RSS Feed for This Post

İnsan bilimsel bir kavram değildir çünkü Hürriyet bilimsel bir gerçeklik değildir

“… İnanç, aşk, masumiyet ve iyiliğin kaybedilmesi yüzünden Avrupa medeniyetinin çökeceğini söyleyenlerin hepsi okulda kötü birer matematikçiydi. Sırf bu yüzden, mezun olduklarında zannettiler ki pozitif bilimlerin anası, tekniğin büyük annesi olan matematik aynı zamanda zehirli gazları ve savaş pilotlarını tetikleyen zihniyetin de atasıdır …” (Niteliksiz Adam, Cilt I, Bölüm 46)

Robert Musil’e göre roman da diğer sanat dalları gibi bir duygu ve fikir laboratuarıydı, bilgiden ve bilimden uzak bir şey değildi. Bunun içindir ki bilimde ve felsefede görmeye alıştığımız “teknik” hassasiyeti mühendis romancı Musil’in eserlerinde de görürüz. Meselâ bilim ve teknolojideki ilerlemenin, sosyal çalkantıların korkuttuğu insanlar vardır Niteliksiz Adam romanında. Kendilerini kökünden sökülmüş bir ağaç gibi hissederler. Kâh edebiyata, kâh görsel sanatlara sarıldıklarına şahid oluruz. Bilim korkusu yüzünden sanatı bilime alternatif gibi görürler. Vücudunu bilime kaptıran(!) bu insanların hiç olmazsa ruhlarını kurtarmak için sanata tutunmaları anlatılır ve anlaşılır: Romanın kahramanlarından olan Diotime, Arnheim, Clarisse, Walter Aydınlanma çağıyla (fr. Lumières / ing. Enlightenment) başlayan karanlıkları, zulmeti takip eden zulümleri uzun uzun tartışırlar. Esas oğlan Ulrich’in ağzından konuşan ise çoğu zaman Robert Musil’in kendisidir. Müellif zekice manevralar yaparak bilim/sanat  dikotomisinden uzak durur; tartışmaları bilime ve zekânın bilgiyi kavrayışına çevirir. Bazen de illiyet/nedensellik gibi zor bir konuya balıklama dalmaktan çekinmez (Bkz. Derin Lügat maddesi Sebep-Sonuç / Nedensellik / İlliyet / Causality):

“… Felsefenin lisanı buna ampirizm diyor, ya da deneycilik. Bu doktrine göre görünüşte değişmez tabiat kanunları ve zekamızın işleyişi alışkanlıktan ibarettir. Yani aynı tecrübelerin sürekli aynı şekilde tekrar etmesine “kanun” dememiz bir vehimdir, bir illüzyondur …” (Niteliksiz Adam, Cilt 2, Bölüm 50)

Elektronlar fizik kanunlarını hangi okulda öğrendi?

Eksi artıyı çeker, bir asit metal üzerine dökülürse hidrojen açığa çıkar, ışık aynaya geldiği açıyla yansır… Biz bu kanunları okulda öğrendik, laboratuarda deneyler yaptık. Ama elektronlara kim öğretti “eksi yüklü” olduklarını? Metaller nereden biliyor elektriği iletmeleri gerektiğini? Bir bakır parçası bu kanuna karşı gelirse ne olur? Biz kanunları çiğnediğimizde polis yakalıyor. Ya elektronlar, protonlar ve fotonlar?

Robert Musil’in romanı Niteliksiz Adam’daki en ilginç sorgulamalardan biri epistemoloji sahasında. Ses hızı konusundaki çalışmalarıyla tanınan ünlü fizikçi Ernst Mach’ın sorgularına rastlıyoruz bazen. Ludwig Wittgenstein’ı hatırlatan septik cevaplar buluyoruz bazı repliklerde. Mühendis Musil cesaretle (ve bizce haklı olarak) bilimsel yöntemin dogmalarını sorguluyor. Biz keşfetmeden önce bilimsel “kanunlar” neredeydi? Kanun yapıcı bir Yasama ve bu kanunları uygulayıcı bir Yürütme’nin varlığına iman etmeden bilim yapılamaz mı? Müellif dikkatimizi bilimsel olasılık mevhumuna çekiyor. Bir olayın başka türlü olabilme ihtimalinde bilimsel bir Hürriyet arayışının telaşı seziliyor:

“… Bir kiremit hiç kanunların öngördüğü biçimde düşmüş müdür? Asla! Bir laboratuarda bile olaylar gerektiği gibi gerçekleşmezler. Düzensizce her yöne saparlar. Hatamız şu ki olmayan bir suçu kendimizde arıyoruz; bilimsel gerçeğin ise sonuçların ortalamasında olduğunu vehmediyoruz […] Eğer gerçek dediğimizde bir mânâsı varsa (alm. Wirklichkeitssinn) ki şüphesiz var; ihtimalin mânâsı (alm. Möglichkeitssinn) diyebileceğimiz bir şey de mutlaka olmalı. Bunu anlayabilen insan ‘şu oldu, şu olacak’ diye konuşmayacak. ‘Bu olabilir, şu olmalıdır’ diye düşünecek. Bu insana bir şey için ‘bu neyse odur’ denilirse o başka türlü de olabileceğini düşünecek. İşte ihtimal insanı budur (alm. Möglichkeitsmenschen)…” (Niteliksiz Adam, Cilt 1, Bölümler 684 ve 26)

Bilimin ilerlemesi Hürriyet’in sahasını daralttı mı?

İnsan’ın ahlâkî ve estetik hürriyeti ile bilimsel nedensellik çatışma halinde gibi görünüyor. Pozitivist dogmalara teslim olursak meydana çıkan manzara şu: Sanki insan hiç bir zaman hür değildi de, bilim ilerleyince fark ettik bunu. İyilik veya kötülük yaptığımızda ne ödül hak ediyoruz ne de ceza. Çünkü ahlâkî tercihlerimiz hür değil, bilimsel determinizme, neden-sonuç ilişkilerinin belirleyiciliğine tâbi. Meselâ:

“… Sadaka veriyorum çünkü mahallede herkes veriyor. Zaten babam da verirdi. Filanca adam 4 çocuğu kaçırıp öldürmüş. Normal. Annesi alkolikti ve babası onu her gün döverdi …”

İstatistik olarak doğru olan yani bilimin normlarına uygun olan davranışları sergiliyorsak bizi hayvanlardan ve makinelerden ayıran hür irade bir aldatmaca mıdır? Kapatalım mı bütün mahkemeleri? Polis, yargı, adalet birer müsamereden mi ibaret? (Bkz. Derin Lügat maddesi: Normal/A-normal)

insan-bilim-kalp-3

Benzeri bir sorgulama güzellik sahasında da yapılmalı. Eğer “güzel” bulduğum resimler, şarkılar, gün batışı sadece geçmişimin sonucu ve toplumsal yönlendirmenin neticesi ise “güzel” diye bir şey de yok demektir değil mi? İstatistiklere ve olasılık hesaplarına göre yaşıyorsam, bilimsel nedensellik her tercihimi belirliyorsa Adalet gibi Güzellik de bir aldatmacadan ibaret olur! Bülbülün şarkısıyla eşek anırması arasında fark olmayacağı gibi Gandhi, Martin Luther King gibi insanların da çocuklara tecavüz eden bir sapıktan yahut Hitler’den, Stalin’den bir farkı kalmaz. Daha net söylersek: Bilim gerçekse Güzellik ve Vicdan yalan. Yok eğer bunlar gerçekse bilimsel determinizm yalan! Üçüncü yol: Çatışan iki gerçekliği ihtiva eden daha üst bir gerçeklik var. Belki de bizim algı ve önyargılarımızdan bağımsız, “Hakikat” diyebileceğimiz mutlak bir gerçeklik var.

Şimdi biraz frene basalım ve çatışmanın “suçu” kimde diye soralım. Bilim mi yoksa bilimsel bulguları, hesapları dogmalaştıran pozitivistlerde mi? Jacques Bouveresse’in şu sözleri güzel bir çıkış noktası olabilir:

“… İstatistik gerçeklik ve bir çok sahada garanti ettiği öngörülebilirlik ekonomik ve içtimaî hayatın temellerini teşkil eder. Ama istatistikî bulguların ağırlığı aynı zamanda bir umursamazlığı da meşru gösterir. Hatta normal hayata etkisi olmayan bazı yanlışların yapılmasını bile hoş görebiliriz…” (Muhtemel insan, 1993, fr. L’Homme probable)

İnsan bilimsel bir varlık değildir… Çünkü hürriyet bilim dışı bir düşüncedir

Avrupa’ya has Bilim-Din zıtlaşması yahut Musil’in romanına konu ettiği Bilim-Sanat çatışması elbette gayrı meşru çatışmalar. Bu zıtlıklar bilimlerin, inançların ya da sanatların tabiatından değil insanların cahilliğinden ve yobazlığından kaynaklanıyor. Pozitif bilim yöntemini dogmalaştıran pozitivistlerin bütün gerçekliği objektif kabul etmesi, yani ölçümlerin ve sayısal modellerin dışında kalan indî / sübjektif varoluşu inkâr etmesi onları körleştiriyor. İndî / sübjektif tasavvuru inkâr ettikleri için ihtimal/olasılık gibi bilimin muhtaç olduğu kavramları bile kavrayamaz hale geliyorlar. Stéphane Chauvier’nin sözleriyle ifade edecek olursak:

“… ‘Muhtemel’ nedir? Bu soruya tek bir cevap veremeyiz. Bir şeyin ihtimal dahilinde olduğunu söylediğimizde neyi kastediyoruz? Bazen dünyanın o andaki ya da geçmişteki veya gelecekteki halini düşünüyoruz. ‘muhtemel’ derken kâh bilmediğimiz bir gerçeği, kâh bilinen gerçeğe alternatif bir durumu kastediyoruz. Birincisinde ‘muhtemel’ kelimesi onu telaffuz edene, özneye, konuşanın bilgisine bağlı. İkinci durumda ise dünyadaki bir değişime bağlı. Birinci ‘muhtemel’ malümat dahilinde. İkinci ‘muhtemel’ ise dünya dahilinde …” (Muhtemelin Mânâsı, 2010, fr. Le sens du possible)

Evet… Öznel / indî / Sübjektif gerçeklik vardır ve dünyayı, İnsan’ı, Hayat’ı ve Ölüm’ü anlamak için gereklidir. (Bkz. Derin Lügat maddesi İndî / Sübjektif / Objektif)

insan-bilim-kalp-2İnsan eğer geçmişini istatistiklere, geleceğini de ihtimal hesaplarına hapsederse hürriyet görünmez olur. Bir başka deyişle davranışlarını, tercihlerini sebep-sonuç zincirleri ile bağladığından bilimsel determinizm/gereklilik İnsan’ın hürriyeti üzerine tahakküm kurar. (Bkz. Derin Lügat maddesi: İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus) Bu tür bir insanın gözünde iyi-kötü ayrımı ve ahlâkî tercihler de yok olacağından her hangi bir şeyden sorumlu tutulmak ona saçma gelecektir. O artık insan değil bir homo-economicus olmuştur, bir isteme makinesi. Sınırsız isteklerini sınırlı imkânlarla doyurmaya çalışan bir robot. Satın alacağı iki arabadan birini seçmek konusunda serbesttir ama artık özgür değildir. (Bkz. “Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür” bahsi, Derin Zaman kitabı) Hiç bir şey onun seçimi değildir. Hayatını birleştirdiği, çocuklarının annesi olan kadın bile bilimsel, determinist, objektif olarak açıklanabilecek bir sonuç (tercih değil) olduğundan Aşk da yoktur onun gözünde. Özel hayatındaki sorumlulukları bile reddeden böyle bir insanın dünyadaki savaşlardan, açlıktan, ırkçılıktan kaygı duyması elbette beklenemez. Onun dünyası kredi kartı taksitlerinden ve tatil planlarından ibarettir. (Bkz. “Demokrasinin düşmanı demokratik insandır”  bahsi, Bankalar Ordudan Tehlikelidir adlı e-kitap)

Kendi nefsinin arzularına köle olan modern insan ile bir diktatöre köle olan insan bu yüzden benzer birbirine. Birinci insana ne yapacağını nefsi dikte eder, dayatır; ikinci insana ise kölesi olduğu diktatör. Bu köleleşmede bilimsel düşüncenin, daha doğrusu pozitivist dogmaların oynadığı rolü anlamak için Robert Musil’in romanına verdiği isme bir kez daha bakalım: “Niteliksiz Adam”. Değişik lisanlara tercüme edilirken Gereksiz Adam, Vasıfsız Adam gibi tercihler yapılmış. Ama en çok dikkat çeken  İktidarsız/İradesiz Adam. Zira bu iradesizlik, bu hürriyet-sizlik durumu sorgulanmayı taleb ediyor.

Sayın Bilim Hazretleri’nin ilâh statüsü kazandığı bir çağda İnsan’ın hürriyetini yitirmesi, daha doğrusu hür olduğu hakikatini reddetmesi elbette bir rastlantı değil. “Pozitivizm bir fikir değildir, şirkin allanıp pullanmış halidir” derken de kasdettiğimiz budur. (Bkz. Bir Pozitivizm eleştirisi)

Musil’den bu yana ne değişti?

Sigmund Freud, Robert Musil ya da Henri Bergson okurken hep aynı hisse kapılıyorum. 19cu yüzyıl bitmedi! İnsanlık 1800’lerin sonunda camdan bir duvara tosladı; geriye düştü ve aradan geçen 200 yıla rağmen hâlâ 1800’leri yaşıyoruz. Neden?

Biz “modernler” hâlâ sanat ile bilimi birbirine alternatif, hatta bazen rakip/düşman gibi görüyoruz. Bilim ve teknoloji ile körleştik ama sorun bilimden değil bizim lisanımızdan kaynaklanıyor. Kimya, fizik, biyoloji gibi farklı bilimleri araştırıp öğrenmek, istifade etmek yerine bir “Sayın Bilim Hazretleri” icad ettik. Kendi yaptığımız bir mevhum olan Bilim’i sanki ezelden beri varmış gibi, bizim dışımızda müstakil bir özneymiş gibi vehmediyoruz. (Bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur) Birinci tekil kişi olarak bahsediyoruz Bilim’den; insan gibi istekleri, tercihleri var:

  • Bilim şunu emreder,
  • Bilim bunu reddeder,
  • Bilim adına şöyle davranmak gerekir,
  • En hakikî mürşid İlim’dir, Fen’dir!

Putlaşan, ilahlaşan bu Sayın Bilim Hazretleri’nin bildiğimiz fizikle, kimya ve biyolojiyle alâkası yok. (Bkz. Modern bir put: Bilim) Bilim Tanrısı’nın kulları yani pozitivistler belli bir düşünce şeklini, bilimsel yöntemi hayatın her sahasında bize dayatıyorlar. Bilimsel düşünce ise meşru olduğu sahanın dışına taştığında dogmalaşıyor ister istemez. “Bilimsel düşün!” şeklindeki emir ister istemez “sakın başka türlü düşünme!” dayatmasına dönüşüyor. Bilimsel bilginin ölçülebilirliğinden yola çıkıp bütün varlıkları, Varlık tasavvurumuzu sayılara ve sayısal, objektif modellere indirgemek elbette bir yobazlık. Bu yolun varacağı nokta ise “ölçülemeyen şey yoktur” demek. Bilimden uzaklaşan, yobazlaşan, ideolojileşen bilimcilik HER insan ve HER durum için BİR anlayışı, tek bir tasavvuru MUTLAK TEK SEÇENEK gibi gösteriyor. Bu tektipleştirici dayatma yüzdendir ki pozitivizmin güçlendiği asırlardan itibaren başta Avrupa olmak üzere bütün dünya totaliter rejimlerin altında ezilmiş.

Pozitif bilimler ve felsefe neden dünyayı anlamaya yetmiyor?

Gerek bilim gerekse felsefe, tabiatları icabı katı, objektif sistemlere yöneliyorlar. Zira varlığını iddia ettikleri olayları, sebep sonuç zincirlerini, ölçümleri öteki bilim adamlarıyla paylaşmak için buna mecburlar. Filozoflar da bir bakıma bilim adamlarıyla aynı durumda: Aynı kavramlara işaret etmek için aynı kelimeleri kullanmak zorundalar. Tabi Monadoloji’yi miras bırakmış bir Leibnitz, şiir yazar gibi felsefe yapan bir Nietzsche ya da Nobel edebiyat ödülü kazanmış bir Bergson da var. Ama istisnalar kaideyi bozmuyor, tersine güçlendiriyor.

Özetle bilimin matematik modelleri, istatistikleri varsa felsefenin “sistemleri” var. Hegel ya da Kant gibi bir çok düşünür kelimeleri, kavramları bizim dışımızda, bizden bağımsız varlıklar gibi görmüşler. Oysa acılar, umutlar, aşklar kelime kutucuklarına sığmıyor. Çünkü “Hayat” denen gerçeklik ölçülmez, etiketlenmez, gözle görünmez. Hayat yaşanır. Ludwig Wittgenstein’ın tabiriyle :

“Kelimelerin anlamları bizim dışımızda ve bizden bağımsız bir güç tarafından verilmez ki onların gerçek anlamları üzerine bilimsel araştırmalar yapılabilsin. Bir kelimenin anlamı ona kullanan kişinin verdiği anlamdır […] Demek ki kelimelerin anlamları onları kullanma şeklimizden başka bir şey değil. Bir kelimenin “arkasında” kesin bir gerçeklik olduğundan emin olamayız. Bir kelimenin gerçek anlamını  ya da sakladığı anlamları sorgulamak yersizdir…” (Tractatus Logico-Philosophicus, 1921)

Felsefe ve pozitif bilimler hayatımızın bir parçası. Ama dünyayı, İnsan’ı, Hayat’ı ve Ölüm’ü anlamak için bu sahaları tek başına, sanat olmadan yeterli görmek ideolojik bir duruş: “Bilim ve/veya felsefe her şeydir; sadece objektif olan bilinebilir, gerisi değersiz, geçici hayallerdir!” Bütün bilgiyi objektifleştiren bu duruşun panzehirini Henri Bergson’dan alarak makalemizi bitirelim:

“Felsefenin amacı her insanın kendine sorduğu hayatî sorulara yanıt aramaktır: Kimiz biz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Normalde bu sorunlar ve aradığımız cevaplarla bizim aramızda bir şey yok, onlarla yüz yüzeyiz. Ama fazla sistematik bir düşünür sorunlarla bizim aramıza yeni sorunlar sokuyor:

“Bir şey aramadan önce onu nasıl arayacağınızı bilmeniz gerekmez mi? Düşünmenin, bilmenin ve eleştirmenin ne olduğunu bilin ki bunları kullanarak temel felsefî sorulara yanıt arayın.”

Böyle vaktinden önce doğmuş bir sorgulama insandaki ilerleme arzusunu baltalayabilir. Yola çıkmadan önce bütün engelleri saptama ve çözüm arama gayreti yerine sadece ilerlesek engel sandığımız bir çok şeyin birer serap gibi dağılıp gittiğine tanık olacağız. Hakikat’in doğal karmaşıklığı/dinamikliği yerine kendi ihdas ettikleri ve kontrolleri altında olan kavramların basitliğini görüyorlar bu filozoflar. Hakikat’i tecrübe etmek yerine kendi prizmalarından, pencerelerinden gözlüyorlar. Böyle sistemci yaklaşımların avantajları var tabi:  Sahiplerinin gururlarını okşuyor, işlerini kolaylaştırıyor ve mutlak bilgiye eriştiği vehmini oluşturuyor onlarda.” (L’Énergie spirituelle, 1919)

insan-bilim-kalp-4

.

… E-kitap okumak için…

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

Hitler, Mussolini ve Stalin’in başrolleri işgal ettiği, iki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıydı? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia eden bu insanlar alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbaratın idaresinden dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ağu 27, 2015: Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  3. Eki 23, 2016: Savaş Üzerine / Carl von Clausewitz (2) | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin