RSS Feed for This Post

Kafesi öz vatanı sanıyor Kuzgun

kuzgun

Monteverdi – Kalbimdeki ızdırap öyle lezzetli ki / Si dolce è ’l tormento’dan:

 “… Kalbimdeki ızdırap öyle lezzetli ki Maşuk’umun bu acımasız güzelliği beni mutlu ediyor
Güzellik semasında acımasızlık artabilir, varsın merhamet gösterilmesin bana,
Sadakatım gurur okyanusunda varlığını sürdürecektir.
Vuslat’ın vehmi tekrar gelebilir ama ne sevinç ne de huzur bir daha nüzûl etmeyecek üzerime,
Taparcasına sevdiğim beni reddedebilir, bu dahi beni teselli eder,
O’na olan sadakatım bâkî kalacaktır sonsuz ızdırap ve düş kırıklığı arasında,
Ne ateş ne de dondurucu soğuklar derdime derman olur,
Sükûnet bulacağım tek yer Semâ’nin kapısıdır.
Acı bir ok kalbime öldürücü bir darbe vurduysa
Kaderim değişecek ve kalbim Ölüm’le şifa bulacaktır …”

Yazı için fon müziği tavsiyesi: Monteverdi, Si dolce è ‘l tormento

Ölü kanatlarla rüzgâra tutunup sallanıyor kafes. Bir ileri, bir geri. Zincirin müsade ettiği mütevazi çemberler çiziyor havada.  Kafes rüzgârda sallandıkça zavallı kuzgun uçtuğunu vehmediyor. İleri ve geri gidilen mesafeyi toplasak kim bilir kaç kilometre eder? Ey Kuzgun! Limandan çıkar çıkmaz fırtınaya tutulmuş bir gemi gibisin; çok yol yaptın ama hiç seyahat etmedin. Seneca’nın kulakları çınlasın. İyice yaşlandın artık ama öldüğünde sana da bebek cenazesi yapılacak; tıpkı Sicilya valisi Lucilius gibi. Minik tabutuna emzik, biberon ve oyuncaklar bırakacağız. Çünkü yaşam süren doldu ama sen hayatı yaşamadın be kuzgun. Ölüm’ü henüz vakti gelmemiş bir olay, gelecekte bir nokta sanıyorsun. Oysa her geçen gün biraz daha ölmektesin, azar azar azalmaktasın. Hayatının yani ölümünün çoğu geçmişte kaldı. Anla artık kuzgun; Ölüm bir nokta değil bir çizgidir.

 Ölü ozanlar konuşmazlar, konuşturulurlar

1856’da doğan Sigmund Freud teorik olarak hayatının son yarısını 20ci asırda geçirmiş olmalıydı. Çünkü ölümü 1939. Fakat öyle olmadı, Freud camdan bir duvara tosladı, 19cu asıra geri düştü ve orada öldü. 19cu asır derken… Geçmişten değil hâlâ içinde yaşadığımız devirden bahsediyorum; 3 asırdır bitiremediğimiz için bizi yiyip bitiren 19cu asırdan!

Evet, 21ci asırda yaşadığımızı zannedenler yanılıyor. 19cu asır daha bitmedi. Çünkü 19cu asır bir zaman diliminin adı değil; dünyada hâlen hakim olan zihniyetin ismidir aslında. Michel Foucault gibi “modernité” diyelim isterseniz; fark etmez. 19 asır ağır bir mağlubiyet. Bizim, biz insanların İnsan’a dair birşeyleri yitirdiğimizin işareti… Nedir? Buna cevap vermek için ölü bir ozanı konuşturalım:

“İnsanın içinde modern felsefenin dikkate almak istemediği bir güç vardır; ve bu isimsiz güç bilinmedikçe pek çok insani eylem açıklanamaz…”

Edgar Allan Poe’ya bunları söyleten “isimsiz güç” nedir? Ya modern felsefenin insanı ve eylemlerini anlamakta zorluk çekmesinin sebebi? Kanaatimce bunun cevabını yine en güzel şekilde veren Edgar Allan Poe olmuş:

“En büyük çınar bir tohumda, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.”

İnsan’a dair o gizli gücün hürriyet olduğu bundan daha güzel anlatılabilir mi? İnsan’ın zamansal varlığı, henüz ortaya çıkmamış olan kâmiliyeti ve bunu ortaya çıkarma hürriyetinin İnsan’a verilmiş olması… Açalım bu noktayı biraz: Tanıdığınız en rezil, en aşağılık insan ile imrendiğiniz, örnek aldığınız insanları karşılaştırın. Hatta kendi hayatınıza bakın: Cesaretle doğruyu seçtiğiniz, karşılık beklemeden fedakârlıklar yaptığınız bir olayı, olayları düşünün. Bir de hatırladıkça utandığınız bir hareketinizi. Bunlar nasıl oldu da aynı insanın elinden, dilinden çıktı? Kazayla melek gibi davranmış bir şeytan mısınız? Yoksa tersi mi? Belki ikisi de değil. Sadece insansınız yani hürsünüz (=mes’ulsünüz).

Hayvan olgunlaşır, insan tekâmül eder

Sanırım aşikâr oldu artık; Edgar Allan Poe’nun tohumla, yumurtayla simgelediği şey bir potansiyelin  gerçekleşmesi. Henüz ortaya çıkmamış olan vasıfların ya da hallerin tohumda, yumurtada, genlerde, henüz söylenmemiş sözde, henüz çizilmemiş resimde saklı olması. Bir başka deyişle bilkuvve halde bulunan bir şeyin bilfiil hale geçmesi. Bu çerçeveden bakıldığında tohum/yumurta halinde bulunan ve tekâmülü adeta çağıran varoluşta saklı olan kâmiliyetin tecellisini, ortaya çıkışını ağaçta ve kuşta görürüz. Meyve veren bir ağaç, yükseklerde uçan bir kartal ilk niyette saklı (bâtın) olan vasıfların görünür (zahir) duruma geçmesidir.. Peki ya insan? Onun kâmil hali ne olacak? Bebek? Bluğ çağı? Atletik bir vücut mu yoksa tevekkülle ölümü bekleyen yaşlı bir dede mi? Böylesi pozitivist/progressist/materyalist kriterlerle hareket edersek iki ucu çıkmaz sokak olan bir kavşağa varır yolumuz:

  1. 30 yaşında zihin ve fizikî gücün doruğunda olan ama yaşlandıkça geriye giden bir “kâmiliyet” ki zayıflığa, düşkünlüğe gebe olduğu için gerçek bir kâmiliyet olarak kabul edemeyiz;
  2. Yaşlılıktan sonraki evre yani kokmuş bir ceset! Burada ise kâmiliyetten değil olgunluktan bahsedilebilir zira olgun bir meyve gibi insan bedeni de bir müddet sonra bozulup çürür ve tabiat onun (güya) olgun olan maddesini yeninden hammadde olarak kullanır.

Peki, bu tıkalı kavşaktan “U” dönüş yapalım; insanların kâmiliyetini maddeden ayırsak ve mânâya yaklaştırsak ne olur? Her türlü baskı altında bile ahlâken doğru tercihleri yapabilen bir insandan bahsetsek nasıl olur?

Bunu anlamak için Sanat’tan istifade edelim: Sanatçının maksadı, hayali, daha üretmeden sevdiği eseri için bir anlamda “var” denebilir. En azından zihninde ve kalbinde var. Sonra heyketraş mermeri oyar, ressam renkleri zemine aktarır ve bilkuvve olan eser bilfiil hale geçer. Yani sanatçı eseri zamanda ve mekânda “var” eder; elle tutulur, gözle görülür olur. Mânâ cisme bürünür. Ressamın iç dünyasındaki bir sevinç, üzüntü, korku… surete büründüğü için diğer insanlarla paylaşılabilir şekle gelir. İşte 19cu asırda kaybettiğimiz şey İnsan’daki hürriyettir derken bunu kastediyoruz. Yani her insanın kendi hayatının sanatçısı olduğu gerçeği:

“…  İnsan bir et parçası olarak geldiği şu dünyadan mezarlık gübresi olarak mı gidecek? Bütün sevinçler ve üzüntüler birer abartı mıydı? Hiç manevra kabiliyeti yok mudur İnsan’ın? Şu morgda yatan zavallıya bakın meselâ. Doğmayı o seçmemişti. Ölmeyi de istemedi. İteklenerek girdi bir kapıdan, kıçına bir tekme yiyerek bir başka kapıdan dışarı çıktı şimdi. İki kapı arasında geçen zaman onun eseri olabilir mi? Başını ve sonunu seçmediği yaşamını farklı ve özel yapabilecek ne kaldı geriye? Rolex marka saati mi? Kokmuş çoraplarının bile çıkardılar. Ölüm ne acayip ülke, yolcuların kredi kartları ve iç çamaşırları gümrüğe takılıyor…” (Bkz. Yokluk var mıdır? isimli e-kitap, Kâmiliyet / έντελέχεια bölümü)

Hürriyetten vaz geçme hürriyeti İnsan’ın kullandığı son hürriyet oldu

Sonra hür olan, sanatsal ve sanatçı insandan köle olan mekanik insana geçtik: Homo-economicus, asker millet ve üstün ırk gibi dalalet emareleri şekil verdi 19cu asıra. Devlet’e köle, piyasaya köle ama herşeyden önce nefsine köle. Dikkat edin, insanlık tarihinin en büyük katilleri doğmuş bu asırda: Hitler (1889) ve Stalin (1878). Totaliter rejimlerin yani faşizmin ve komünizmin yükselişine tanık olmuş 19cu asır… ve Rusya’da Ekim Devrimi olmuş. Tabi bütün bu devrimler, devirmeler, döndürmeler, revolüsyonlar, inkılablar gökten zembille inmedi: Bilimin, tekniğin ve ticaretin özellikle 1800′lerden sonra büyük bir hızla ilerlediğini biliyoruz. Kapital de artık tamamen kurumsallaşmış ve ideoloji-leşmis! Biriken servetin sürekli el değiştirdiği, toplumsal dokuların ve ekonomik sınıfların sarsılması, topraktan koparılan köylünün işçiye dönüşmesi ve kendi değerlerine yabancılaşması… Kapital’den kapitalizm’e geçişin de komünizm ve faşizm gibi bu asırda olması bir rastlantı mı? (Bkz. Derin MAЯҖ isimli e-kitap)

19cu asırda aristokrasinin güç kaybı kronik bir hastalık şeklini alıyor; burjuva sınıfı yükselmekte. Burjuva siyasî iktidara ortak oluyor, güç pastasından daha büyük paylar istiyor. Ama aristokrasinin (yarım yamalak bile olsa) işgal ettiği meşruiyet tahtı boş kalmaya mahkûm o saaten itibaren. Yeterince soylu, yeterince dindar, yeterince geleneksel bir “establishement” olmazsa halk pusulasız denizciye döner. Belki Avrupa’nın başına gelen de bu?

Kralı devir ama krallığı devirme, altında kalırsın

Neden böyledir bu? Açalım: Zalim bile olsa bir kralı devirmenin faturası her zaman ağırdır çünkü bir kralın devrilmesi her kralın devrilebileceği mesajını taşır. Eğer bir kralı devirip yerine başka bir kral koyarsanız mesele yok. Ama kralla birlikte krallık kurumunu da devirirseniz bu defa halk yığınları çobansız bir sürüye dönüşür. maneviyatını yitiren halk kendi nefsanî tutkularının, ölçüsüz arzu ve korkularının esiri olur. 19cu asırda Avrupa’da olan işte budur: Manchester’daki dokuma atelyelerinde günde 18 saat çalıştırılan yetim çocukların ellerini koparıyordu makineler. Aynı yıllarda Polonya’da, İtalya’da ve Amerika Birleşik devletleri’nde isyan eden kömür işçilerine devletin polisi, askeri ateş açıyordu. 1940’larda faşist Hitler’in Yahudileri toplama kamplarında katlettiği yıllarda komünist Stalin Ukraynalıları açlığa mahkum edecekti. (Bkz. Komünizm ve Yamyamlık, et olarak insanın değeri, Derin MAЯҖ isimli e-kitap) Kapitalist Amerika ise Stalin’in katliamlarına asla ses çıkarmayacaktı… Çünkü kapitalizm, liberalizm, komünizm ve faşizm birbirinin rakibi değil kardeşidir. Hepsi pozitivizmin çocuğudur.

Topluma dışarıdan baktığımızda manzara bu. Ya içerde, insanların içinde ne oluyor? Neden akıl ve vicdan sahibi insanlar bu gidişe “dur!” diyemiyorlar? Gerçek şu ki bütün bu teknik, içtimaî ve ekonomik sarsıntılar Vatikan yüzünden kırılgan hale gelen dinî değerleri silip süpürmüş. Ardından gelen ise tam bir yıkım: Teknoloji ve Para ile gözler kamaşıyor. Fakat aynı zamanda modern devletlerin şiddet kapasitesi öyle büyük ki şiddet bir araç olmaktan çıkıp amaç haline geliyor: Adeta bir put gibi tapılan şiddet var 19cu asırda: Üniformaları, bayrakları, asker doğan(!) milletleri, kutsal(!) vatan toprakları, “varlığım varlığına armağan olsun” sloganları, üstün(!) ırkları ve diğer aksesuarlarıyla… Yani 19cu asırda paranın putlaşması bağımsız bir süreç değil. Nefsanî arzularla beraber ölüm korkusu da sahnede. Biyolojik hayatı her ne pahasına olursa olsun muhafaza etme tutkusu ile maddî zenginlik saplantısı paralel olarak yükseliyor.

İnsan’ı sevip eşyayı kullanmak gerekiyordu, tersini yaptılar

Ahlâken kabul edilemez olan soykırımlar, tecavüzler Avrupalılar için kaçınılmaz oluyor. Bütün bu vahşeti meşru göstermek için insan üstü hakim yasalar (=putlar?) icad ediyorlar: Komünistlere göre tarihin geri çevrilmez yasaları bunlar. Faşistler, özellikle ırkçılar ise tabiatın kanunu diyorlar. Bilim yobazlarına bakılırsa modern bilimin karşı konulmaz ilkeleridir söz konusu olan. Ama netice aynı: İnsanların ve toplumların hür oldukları gerçeğini örtmek! İnsan’ı sevip eşyayı kullanmak gerekiyordu, tersini yaptılar.Bu yüzden pozitivist ideolojilerin (komünizm, faşizm, liberalizm, kemalizm) insanları yedek parça derekesine düşürmesi, şeyleştirmesi, eşyalaştırıp kullanması kaçınılmaz. Nazi subayları Yahudilere odun parçası gibi “ein stück” diyorlardı. Kapitalizm bize “insan kaynakları” diyor, bizi isteme makinesi haline getiren liberalizm üretme ve satın alma faaliyetlerine indirgediği insana “homo-economicus” diyor. Stück’ten farkı var mı?

Evet… 19cu asrın başlangıcında blimsel ilerlemenin tüm insanlığa refah ve barış getireceğine adeta iman edilmiş. İnsanların Tanrı fikri ile bağları zayıflamış; hümanizmin tavan yapmış. (Bkz. E-kitap: Bir pozitivizm eleştirisi) Ardından gelen iki dünya savaşı, bilimsel ve teknik ilerleme “sayesinde” bir ölüm ve yıkım makinesine çevrilen Avrupa kıtası: Trenlerle bir cepheden diğerine sevk edilebilen yüzbinlerce asker, telgraf sayesinde eşgüdümü sağlanan birlikler, uçaklar, zehirli gazlar, makineli tüfekler, bombalar… Bilim-teknolojinin iyilik ve adalet kaynağı olmadığını acı içinde keşfeden bir Avrupa: Yıkılan şehirler, katledilen milyonlarca sivil. (Bkz. E-kitap:Ulus-Devlet Sorunu)

Seküler Kopuş

Rönesans, Aydınlanma, Endüstri Devrimi, Fransız ihtilali,… Bunları tarih kitabı başlıkları olarak değil de… bugünkü Avrupa’nın genetik kodları gibi okumak lâzım. Hatta sadece Avrupa’nın değil “modern dünya” dediğimiz ucubenin genetik kodları olarak. Zira cebren ve hile ile de olsa bütün dünyaya dayatılan pozitivist tasavvurun inşa edilme adımlarıdır bunlar.

19cu asıra biraz daha geniş bir açıdan bakalım, nedir 19cu asrı mümkün kılan koşullar? Her biri birer devrim niteliğindeki bu süreçler neleri devirdi? Sanat, felsefe, teknoloji, ticaret ve siyaset sahalarında kendini gösteren bu devrimlerin ortak paydası nedir?

Önce Batı Avrupa’yı sonra bütün dünyayı şekillendiren bu olayların ortak noktasına baktığımızda bir sekülerleşme ve her türlü inançtan kopuş görüyoruz. Rönesans sanattan çıkardı dini. Konusunu İncil’den alan tablolar bile seküler bir estetik anlayışıyla yapıldı: Merkezî perspektif, gerçekçi renkler, figüratif temsillerin tercih edilmesi, anatomik detaylarla adeta fotoğraf gibi resim yapılması, tezyin (fr. ornement) ve hat sahasında eser veren kâmil sanatların ve soyut resmin Adolf Loos gibi pozitivist teorisyenlerin kalemiyle dekorasyon derekesine düşürülmesi… (Bkz. Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır) Aydınlanma aynı şeyi felsefe üzerine yaptı. Varlık tasavvuru, Kâinat’a, Tabiat’a bakış, İnsan’ın mânâsı bu devirde “kutsal” denilen kaynaklardan koparıldı. İyi – kötü ayrımını yapan akl-ı mead ile problem çözen akl-ı meaş tek bir kavrama, modern mânâda akıla(!) hapsedildi. Farukiyet (ing. discernment) ve zekâ (ing. intelligence) aynı potada eritilip “modern akıl” kalıbına (ing. reason) döküldü. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus)

Bu kopuşların çocukları yaptı Endüstri devrimini. Tarımı devirmeden önce kalplerdeki imanı devirmelerinden doğal ne olabilirdi? Bir yandan bilimsel bilgi ile Tanrı tasavvuru kopartıldı. Çok da zor olmadı bu. Vatikanizm yüzünden zaten halkın imanı iyice zayıflamıştı. Ama endüstri devrimi ile ticaret de payını aldı bu kopuştan. Ekmek rızık değildi artık, bir üründü; sahip olmak için fiatını ödemiştik, hamdetmeye gerek yoktu(!) Ekonomik faaliyetin mânâsı da kaydı: Çalışmak, üretmek, alıp satmak… Tanrı’nın nimetlerinden hakça istifade etmek, paylaşmak , idareli kullanmak (iktisat etmek) yerine rekabet duygusu hakim oldu; rakibini açlığa mahkûm edecek kadar azgın bir rekabet.  (Bkz. Derin Lügat maddesi: Değer / Kıymet / Value / Valeur)

Nihayet Fransız ihtilali ve takip eden ulus-devletler dönemi siyasetin sekülerleşmesi ile asra damgasını vurdu. Kalplerden atılan inancın son sığınakları, son izleri de şiddet kullanarak tahrib edildi. Cumhuriyet Fransa’sından komünist Rusya’ya ve Kemalist Türkiye’ye kadar her yerde aynı senaryo sahneye kondu. Sekülerlik iddiasındaki devletler gerçekte resmî din olan idelojilerini (komünizm, faşizm, kemalizm…) halka dayatabilmek için rakip olarak gördükleri inançlara savaş açtılar:

  • Din adamları devlet eliyle öldürüldü,
  • İbadethaneler yıkıldı,
  • Din adamı yetiştiren kurumlar yasaklandı,
  • Manevî değeri olan eşya, kitap, bina, giysi… ne varsa yağmalandı,
  • Dinî kurumların mal varlıklarına devlet adına el kondu.

Sigmund Freud’un zamanı ve zemini

İşte bu yüzdendir ki Freud’un doğduğu 19cu asır sıradan bir asır değildi: 1800’lü yıllar bugün hâlâ katlanmak zorunda olduğumuz dünyanın oluşumu açısından belirleyici bir dönem. Freud’un şahit olduğu bu sarsıntılar ister istemez sanat, felsefe ve edebiyatta büyük bir yankı buldu. Bu devri düşünürken psikanalizde Sigmund Freud ile birlikte Alfred Adler, felsefede Henri Bergson, Ludwig Wittgenstein, Arthur Schnitzer, Hugo von Hofmannsthal, Schonberg; sanatta Adolf Loos, Gustav Klimt, Egon Schiele, edebiyatta ise Robert Musil, Hermann Broch, Franz Kafka, Marcel Proust, James Joyce ve Robert Musil mutlaka hatırlanmalı.

Sadece zaman itibariyle değil zemin itibariyle de Freud baş köşede oturmuş: Viyana. 19cu asrın Viyana’sı adeta bir düşünce klübü gibi. Resmî ve gayrı resmî dernekler toplanıyor; bildiriler dağıtılıyor; bu şehirde yazılan kitaplar dünyadaki fikir tartışmalarına yön veriyor. Aydınlar, iş adamları, siyasetçiler ve sanatçılar hem Avusturya-Macaristan imparatorluğunun hem de insanlığın geleceği üzerine teoriler geliştirmekteler. Saydığımız sanatçı ve düşünürlerin bir çoğunluğunun Viyana’da yaşadığını ve/veya bir şekilde bu şehirle ile yollarının kesiştiğini dikkate alırsak Freud’un hayatında ve freudizmin şekillenmesinde Viyana’nın önemi daha iyi anlaşılmış olur.

Netice

Böyle bir makaleye “netice” yazmak, makaleyi bitirmek zor çünkü konumuz olan 19cu asır bitmedi. Teknoloji ilerledikçe zulüm de ilerliyor. 2008’de başlayan ( ya da başlatılan) finansal kriz ile Atlantik’in iki yakasındaki bankalar kendi halklarını soydular. Üstelik ulus-devletlerin işbirliği ile yapıldı bu soygun. (Bkz. Bu konuda yazılmış 3 e-kitap: Banka Ordudan Tehlikelidir! , Liberalizm Demokrasiyi Susturunca , Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?)

Teknoloji, bürokrasi ve piyasa daha da karmaşıklaşıyor. İnsanlar ahlâken yanlış olan fiillerin kötü sonuçlarına bizzat tanık olmuyorlar. Londra’da hamburger yiyen bir insan etin üretildiği Afrika ülkesinde otlak açmak için orman yakıldığını bilmiyor. İnsansız hava araçlarıyla Afgan çocukları öldüren Amerikan askerleri bilgisayar oyunu oynar gibi basıyorlar düğmelere. Ahlâkî karar ile hukukî netice arasındaki mesafe arttıkça sorumluluklar kırıntılara bölünüyor, atomize oluyor. Zulüm ne kadar büyük olursa olsun insanlar “suç bende değil, nereden bilebilirdim?” diyorlar. Bürokrasi ve piyasanın devasa boyutlara geldiği bu dünyada suç var ama suçlu yok! (Bkz. Sistem kötü değildir, Kötü artık sistemdir)

19cu asırda kaybettiğimiz özgürlüğü (=sorumluluğu) bir gün bulabilecek miyiz? Bilkuvve insanlar olarak yaratılmış olan bizler bilfiil insan olabilecek miyiz? Ruhumuz sonsuz göklere kanat açabilecek mi yoksa yerlerde mi sürüneceğiz? Evet… Ağır bir imtihan geçiriyoruz. Makalemizin girizgâhına ilham olan “Kuzgun” adlı şiirden alıntılarla bitirelim sözü, ölü ozanımızı bir kez daha konuşturalım, huzurlarınızda Edgar Allan Poe!

 

Kuzgun beni hala cezbedip gülümsetirken,

Yöneldim koltuğa, kapının, büstün ve kuşun önündeki

Gömülürken koltuğuma, düşünüyordum

Eski zamanlardan kalma bu uğursuz kuşun

Bu gaddar, hantal, korkunç, ve kasvetli kuşun

Neydi kastettiği, derken “Hiçbir zaman”

[…]

Uçmuyor kuzgun, oturuyor orada, hala orada

Oda kapımın üzerindeki o süzgün büstte

Rüya gören bir iblisin bakışı gözlerinde

Gölgesi akıyor zemine yüksekteki lambadan

Ve bu gölgeden, yerde uzanmış yatan,

Yükselecek mi ruhum? – “hiçbir zaman” (Kuzgun, Edgar Allan Poe)

.

allan

.
… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Pausanias Tarih: Oca 6, 2014 | Reply

    İçine doğduğumuz atmosferin dışında bir evren olduğunu keşfetmemiz için gökte asılı duran yıldızlar birer ipucu mudur bizim için?

    Bu minvalde çok tefekkür lazım geliyor sonuçta. Zira etrafımızdaki kabuğu kırmak, yumurtadan (bilkuvve) çıkıp kendimize erişmek (bilfiil) için.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin