RSS Feed for This Post

Keje / Emine Uçak Erdoğan

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
(1)

Keje/Bir Gecede Büyümek (2), Emine Uçak’ın bir öykü-seçkisi ve toplam yedi öyküden oluşan bir eser. Öyküye adını veren Keje, öykülerdeki kahramanlardan biri değil, hepsinin toplamı olarak “bir gecede büyüyen çocuk” metaforu olarak kullanılmış.

Keje’nin teknik incelemesini yaptığımızda, kısa ama yoğun bir üslubun verimi olan öykülerle karşılaşılır. Özellikle olaylara paralel verilen günlük hayat, içinde geleneğin, âdetlerin, yaşamsal işleyişin, yaşam kültürünün, sözel kültürün… de içinde olduğu geniş bir yelpazenin sunumunu üstlenir ki, bu aynı zamanda eserde fon/mekân olma işlevinin dışında, yaşanan kırılma ânı’nın ardından değişen hayat’ın vurgulanması işlevini de üstlenir. Yazar orada olanın, artık olmadığını, olanların altını çizerek verir naif bir doğallık içinde.  Kurgudan öte yaşanmışlıklar, satırlara içten, samimi bir anlatımla yansımaktadır. Uçak’ın “Gözden kaçan, gönülden kaçmasın istedim.” dediği gibi göze değil, gönüle seslenen bir eser Keje, gönül gözüne…

Eserin en büyük başarısı, ilk kırılmaları çok güzel yakalamış olmasıdır, gözden kaçan anları… Yazar, hayatın içinde dediğimiz ve normalleştirdiğimiz, ama aslında normal olmayan durumların insanda, özellikle de çocuk ruhunda açtığı, açabileceği durumları/hâlleri yorum katmadan ve taraf tutmadan aktarır.  Keje’de, belirli bir mekân ya da zaman yoktur. Bu yüzden bu öyküleri az farkla (isim, kültür, inanç…)  başka bir coğrafyaya da koysa insan, bir şey değişmezdi. Bu noktada Keje, ülkemize dair bir hâl’in, spesifik bir coğrafyanın, bölgesel olanın dışına çıkarak kendi evrensel söylemini de kurmuş bir eser olma özelliğini taşımaktadır.

Eserdeki yedi öykü sırasıyla şunlar: Tahta Pabuç, Kuş Kayası, Neriman’ın Sustuğu Gece, Yaraya Tuz Basmak, Yol Yüzyıllık, Baskın Gecesi, Arafın Başlangıcı.

Bir yarım-kalmışlık, asker ve dışarıdakiler tarafından kapana kısılmışlık, gözyaşı ve ağıt… Uçak’ın gerçeklerin dilini abartmadan -ama onu nesneleştirmeden-, söz sanatlarıyla metni güzelleştirme kaygısına düşmeden akıcı, sade bir dille, kimi yöresel ifadelerle anlattığı bu öyküler, kahraman anlatıcı bakış açısıyla Naze, Ahmet, Neriman, Hasan, Esat, Hayrettin, Xasal adlı çocuk kahramanların gözünden anlatılmıştır. Eser sözlü kültürün masallarını, tekerlemelerini, inanışlarını… kişisel hikâyelerin içinde vererek zengin bir dil oluşturmuştur.

Emine Uçak’ın Keje’sinde çocukluğa dair izlek sinmiş her satıra. Dıştan gelen/dayatılan gerçekle, çocukluğun büyülü dünyasının paramparça olması eserin leit-motif’i olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk hikâyedeki/Tahta Pabuç topuklu beyaz ayakkabı, Sarıkız masalıyla paralellik kurarken, Cinderella’nın camdan ayakkabısı gibi Fati’nin ayakkabısı yerine geçen, çöpten bulunan ayakkabının Naze’nin gözünün önünde çöpe atılmasıyla, masal dünyasından çıkamayan ve onun gerçekliğinde kendi hayâl dünyasını kuran çocuğu/Naze’yi, daha ‘ama’ diyemeden, çocukluğun dünyasından koparmıştır. Bu hikâyede, ‘Önümüzdeki ay, yıl…’ tarzı dileklerin artık gerçekleşmeyeceğini fark ettiren yazar, ukde kalanları ve hayattan eksikliği silinmeyenleri… aktarırken, insanların elinden alınan ilk şey’in ‘ümit’ olduğunu göstermektedir. Önce ümit elinden alınır insanın, hayâlleri, geleceği…

Kuş Kayası’nda, artan kayıplarla yüzleştirilir okur. Ümit’ten sonra mekân alınır çocuğun ellerinden. Ahmet’in ve arkadaşlarının elinden alınan oyun yeri, her zaman oyun oynadıkları mekânlarda varlıklarının yasakçı bir zihniyet tarafından ‘tehdit’ oluşturması anlamına gelir. Bu öyküyle şunu da fark ettirir yazar: Sadece ümit, gelecek ve hayâl alınmaz insanlardan, kaybolan sadece çocukluk değildir, geçmiş de alınır insanların ellerinden: oyun alanları, tarlalar, bağlar, evler, gelenek, âdetler, günlük hayat, ritüeller, oyunlar, masallar…

Neriman’ın Sustuğu Gece’de bu kayıplara, kişisel özgürlükler de eklenir; açık hava hapishanesinde yaşamaya başlar insanlar ve bu hâl bir türlü geçmez. Asker ve Dışardakiler’in arasında kalan halk iki sessizlik arasında ve yeni düşmanlıklar, tıpkı Neriman gibi, konuşmak istediği hâlde sükûta gebe kalır, tüm bu yaşananlardan en çok etkilenen oldukları hâlde.

Yaraya Tuz Basmak’ta ayrılıklar, göçler, yuvayı terk etmek zorunda kalışlar, insanı kendi yapan her şeyi, sılayı, geçmişi, sevdiklerini, yaşam telaşlarını… ardında bırakıp gitmeler metnin temasına yerleşir. Yeni korkuların büyüdüğü bir coğrafyaya dönüşür sıla: Dağa gitmek, silah almak, koruculuk, bir gece ansızın silah sesleri arasında canının kaygısına düşme… Eşeğinin üzerindeki Küçük Hasan’ın gözleriyle baktığınızda bu hayata şunları fark edersiniz: Hayatın bildik ritmi bozulduğunda, günlük kaygıların yerini korku ve ölüm aldığında, bir çocuğun karanlığı başlar. Hiçbir şey aynı değildir, her şey farklıdır artık. Bir gün önce küçük bir çocukken ve hayat bir oyun bahçesiyken, bir gün sonra, bir bomba patladığında, dün, geçmiş, ona ait her şey; belleğin kıyılarında geri dönmeyen bir ışık olarak kalır, gölgesi günden güne zayıflayan.

Yol Yüzyıllık’ta kayıpların insan ruhunda açtığı yaraların sonuçları karşımıza çıkar. Yasaklarla, hatalarla ‘biz’ ve ‘onlar’a dönüşen ayrımın günden güne artarak yolların çatallanmasının farklı yolları tercih ediş’e neden olduğunu görürsünüz. Bir dostunu dağa doğru gönderirken(Nuri), eksiklik duygusuyla başka bir yolun arayışına giren Esat’la dostluğun ayrılığa dönüştüğünü, dıştan yaşanan ayrılıkların, içte de yaralara, ayrılıklara neden olduğu verilir.

Baskın Gecesi, içte yaşanan ayrılığın somut örneği olarak karşımıza çıkar. Korucu olan ailelerin çoluk çocuk demeden Dışardakiler tarafından öldürüldüğü, öldürmekle yetinmeyip, ardından halay çekildiği, marşlar okunduğu… satırları okurken yitip giden insanlık’a şahit eder sizi yazar, buna şahit olan bir çocuğun gözlerinden: Hayrettin’in gözlerinden. Ailesi gözünün önünde kurşunlara hedef olurken hiçbir şey yapamayan, bacağına kurşun isabet eden ve tıpkı aksayan ayağı gibi o ânı, o acıyı, o utancı unutamayan Hayrettin. Geride kalanın yaşadığı utanç… Öldürenin değil, ölemeyenin yaşadığı utanç.

İnsanın elinden yavaş yavaş her şeyin gitmesi Arafın Başlangıcı’nda Xasal’ın arkadaşı Ali tarafından öyle somut bir ifâdeyle dillendirilir ki, belki de tüm öyküleri içinde barındıran, onları birleştiren bir cümleyle yüzleşirsiniz:

“Nasıl olsa artık ne bahçe kalacak ne üzüm.”

Göçüp gidenler yetmez bu ayrılıklara, göçe zorlananlar da eklenir Arafın Başlangıcı’nda. Bir gün bir karar çıkar ve evinizi, ocağınızı, bağınızı, bahçenizi bir günde terk etmeniz emredilir. Yoksa ateş!… Anlayamamanız bir şeyi değiştirmez bu hükmü, bir gün daha istemeniz de. Yaşınız, kimseye zararınızın olması da etkilemez. “Kim dokunacak ben gibi ihtiyara? Ne kimseye el uzatmışlığım var ne dil uzatmışlığım. Öleceksem de baba ocağında öleyim.” diyen, kekliklerinden başka hiçbir şeyi olmayan Tahir Dede’nin çırpınışları da yetmez baba ocağının ateşler içinde kalmasına engel olmaya. Emirdir ya, uygulanır. Kafka’nın o boğucu gerçekliği anlattığı dünyası sızar burada satırlardan. Çözümsüz davranışların birbirini takip ettiği, yanlışa yeni yanlışların eklendiği ama yasa kabul edildiği için doğruluğunun sorgulanmadığı ve aynen uygulandığı karanlık bir dünya.

Xasal’ın babaanne(Hatçe Kadın) ve Tahir Dede’yle özdeşleştirdiği kırılma; iki ayrı bakış’ın, iki ayrı dünya’nın tespitini verir: Bir tarafta beddualar eden; diğer tarafta tüm yaşadıklarına rağmen ses çıkarmayan, sessizliğe gömülen hayatlar.

Hüzünlü, iç burkan öyküler… Her biri yüreğin en dibinden başka yüreklere seslenen… Yitip giden çocukluk, gençlik, huzur, sıla, ev, aile… parçalanmışlık. Kiminde Naze’nin elinden alınan masum çocukluğu, kiminde Neriman’ın sessizliği, açık hava hapishanesine dönen hayatı, kiminde Esat’ın eksilmişliği ve onu arayışı, kiminde Nuri’nin öfkesi, kiminde Hayrettin’in utancı, kiminde Tahir Dede’nin sükûtu, kiminde Hatçe kadın’ın bedduası, kiminde, kiminde… kiminde…

…yitip giden ve asla tamamlanamayacak bir ömür.

Keje’deki olayların aktarımında ‘şu’ veya ‘bu’ suçlu değil. Suçlu aramıyor yazar. Yaşananlardan etkilenen insanların ve özellikle kitaba ismini veren Keje metaforunda, çocukların yüzleşmek zorunda bırakıldıkları olayları anlatıyor. Ve okur, bu öykülerden kendi payına düşeni alıyor… Yüreğinizin payına düşen gözyaşları oluyor ve en çok da Tahir Dede’nin yazgısının sızısı gözlerinize yerleşiyor. Susuveriyorsunuz onun gibi. Kelam sükûta kalboluyor. Uçak, tüm bu öyküler içinde sadece Tahir Dede’yi bile anlatsaydı, okurun yüreği hissesini alırdı diye düşünüyorum. Kıssadan hisse, her zaman mutlu sonları muştulamaz; bazen, tıpkı bu öykülerde olduğu gibi, sizi hüzne boğar, sessiz bırakır.

Her yolculuk önce bir ayrılıkla başlar, gözünüzün önünde olanın yavaş yavaş uzaklara akışıdır yolculuk. Sınırsız bir uzaklıkla baş başa bırakır sizi ve orada olan artık orada değildir. Artık orada olmayanları anlatan yazarın yüreğini, belleğini, kelimelerini… aktardığı bu öykülerin kolay bir yolculuk olacağını düşünmüyorum okur için. Yitip gidenleri görmek zor gelecek yüreğinize ve yüreğinizin ağırlaştığını, kırılganlaştığını fark edeceksiniz.

Emine Uçak’ın kalemine ve yüreğine sağlık…

 

 

  • (1) Fuzuli / Su Kasidesi Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.
  • (2) Keje/Bir Gecede Büyümek, Emine Uçak Erdoğan, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

 

Sanat üzerine e-kitap okumak için…

 

Söz yıkar şiir imar eder

İncitmeden söylemek istersin ama söz incitir bazen. Ağlatmak istersin bazen ama söz ağlatmaz. Bazen sesini sözle duyurmak istersin ama duyulmaz. Bazen birsindir, bin olmak istersin söz yetmez. Sözün söz; kelimenin kelime olarak kaldığı anlar bazen yetmez, bazen tam aksine düşer, öyle zamanların sihri sadece şiirdir… Tahran’dan, Washington’a; Beyrut’tan, Tokyo’ya; İstanbul’dan Şam’a; Paris’ten Kazablanka’ya; Filistin’den Keşmir’e kadar uzatabilir kollarımızı şiir, tel örgülere, mayınlı topraklara, kırmızı çizgilere mahkûm etmeden beşeri, uzanır uzanabildiğince…Buradan indirebilirsiniz.

 

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin