RSS Feed for This Post

Tarihe düşülen notlar ışığında 17 Aralık’a bakış-6.bölüm

otporUzaktan kumandalı Gezi isyanı ve paralel devlet

ABD petrol ve doğal gazın en bol olduğu Rusya ve Ortadoğu için, yer altı zenginliklerinin bol olduğu Afrika için uzun vadeli araştırmalar yapıp planlar hazırlamıştır. İşe önce güçlü lobisi olan Yahudilerin vatanı saydığı İsrail’in düşmanlarını devreden çıkarmakla başlamış ve Halepçe katliamını bahane ederek Saddam’ı devirmiştir. Ortadoğu genellikle Arap milliyetçiliğini güden baas partisinin hakimiyeti altındadır. Böyle olması tasarlamıştır. İsrail Filistin başta olmak üzere bir çok Arap ülkesini işgal etmiş, oralarda yerleşim yerleri açmış, ABD ve batı buna seyirci kalmıştır. Türkiye hiçbir zaman bu zulmü alkışlamamış ancak batının ve Amerika’nın baskısı ile sesini çıkaramamış ama içten içe bilenmiştir. Erdoğan dönemi bu birikmiş öfkenin açığa çıktığı dönemdir. Erdoğan, Filistin meselesinde söz sahibi olmak istemiş, Filistin yöneticileri ile görüşmüş, İsrail’le temaslarda bulunmuş hatta barış için bazı sözler almıştır. Ancak İsrail yalan söylemiş, sözünde durmamış ve aynı zulme devam etmiştir. O zamana kadar İsrail’le ikili ilişkiler çok iyi yürütülmüş;  ticaret arttırılmış, istihbarat paylaşımları yapılmış, askeri silah ve donanımda İsrail’den yararlanılmıştır. Hatta Manavgat çayının sularının boru hatları ile İsrail’e taşınması projesi bile gündeme gelmiştir. Bu dönemde gerek İsrail gizli servisi Mossad, gerekse Amerikan gizli servisi CIA, PKK konusunda MİT’le beraber çalışmış, bazen doğru haberlerle yardımcı olmuş, bazen de Türk istihbaratını, çıkarları doğrultusunda yanlış yönlendirmişlerdir. Erdoğan ve İsrail arasındaki ilk kırılma noktası Davos’ta Şimon Peres’in Filistin hakkında söylediği bir yalana karşı oturumu yöneten spikerin Erdoğan’a söz hakkı tanımama gayretine karşı Erdoğan’ın Van Minüt çıkışı ile başlamış ve Erdoğan İsrail başkanına çok ağır bir cevap vermiştir. Daha sonra İsrail dışişleri bakanı Türk Büyükelçisini makamına çağırmış medyanın gözü önünde kendisi yüksek bir yere oturup elçimizi alçak bir yere oturtup güya bu şekilde Türkiye’yi aşağılamaya çalışmıştır. Bu şekilde şimdiye kadar hiç görülmemiş şekilde diplomatik terbiyesizlik yapılmıştır. Daha sonra geniş bir şekilde anlatacağım Mavi Marmara olayı yaşanmış ve İsrail’le ipler iyice kopmuştur. 17 aralık operasyonunun arkasında, İsrail’in Türkiye, ve özellikle Erdoğan’a husumetinin büyük rolü olduğunu düşünüyorum.

Amerika  Irak’ı devirdikten sonra yine kendisinin ve İsrail’in baş düşmanı gördüğü Libya’ya sıra geldi. Kaddafi de Saddam gibi zalim bir diktatördü. Onun için dünya ülkelerinden de bir itiraz gelmemişti. Amerika, Ortadoğudaki planlarını devreye sokmak için ‘Arap Baharı’ diye bir proje ortaya attı ve bunu uygulamaya koydu. Libya’da halk hareketleri başlatıldı ve sonuçta Kaddafi devrildi. Dünya soğuk savaş yönteminden sonra yeni bir savaş yöntemi ile tanıştı: Internet! Twitlerle, tapelerle, sosyal sitelerle halkları galeyana getirmek, medya yolu ile muhalif gruplar oluşturmak, istihbarat örgütleri vasıtası ile liderleri itibarsızlaştırmak, sonra da halk hareketleri ile lideri devirip kendi istedikleri yönetimi iş başına getirmek 21.yy stratejik savaş yöntemidir. Mısır bunun en tipik örneğidir. Mısır’da bu yöntemle önce Hüsnü Mübarek devrilmiş, sonra seçimlerde Amerika’nın uşaklığını yapmayacağı anlaşılan Mursi’nin seçimi kazandığı ortaya çıkınca tekrar bu yöntem kullanılarak Mursi alaşağı edilmiştir. Bu, Amerika’nın çıkarları söz konusu olduğunda Demokrasiden değil darbeden yana olduğu ikiyüzlülüğünü de ortaya çıkarmıştır.

