Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Akademisyen Aforizmaları »

  • akademisyen21Sırf bir üniversiteye kayıtlı oldukları için kendilerine “akademisyen” diyen düdük makarnaları bu kurumları da kirletmekteler.
  • Tez hocaları ev taşırken öğrencilerini hamal gibi kullanıyor ve badana bile yaptırıyor. Terörden evvel bunları konuşalım.
  • Subayların ordu evindeki erlere yaptığı gibi üniversitelerdeki tez hocaları da öğrencilerini kullanıyor. Kendi çocuklarına özel ders verdiren bile var.
  • İlietişim fakültesi öğrencileri bile iletişim kurmayı bilmiyor, muhaliflerine yumurta atıyor. Üniversitelerimiz insan değil eşek yetiştiriyor.( İletişim Fakültesinde yumurta atmak)
  • Master tezi bile olamayacak müsveddelerle doktora yapılan üniversitelerimizin çoğu gerçekte bilim değil meslek öğretilen yüksek liselerdir.
  • Türkiye temel bilimlerde zayıftır ve bu sebeple icad kabiliyeti olan mühendis değil uygulama bilen teknisyen yetiştirir.
  • Elbette kendi köşesinde çalışıp ilerleyen kahraman ve özverili bilim adamlarımız var ama bunlar genelde yalnız bırakılırlar.
  • Nobel ödüllü Türklerin büyük çoğunluğunun Türkiye’den değil yurtdışındaki üniversitelerden gelmesi ne kadar düşündürücü.

Read the rest

Ölüm Korkusu Aforizmaları »

  • Bir gün 24 saat değil: 8 saatlik uyku, iş, okul, yemek, duş vs mecburi faaliyetleri sayarsanız özgürce yaşadığınız 3-4 saatiniz var sadece.
  • Eviniz uzaksa günde 2-3 saatinizi yolda harcıyorsunuz. Ailenizle olmak, kitap okumak ve ölüme hazırlanmak için günde sadece 1 saatiniz var.
  • Bir futbol maçı 1,5 saat sürüyor. Sünnetleri ve tesbihat ile bir günlük namaz ise 1 saat. Özgürlüğünüzü yaşamak için tek bir saat.
  • Her gün insanca (=özgürce) yaşamak için en fazla 4 saatimiz olmasına rağmen bu süreyi televizyon seyrederek israf etmemiz büyük kayıp.
  • TV’de “Haberleri” seyredip haber almak isterken kendi hayatımızı ıskalıyoruz. Çünkü ne kadar çok seyredersek o kadar az yaşıyoruz.
  • Bizi izlemeye devam edin.. Başbakandan tokat gibi cevap… O sanatçıdan ŞOK tepki.. Başkalarının dedikodusu dışında ne var TV’de?
  •  Evet, Türk halkının günde ortalama 4 saat TV seyretmesinin gerçek sebebi kalplerdeki ölüm korkusudur.
  •  Çünkü öleceğini unutmak isteyen insanlar başkalarının hayatlarını yaşamaya heveslidir. Pascal’ın dediği gibi “eğlence ciddî bir iştir”
  • Dikkat edin; Türk halkı birçok ülkedekinden daha hızlı ve tehlikeli araba kullanır. Neden?
  • Çünkü kurallara uymak sabır ve teslimiyet gerektirir.
  • Tıkalı trafikte insan geçen zamanı (yaklaşan ölümü) idrak eder… ve tabi  kendindeki emanetin (=ruhun) bâkî olduğununu.
  • Ama çoğu insan bu idrake hazırlıksız yakalanmıştır. Ne yani? Ben de mi öleceğim? Evet, insanlar ölür, herkes ölür ama BEN herkes değilim!
  • Bu yüzden trafikte sıkışan insan aniden bir yakını ölmüş gibi davranır: Öfke yahut aşırı konuşma: Hepsi belediyenin yahut kadınların suçudur!
  • Trafikteki insanların öfkesi, oburluğu ve aşırı gevezeliği aslında Ölüm fikrinden kaynaklanan boşluğu doldurmak içindir…

Read the rest

Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag »

“… Savaş fotoğrafı sadece konusu olan suçu değil « görevini » yapan fotoğrafçının iğrenç tarafsızlığını da dünyaya yayıyor …” (Derin Düşünce.Org)

susan-sontag-fotograf-uzerine-2

Fotoğrafla uğraşmak, bir şeyi tecrübe etmenin, bir şeye katılmış olma görüntüsü katmanın başlıca araçlarından birisi haline gelmiştir. Bir tam sayfa reklamda, biri dışında hepsi afallamış, heyecanlı ve gergin bir şekilde bakan/ iyice birbirlerine sokulmuş ve fotoğraftan kaçma telaşındaki küçük bir grubu görürüz. Grup içinde yüzünde farklı ifade okunan biri, fotoğraf makinesini kendi gözüne tutmakta ve o haliyle kendine hâkim görünüp, handiyse gülümsemektedir. Grubun diğer mensupları edilgen açıkça telaşa kapılmış seyirciler izlenimi verirlerken, fotoğraf makinesine sahip olmak o kişiyi etkin birine, bir dikizciye dönüştürmüştür; duruma sadece o hâkimdir. Bu insanlar neye bakarlar? Bilmeyiz. Zaten bunun pek bir önemi de yoktur. Bu bir olaydır: Görmeye değer, dolayısıyla fotoğrafını çekmeye değer bir şeydir. Bir teleks makinesinden akan haberler gibi fotoğrafın alttaki koyu zeminli üçte birlik kısmında beyaz harflerle sadece altı kelimelik reklam metni okunmaktadır: .. Prag … Woodstock … Vietnam … Sapporo … London-derry … LEICA.” Boşa çıkmış umutlar, gençlik delilikleri, sömürge savaşları ve kış sporları, hepsi birbirine benzerdir -fotoğraf makinesi hepsini eşitlemiştir. Fotoğraf çekmek, dünyayla, her türlü olayın anlamım düzleyen bir kronik dikizci ilişkisi kurdurmaktadır.

Bir fotoğraf, bir olay ile bir fotoğrafçının karşılaşmasının sonucu değildir salt; fotoğraf çekmek başlı başına bir olaydır, üstelik daha da kati haklar (olup biten herhangi bir şeye karışmak, istila etmek ya da görmezlikten gelmek gibi) sağlayan bir olay. Bir duruma dair duygularımız, böylece fotoğraf makinesinin müdahaleleriyle belirtilmiş olmaktadır. Fotoğraf makinesinin her yerde bulunması, zamanın ilginç olaylardan -fotoğrafı çekilmeye değer olaylardan- meydana geldiği düşüncesine inanmayı kolaylaştırır. Bunun beraberinde getirdiği düşünce de, her olayın -eğer başlamışsa ve nasıl bir ahlaki nitelik taşırsa taşısın- sonuna kadar gitmesine izin verilmesi gerektiğidir -bu suretle başka bir şey daha, yani bir fotoğraf daha dünyaya getirilebilir durumda olacaktır. Öyle ki söz konuşu olay, her ne ise olup bittikten sonra da, çekilen resmin ona bir tür ölümsüzlük (ve önem) kalması sayesinde varlığını korumuş olur -‘sayesinde’ diyorum, zira çekilen o resim olmasaydı böyle bir ölümsüzlükten (ve önemden) söz etmemiz asla mümkün olmazdı. Orada gerçek insanlar kendilerini ya da yine kendileri gibi gerçek olan başka insanları öldürürlerken, fotoğrafçı, makinesinin arkasında durarak, başka bir dünyadan (ömrü hepimizden daha uzun olmaya aday bir görüntü-dünyasından) küçük bir kesit yaratacaktır. Read the rest

Âmâk-ı Hayal / Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi »

Âmâk-ı Hayal - Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi-2Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sanki biz hayal türünden bir şeymişiz gibi, bu iki devletlinin bir bakışına bile hedef olmadık. Hatta arkadaşlardan birinin: “Es-Selâmü Aleyküm”ü bile havaya gitti. Sonra, arkadaşlardan her biri bir şeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişirmekle, kimi meze hazırlamakla uğraşıyordu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim. Tesadüf bu ya, pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Ben de konuşulanlara kulak misafiri oluyordum. Elli yaşlarında olanı konuşuyor, daha genç olanı dinliyordu. Bunların konuştuklarını işitince, ilk önce deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Yalnız delilerin “meczup” denilen cinsinden… İşin garip tarafı, bu iki pejmürdenin konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul eden konulardı. Yaşlı deli, genç deliye şöyle diyordu:

-Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar. Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kaldım. İstemeden söze karıştım:

-Çok tuhaf! “Var” ile “yok” eşit olur mu? Meselâ, ben şimdi “var”ım. Fakat yarın “yok” olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu? dedim. Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı:

-Vay! Sen “var”sın ha! Acaba “var” mısın? dedi.

Bu soruyu kendime pek çok defa sormuştum. Bu soru sığ bir bakış açısıyla ele alındığında anlamsız ve dalga geçilmeyi hak etmiş bir soru olarak görünebilir. Fakat böyle değildir. Eğer “var” isem niçin “yok” olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebediyen mi kalacak?.. İşte, şüphe ejderhasının şaha kalktığı kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum ebedî kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat kendisi, hissetme kabiliyetine sahip midir? Hüviyetini bilebilir mi? Eğer ruh diye birşey varsa, bedenden ayrıldığında nasıl bir durumda bulunacak? İşte, cevapsız bir sürü soru… Deli ilâve etti: Read the rest

Ağıt 1 »

yas-olum-agit ‘Beni sordun mu ölüm

İkiz kardeşin doğuma

Bağlayan ne çözen ne

Bu hayat denen düğümü

Kimi havyar yerken

Kimi soğan cücüğünü

Üç beş arşın beze sarar

Öyle gidersin’

Cem Karaca – Ölüm

Vatan da her şeyden çok ve fakat hepsinden az olan şey : Ölüm. Kendisini her gün metrobüs camından E-5’e bakarken, camiden çıkarken, çocuğumuzla parkta tek top çevirirken, halı saha da diagonal paslar yaparken… görüyoruz. Filmlerimizde, şarkılarımızda, dizilerimizde ise çok çok karikatürünü bulabiliyoruz. Sebebi ne ola?

Ölüm, kendinde yaşamı manalandıran özne..

Ölüm, uzaktaki bilinmeyen köy ve fakat orada…

Ölüm, bütün zevklerin, tatminlerin ve hedeflerin kifayetsiz bırakıcısı…

Ölüm, yalnızlığın çocuğu ve babası…

Ölüm, doğumdan öte doğuş… Read the rest

Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag »

susan-sontag-fotograf-uzerine-1Aileler, fotoğraf yoluyla bütün sülalenin bir portre-tarihçesini çıkarır (aile fertlerinin birbirine bağlılığına tanıklık eden taşınabilir bir görüntüler kutusu oluşturur). Çeşitli vesilelerle çekilip aziz bir hatıra olarak saklandıkları sürece nelerin fotoğraflandığının pek bir önemi yoktur. Avrupa ve Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkelerinde, aile kurumunun kendisinin kökten ameliyata alınmasıyla birlikte fotoğrafın da aile hayatinin bir ritüeline döndüğünü görürüz. Çekirdek aile adı verilen o klostrofobik birim çok daha büyük bir topluluğu temsil eden geniş aileden koparılıp çıkarılırken, fotoğraf da aile hayatının tehdit altındaki sürekliliğim ve süreç içinde kaybolmakta olan genişliğim hatıralaştırmaya, sembolik düzlemde yeniden oluşturmaya yaramaktadır. İşte bu hayali gizler -fotoğraflar-, dört bir yana dağılmış akrabaların sembolik varlıklarının bir nişanesidir. Bir ailenin fotoğraf albümü, genellikle geniş aileyle ilgilidir ve çoğunlukla da o geniş aileden geriye kalan tek şeydir.

Fotoğraflar, insanların gerçekdışı bir geçmişe hayallerinde sahip olmalarına imkân tanırken, kendilerini içinde güvenli hissetmedikleri bir mekânı ellerinde tutmalarına da yardımcı olur. Bu yüzden fotoğraf sanatı, modern faaliyetlerin en karakteristik olanlarından biriyle -turizmle- yan yana gelişecektir. Bu dönemde tarihte ilk defa çok sayıda insan, kısa sürelerle hep bildikleri çevrenin dışına gezmeye çıkacaklardır, işte, zevk için yapılan bu gezilere, yanında bir fotoğraf makinesi olmadan çıkmak kesinlikle doğal görülmeyecektir. Fotoğraflar, çıkılmak istenen gezinin yapıldığının, belirlenen programın uygulandığının ve arzu edilen eğlencenin yaşandığının tartışma götürmez kanıtları işlevim göreceklerdir. Fotoğraflar, ailenin, arkadaş ve dostların, komşuların bakışinın dışinda yapılan tüketimlerin sarih birer belgesidirler. Ne var ki, insanın tecrübe ettiği şeyleri gerçek kılmaya yarayan fotoğraf makinesine bağımlılık, insanların daha fazla yolculuğa çıkmalarıyla azalacak değildir. Fotoğraf çekmek, nasıl alt orta-sınıftan tatilciler Eyfel Kulesi’nin ya da Niagara Şelaleri’nin şipşak fotoğraflarını çekmeye bayılıyorlarsa, kozmopolit insanların yukarı Nil’de düzenledikleri tekne gezilerinin, ya da Çin’de geçirilen iki haftanın fotoğraf-hatıralarını biriktirmeleriyle de aynı ihtiyacı karşılarlar. Read the rest

Petro-dolar Aforizmaları »

petrodolar

  • Petrol sıradan bir emtia olmadığı gibi Amerikan doları da sıradan bir para birimi değildir.
  • Petrol ticaretinin dolarla yapılması bu paranın değerini yapay olarak yükseltir.
  • ABD’nin bütün zayıflıklarına rağmen petrolün dolar cinsinden fiyatlanması, doların rezerv para olmasının en güçlü dayanağıdır.

petro-dolar-2a

  • Dolar dışında bir parayla veya takasla petrol ticareti yapmaya kalkan ülkeler “terörist” ilân edilir; darbe ve işgâl dâhil her yol denenir.
  • Uzun yıllar ABD’nin “dost ve müttefiki” olan Saddam ve Kaddafi’nin bir gecede “terörist” olması da petrolle ilgilidir.

petrodolar-6

  • Çünkü petrolün fiyatı yapay krizler ve savaşlarla yükseltilir. Ham petrolün varili 1972’de 1,90$, 1981’de 34$ ve 2008’de 140$ oldu.
  • Bu yüzden petrol fiyatındaki oynamalar kesinlikle üretim maliyeti veya rezervlerin tükenmesiyle açıklanamaz.
  • Zaten petrol rezervlerinin bitmek üzere olduğu da koca bir yalandır. Sürekli yeni kaynaklar bulunuyor ve eski kuyuların sadece %33’ü kullanıldı.
  • Ancak petrol satışlarından biriken milyarlarca doların Arap ülkelerine veya Venezuella’ya bırakılması ABD’nin sonu olurdu. Peki ABD ne yaptı?

Read the rest

Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe »

guler_ara_21

Türklerin ölülerini gömmek için en güzel yerleri seçmekte gösterdikleri itinadan daha önce de söz etmiştim. Ve bu nevi yollarla ölümü en kasvetli vasıflarından nasıl tenzih ettiklerini de. Eski Romalılar gibi, mezarlıkları yol kenarlarına yapıyorlar; onlar gibi, mezar taşlarına en güzel tevekkül ve felsefe derslerini yazıyorlar. Pera Mezarlığı kendine has bir manzara arz ediyor; “Champ des Morts”un Türk, Frenk, Rum ve Ermeni bütün halkın tenezzüh yeri olması vaziyeti daha da dikkate değer kılıyor. Küçük Kabristan, yani Petit Champ sadece Müslümanlara ait ve limana hâkim olan tepenin eteklerim karanlık servileriyle süslüyor.

IMG_20160103_011640Çepeçevre evlerle sarılı bu mezarlığa yüzlerce bina bakıyor; burada inekler otluyor, sessizliği bozan selamlaşmalar ve dedikodular işitiliyor; karşı kıyı ve limandaki gemiler kolayca görülüyor. Mezarlık ağaçlarının arasında patikalar var. Karanlık gölgelerin arasından parlayan güneşli akisler, ot bürümüş bayırlara kümelenmiş mezar taşları ve ölülerin müdafaasızlığıyla alay eder gibi, kapılarında askerlerin aylakça dolaştığı as- keri karakollar aynı tablonun parçaları. Vadinin en derinlerindeki küçük sekiz köşeli binadan söz etmeyi unutmamalıyım. Yüksek bacasından çoğu zaman çıkan kesif dumanla kendini belli eden bu bina, ölülere karşı son cismani görevlerin yerine getirildiği yer: Naaş yıkanıyor, sakal tıraş ediliyor, tırnaklar kesiliyor, kol ve bacaklar münasip şekilde yerleştiriliyor; daha sonra, kısa müddet evveline kadar halis mümin olan şahıs, dar bir mezarda istirahat uykusuna bırakılıyor, ta ki İsrafil’in suruyla uyandırılacağı zaman gelene kadar.

Türk mezarlıklarının Avrupa’dakilerden üstün olmasının birkaç sebebi var: Mezar taşları daha pitoresk ve çeşit çeşit; yerleri daha iyi seçiliyor; hep- sinden mühimi, Müslümanlar ölülerin kemiklerin; asla rahatsız etmiyor. Bizde olduğu gibi aynı noktaya birkaç şahıs gömülmüyor. Göçmüş olanlardan geriye kalanlar kutsi addediliyor. Bir naaş toprağa verildiğinde, imam mezarın başına ve ayakucuna birer servi dikiyor. Türkiye manzaralarında bunca mühim bir hususiyet teşkil eden geniş ormanlar, ölülerin gölgeli şehirleri işte böyle teşekkül ediyor. Altı ağaçtan sadece biri tutsa, sık ve huşu uyandırıcı bir koru teşekkülüne yeter bu. Ne var ki, Türklerin garip bir batıl itikadı var; ulu başlarını göğe doğru yükseltmek yerine, çıktıkları toprağa dönmek istercesine yere doğru eğen servilerle alakalı bir itikat: Eğik servilerin, naaşlarını gölgeledikleri faniye ait ruhun lanetli olduğunu haber verdiğine inanıyorlar. Ve ağaçlar birbirlerine öyle yakın dikiliyor ve bu yüzden sayıları öyle çok ki bu nevi- den aksilikler hiç de ender değil. Bu, en azından çok rahatsız edici bir iti- kat olsa gerek. Fakat dünyada büyük ihtimalle hiçbir benzeri olmayan bir manzara görmek için bir yabancının adımlarını çevirmesi lazım guler_ara_39gelen yer “Grand Champ”dır. Neredeyse bütün yol boyunca cumbalı üst katların başımızın yukarısında bir gölgelik teşkil ettiği uçsuz bucaksız Cadde-i Kebir’den çık- tığınızda, sol tarafta Frenkler için yapılmış veba hastanesini ve sağ tarafta Rum mezarlığının bulunduğu yüksekçe bir tepeyi görürsünüz. Burada adımlarınızı yavaşlatmanıza değecek bir şey yok; çok bakımsız olan bu mezarlık çevresindeki evler olmasa, ürkütücü ve metruk bir yer havası verecek kadar derbeder. Rumlar bugünün mahlûkları, dün defterlerinden silinmiş. Mezarlığı geçtikten sonra, yol genişleyerek Sultan [III.] Selim’in süvari kışlası olarak inşa ettirdiği muazzam yekpare binanın önündeki meydana açılıyor. Gül pembesi renkte boyanmış heybetli bir girişi ve neredeyse Avrupai denebilecek kadar muntazam bir görünüşü olan bir bina. Binanın haki- İçi büyüklüğünü, ancak büyük kabristana inen hafif meyilli bayın indiğimizde anlayabilirsiniz. Üç cepheden girişi olan dört köşeli binanın dördüncü cephesi ahırlara ayrılmış. Mezarlığın yanından Tarabya’ya giden Read the rest

Âmâk-ı Hayal / Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi »

Âmâk-ı Hayal - Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi-2CC22Yokluk Tepesi

Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı. Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. Sanki taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney çalmaya başladı:

Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can,

Gafleti eyle heba, hail değildir meydan.

Hani Sultan Süleyman, hani İskender han ?

Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an.

Ne güle, bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan,

Kime yâr oldu muradınca felek — i devr — i zaman*

*Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak. Gafletten kurtul, meydan boş değildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yüzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, aslında hepsi “bir an”dan ibarettir. A gözüm! Cihan denen bu bahçe ne güle, ne bülbüle kalacaktır. Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur?

Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi. Aynalı Baba bu parçayı bitirip de neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu. Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı? Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum. Yalnız çok duygulanmıştım. O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil.

Aynalı Baba okumaya devam ediyordu: Read the rest

Âmâk-ı Hayal / Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi »

Âmâk-ı Hayal - Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi-222Böylece, bir güzellik abidesi çıktı ortaya. Kollarını açarak: “Gel!.. Gel!” dedi. Ben minnet ifade eden bir çığlık kopararak kucağına atladım. Parlak yanaklarını ve titreyen dudaklarını öptüm. Bu birleşme sadece bir an sürdü, bir an… O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir cadının kucağında buldum. Çok iğrenç ve çok pisti. Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahalar kopardıkça hilâl şeklindeki çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna değiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça, cadı olanca kuvvetini kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyor ve şöyle diyordu:

-Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz zevki unuttun. Merak etme, ben, bir müddet sonra yine eski hâlime döneceğim.

Güç belâ cadının elinden yakamı kurtardım. Saray, bir çöplüğe dönüşmüştü. Önceden her biri birer huriye benzeyen hizmetçiler şimdi birer cadı olmuştu. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmemek için ardıma bakmadan koşuyordum, daha doğrusu uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin düştüm. Cadılar beni takip etmekten vazgeçmişlerdi. Etrafıma bakındım. O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri çakıllar vardı.

O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım. Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa, üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın Read the rest