Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Bilim Felsefesi »

bilim-felsefesi-epistemoloji - 2Aşağıdaki metin bir platformda gerçekleştirilen Bilim Felsefesi eğitimi kapsamında yapılan minik bir çalışmadır. Hayali bir televizyon programında sadece siluet olarak gördüğümüz tartışmacıların bazı sözlerinden yola çıkarak onların hangi felsefi gelenekten olduğuna dair çıkarımlarda bulunulan tamamen kurgusal bir yazıdır. Bilim felsefesine başlangıç düzeyinde ilgi duyanların istifade edebileceğini düşünerek DD okurları ile paylaşıyoruz.

***

Geçen akşam arkadaşımla birlikte televizyonda bir tartışma programı seyrettik. Kanallar arasında can sıkıntısıyla zapping yaparken karşımıza çıkan programdan ilk etapta pek bir şey anlayamadık. Fakat programı izlemeyi sürdürdükçe onların ‘bilgi’ ve ‘bilme’ üzerine tartıştıklarını anlamaya başladım; ayrıca dinledikçe konuşmacıların temel argümanları da kafamda gitgide berraklaştı. “Anlamaya başladım” diyorum, çünkü programı beraber izlediğimiz spor bilimleri üzerine eğitim almış arkadaşımın bu tür konulara pek merakı yoktu. Benim programı ilgiyle izlediğimi gören arkadaşım, bilim felsefesi üzerine çalışmalarımın olduğunu da bildiğinden, tartışmaya benimle birlikte daha bir dikkat kesildi ve araya girip sorular sormaya başladı. Konuşmacıların kim oldukları, ne söylemeye çalıştıkları, temel savlarının ne olduğu gibi sorulardı bunlar.

bilim-felsefesi-epistemolojiOna, her bir konuşmacının sözlerinin belli bir ontolojik anlayışı yansıttığını söyledim öncelikle. Ontolojik yaklaşımdaki farklılıklarının da onların epistemolojisini belirlediğini… Yani onların “varlığa” ilişkin görüşleri doğrudan onların bilgiye olan yaklaşımlarını tayin etmektedir dedim. Bilginin kaynağının ne olduğu, doğası, bilginin sınırları gibi sorulara verdikleri cevaplar onların “varlığa” nasıl yaklaştıklarına bağlı olarak değişir. Hiç şüphesiz bilgiye dair görüşleri kaçınılmaz olarak ondan ayrı düşünemeyeceğimiz bilgiyi edinme yöntemlerini, literatürdeki yaygın kullanımıyla metodolojilerini belirler. Öyle ya, bilginin kaynağı ve sınırları hakkında farklı düşünen insanların o bilgiyi elde etme yöntemlerine ilişkin görüşlerinde de çoğunlukla farklılaşması beklenir.

Konuşmacıların sözlerinden yola çıkarak onların ontolojik, epistemolojik metodolojik yaklaşımları ve dolayısıyla bilim felsefesinde hangi geleneğe dâhil oldukları hakkında çıkarımlarda bulunabilirdik. (Bizatihi benim bu sözlerim dahi belli bir epistemoloji ve metodolojiyi ima etmekte Read the rest

Objektif olarak sadaka enayiliktir, rızık ise karbohidrat! »

fotograf-uzarine-susan-sontag-12345

1996’da Paris Match dergisinde Aşk ve Ölüm başlığıyla yayınlanmış bir fotoğrafa bakıyoruz. Önde gülümseyen turist sevgilisine evlilik teklif etmek üzere diz çökmeye hazırlanıyor, elinde nişan yüzükleri var. Arkada Eiffel Kulesi’nden atlayarak intihar eden bir insan kazayla “objektife takılıyor”. Bu fotoğrafın Gerçek’i nedir sizce? Aşk? Ölüm? Her ikisi birden? Gerçek bizim dışımızda, bize rağmen ve Biz’siz var olabilen objektif bir varlık değil. Ama biz modernler artık bunu anlamıyoruz. Neden böyle oluyor?

Gerçek’e akılla ve kalple erişirdik eskiden: Gördüklerimizi, işittiklerimizi, hissettiklerimizi, hatırladıklarımızı cem ederdik. Temyiz, tahayyül, feraset ve basiret girerdi devreye. İndî gerçekliğimizi hür biçimde inşa ederdik. Gerçeklik algımız maneviyatımızdan ayrı ve gayri değildi. İnsan olarak durduğumuz yer gerçekliği tarif edişimizi tayin ediyordu. Akıllarımızı esir eden, Ben’den kopuk, herkes için aynı olan, objektif, bilimsel, robotik(=hayvanî) gerçeklik modern bir kavram. Modern gerçeklik de özünde sübjektif ama kendini “objektif” diye adlandırdığı için yalancı. (Bkz Derin Lügat: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي)

fotograf-uzarine-susan-sontag-12345zSorun nerede? Bilimde ya da teknolojide değil; bunlarla kurduğumuz ilişkide. Henri Bergson’un tabiriyle “insanlık kendi icadlarının altında ezilip kalmış, sürünüyor”. Sadece atom bombasını, kimyasal silahları, elektirikli modern işkence aletlerini kastetmiyorum; modern fikirlerle ördüğümüz pozitivist tasavvur da bizi ezen icadların bir parçası. Fotoğraf makinesine ve bıraktığı izlere yani fotoğraf karelerine bakarken dahi bu ezilmeyi hissediyorum. Neden?

Bir resim fotoğrafa denk bir benzerliğe eriştiği zaman bile bir yorumun ifade edilmesinden öte bir şeyi temsil edemezken fotoğraf bir iz olduğunu unutturup gerçeğin kendisi gibi çıkıyor ortaya. Hatıra/hafıza protezi olan fotoğraflar adeta akıl protezi haline geliyor. Olayları daha iyi anladığımızı vehmederken tam tersine aklımızı fotoğraf çengeline asıp her türlü algı operasyonuna açık hale geliyoruz. 1977 senesinde Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında söylediği gibi: Read the rest

Akıl (reason) ile zekâ (intelligence) farklı şeylerdir »

zeka-akil_1

İlgili Derin Lügat maddesi: Akıl / Zekâ / Reason / Intelligence / العقل

Tavsiye okuma:

Makale

Sitede yayınlanmış kitap alıntıları

Maymunist imanla nereye kadar?

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları“filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir.

Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDAbir insanlık yoksa,Aşkyoksa,Sanatyoksa,Güzellik yoksa ve Adalet yoksaHayat‘ın anlamı nedir?Aşık olmakhormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz?

Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…

İşte geçtiğimiz ay bu maskelerin düştüğü, kartların açık oynandığı çok kaliteli iki tartışmaya tanık olduk. İki makale işaret fişeği görevi yaptı. Sağolsun bir çok değerli okurumuz yüzden fazla yorumla konuyu DERİNLEMESİNE tartıştı. Derinlemesine diyoruz çünkü Madde’nin arkasındaki Mânâ bu kez gerçekten masaya yatırıldı. Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri hatta evrimciliğin etimolojik değeri bile konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

 

Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?

Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımızMehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak”dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil,yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı?Sonuçlar sebeplerin içinde mi saklı? Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Halk bilim adamlarını anlayabilir mi?Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl öncekomşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenlergericilikle,bağnazlıklasuçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.

Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! »

 susan-sontag-fotograf-uzerine-111Fotoğrafçının İğrenç Tarafsızlığı

İnanılmaz bir hızla yayılan zulüm fotoğraflarına şaşıranlardan mısınız? Eli kolu kopmuş insanlar, yıkılmış binalar, ağlayan anne-babalar… Bunları ilk defa görseydik anlamlı olabilirdi. Ama her gün yüzlercesi gözümüzün önünden geçip giderken kanıksamaktan başka ne yapabiliriz? Başkalarının olağanüstü acılarının olağanlaşması, normalleşmesi de başlı başına bir zulüm değil mi? Fotoğrafçılar, gazeteciler hatta sosyal medyada takip ettiğimiz arkadaşlar bu yeni zulmün suç ortağı oluyor ve bizi de suçlarına ortak ediyorlar. Savaş fotoğrafı sadece konusu olan suçu değil « görevini » yapan fotoğrafçının iğrenç tarafsızlığını da dünyaya yayıyor.

Açlıktan ölenlerin, savaştan kaçanların 2500 piksellik “high resolution” fotoğraflarını iPad ve cep telefonu ekranında görünce adeta oraya kadar gidip bakmış ve omuz silkip dönmüş gibi hissediyoruz kendimizi. Ardından başka fotoğraflar yağıyor: Karda kayıp düşen şişman kadın, bakıcısıyla şakalaşan panda, Fenerbahçe’nin son golü…

Seyrediyoruz hayatı, yaşamıyoruz!

Homojen, tekdüze, yavan ve yamyassı dünyamızda her şeye üzülüyoruz ama hiçbir şeyle tam olarak ilgilenemiyoruz. Çünkü artık kenarına oturup seyrediyoruz hayatı, yaşamıyoruz! Gerçekte sahip olduğumuz silahın, paranın ve vaktin çok üzerinde imkânlar gerektiren ızdırapların bilgisini alıyoruz ve fotoğraflarını görüyoruz. İnsan bu zulüm bilgisi yağmuru karşısında 3 seçeneğe sahip:

  • Kahrolmak, nihilist bir çukura yuvarlanmak hatta depresyon ve intihar,
  • Bu düşüşten kendini korumak için zulmü/ ızdırapları kanıksamak,
  • Zulmü rasyonalleştirmek: “Eh biraz da onların suçu, ben mi aç bıraktım onları? Savaşa girdilerse benim suçum mu? O diktatörü devirselerdi…”

susan-sontag-fotograf-uzerine-111xx

Biz seyirci olarak bu durumdayız ama fotoğrafı çekenin suçu(?) daha acayip: “Dünyaya bu bilgiyi mutlaka ulaştırmalıyım!” diyen dürüst fotoğrafçılar kaldı mı yeryüzünde? Gerçek şu ki içinde yaşadığımız apolitik dünyanın bencil insanları artık hiçbir yerden haber filan beklemiyor. Dahası fotoğrafçılar telif hakkı ve ödül peşinde, onlar da bizim kadar bencil ve paracı. Bu koşullarda kurtarılması imkânsız şekilde bataklığa gömülmekte olan bir kızın fotoğrafını çekmenin kime ne faydası var? Açlıktan kemikleri gözüken bebekler, ağlayan anneler… Bu düpedüz bir dikizcilik! Ölenlerin ve yakınlarının seçme hakkı olsaydı büyük ihtimalle resimlerinin çekilmesini istemeyeceklerdi. Ama gösteri devam etmeli değil mi? Read the rest

Bir Delinin Hatıraları / Gustave Flaubert »

Bir Delinin Hatıraları -Gustave FlaubertBir deli! İnsana dehşet veriyor. Siz, siz nesiniz okuyucu? Kendini hangi kategoriye koyuyorsun? Aptallarınkine mi, delilerinkine mi? – Şayet seçmek sana kalsa, kibrin yine de son hali tercih ederdi. Evet, bir kez daha, neye yarar, bunu gerçekten soruyorum; ne eğitici, ne eğlendirici, ne kimyevi, ne felsefi, ne zirai, ne hazin olan, ne koyunlar, ne de bitler için hiçbir reçete vermeyen, ne demiryollarından, ne Borsa’dan, ne insan kalbinin derin kuytularından, ne Ortaçağ giysilerinden, ne Tanrı’dan, ne şeytandan söz eden ama bir deliyi, yani dünyayı, bir adım dahi atmadan asırlardır uzayda dönen ve haykıran ve salyalar saçan, ve tek başına yırtınan o koca şapşalı anlatan bir kitap ne işe yarar? Ne söyleyeceğinizi ben de sizden fazla bilmiyorum zira bu, hiçbir şekilde, sabit bir planı ya da önceden tasarlanmış bir tek düşüncesi bile olan bir roman ya da drama değil. Düşünceyi, cetvelle çizilmiş koridorlarda dolandıracak mihenkleri de yok. Sadece aklıma gelen her şeyi kâğıda dökeceğim, düşüncelerimle birlikte anılarımı, izlenimlerimi, düşlerimi, heveslerimi, düşünceden ve ruhtan geçen her şeyi; gülüşü ve ağlayışı, beyazı ve siyahı; önce yürekte başlayan ve sesli dönemlerde yufka gibi açılan hıçkırıkları ve romantik kelime oyunlarında eriyip giden gözyaşlarını. . . Yine de, bir kutu tüyün gagasını ezeceğim ve bir şişe mürekkebi harcayacağım için, okuyucunun canını ve kendi canımı sıkacağım için üzülüyorum; gülmeye ve şüpheciliğe öyle alıştım ki, kitabın başından sonuna kadar, sürekli bir şakalaşma hali var ve gülmekten hoşlanan Read the rest

İnce Memed / Yaşar Kemal »

yasar-kemal-ince-memed

Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den baslar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurova’nın bükleri baslar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!

Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarza’ya, bir taraftan Osmaniye’yi geçip İslâhiye’ye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kısınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kısınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ısıl ısıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır. Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire Read the rest

Gladio-Stay Behind Aforizmaları »

  • gladio-stay-behindSoğuk savaş sırasında komünist Rusya’nın Avrupa’yı işgal etme ihtimaline karşı NATO binlerce milise ayaklanma taktikleri öğretti.
  • Bütün Avrupa’yı kapsayan ve “Stay Behind” (cephe gerisinde kal) isim bu gizli ordu İtalya’daki ismiyle ünlendi: Gladio.
  • ABD subayları Alman, Fransız, Türk, … her ülkeden seçilen gruplara o ülkelere haber vermeksizin terör ve gerilla savaşı taktikleri öğretti.
  • Düzenli ordulara karşı çok etkili olan bu taktikler bomba ve sığınak yapımından işkenceye kadar uzanır.
  • Bütün bunlar gizli kalmalıydı: ne Gladio ne de Stay Behind ismen dahi bilinmeyecekti. Ama öyle olmadı. Neden?
  • Çünkü Amerikan güdümlü milisler sosyalist partilerin seçilmesini engellemekten uyuşturucuya kadar her işe bulaştı.
  • İtalya’da Aldo Moro cinayeti, Lüxemburg’da yüzme havuzuna bombalı saldırı… NATO Avrupa’da sol adına terör estirdi.
  • Lüxemburg’da çok sayıda bombalı saldırı “faili meçhul” kalmıştı. Bunları araştıran Ulla Jeplke NATO-Terör bağını keşfetti.
  • Komünist Rusya hiçbir zaman Avrupa’yı işgal etmedi ama bazı iş adamları sevmedikleri hükümetlere karşı Gladio’yu kullandılar.
  • Meselâ seçimlerden hemen önce tren garlarında vs bomba patlatarak hükümeti suçlamak, muhalefete koz vermek cazipti.
  • Maaşını ABD’den alan, ülkedeki askerin, polisin, yargının bile haberi olmayan Gladio çeteleri hiç kimseye hesap vermiyordu.
  • 1980’de OktoberFast sırasında patlatılan bomba Maşa olarak kullanılan Neo-Nazi gençle beraber 11 kişiyi öldürdü.

1980-oktober-fast

  • Türkçü, Kürtçü, “islâmcı” bir çok terör örgütü Gladio için çalışır ama Amerika’ya direndiklerini zannederler.
  • Neo-Nazileri, PKK’yı ve Ülkücüleri severler çünkü Gladio’nun amacı bir yeri ele geçirmek değil fanatik unsurları çatıştırıp bölgeyi destabilize etmektir.
  • Bir terör eylemini yapanın Gladio olup olmadığını anlamanın en kolay yolu soruşturmaya bakmaktır. İlerlemiyorsa katil Gladio’dur.
  • Gladio Belçika’da solun güçlenmesini engellemek için 1982-1985 arasında “sol terör” estirdi: 30 ölü. Elbette saldırılar false flag’dı, solcular masumdu.

Read the rest

Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit »

susan-sontag-fotograf-uzerine-tttBir fotoğraf herhangi bir olayın gerçekleşmiş olduğunun tartışılmaz ispatı haline geldi. Zira güvenilir/ emin insanların şahitliği yerine “emin” makinelerin ürettiği “objektif” delillerle adaleti sağlamaya çalışıyoruz. Sadece fotoğraf değil polisin ve adlî tıbbın kullandığı her araç bunun tezahürü: Güvenlik kameraları, ses kaydı analizleri, parmak izi, kan, doku ve gen tahlili,.. Fotoğraf bir hafıza protezi gibi ortaya çıkarken aklın yerine gözün geçmeye başladığı bu çağda “gerçek” algımızı da değiştiriyor: Eskiden inanılan gerçekler vardı, Hakikat’in tecellisiydi. Laik/ pozitivist tasavvurda ise görünen gerçekler dışında hiçbir şey yok; yokluğa iman var artık: Modern insan Hakikat’e inanmak yerinde gerçekleri görmek istiyor. (Bkz. Derin Lügat:İman / Faith / Foi / Bilgi / Knowledge / الإيمان) O zaman fotoğrafı çekilebilen şeylerin gerçekliği insanın gerçek algısını da dönüştürüyor. Susan Sontag’ın sözleriyle ifade edersek:

“… Fotoğraflar bize kanıt teşkil ederler. Hakkında bir şey işitip de şüpheyle karşıladığımız bir şey, onun bir fotoğrafı bize gösterildiğinde kanıtlanmış sayılır. Fotoğraf makinesinin faydalı olarak kullanıldığı alanlardan birisi, yaptığı kayıtla suçlayıcı bir nitelik taşımasıdır. Nitekim fotoğraflar, Paris polisinin Haziran 1871’de Komünarların canice katledilmesinde kullanılmalarından itibaren, modern devletlerin giderek daha fazla, eylem yapan kitleleri gözetleyip denetim altında tutmasına yarayan araçlardan biri haline gelmiştir. Bir görüntünün fotoğraf makinesiyle kayda geçirilmesinin başka bir özelliği, onun doğrulayıcı, haklı çıkarıcı işlevidir. Bir fotoğraf herhangi bir olayın gerçekleşmiş olduğunun su götürmez kanıtıdır. Çekilmiş olan resmin çarpıtılmış olması mümkündür, ancak her zaman için, o fotoğraftakine benzer bir şeyin mevcut olduğuna ya da olmadığına dair bir kanıya kapılmamızı sağladığı da açıktır. Tekil bir kişi olarak bir fotoğrafçının önündeki (amatörlükten kaynaklanan) sınırlamalar ya da (sanatsal bir kaygı gütmenin yol açtığı) abartılı yorumlar bir tarafa, bir fotoğrafın -herhangi bir fotoğrafın- gözle görülür gerçeklikle ilişkisi, diğer taklit araçlarına kıyasla daha masumane ve bundan dolayı daha doğrudur …” (Fotoğraf Üzerine)

Fotoğrafın demokratikleşmesi

Resim çekmenin kolay ve ucuz hale gelmesi fotoğrafı ulus-devlet bürokrasisi içine yerleştirdi ve “vesikalık” fotoğraflarla devlete kendi Ben’liğimizi, Kim’liğimizi ispat eder hale geldik. Köyde, mahallede bizi tanısalar da tapu, cenaze, miras, evlilik, askerlik gibi pek çok işimizi vesikalık fotoğraflarla yapabiliyoruz. Fakat fotoğraf bir kimlik protezi olmakla kalmıyor; aynı zamanda bir hatıra/hafıza protezi de oluyor. Hatta gerçekte sahip olmadığımız bir geçmişi fotoğraflarla yapay olarak inşa ediyoruz. Meselâ mutsuz yahut dağılmış bir ailenin fertleri yapmacık pozlarda çekilmiş bayram, düğün, doğum günü fotoğraflarını saklayıp kendi mitlerini yazıyor; kollektif bir mitomanya içine sığınabiliyor. Fotoğrafın alternatif gerçekliği hayatın acı gerçeklerine karşı güçlü bir Read the rest

Aforizmalar / Franz Kafka »

  • Aforizmalar-KafkaDoğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de, hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip. Üzerinde yürünmek değil de, insanı çelmelemek içindir sanki.
  • İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: sabırsızlık ve tembellik.
  • Sabırsız oldukları için Cennet’ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: Sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötürü geri dönemiyorlar.
  • Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez. İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği eski hücresinden alınıp ilk işi nefret etmeyi öğrenmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp yakarır.
  • Bunda belirli bir inancın kalıntısı da etkilidir; taşınma sırasında efendi koridorda görünecek, tutukluya şöyle bir bakacak ve diyecektir ki: “Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık.”
  • Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.

Read the rest

Hayat kristalleşmiş anlar dizisi değildir ama fotoğraf öyledir »

susan-sontag-fotograf-uzerine_4 “… Fotoğraf kaçınılmaz bir şekilde gerçekliğe tepeden baktırır. Dünya, olduğu yerden çıkıp fotoğrafların ‘içine’ girer. […] Durağan olan fotoğrafın filmle ilişkisini kurmak, tabiatı icabı yanlış. Bir filmden aktarma yapmak, bir kitaptan alıntı yapmakla aynı şey değil. Bir kitabı okuma süresi okura göre değişir ama bir filmi izleme süresi ancak montaja bağlı olarak hızlanır ya da yavaşlar. Bu yüzden, tek bir anın dilediğince uzamasını sağlayan bir fotoğrafın film formatıyla çelişmesi gibi, hayatın içindeki anları donduran bir fotoğraflar dizisi de onların formuyla, bir süreci, zaman içinde akışı temsil eden formuyla çelişir. Fotoğraflanmış dünya nasıl gerçek dünyayla özünde yanlış bir ilişki kurmuşsa, durağan resimlerin filmlerle ilişkisi de aynı şekilde yanlıştır. Hayat, bir an yakalanıp ebediyen sabitlenen önemli ayrıntılardan ibaret değildir. Ama fotoğraflar öyledir …”

Böyle demiş Susan Sontag Fotoğraf Üzerine adlı kitabında; sene 1977. Henüz internet yok; cep telefonu yok; nümerik TV evleri ve zihinleri işgal etmemiş. Ama fotoğraf makineleri hayatın kopyasını çıkarıp hızla yaymaktalar. Fotoğrafın ürettiği görseller hayattan ayrı ve gayrı değiller; Yaşanan, hissedilen anların birer izi onlar da. Ama Fotomontajla yahut yakın çekim vs yoluyla aldatıcı; abartılı olsalar da varlıkları gerçeğin bir parçası. Dahası bir fotoğraf çekilip gazete/TV yoluyla dağıtıldıktan sonra katarsis etkisiyle tuhaf bir güce sahip  oluyor. Kennedy’nin Dallas’ta vurulduğu an, Atatürk’ün cenazesi, Vietnam savaşında Amerikalıların napalm ile yaktıkları kız çocuğu… Milyonlarca insanın aynı fotoğrafı görmüş olması görünen, yaşanan hayatın gerçekliğine yeni bir gerçeklik katmanı ekliyor: Bir bakıyorsunuz gerçek olaya tanık olan 50 kişiye fotoğrafsal olarak tanık olan milyonlar eklenivermiş bir anda. Hatta çoğu kez bir olayın fotoğraflanmasının (=görülmesinin) gerçekliği olayın gerçekten olmuş olmasını gölgede bırakıyor. Elbette yaşanan gerçeklik ile görünen/gösterilen gerçeklik arasındaki münasebet fotoğraf makinesiyle başlamadı. İnsanlar yaşananlar kadar hatta daha fazla görünenlerle ilgilendiler. Bir Aşk Söyleminden Parçalar’da Roland Barthes’in söylediği gibi:

“… Farz edelim ki bir tartışma yüzünden ağladım ama öteki farkında bile değil. Ağladığım görünmesin diye buğulu gözlerime siyah güneş gözlüğü taktım. Bu hareketin maksadı aslında önceden hesaplanmış: Onurlu, zorluklara göğüs geren soğukkanlı bir imajı koruyarak ötekinin merhametini uyandırmak. “Ama neyin var? Neye üzüldün?” sorusunu sordurmak. Aynı anda merhamet ve hayranlık duyulmasını istiyorum; hem çocuk hem de yetişkin olmanın avantajını arzuluyorum …” (Fragments d’un discours amoureux, 1977)

Panopticon etkisi: Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir Read the rest