Bu yöntemi başarılı kılan üç ayak var:

1-      Bilişim teknolojisi o kadar gelişmiştir ki bilginin saklanması, dağıtılması, geniş halk kitlelerine ulaşması çok kolay hale gelmiştir. Internetin yaygınlaşması sayesinde dünyanın bir ucundan öbür ucuna iletişim sağlanmış, doğru-yanlış bilgiler saniyeler içersinde servis edilebilmiştir. Uydular sayesinde istihbari bilgiler dinlemeler yolu ile çok kolay elde edilebilir olmuştur. Dinleme konusu o kadar gelişmiştir ki Amerika’nın Avrupa liderleri dahil hemen hemen tüm dünya liderlerini dinlediği ortaya çıkmıştır. Ülkelerin milli istihbaratına ulaşmak çok kolay hale gelmiş, Amerika için gizli saklı bir şey neredeyse kalmamıştır. Diğer ülkeler de her geçen gün bu teknolojilerden yararlanmaya başlamıştır. Yakın bir zamanda herkesin herkesi dinler hale geleceği günler yakındır. Bu yeni bir ahlaki sorun doğurmuştur. Küçücük bir dinleme aleti ile insanların yatak odalarına kadar girip dinleme imkanı doğmuştur. Ben bunu röntgencilik gibi görüyorum ve bunu yapanların adice bir iş yapmış olduğunu düşünüyorum.

Dinlemeler sadece dinleme olarak kalmamış, aynı zamanda video görüntüleri ile birlikte kaydedilip bütün bu bilgiler tek bir merkezde depolanıp ileride gerektiğinde kullanılmak üzere kaydedilip arşivlenmiştir. Teknolojinin bu hızda gelişmesi ile ilerde insanların bir ömür boyu yaptıkları, ettikleri, yedikleri, içtikleri tek tek tesbit edilip devlet arşivlerine girecektir. Bu, dünyanın giderek Orwell’in 1984 romanındaki gibi bir hapishane haline geleceğinin alametleridir.

2-      Teknolojiyi kullanan insan. Diğer ülkelerin durumunu bilmediğimden örneklemeyi Türkiye gençliğini örnek alarak anlatmaya çalışacağım. Türkiye’de gençler daha bebekliklerinde eğitimle tanışmaya başlıyor ve hep bir yarış halinde devam ediyor. Özellikle anne –babası çalışan yavrular 2-3 yaşlarında yuvaya, sonra kreşe veriliyor ve ana sıcaklığını yarı yarıya yaşıyorlar. Sonraki dönemler daha da dramatik bir hal alıyor, çocuk daha çocukluğunu yaşamadan bir yarışa hazırlanıyor. Önce istediği ilk okula girebilme yarışı, sonra kolej giriş sınavı, Anadolu lisesine giriş sınavı, Üniversiteye giriş sınavı, mastır sınavı, doktora sınavı, Devlet dairesine giriş sınavı … Çocukların sınavlardan başları dönüyor. Nerede ise evlenirken bile yavrularımızı sınava tabi tutuyoruz. Bu konu sadece çocuklarımızı değil aynı zamanda anne ve babayı da çok etkiliyor. Onlar da her sınav öncesinde çocuğunu dersaneye yazdırıp ekonomik güçlerini zorlayacak ücretler ödemek zorunda kalıyorlar. Ayrıca işten yorgun argın gelip çocuğun eğitimi ile bizzat ilgilenmek te cabası. Dersane konusu 17 aralık operasyonu ile ilgili olduğundan ilerde yeniden değerlendirilecektir. Çocuklarımız bu yarışma ortamı içerisinde çocukluğunu yaşayamadığı gibi dünyaya, tabiata, hayata ait bilgileri bizzat yaşayarak değil televizyon ve bilgisayardan gördükleri ile öğreniyorlar. Amerika’da çocukların birçoğunun milka reklamlarından dolayı ineği mor renkte bir hayvan zannetmeleri gibi. Bu gün çocuklarımıza herhangi bir ağacı, bir bitkiyi sorsak ismini bilemeyecektir. Yani bilgisayarda nasıl bilgiler sıkıştırılıp saklanıyorsa çocuklarımız da toplum içerisinde daha az yer kaplasın diye adeta sıkıştırılmıştır. Ben buna SIKIŞTIRILMIŞ GENÇLİK DİYORUM.  Nasıl sıkıştırılmış bilgiler zaman zaman arıza veriyorsa, sıkıştırılmış gençlik de duygusal ve ruhsal yönden zaman zaman arıza vermektedir. Bazı gençler batı hayranı, duyduğumda bana şiddeti hatırlatan rap ve metal müzik tutkunu… Oynadıkları bilgisayar oyunlarının ve izledikleri filmlerin birçoğu şiddet içerikli olduğundan şiddete meyilli yetişiyorlar. Platonik aşkı bilmiyorlar hatta kabullenmiyorlar. Materyalist –maddeci dünyada aşkı şehvetle karıştırıp debelenip duruyorlar. Bu durum maneviyatla büyütülen çocuklar için geçerli değildir. Onlar da bu yarışma ortamından geçmelerine rağmen aileden aldığı eğitimle zamanla kendi çabaları ile bu durumdan kurtulabilmekteler. Bu yarışa çocuklarını sokamayan dar gelirli vatandaşlarımızın çocukları da aileden aldığı manevi destekle kendini kurtarabilmekte, bir kısmı da materyalist dünyanın çarkları arasına sıkışıp dilenci, kapkaççı, hırsız ve ilerisinde de mafyaya dönüşebilmektedir. Güneydoğuda çocukların dağa çıkıp 3-5 kuruş karşılığında PKK  saflarında yer alıp, kimisinin uyuşturucu işine bulaşması, kimisinin de askerle savaşırken genç yaşta öldürülmüş olması acıdır. Belki oran olarak sayıları azdır ama kendilerine ve topluma verdikleri zarar büyüktür.

3-      Bilişim suçlarının kanunlarla bir düzene sokulamaması. İftira, hakaret, aşağılama, suç örgütlerinin ve uluslar arası istihbarat örgütlerinin ülke içerisinde yaptığı manipülasyonlar maalesef internet dağıtım ağlarında suç teşkil etmiyor. Basında belli yasalarla düzenlenmiş bu suçlar internet kanalı ile rahatlıkla servis edilebiliyor. Her ne kadar mahkeme kanalı ile o yayın durdurulabilse de müdahale edilene kadar çoktan yayılmış olduğundan bilgisayarlara yüklenip şahıslar arasında rahatlıkla kullanılabiliyor. Bunun bu işten zarar görmüş ikinci şahıslara veya kurumlara hiçbir faydası olmuyor. Sadece interneti kullanan şahısların insafına ve vicdanına kalmış olan bu durum mutlaka kanunlarla ve caydırıcı cezalarla düzenlenmelidir. Son zamanlarda bunu önlemek için internetime dokunma kampanyaları düzenlenmiş ve bunun bir sansür olduğu fikri aşılanmaya çalışılmıştır ama bana göre muhakkak bu yasaların bir an önce çıkması gerekmektedir. İnternet ve sosyal medya, nükleer enerji gibi yararlı bir şekilde kullanılırsa toplum için çok yararlı, fakat gerekli tedbirler göz ardı edilirse toplumu çökertecek kadar zarar verebilecek oyuncaklar. Günümüz Materyalist dünyasında bunu insanoğlunun zararına kullanacak sayısız insan ve ülke var. İnternette sınırsız özgürlük bazılarınca çok matah bir şey olarak görülmektedir. Ancak insan elini vicdanına koyup düşünmeli. Kendi kızınızın, kız kardeşinizin, annenizin gizlice mahrem yerleri çekilip internette sunulsa ve müracaatınıza rağmen bu firma ısrarla kaldırmasa acaba buna özgürlük deyip geçer mydiniz?  Zaman zaman internetin kıyamet alametlerinden biri olduğunu düşünmüyor değilim.

GEZİ OLAYLARI

Taksimi yayalaştırma projesi kapsamında İstanbul Belediyesi tarafından yapılan bir proje ile Gezi parkı içerisinde yer alan, ancak 1940’da yıkılan Topçu kışlası yeniden inşa edilecek, alışveriş merkezi ve rezidans olarak kullanılacak. Trafik de tamamen yer altına alınacaktı. Asrın projesi diye adlandırılan bu proje maalesef gezi olayları ile akamete uğratıldı. Bu alan, ta Atatürk zamanında planlamaya alınmış, 1942’de İnönü parkı olarak açılışı yapılmıştı. Gezi parkı alanında o tarihten beri hiçbir plan uygulanamamıştır. Çünkü bütün projeler Surp Agop Mezarlığını da içine almak zorunda idi. Taksim’de ne zaman bir çalışma yapılsa bir bahaneyle durdurulmuştur. Taksim AKM, tasarım hataları içermekte ve ilk depremde çökme tehlikesi bulunduğu halde yıkılıp tekrar inşa edilmemesi için her türlü çaba gösterilmektedir. Taksim Camii Projesi de aynı gezi parkı projesi gibi yine Mimarlar Odasının karşı çıkması ve mahkemede iptal ettirmesi sonucu yapılamamıştır.

Topçu kışlasının ilginç bir geçmişi var. 1909’da kışla içersindeki avcı taburundaki askerler, subaylara karşı ayaklanarak ülkenin şeriata göre yönetilmesini istemiş, 2. Abdülhamit’i tahttan indirmiş ve yeni kurulan hükümet de İngiltere tarafından desteklenmiştir. İngilizlerin Gezi parkı olaylarında üstlenmiş oldukları rolü bu biraz açıklıyor. Gülen cemaatine bağlı medya grubunun gezi olaylarındaki tutumu bu tarihsel olayı hatırlattığından ilginç geliyor. Her halde tarihin tekerrür etmesini bekliyorlardı.

1962 den 1967’ ye kadar Akademide okurken Taksim benim en sevdiğim sinemaların, tiyatroların, dükkanların olduğu yerdi. Okuldan çıkınca hemen Taksim’e gider ve vaktimin çoğunu orada geçirirdim. O zamanlar gezi parkı Taksimin nefes aldığı ciğerleri idi. Ancak bakımsızdı ve geceleri ayyaşların, serserilerin mekanıydı. Muhakkak bir şekilde ele alınıp düzenlemelerin yapılması gerekiyordu. Bir zamanlar akademiden canciğer arkadaşım olan Mimarlar Odası Başkanına Taksim Camisi için neden karşı çıkıyorsunuz, bir yarışma açıp oraya Türk mimarlarına yakışır bir cami yapsanız dediğimde cevap alamamıştım. Şimdi yine Odaya aynı soruyu yöneltiyorum.

2013 ‘ün 27 mayıs tarihinde gezi parkının 3-4 metrelik bir duvarı yıkılıp 3-5 ağaç kesildi ve 40-50 kişilik Taksim Dayanışma Grubu eyleme başladı. O gece çadırlar kurup parkta sabahladılar. Bana göre önceden planlanmış bir senaryonun ilk adımı atıldı. Önceden planlanmış olduğunu daha ortada hiçbir hadise yokken bunun sinyallerinin sosyal medyada günler önce yer almasından anlıyoruz.

28 Mayıs’ta birdenbire ne hikmetse sembol kırmızılı kadın ta İngiltere’den koşup gelip eylemcilerle poz verdi. CNN televizyonu hemen bütün kadroları ile Taksim’e yerleşip canlı yayına başladılar. Sosyal medya yolu ile de halk ve özellikle gençler kışkırtılmaya başlandı. O zamana kadar dişini tırnağına takmış, ülkenin kalkınması için her türlü çabayı göstermiş olan başbakanın hiç beklemediği bu tepkiler karşısında kimyası bozulmuş, ne tepki vereceğini şaşırmış, açıkçası paniklemişti. Eylemciler arasına artık illegal örgütler, istihbarat örgütleri, ve bu işi tezgahlayanların adamları da katılmıştı. O gün polis gezi parkı eylemcilerine çok sert müdahale etti. BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder iş makinalarının önüne atlaması sonucu yıkım çalışmaları durduruldu.Sonra müdahaleye destek amacı ile CHP’den birkaç milletvekili geldi. O gece parka çadırlar kuruldu, gençler Türkiye’nin bir çok kentinde havanın güzelliğinden de istifade edip parklara çadırlar kurup yarı piknik havasında eyleme başladılar. Gayet saf duygularla başladığını zannettiğimiz bu direniş gitgide hızını artırıp zıvanadan çıkma eğilimi  göstermeye başladı. Artık eylemciler Taksim bizim, İstanbul bizim, Tayyip elini hayatımdan çek! sloganı atmaya başladılar. Oysa onlardan hiçbirisi İstanbul’a Tayyip bey kadar hizmet etmemiş ve onun kadar İstanbul’a aşık değildir. Sonraları iş daha da çığırından çıkmış, artık gençler ve çocuklar başbakana pankartlarla, duvar yazıları ile ana avrat küfürler etmeğe başlamışlar, sırf Erdoğan’ı aşağılamak ve halkın gözünden düşürmek için çocuklarımızın ahlaki erezyon yaşamasına göz yummuşlardır. Bu direniş ve direnişe karşı polis müdahalesi günlerce sürdü. Sonuçta işin rengi yavaş yavaş belirmeye başladı. Artık sloganlar değişmiş, Taksim bizim, İstanbul bizim, bu daha başlangıç, mücadeleye devam sloganları atılmaya başlanmıştır. Aynı günlerde sanatçı Mehmet Ali Alibora mesele gezi parkı değil sen daha anlamadın mı diyerek gerçek niyetlerini açıklamıştı.

Olaylara Koç gurubunun kendi otelini yaralılar için ve direnişçiler için açması ve maddi yardımlarda bulunması, ayrıca yurtdışı medyanın direnişçileri desteklemesi bu olayın bir park olayı olmayıp uluslararası bir tezgah olduğunu, aynen Mısır’da olduğu gibi seçilmiş hükümeti devirip Amerika’nın istediği bir hükümet kurma amacı olduğu hissiyatını doğurmuştur. CNN’nin Arap baharı gibi belki de bu, Türkiye’nin baharıdır demesi, İngiliz Guardian gazetesinin ‘park eylemi Türk baharının tohumlarını attı’ ifadesini kullanması açıkçası bende bu direnişin yurtdışı kaynaklı olduğu hakkında hiç şüphe bırakmadı.

Müdahale ve direniş, dozunu günden güne arttırarak yurt genelinde günlerce sürdü. Bayburt hariç bütün illerde düzenlenen binden fazla gösteride binlerce gözaltı oldu, 200 kişi yaralandı. Erdoğan’ın AKM’yi yıkacağız, opera ve cami yapacağız, birkaç çapulcudan izin alacak değilim! sözünü çapulcular üzerine almazken saf direnişçiler üzerlerine alıp olayları daha da tırmandırdılar. Oysa Başbakan’ın eşine, kızına, annesine ağıza alınmayacak küfürler eden, ülkeyi milyarlarca dolar zarara sokan; dükkanları, bankaları, iş yerlerini, devlet dairelerini yakıp yıkan, talan eden vandallara acaba ne demeli idi? Sonraları iş artık planlayıcıların yönetimine geçmiş, sloganlar değişmiş, her yer Taksim, her yer direniş sloganı başlamış ve tencere tava eylemleri başlatılmıştır. Bu tencere tava eyleminden çektiğimi bir Allah bir de ben bilirim. 3 yaşındaki torunum çok zor uykuya dalan bir çocuktu. Saatlerce uğraşıp zar zor uyutuyordum. Gece yarısı eylem başlayınca yavrum uyanıyor ve o korkuyla sabaha kadar gözünü kırpmıyordu. Sırf bu yüzden bile o eylemlere karşı çıktım.

Artık iş iyice çığırından çıkmaya başlamıştı.Sonuçta 19 Haziran’a kadar devam eden eylemler polis müdahalesi ile son buldu. Protestoların sona erdirilmesindeki en önemli etken, halkın Erdoğan’a sahip çıkmasıdır. Park içerisi boşaltılmış, park düzenlemeleri tamamlanmış, park yeniden halkın kullanımına açılmıştı. Sonuçta dört genç yaşamını yitirmiş, devlet, gerek yakıp yıkmalardan, gerekse borsanın kaybından dolayı milyarlarca dolar zarara uğramış, polis ve göstericilerden yüzlerce kişi yaralanmış,  binlerce kişi tutuklanmış,  olaya karışmış olan doktorlar, devlet memurları, diğer göstericiler hakkında davalar açılmıştı. Ben bir gencin yaşamını 100 parka değişmem. Denebilir ki polis müdahalesi olmasaydı bu olaylar bu duruma gelmezdi. Hayır! Bu olaylar çok önceden belli güçler tarafından planlanmış ve gezi parkı bahane edilmiştir. Eylemlerin her fırsatta sürdürüleceğini tahmin ediyorum.

Gezi olaylarındaki ilginç aktörlerden biri de OTPOR denen kuruluştur. Dünyanın birçok yerinde kışkırtmalar yapan Sırp gençlik örgütü olan otpor CIA ve ABD desteğini almış bir örgüttür. Örgüt lideri gezi olayları sırasında iki kez Türkiye’ye gelmiş ve çeşitli talimatlar vermiş ve gitmiştir. İnsanları internet üzerinden örgütleyen bu örgüt, Mısır, Ukrayna ve Türkiye’de gençlik hareketlerine destek vermiş, Türkiye hariç birçok ülkede başarılı olmuştur. Amerikan basının da desteğini alan bu örgütün bütün eylemleri Amerikan basını tarafından tasvip edilip yayınlanmaktadır. Bir Sırp örgütüne Amerika’nın bu ilgisi ilginçtir. Tıpkı terör örgütü PKK’ya duyduğu ilgi gibi.

Görünen o ki, ortak menfaatler ve ortak kültürler taşıyan insanlar bir araya gelip devletleri oluşturuyorlar. Günümüze kadar denemelerden insan fıtratına en uygun yönetim biçiminin sosyal, laik demokrasi biçimi olduğu görülmektedir. İslam’a da oldukça uyumlu olan bu yönetim biçimi belli bir demokrasi kültürü gerektirmektedir. Bu kültüre sahip olmayan, demokrasi ile yeni tanışmış ülkelerde iktidar dışında kalan muhalif kitleler daima iktidarı seçim sandığı dışında bir yöntemle devirip iktidar olma hevesini taşımışlardır. Bunun için ya askeri darbeler yapılmış, ya da sivil darbelerle yönetim ele geçirilmeye çalışılmıştır. Bazen da bazı mankenlerimiz gibi süper entelektüel, üstün sosyologlarımız, sanatçılığı kendinden menkul değerlerimiz gibi demokrasiyi ‘Hiç dağdaki çobanla benim oyum bir olur mu?’ gibi düşüncelerle sandıktan daha az oy alanın iktidarı ele geçireceği bir sistem olarak düşünmüşlerdir. Sonuçta seçimlerde bir parti daha çok oy alarak iktidarı ele geçiriyor, ona oy vermeyen geniş kitleler muhalif oluyordu. İşte tam bu noktada Amerika otpor’un kendi çıkarları için bulunmaz kaftan olduğunun farkına varıyor, otpor ve sosyal medya kanalı ile istediği yönetimi devirip istediği yönetimi iş başına getirmeğe çalışıyor.

Gülen cemaatine bağlı yayın organlarının Gezi olaylarındaki tutumunu anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Devletini bu kadar seven, dinine bu kadar bağlı bir cemaatin hem devlete hem dine bu kadar açıktan açığa saldırı olmasına rağmen geziye destek vermeleri ancak cemaatlerini koruma güdüsü veya bir türlü sevemedikleri Tayyip Erdoğan’ı alaşağı etme imkanı bulmaları ile açıklanabilir. O tarihten itibaren Zaman gazetesini almıyorum ve TV kanallarını izlemiyorum.

 

.

… E-kitap okumak için…


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin