gibi kardeşlerimzin teşvikiyle derin düşünce imağımız geliştirme gayreti içerisinde olcam. Ara sırada olsa eskilerin tabiriyle.sürçü lisan eylersek affola.
    Tarih niki ile yazan kardeşimin paylaşımlarıda güzel teşekkür ederim.

  8. Yazan:Büyükcan Tarih: Haz 24, 2008 | Reply

    Ümit ederim bu CHP – AKP restleşmesinden ,hem dindar hem de demokrat insan modeli sentezlenir!Bu sentez önce Anayasa’ya sonra da diğer yasalara yansıtılır…Saygılar!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin