RSS Feed for This Post

Ermiş (Halil Cibran)

Bir edebiyat sürgünü’nün yalnız yolculuğu

“Göğsümün bir tarafında İsa, diğer tarafında Muhammed oturur.”

Halil Cibran

Halil Cibran(1883-1931), Lübnanlı felsefe yazarı, romancı, şair, ressam, hakikat arayışındaki bir bilgedir. Asi Ruhlar (Spirits Rebellious ,1908), Kırık Kanatlar  (Broken Wings, 1912), Deli  (The Madman, 1918), Haberci  (Forerunner,1920), Ermiş (The Prophet,1923), Kum ve Köpük  (Sand and Foam, 1926), İnsanoğlu İsa ( Jesus, the son of man, 1928), Dünya Tanrıları  (The Earth Gods, 1931), Avare  (The wanderer, 1932), Ermişin Bahçesi  ( The Garden of the Prophet, 1933) “sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser”inden[1]  bazıları.

Bu eserlerden Ermiş’in özelliği onun tüm eserlerinin özünü taşıyor olmasıdır. Ermiş, yazarın İngilizce yazdığı eserlerinden biri. Türkiye’de Ermiş adıyla yayımlanan The Prophet’in tam karşılığı ‘nebi’ anlamına gelmektedir. Eserde üç kahraman vardır: Ermiş, Mustafa; Orfales ve Mitra.

Orfales isminin seçilmiş olması, “tarihte mekansız ama ruhuyla ve insanlarıyla her coğrafya ve iklimde mevcut bir şehir olması” veya Yunanistan’a Trakya’dan gelen, Antik Yunanlı ezoterizmi savunan bilge “Orfe”[2]nin kastedilmiş olmasıdır yani Batı’ya Doğu’nun bilgeliğini öğreten bir bilge.

Ermiş kimdir? Hz. Muhammed mi, İsa Mesih mi? Bu sorunun net bir cevabı yoktur. Ama yazarın “Göğsümün bir tarafında İsa, diğer tarafında Muhammed oturur.” sözü aslında bir nev’i bu soruya cevaptır. İsimler değişse de, kaynağın aynılığını düşünürsek, bu sorunun cevabı önemini kaybeder.

Mitra, kadın kahraman olarak, bu kaynaktan gelen bilginin algılanmasındaki kültürel arası değişimlerle karşılaşılan diğer dinleri simgelemektedir: “Roma paganizmi, Hinduizm, Zerdüştizm, Maniheizm”[3]

“Doğu’nun Nietzsche’si olarak adlandırılan Cibran’ın en ünlü eseri olan “The Prophet”, El Mustafa adındaki bir kâhinin on iki sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken, Orphalese halkı tarafından durdurulması üzerine halk ile arasında geçen; aşka, evliliğe, çocuklara, yemeye ve içmeye, çalışmaya, sevinç ve kedere, suç ve cezaya, yasalara, özgürlüğe, acıya, vs. dair yirmi altı adet konuşmadan oluşmaktadır.”[4] On iki senelik bu kalışın ardından hasat ayı Eylül’ün yedinci gününde gemisini beklerken başlar eser ve bu bölümde Ermiş’in içsel yürüyüşü ile başlar: Şehirden ayrılacak olmasının hüznü, kalmanın kalıplaştıran donuklaştırıcılığı, esîrî yalnız aramanın mecburiyeti… Ruhu, çevresine toplanan insanlarla konuşmaya başlar ve buradaki tespit çok önemlidir, eseri maddi düzlemden manevi düzleme taşır. Çünkü Ermiş, “Ne kadar sık yelken açtınız rüyalarımda. Ve şimdi uyanıklığımda geldiniz, daha derin rüyamda.”[5] diyerek hakikate açılmış ruhuna mekan olarak rüyayı seçmiş(Ölüm’e Dair adlı bölümde de düşleri ebediyetin kapısı olarak nitelemektedir)[6], dünya hayatını uyanılması gereken bir rüya olarak düşünerek hakiki mekanı başka bir düzleme taşımıştır. Ayrılığın/vedanın, toplanma günü olduğu bu an, sanki Ermiş’in dünyadan ayrılışının/kendi hasat gününün simgesidir. İnsanlara verebileceği her şey, metaforik anlamda kendisinin de “Fenerimi kaldırışımda gerçekten bir onur varsa onun içinde yanan benim alevim değil. Yukarı kaldıracağım fenerimi, bomboş ve karanlık. Ve gecenin bekçisi yağla dolduracak ve hem de yakacak onu.”[7] dediği gibi, kendisinden değildir. O bir fenerdir ama ışığı başka bir yerden gelmektedir. Şehirdeki insanlar ayrılmasını istememektedirler, onlara cevabı şudur: “Ve hep olmuştur, sevgi ayrılık ânına kadar kendi derinliğini bilmez.”[8] Üzülse de gidecektir.

Yanına ilk Mitra gelir, ona iman eden ilk insan, bir kâhine ve ondan kendilerine, hakikatten, doğum ile ölüm arasındaki Ermiş’e gösterilen her şeyden bahsetmesini ister. Bu soru ile cevaplar başlar ve kavramlar tek tek yeni anlamlar kazanır, eser sona değin soru-cevap yöntemi ile ilerler. Eserdeki kavramlardan ilki aşktır.

Aşk’a Dair:

İnsanı üryan kılan, taçlandırırken çarmıha geren, insanın, kalbinin esrarını öğrenebilsin ve Hayat’ın kalbi olabilsin diye Allah’ın kutsal ziyafetine kutsal ekmek kılan ateştir aşk. Aşkın sadece hazzını arayanların denememeleri gereken bir alandır. Korkarak varılamayacak olan. Çünkü aşk, kendinden başka hiçbir şey almadığı gibi kendinden başka da hiçbir şey vermez. Ne sahip olabilirsiniz ne de o size sahip olur. Aşkta hedef,’ Allah benim kalbimde, değil; ben, Allah’ın kalbindeyim’, demektir. Aşk, yönlendirilemeyen, ancak lâyık olursanız, sizin seyrinizi yönlendiren, sadece kendisini gerçekleştirmek isteyendir. Aşk hakkında devam eder tespitleri ama özetle, tek cümle yeter aşkı anlatmak için: “Zira aşk kâfidir aşka”[9].

İkinci kavram, evliliğe dairdir ve gene Mitra tarafından sorulur:

Evlilik’e Dair:

Evlilik, birlikteliktir ölüm gününe değin ama bu birliktelikte insan araya mesafeler koymalıdır. Bunu da şöyle açıklar: “Birbirinizi sevin, ama aşkı bir sözleşmeye çevirmeyin… Birbirinizin kâsesini doldurun ama aynı kâseden içmeyin. Şarkı söyleyin ve raks edin birlikte ve pür neşe olun, fakat bırakın her biriniz bir başına olsun. Tıpkı, aynı nağmeyle titreşiyor olsalar da bir udun tellerinin tek başlarına olmaları gibi. Gönüllerinizi verin, fakat diğerinin himayesine değil. Çünkü gönüllerinizi ancak Hayat’ın eli kavrayabilir…”[10] Birlikte olunmalıdır ama nasıl bir mabedin sütunları ayrı ayrı duruyorsa, evlilik mabedinde de sütunlar aynı mabedin içinde ama ayrı ayrı olmalıdır. Ruh ve gönlü ancak daha yüce bir el kavrayabilir. Meşe ağacı ile selvi nasıl birbirinin gölgesinde serpilemezse, insan da araya belli bir mesafe koymak zorundadır.

Üçüncü kavram, çocuklara dairdir ve kucağında bebek olan bir kadın tarafından sorulur:

Çocuklar’a Dair:

Çocuklar anne baba vasıtasıyla dünyaya gelirler ama onlara ait değildir. Anne baba çocuğuna sevgisini verebilir ama düşüncelerini veremez; bedenlerini barındırırlar ama ruhlarını değil; onlar gibi olabilir ama kendilerine benzetmeye çalışmamalıdırlar, diyerek ileri doğru akan hayatta kendinden uzağa giden evladı memnuniyetle uzağa göndermeyi tavsiye eder. Çünkü ancak böyle, evlat anne baba sevgisiyle yolculuğuna devam edebilecektir.

Dördüncü kavram, vermeğe dairdir ve zengin bir adam tarafından sorulur:

Vermek’e Dair:

Gerçek vermek mal ile değil, insanın kendisinden vermesidir. Mal, yarın onlara ihtiyaç olabilir kaygısıyla insan tarafından saklanan ve korunan bir şeydir. Korunan bu mallar, bir köpeğin izsiz kumlara kemik gömmesinden başka bir şey değildir Ermiş’e göre. İhtiyaç kaygısı ihtiyacın kendisinden başkası olmamalıdır. Vermek kiminde şöhret içindir, kimi neşeyle verir, kimi ıstırapla, kimi de ne ıstırap duyar ne neşe ne de erdem için verir. İşte bu veriş, Allah’ın elleri aracılığıyla konuşmasıdır ve Allah bu insanların gözlerinin ardından gülümser. Vermek güzeldir, ama gecikmeden ve istenmeden. Verirken verdiğiniz kişi buna layık mı diye düşünmek yerine, vermeye layık mıyım şeklinde düşünerek. Veren insan değildir çünkü.

Alıcılar ise -herkes alıcıdır-, minnetin ağırlığını yüklenmemeli, kendine boyunduruk vurmamalıdır. Almak, topraktan ve Allah’tandır. İnsan bunu hediye olarak kabul etmelidir.

Beşinci kavram, yemek ve içmeğe dairdir ve yaşlı bir han sahibi tarafından sorulur:

Yemek ve İçmek’e Dair:

Yemek yemek için hayvanların kullanılması Ermiş’in çok istediği bir şey olmasa da, madem öyle, bu bir ibadet eylemi olmalıdır, demektedir. Yemek için öldürürken, öleceğini bilmelidir insan ve yediği şeyin, bedeninde yaşayacağını fark etmelidir. İnsan, kendi bedeninin de tıpkı bir bağdaki üzümler gibi derleneceğini ve bu şarap gibi ezeli fıçılarda saklanacağını anmalıdır yerken ve içerken.

Altıncı kavram, çalışmağa dairdir ve bir rençber tarafından sorulur:

Çalışmak’a Dair:

Çalışmak, sonsuzluğa doğru haşmetle ve vakur bir tevazuyla seyreden hayat kafilesinin içinde kalmak, uyum içinde olmaktır; lanet ya da felaket değil, alın teridir. Alınteri ile çalışmada Allah’a ulaşan bir yol vardır: ‘Her işi kendin için yapıyormuş gibi’ çalışmak. Bu noktada mermeri yontmakla tarla sürmek arasında hiçbir fark yoktur. İnsan işi aşkla yapmalıdır, kerhen çalışmamalı ve işi yarım yamalak yapmamalıdır.

Yedinci kavram, neşe hakkındadır ve bir kadın tarafından sorulur:

Neşe ve Keder’e Dair:

Neşe maskelenmiş kederdir. Önce keder veren şey, sonra insana neşe verir. Kederli olduğunda, insan, daha önce mutlu olduğu şey uğruna gözyaşı döker. Ne neşe kederden büyüktür, ne de keder neşeden. Ayrılmaz bir bütündürler ve birlikte gelirler. Burada bu ayrılmazlığı şöyle ifade eder : “Birlikte gelir onlar ve biri sizinle sofranıza tek başına oturduğunda hatırda tutun ki diğeri yatağınızda uyumakta.” [11] İnsan terazi misali kederi ile neşesi arasında asılıdır ve yalnızca insan boş olduğunda durgun ve dengeli olur. Ama bu terazi, neşe ve kederin yükselip alçaldığı bir terazidir.

Sekizinci kavram, evler hakkındadır ve bir duvarcı tarafından sorulur:

Evler’e Dair:

Evler, korkularıyla ataların insanları bir araya topladığı ve onları vadilerden, ormanlardan, çayırlardan uzaklaştırdığı, sürgülü kapılarla insanı refah ihtirasına ve efendi’liğe sahip kılan mekanlardır. Diriler için ölüler tarafından inşa edilen türbelerdir. Ruhun tutkusunu öldüren, sırrı kuşatmayan, hasreti dindirmeyen ve insanın içindeki sınırsıza ulaşmada engeldir evler. Bu yüzden, rahat içinde rahatsız olanlar, bu tuzağa düşmemeli ve ehlileştirilmeye karşı koymalıdır.

Dokuzuncu kavram, elbiseler hakkındadır ve bir çulha tarafından sorulur:

Elbiseler’e Dair:

Elbiseler güzelliğin çoğunu örten ama güzel olmayanı saklayamayandır. Kıyafetler, mahremiyet özgürlüğüdür ama aynı zamanda bir prangadır. Çünkü edep, saf olmayanların gözlerine karşı bir kalkandır. Saf olmayan kalmadığında edep bir zihin kirlenmesinden başka bir şey değildir. Asıl elbise ‘hâyâ’dır der kısaca.

Onuncu kavram, alım ve satım hakkındadır ve bir tâcir tarafından sorulur:

Alım ve Satım’a Dair:

Alım ve satım sevgiyle ve müşfik bir adaletle olmalıdır, bu olmadığında kimi insan tamaha sürüklenecektir. Değer, değerle mukayese edilmeli, terazi doğru olmalı ve herkes dolu ellerle pazardan ayrılmalıdır.

On birinci kavram, suç ve ceza hakkındadır ve bir hâkim tarafından sorulur:

Suç ve Ceza’ya Dair:

Suç, insanın kendine karşı işlediği bir hatadır. Onun ilah-benliği kirletilemez olsa da sadece bu kısımdan oluşmaz insanoğlu. İnsanın içinin çoğu insan olsa da, insan olmayan kısmı da vardır ve Ermiş, insan tarafına dair konuşur burada. Hata bireye değil, topluma aittir ve bunu şu cümlelerle açıklar: “Ve nasıl tek bir yaprak bütün bir ağacın sessiz bilgisi olmadan sararmazsa, / Aynen hata işleyen de hepinizin gizli iradeleri olmaksızın hata işleyemez.” Suçu işleyen kadar, suça maruz kalan da kabahatlidir. “Ve temiz elli, mücrimin yaptıklarından aklanmış değildir.” [12]  İnsanlar haklıyı haksızdan hayırlıyı şerirden ayıramaz ve sadece fiil olarak bir şeyi yapmak kadar bunu ruhen de yapmak aynı şekilde suçtur.

On ikinci kavram, kanunlar hakkındadır ve bir avukat tarafından sorulur:

Kanunlarımız’a Dair:

Kanunları koymak insan için keyifli olsa da, onları çiğnemek daha keyifli gelir. Kanunlar asla hayatın eğlencesini kaçırmak olmamalı ve kanunlar, kişilere ait bir boyunduruk anlamına gelmemelidir. Bu tarz insanlar, güneşe sırtını dönen, sadece kendi gölgelerini görüp bu gölgeyi kanun kabul edenlerdir. Ve güneşin işlevi sadece gölge yaymaktır, yani hayatı sadece kendi çizdikleri kanunlar çerçevesinden görenlerdir. İnsan bu boyunduruğa kendini hapsetmemeli ve önünde eğilmemelidir.

On üçüncü kavram, özgürlük hakkındadır ve bir hatip tarafından sorulur:

Özgürlük’e Dair:

İnsan kendine ve özgürlüğüne tapınır ve bu özgürlük kişinin boyunduruğu ve takındığı kelepçe olur. İnsan ancak özgürlükten bir hedef ve tatmin olarak bahsetmeye son verdiğinde özgür olabilir. İnsanın özgür hale gelebilmek için atmak istediği kendi benliğinin parçalarıdır. Özgürlük farklı durumlarla karşımıza çıkar ve bu, bir kanunu ortadan kaldırmaksa, bu kanunu yazan gene insanın kendisidir. Tahttan devirmek istenen bir despotsa, önce kişi kendi içinde o kişinin tahtını yıkmalıdır. Bir zorba, özgür ve gururlu birine hükmedemez, eğer o kişinin kendi özgürlüğünde bir zorbalık yoksa ve kendi kibrinde bir utanç. Aslında her şey, arzu ve korku, iğrenilen ve aziz tutulan insanın varlığının içindedir. Yani, bir şeyi def etmek istiyorsa kişi, onu önce kendi içinden yok etmelidir.

On dördüncü kavram, akıl ve tutku hakkındadır ve bir vâize tarafından sorulur:

Akıl ve Tutku’ya Dair:

Akıl ve muhakemenin, tutku ve iştihâların savaş meydanı, ruhtur. Bu ruhun dümeni ve yelkeni ise, akıl ve tutkudur.  İnsan bu dümene ve yelkene muhtaçtır. İkisinden biri diye tercih yapılmamalıdır. Akıl, tek başına sınırlayıcı; tutku ise, insanın mahvına neden olan bir ateştir. Birine diğerinden daha fazla hürmet gösterilmemelidir.

On beşinci kavram, ıstırap hakkındadır ve bir kadın tarafından sorulur:

Istırap’a Dair:

Istırap, idraki bürüyen kabuğun çatlamasıdır, bu yüzden insan, ıstırabı tanımalıdır. Istırapların çoğu insanın kendi tercihidir, bu tercih insanın benliğini tedavi eden kekre bir iksirdir. İnsan sessiz ve sakince ıstırabı kabul etmeli ve onu Görünmeyen’den bilmelidir.

On altıncı kavram, kendini tanıma hakkındadır ve bir adam tarafından sorulur:

Kendini Tanıma’ya Dair:

İnsan kendi hazinelerini ölçemez, çünkü benlik uçsuz bucaksız bir ummandır. Bu yüzden, insan hakikati buldum değil, bir hakikat buldum demelidir. Ruhun yolunu buldum değil, benim yolumda yürürken ruhla karşılaştım demelidir. Ruh katman katmandır, sayısız taçyaprağına sahip bir nilüfer gibi. Ruh büyüyen ya da tek bir çizgide ilerleyen bir şey değildir.

On yedinci kavram, öğretmeye dairdir ve bir öğretmen tarafından sorulur:

Öğretme’ye Dair:

Bilge, kendi bilgeliğinin evine davet eden değil, kişiye kendi zihninin eşiğine kadar rehberlik edendir. İnsanın basireti kendi kanatlarını başka bir insana ödünç veremez. İnsan Allah’ın ilminde yapayalnız durur, bu yüzden kişi kendisinin Allah tasavvurunda ve dünya telakkisinde yalnız olmak zorundadır.

On sekizinci kavram, dostluk hakkındadır ve bir genç tarafından sorulur:

Dostluk’a Dair:

Dostluk bir ihtiyaçtır, sevgi ve şükranla devam eder, insana huzuru sunar. Dobraca her şeyi konuşabileceğiniz ve ret ve kabul cevaplarını çekinmeden iletebileceğiniz kişidir. Onun susması, onun kalbine kulak vermeyi sona erdirmez, çünkü dostluk sadece kelimelere dayanmaz. Dosttan ayrılmak kederden çok, onun varlığının daha belirgin hale gelmesidir, onda en çok sevdiğiniz şeyin. Dostluktaki tek niyet, ruhun derinleşmesi olmalıdır. “Zira kendi esrarının ifşâsından başka bir şey aramayan sevgi, sevgi değil; ileriye fırlatılan ağdır: ve yalnızca işe yaramaz olandır yakalanan.”[13] Dosta düşen, ihtiyacı karşılamaktır, boşluğu doldurmak değil.

On dokuzuncu kavram, konuşmaya dairdir ve bir bilgin tarafından sorulur:

Konuşma’ya Dair:

İnsan düşünceleriyle barışık değilse konuşur veya kalbinin inzivasına daha fazla dayanamıyorsa ve konuşma başladığında düşünme kısmen sona erer. “Zira düşünce bir sema kuşudur ki kelimelerin kafesinde kanatlarını gerçekten açabilir ama uçamaz.”[14] Konuşma bazen yalnız kalma korkusundandır. Kimi insan bilmeden ve farkına varmadan konuşurken bir hakikati ifşâ eder, kimi ise içindeki hakikati kelimeler olmadan dile getirir. Konuşma, karşılaşılan birini selamlama bile olsa, ruhtan gelmelidir.

Yirminci kavram, zamana dairdir ve bir astronom tarafından sorulur:

Zaman’a Dair:

Zaman ölçülemez ama insan, onu akışını seyredebildiği bir dere gibi görmek ister. İnsanın içindeki zamansız olan, hayatın zamansızlığından haberdardır ve dün, bugünün hatırası, yarın da bugünün rüyasıdır. Zaman, sevgi gibi parçalanamayan ve arşınlanamayandır. İnsan düşüncelerinde zamanı parçalara ayıracaksa, bunu maziyi hatırayla ve istikbali hasretle kucaklayarak yapmalıdır.

Yirmi birinci kavram, iyi ve kötüye dairdir ve şehrin ihtiyarlarından biri tarafından sorulur.

İyi ve Kötü’ye Dair:

Kötü, açlığı ve susuzluğuyla azap çeken iyidir. İnsan birçok bakımdan iyidir, ama iyi olmadığında bu, kötü demek değildir. Sadece aylaklık ve miskinlikten kaynaklanır bu hal. İyilik insanın benliğine duyduğu hayretten gelir ve herkes bu hasreti içinde taşır; ama kiminde bu hasret fazla kiminde de azdır. Ama şu unutulmamalıdır, kimsenin diğerine, neden böylesin deme hakkı yoktur.

Yirmi ikinci kavram, ibadete dairdir ve bir vâize tarafından sorulur:

İbadet’e Dair:

İnsanlar genellikle sıkıntı ve ihtiyaç hâlinde ibadet ederler, pür neşe ve bereket günlerinde değil. İbadet, benliğin canlı esîr içinde yayılışından başka bir şey değildir. İnsanın, görünmez mabedi ziyareti yalnızca vecd ve hoş sohbet için olmalıdır. Amaç sadece bir şey istemek olursa, onu alamayacaktır. Kendini hakir kılmak için oraya girerse, yükselemeyecektir. Ermiş, kelimelerle nasıl dua edileceğini öğretemeyeceğini ifade eder. Duadaki kelimeler için: “Bizzat kendisi onları sizin dudaklarınız vasıtasıyla ifade ettiği vakit hariç Allah kelimelerinize kulak vermez.”[15] der. Duada öyle bir teslimiyete dayanır ki Ermiş, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı zaman, Cebrail’e verdiği cevap gibi bir cümleyle karşımıza çıkar: “Senden hiçbir şey talep edemeyiz; zira sen bilirsin ihtiyaçlarımızı, onlar içimizde daha doğmadan.”[16]

Yirmi üçüncü kavram, hazza dairdir ve şehri yılda bir ziyaret eden bir münzevi tarafından sorulur:

Hazz’a Dair:

Haz, bir özgürlük şarkısıdır ama özgürlük değildir. Bu şarkıyı herkes söylemelidir ama söylerken kalbini kaybetmeden. Kimi gençler hazzı, her şeymişçesine arar; kimi yaşlılar sarhoşlukla işlenen hatalar gibi hayıflanarak hatırlar; kimi de ne arayacak kadar gençtir ne de hatırlayacak kadar ihtiyar. Onlar, hazdan korkarak kaçarlar. Bunun sebebi ruhu ihmal etmek ya da ruha karşı kusur işlemektir. Bu hâl de bile haz vardır. İnsan kendisini hazdan mahrum bırakması, sadece varlığının kuytularında arzu istiflemesine neden olur. Beden ruhun arpıdır ve ondan güzel sesler çıkarmak ya da karmakarışık sesler çıkarmak kişiye bağlıdır.

Yirmi dördüncü kavram, güzelliğe dairdir ve bir şair tarafından sorulur:

Güzellik’e Dair:

İnsanlar için güzellik kavramı hakikatte ona dair değil, aksine tatmin edilmemiş ihtiyaçlara dair şekillenir. Oysa güzellik bir ihtiyaç değil, bir vecddir. Güzellik, gözler kapalıyken bile görülebilen; kulaklar kapalıyken dahi duyulabilen bir şarkıdır. Güzellik insanın kendisidir, kendisini görmesi gereken.

Yirmi beşinci kavram, dine dairdir ve bir vâiz tarafından sorulur:

Din’e Dair:

Bütün hareketler ve fikirler dindir ve Ermiş, tüm bu konuşmasında aslında dini anlattığını söyler. Ve sorar Orfales halkına, bu soru aslında herkesedir ve burada soru yoktur(istifham), cevap vardır:

“Kim ayırabilir imanını eylemlerinden ya da inancını meşgalesinden? Kim ‘Bu Allah’a ait ve şu bana; bu ruhuma ait ve şu diğeri bedenime.’ diyerek önüne saatlerini serebilir?… Gündelik hayatınız mabediniz ve dininizdir… Ve şayet Allah’ı tanımak istiyorsanız… etrafınıza bakın, …fezaya bakın, …çiçeklere bakın… “[17] Kısaca Allah her yerdedir, her şeydedir. O’nu bulmak için muammalar çözmeye gerek yoktur.

Yirmi altıncı ve son kavram ölüme dairdir ve Mitra tarafından sorulur:

Ölüm’e Dair:

Ölümü insan hayatın kalbinde aramalıdır. Kalbi hayata sonuna kadar açmalıdır. Çünkü hayat ve ölüm birdir. Düşler, ebediyete açılan kapıdır. Ölüm korkusu, kendisine şeref payesi vermek isteyen yüce bir hükümdarın karşısında olan çobanın titreyişidir. Çoban bu titreyiş altında bahtiyardır, her ne kadar titreyişine dikkatini vermiş olsa da. Ölmek, rüzgârda üryan durmak ve eriyip güneşe karışmaktır. Ölüm kavuşmaktır.

Tüm bu konuşma sabahtan akşama kadar sürer ve Ermiş, Mabed’in basamaklarından iner, gemisine biner.  Burada son sözlerini söyler Orfales halkına, onlarla vedalaşır, bir gün geri döneceğini söyleyerek.

Dönecek olan kimdir, ruh mu, beden mi, inanç mı?… Bu, her dinde, kültürde farklı varyantlarla algılamalara neden olmuş ve her dine girmiştir. Bilinen şudur ki, bir gün, ebediyetin temsilcisi dünyaya gelecek, insanlara Allah’ı anlatacak ve insanları O’nda birleştirecektir.

 

Ermiş, şiirsel düzyazı eşliğinde hayata dair metaforlarla içsel bir yürüyüş. Bir veda konuşması, bu yüzden mümkün olduğunca insana insan’ı anlatmaya çalışan ve neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini anlatan bir öğüt kitabı. Sanatlı bir üslubu var; özellikle kavramların açıklamasında, teşbihlerle, istiarelerle… bezeli devrik cümlelerle dolu.  Coşkun bir lirizm tüm satırlara yayılmış durumda.

Tematik anlamda eserde dikkati çeken noktalar şunlardır:

Ermiş, Orfales halkına seslenirken kimseyi birbirinden ayırmaz ve kimse diğerinden üstün değildir. İnanç, sadece gizler ardında ve keşfedilmeyi bekleyen bir muamma değildir. Beden, ruh ve kalp, bir bütün olduğunda insana “engin insan” olma (meşe ağacı metaforuyla verilir)  fırsatını verecektir. Sadece bireysel olarak değil, sosyal anlamda da kişi -hem kendi içinde hem de dahil olduğu çevrede-, kendini tanıyarak kendini bütünleyebilir. En zayıf halka kadar zayıf, en sağlam olduğu halka kadar sağlamdır insan. Tanrı her yerde ve her ândadır ve O’nu aramak için insanın kendi hayatına, çevresine bakması yeterlidir. Ermiş’in tüm anlattıkları, insanların düşünce hâlinde bildiklerine dair kelimeler hâlinde bir konuşmadır, oysa bilgi kelimesi, kelimesiz bilginin bir gölgesinden başka bir şey değildir, kısaca anlattıkları aslında anlatılamayan bilginin çok az bir kısmıdır.

Ermiş’in Fransızca çevirisine önsöz yazan Aamin Maalouf, bu önsözde, ‘Bir edebiyat sürgünü’ olarak bahsettiği Cibran’ın Ermiş adlı eserinin, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü[18] ve Andre Gide’in Dünya Nimetleri’nin[19] etkisinde kalınarak yazılmış ucuz bir kopya olarak kabul edenlerden bahseder ve bunu abartı ve haksızlık olarak değerlendirir. Haklıdır. Farklı bir incelemenin konusu olduğu için, burada sadece temel birkaç tespit üzerinde durulacaktır: Ermiş, teknik ve üslup açısından coşkun ve lirik bir anlatımla, Böyle Buyurdu Zerdüşt ve Dünya Nimetleri ile benzerlikler taşısa da, metaforlara yüklenen anlam yönüyle bambaşka bir çizgi üzerinde yürümektedir. Nietzsche’nin, insanın düşüncesinde var ettiği doğan bir Tanrı yerine, burada gerçek anlamda Tanrı’ya inanış vardır ve Tanrı sadece mabedin ya da kutsal kitapların içinde değildir. Panenteist[20] bir görüşe yaslanır Cibran. İster Müslüman olun, ister Hristiyan, ister de başka bir din, bu eser sizi öz’de birleştiriyor, aynı kaynakta; Tanrı’da. Gide’in inandığı ama biçimsel olarak karşı çıktığı kurumsallık(kilise) da yoktur burada. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, kahraman, bir dünya peygamberi olarak kavramlara yüklediği yeni anlamlarla karşımıza çıkar, Tanrı’yı öldürür, öğretilerini reddeder, cennetin yerine üstüninsan hedefini koyar. Gide’de Menalque ile Nathanael arasında bir nevi mürşidinden öğrendiklerini dervişine öğreten, hayatın her türlü zevkini yaşayarak Tanrı’ya ulaşılacağını savunan bir kahraman karşımıza çıkar. Ermiş’te ise, ruhuna sunulan kelimeleri -ki onları dahi sahiplenmeden- sevdiği insanlara aktaran bir kahraman vardır. Zerdüşt Pazar yerindeki insanları(halkı) uzak durulması gerekenler olarak kendisinden uzaklaştırıp sadece belli bir kesime hitap ederken, Ermiş halka seslenir ve kimseyi birbirinden ayrı tutmaz.  Ermiş, dünya ve dünya zevklerinden çok Tanrı’ya yakın, verilenin(öğütlerin) algılanması insandan insana değişse de, ‘öz’ün aynılığının vurgulandığı bir eserdir. Ermiş’te dünya hayatın merkezi değildir, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te olduğu gibi. Ruh, sonsuzluğa ancak ölümüyle kavuşacaktır onda. Oysa Nietzsche’de, ölüm ancak gelecekteki üstün insan’a kavuşma adına değerlidir ve ruhu sadece bu hayata mahkûm eder. Gide’de ise ölüm yaşamdan daha değersiz ve ancak bir şeylerin yenilenmesi anlamını taşır…

Üç eseri ortak noktaya getiren şiirsel coşkun bir lirizm olsa da, onları birbirinden ayıran temeller çok güçlüdür ve bu yüzden Ermiş’e Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün ya da Dünya Nimetleri’nin kopyası demek büyük bir haksızlıktır. Bu noktada okur olarak size tavsiyem bu üç eserin paralel okunarak aradaki benzerlik ya da farklılıkların tarafınızdan tespiti olacaktır.

Sonsöz olarak, eserin çevirisini yapan ve hazırladığı dopdolu önsözle şiirsel bir anlatının çevirisinin zorluğunun üstesinden başarıyla gelmiş olan Sayın İlyas Aslan’a teşekkürlerimi iletirim.

 

 


 

[1] M. Aytaç Arıtaş, Bir Edebiyat Sürgünü Halil Cibran, 2008, http://www.halilcibran.org/2010/11/bir-edebiyat-surgunu-halil-cibran.html

[2] Orfe(Orpheus), kimilerince gerçekten yaşamamış efsanevi bir isim veya mitolojik bir şair olarak görülmesine karşın, ezoterizmde, antik Yunan‘a bilgeliği Pisagor ve Platon‘dan önce getirmiş, en büyük inisiyelerden biri olarak kabul edilir.Eldeki verilere göre Orfe Yunanistan‘a Trakya‘dan ya da Asya‘dan gelmiş olmalıdır. Kimi kaynaklara göre Orfe İ.Ö.8.yy.’da bir Trakya kralı ile bir Apollon rahibesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Semadirek (Samothrake) Adası’ndaki misterler eğitiminden geçtikten sonra Mısır‘a gidip İsis Misterleri inisiyasyonundan geçti. (Fakat kimi kaynaklar Orfe’nin Mısır’a gitmemiş olduğunu inisiyatik eğitimini Asya’da almış olduğunu ileri sürer.) Daha sonra Yunanistan’a geçip Delf kentinde kendi inisiyatik organizasyonunu kurdu. Orfe’nin Delf’te kendi ekolünü kurmasını bazı araştırmacılar, aynı zamanda, eski Yunanistan’daki yozlaşmış inanışlarda yapılan bir tür reform hareketi olarak kabul ederler. Orfe eski inanışları tümüyle reddederek tepki çekmek yerine, eski inanışlardaki ilahlara ezoterik anlamlar yükleyerek, bu batıl duruma gelmiş inanışları -kimilerince Apollon kültü olarak adlandırılan- ezoterik öğretisi içinde eritme yöntemine başvurmuştur… Orfe’nin öğretisi, diğer ezoterik ekollerde de görüldüğü gibi, sürekli olarak tekrar doğuş ilkesini esas almaktaydı. Amaç, insanın semavi yanına zıtlık gösteren, Titanlarla simgelenen dünyevi, maddi tutkuları, nefsani arzuları yenerek kurtuluşa varmaktı.    http://tr.wikipedia.org/wiki/Orfe

[3] Ermiş, Halil Cibran, Sisten Bir Adam,İlyas Aslan, s:13.

[4] Huzursuz Ruhların Azizi, Halil Cibran, Kamil Savaş, http://hermeskulliyati.wordpress.com/category/kamil-savas/

[5] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:24.

[6] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:113.

[7] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:26.

[8] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:28.

[9] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:33.

[10] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:36.

[11] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:55.

[12] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:67-68.

[13] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:88.

[14] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:89.

[15] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:99.

[16] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:99.

[17] Ermiş, Halil Cibran, ÇEV. İlyas Aslan, Kaknüs Yayınları, 4. Basım, 2007, s:111.

[18] İşte Böyle Dedi Zerdüşt, Friedrich Nietzsche, çev. Ahmet Cemal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2004.

[19] Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, Andre Gide, çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2008.

[20] Pan-enteizm, panteizm‘de olduğu gibi Evren‘in kendisinin tanrı olduğunu, panteizm’den farklı olarak her şeyin tanrıdan oluştuğunu düşünen felsefi görüştür. http://tr.wikipedia.org/wiki/Pan-enteizm

 

 

Öyküler (Suzan Nur Başarslan)

“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…” 

Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Roman nedir? Nasıl Yazılır?

Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.

Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:yer altından notlar Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Elinize sağlık Suzzanur hanım.Doğrusu bitmesini hiç istemedim okurken.Çünkü hem kaybolan ben’i buldum kelimelerde hem de hastalanan ruhum bir parça tedavi gördü.

    Soruların hepsi çok anlamlı,her insanın sorup yanıt araması gereken sorular.Ama zannedersem insanın her şeyden önce “kendini tanıması”na odaklanması gerekiyor.Bilemiyorum,belki de henüz kendimi tanıyamadığımdan bu altın öğüdü önemsemiş olabilirim.Yine de insanın “kendini tanımadıkça” ölüm gerçekliği de dahil hakikatlerin dışında kalacağını düşünüyorum.Din ve inanç konusuna da öyle bakıyorum,tüm dinlerin ortak alanı oluşturan erdemliliğe de.İbadet şayet insanın manevi anlamda sığındığı bir güvenlik sığnayıysa gerçek teslimiyet yerine bir sözleşme,bir sigorta poliçesi ötesinde anlam ifade etmez.Tabi bu benim düşüncem.Münzevi bir hayat sürmekten tanrıya yöneldiğimi sandığım ibadet zamanlarımda bile bu ikilemi yaşadım hep…Başımı secdeye koyduğumda,ellerimi açıp yaradana yalvardığım zamanlarda bile bu sinsi iklilem yakamı hiç bırakmadı.Zihnime üşüşen bu sabatajcı düşünceleri kovmak için de çok dualar ettim.Ah o koşulsuz teslimiyete kalben varabilmenin bir yolu olsa.Neyse.Bu güzel yazınızı iç çelişkelimle gölgelemeyeyim.Hakikate ulaşmak zor iş vesselam.Biz fanileri hakikatlerin dışına itecek o kadar çok perde var ki,anlatmaya kalksam hepinizi usandıracağım.
    Emekleriniz için çok çok teşekkürler.
    En derin saygı ve hürmetlerimle.

  3. Yazan:çuvaldız Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Kendini tanımak; insan olmanın aczinin bir ulviyet olduğunun farkında olabilmek. İnsan, bu bilgiyle sefil de yaşar şerefli de.

    Aczini fark eden insan, isyan edip sefilleşebilir de bu farkındalığının insan olmanın ulvi makamlarından biri olduğunu kabul edip şerefini de büyük bir tevazuyla(!), kabullebilir de.

    İnsanın, aciz olduğunu büyük bir tevazuyla kabullenebilmesi çok zor. İsyan edebilmiş olmanın kibri alt edilmesi oldukça müşkül bir durum. Kibir, yenildikçe hırslanan, hırstan beslenen ve büyüyen bir gaflet hali.

    Aczini bilen insan yardıma muhtaç olduğunu da bilir.
    27 / NEML – 62
    Yoksa darda kalan kişi, ona dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan mı? Allah ile beraber bir (başka) ilâh mı? Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz?

    Nefsini bilen rabbini bilir.

    Bilmek üzere donatılarak halk edilmiş insanın yolu mutlaka ve mutlaka o acz durağından geçiyor. O durakta kibir sağanağından kaçıp ibadete sığınmanın sorgulamasını yapmak, yola devam edebilmek için ciğerlere doldurulması gereken taze solukların alınabilmesi elzem. Kimimiz her durakta soluklanır kimileri de tek solukta ineceği durağa ulaşır. O durağa ulaştıklarını düşündüklerimiz ise bizlere yola devam cesareti verirler. Amma velakin o cesaret için bile bir gücün varlığına ihtiyaç duyduğumuzu biliriz.

    gerçek teslimiyet… tanrıya yöneldiğini sanmak…sinsi ikilem… Zihne üşüşen sabotajcı düşünceleri kovmak için dua etmek(bsm)

    Kısır olMAyan bir döngü …aciz olduğumuzu bilmeseydik dua da etmezdik herhalde! Kendini tanımak nihayeti olan bir eylem değil. Bir karıncanın yeryüzünü, yer altında açtığı bir çukura amansızca hiç durup dinlenmeden taşımaya çalışmasının bir gün nihayetlenmesini ummak gibi.

    Sevgili yer altından notlar yazdığınız samimi yorumu okumamış olsaydım soluk almak için durmaz ve olduğumuz yerde debelendikçe kendi çukurlarımızı açtığımızın farkına da varamazdım sanırım. İyi ki Suzannur bu güzel yazıyı kaleme almış ve iyi ki siz de yer altında sessiz sedasız kalmayı tercih etmediniz.

  4. Yazan:suzannur Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Sayın Yer Altından Notlar, bu yaşıma geldim, Yunus Emre’nin “Bu bir rıza lokmasıdır/Yiyemezsin demedim mi?” dizelerini yeni anladım. Ancak anlamış olmak teslim olmak anlamına gelmiyor. Gelen, celal ve cemalin… tecellileri. Cemalde sorun yaşamıyor ben’imiz, iş celal’e geldiğinde hemen Rabbi şikayete başlıyoruz kendimize ve başkalarına. Aşılır mı bir gün, nasip, bu yılımın dersi bu olacak kulluk öğrenciliğimin.
    Kendini tanımak, kendinde kimi tanımak? Bu günlerde ruh hakkında düşünüyorum ve hayretlerdeyim. Akıldan, yürekten, vicdandan, bedenden azade ama onunla. Nasıl tanıyabilir insan kendini hakkıyla. Sanmam mümkün olsun bu. Kendinde Yaratıcı’yı tanımak… Sanırım, birkaç işaret görüp hayret makamında yol almak bu. Hayret; ama ne kadar gafletteyiz değil mi, ya da kendi adıma konuşayım sadece, ben öyleyim.
    İbadet güvenlik sığınağı, evet, ama teslimiyetim tam değil diyerek de oradan çıkabileceğim bir yer değil, teslim olabilmek için belki de daha çok kalınması gereken bir yer orası. Az az birikecek, içimizde bir noktada, bir gün, yolda tutan o kapıyı da açacak inşallah. Hakikate giden yolda, ikilemlerimizle -hala- tutuluyorsak, yolda tutan’ın dileğidir ve kapıya ulaşamasak da, o yolda olmak yeter. Öyle aciziz ki… Bu kapı, tek kapı, ötesi yok.

  5. Yazan:suzannur Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Sevgili Çuvaldız, sanırım hepimizin çukurları var, kapatmaya çalışsak da biteviye geri döndüğümüz… İnsan olmanın acziyeti bu sanırım. Güzel yorumların için teşekkür ederim. Sevgiyle…

  6. Yazan:yer altından notlar Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Sevgili Çuvaldız,bence yer yüzüne çıkmam konusunda bir daha düşünün.Çıktığımlayın önüme çıkana çatıyorum malumatınız olsun:)

    Şaka bir yana,hakketen insan aynayı kendi dışındakilere tuttuğunda karşıdakinin “kusurlarını görme”eğilimi baskın geliyor.Ne yalan söyleyim ben egoizmin bu tuzağına çabuk düşenlerdenim.Ne zaman şöyle bir gün yüzüne çıksam hep problem yaratmışımdır.Bu problemli halimden nasibini alanlardan birisi de sizsiniz bu arada.

    Yani anlayacağınız,kendi korunağımdan seslendiğim nadir zamanlarım tüm site sakinleri için daha selametli olabilir:)

    Ancak eklemeliyim ki o hırçın halimle ortalığı kırıp döktüğüm anlarda bile sizin gibi ince düşünceli,dinleme erdemine sahip güzel insanlarla karşılaşıyorum hep.Ve kendi kusurlarıma karşılık o mütavazı dille karşılaştığımda sizlerden çok şey öğreniyorum.

    İlginiz ve içten yorumunuz için de teşekkür ediyorum.Dilerim her bir kelime,her bir cümle bizleri hakikate,iyi,doğru ve güzel olana ulaştırmaya vesile olsun.

  7. Yazan:çuvaldız Tarih: Tem 3, 2011 | Reply

    Çukurlar pek de faydasız değiller aslında 🙂 su kuyuları,denizler, nehirler…

    Ve evet, hepimiz çukurlarımızı oradan çıkarttıklarımızla doldurmaya çalışıyoruz.Bir çilingirin elindeki anahtar destesindekileri, doğru anahtarı bulabilmek için sırayla ve sabırla kapıdaki anahtar deliğinde biteviye hareketlerle denemesi gibi…

    Oysaki çukurdan çıkardıklarımız çoktan rüzgara, sonra bulutlara karışmış, içimizde gölcükler oluşmuş bile. Biz ise hala çukur boş sanıyoruz. Aynen çilingirin doğru anahtarı bulmaya çalışırken kapının kilitli olmadığını farkedememesi gibi….

    Kuyu demişken aklımın bir köşesine sıkıştırdığım bir detayı da ekleyeyim; kuyu suyuna ihtiyaç duyulduğunda su kaynağına ulaştıktan sonra bile kazmaya devam edilirmiş.Kaynaktan sızan suyu depolayabilmek için çukur mümkün olabildiğince derin açılırmış!

    Çukurdan Narkisos‘a bağlayabilir miyiz konuyu acep? 🙂

    Aşk ya içten dışadır, ya dıştan içe. “Yaradan’ın aşkı içerden dışarıya çıkar; oysa yaratılanın aşkı dışarıdan içeriye girer. Nereye kadar nüfuz edeceği kişinin aşk yeteneğine göre değişir….

    Aşk kimi bir insanadır kimi de yaratıcıya… Kimi içten dışadır, kimi dıştan içe… iki yüzü vardır da her iki yüzünde de tek olmadan, sevgili olmadan aşk yoktur…
    ……
    Ve Narkissos… Suda gördüğü kendi suretine aşık olan ve ona/kendine ulaşmak için suyun başında susuz kalan…

    Kendi güzelliğine aşık da olsan; kendine/güzelliğe kavuşmak için, kendini aradan çıkarmak gerekir, yok olmak gerekir… Aşkta kavuşmak için ille de aradan çekilmek gerekir.

    Ve aşk, sizi tüketmedikçe, suyun kenarında susuz kalan Narkissos gibi, aşk sadece surettir yüreğinizde, izlediğiniz ve hiç kavuşulamayacak olan, sizi başlangıçta takılı bırakan ve tamamlanmanıza izin vermeyen.

    Herkes aslında kendi suretinden başlar aşk yolculuğuna ve aslında herkes kendi yarattığı güzelliğe/kendine aşık olur. Suret aradan çekilmedikçe de, aşk uzak bir ülkenin varılamayan sınırı olur.

    Narkissos, o sınırı aşanlardandır

    Kaleminin mürekkebine bereket 🙂

  8. Yazan:çuvaldız Tarih: Tem 4, 2011 | Reply

    Belki de sizin hırçınlık dediğiniz yer yüzüne fazlaca çıkmadığımızdan, çıktığımızda da kısa kalmamızdandır…

    İnsan kendi kendiyle uzun süre baş başa kaldığında mihenk taşı gibi oluyor…Üzerindeki çiziklere bakıp insan seçiyor 🙂 bu mihenk taşında en derin ve kalıcı izi bırakabilenler en değerliler olsa gerek!…

    Egoizm tuzağının kamuflajı oldukça başarılı olmasa çoğumuz düşmezdik herhalde. Kim bilir farkına bile varmadan o tuzağın üzerine kendi ellerimizle bizler neler koyuyoruz? Bir yorumcunun yazdığı gibi; Hepimiz haklıyız, ama hepimiz suçluyuz da, yani biz bize benzeriz.

    Selametli olan insanlarla aramızdaki mesafeyi artık birbirimizin ne dediğini duyamayacak kadar açmamak için gayret etmek olsa gerek! Birbirimizi duyup, dinledikçe hakikate, iyi,doğru ve güzel olana ulaştıracak vesileler bulunur elbet ; tanışmak gibi
    Tavsiyenize uyup malumatım olanı düşündüm ve fekatttt değişen bir şey olmadı 🙂

  9. Yazan:Volker Wesche Tarih: Eki 1, 2019 | Reply

    Yukarıda gördüğüm “Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir” kitabını nerede bulabilirim.
    Cevabınızı merakla bekliyerek
    Saygılarımla
    Volker Wesche

  10. Yazan:my Tarih: Eki 1, 2019 | Reply

    selamlar,

    PDF kitaplar bedava. Basmıyoruz ve parayla satmıyoruz. Buradan indirebilirsiniz: http://www.derindusunce.org/img/sanat_kibrit.pdf

    Saygılar.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin