Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Mesnevi ile İlahi Aşk »

  

İslam’ın içkin boyutunu, özünü, aşk-ı ilâhiyi herhalde Mesnevî-i Şerîf’ten daha iyi tâlim eden bir eser yoktur. Hüdavendigâr, Sultân-ı Âşıkîn, Molla-i Rûm Pir Muhammed Celaleddin er-Rûmi’nin Mesnevî-i Şerîf’ini hepimiz biliriz de, baştan sona değil bir şerhini, tercümesini bile okumamışızdır bir çoğumuz. Bir bildiğimiz “gel ne olursan ol yine gel!” sözüdür, halbuki bu söz de kendisine ait değildir.

Günümüzde iletişim kanalları bize bilginin yollarını açtı. Artık her bilgiye kolayca ulaşabiliyoruz.  Bu ilk planda olumlu bir gelişme gibi görünse de bilginin popülerleşmesi zihnimizi tembelleştiriyor. İkinci bir yanlışımız ise hikmeti bilgi zannetmemiz. Bu yüzdendir ki Mevlana Hazretlerinin Mesnevisine, Dîvân-ı Kebîr’ine de Facebook’da, Twitter’da paylaştığımız, ne demek istediğini çok da umursamadığımız bir tüketim objesi muamelesi yapıyoruz. Halbuki ne kadar da ihtiyacımız var o kalpten imbiklenen, ilham ile yazdırılan, her noktası bir âb-ı hayat olan satırlarla gıdalanmaya.

İlk defa bir televizyon kanalında Mesnevi-i Şerif, baştan sona belirli bir usül ve müfredat dahilinde şerh ediliyor. Her cumartesi saat 22:00’de Mustafa Eryılmaz’ın sunduğu ve değerli Mesnevihân M.Fatih Çıtlak’ın şerhini yapacağı “Mesnevi ile İlahi Aşk” programını kaçırmayın. Elinize not defteri ve kaleminizi alın, çayınızı demleyin, izleyici ve iz sürücü olun, sohbette demlenin canlar.  Programa facebook, twitter veya emaille göndereceğiniz sorularınızla/yorumlarınızla katılabiliyorsunuz.

facebook.com/Mesneviyle

twitter.com/#!/Mesneviyle

mesneviile.ilahiask@tvnet.tv.tr

Aydınlanmanın Diyalektiği ve Kültür Endüstrisi (Adorno – Horkheimer) »

Sosyoloji Notları‘nda Cemil Meriç kültürün 161 ma’nâsı olduğunu yazar; “161 mânâsı olan kelimenin hiçbir mânâsı yoktur.” diye ekler. (Meriç,1997:304) Onu bu kadar keskin olmaya iten, münevverlerin kelimeleri mikrop kapar gibi kapmasıdır. Nihâyetinde dilimize sonradan, Avrupa’dan ithâl olan kültür, her şeyle bütünleşik olarak kullanılabilecek, uçsuz bucaksız anlamlar yüklenebilecek, her kalıba sokulabilecek bir mefhumdur.

Yine de onun sosyolojik bağlamda en geniş anlamı “yaşam tarzı”dır ki bu yazı boyunca kültürden bu anlam kast edilecektir. Yaşam tarzı anlamında kültür, tabiatın mensuplarının tabiatla kurdukları ilişki tarzıdır diyebiliriz kısaca. İnsanî anlamıyla kültür için, maddî ölçülere göre yeme-içme, barınma, iletişim gibi yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasında başvurulan yöntemlerin biçimlerinin tümüdür. Daha geniş bir çerçevede, sadece insan değil tüm tabiatın varoluş tarzı/hayat üslûbu olarak da görmek mümkündür elbette. Bu yaklaşım ile kültür, medeniyet ve uygarlık kavramlarından farklı olarak insanı tabiat ile Read the rest

Bilim neye yarar? »

… Bilim ve bilim ideolojisi üzerine e-kitap okumak için…

 

Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)

Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz. 

Maymunist imanla nereye kadar? (Tartışma)

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin epistemolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Bu medeniyetin çocukları nerede şimdi? »

“Muvatta” gibi dev bir eserle ardında silinmez izler bırakan İmam Malik Hazretleri de, kitap okuyarak ilim öğrenmek için zamanının her dakikasının hesabını yapmakta ve def-i hacette geçecek zamanı dâhi israf kabul ederek, üç günde bir def-i hacete çıkacak şekilde yemeğini azaltmaktadır.

İbn-i Cevzî, tedris, te’lif ve fetva ile dolu dolu yaşadığı ömrünün tek ânını bile boşa geçirmeyip, bazısı yirmi cildi bulan 340’dan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamakta ve yazmış olduğu eserlerinin toplamı ömrünün günlerine bölündüğünde bir güne dört defter(forma) düşmektedir. Ve bu ilimlerle içli dışlı geçen ömrü boyunca, bıraktığı birbirinden kıymetli eserleri yazarken kullandığı kalemlerin yontulmasından ortaya çıkan talaşları biriktirip, vefatında gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmekte.

İbn-i Rüşd’ün, biri babasının vefat ettiği, diğeri de evlendiği gece olmak üzere hayatında kitap okumadan geçen sadece iki gecesi vardır.

İbn-i Teymiye, beline kadar uzanan örgülü saçları ile her gece kitap okumaya başlamadan önce saç örgüsünün bir ucunu çiviye asar ve böylece okurken uyuyakalmasını önlemeye çalışırdı.

Sekiz yıllık kısacık saltanatına kıtalar fethini sığdıran koca Yavuz, develere yüklettiği kütüphanesini bir an olsun yanından ayırmaz ve şehzadelik döneminde üç saate indirdiği uykusuyla günde sekiz saat kitap okurdu.

İlmin kaydedildiği kağıdın bile bizim kültürümüzdeki yeri ayrıdır. Osmanlı ülkesini ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, hatıralarında: “Osmanlı ülkesinde, üzerinde dinî bir metin olsun veya olmasın yerde bir kağıt parçası göremezsiniz. Onu hemen mukaddes bir şey imiş gibi alıp bir duvar kovuğuna yerleştirirler” diye yazdıklarına şâhit oluruz …” TAMAMI

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz. 

 

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz. 

 

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî »

  • – Baba, Aşk’ı da ALLAH mı yarattı?
  • – Evet kızım.
  • – O Aşk’ı yaratmasaydı biz birbirimizi sevemezdik değil mi?

Afallamıştım. Ruhanî ve cismanî alemlerden kim bahsetmiş olabilir kızıma?

Mesnevî’yi okudukça ellerimin arasında tuttuğum şeyin bir öğrenme değil hatırlama kitabı olduğunu fark ediyorum. Ufacık kızımın henüz unutmadığı akdini hatırlama kitabı. 5-6 yaşında pırıl pırıl bir akla sahip olan bizler büyüdükçe nasıl da körleşiyoruz. Ölçülebilir, alınıp satılabilir şeylerle uğraşmaktan Aşk gibi, Vicdan gibi kavramları görmez oluyoruz.

Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sini ilk elime aldığımda bu körlükten dolayı hiç bir şey görememiştim. Okul kitaplarında görmeye alıştığımız fabl tarzı hikâyelere bakıyorum, kıssadan hisse yok. Gaddar bir hükümdar var, hikâyenin sonunda başına kötü bir şey gelmiyor. Bir sürü metafor, okyanuslar, boyalar, papağanlar… Boğulanlar ve evi yıkılanlar kurtuluyor! Bir de dilim devrilmiş ben altında kalmışım ki “eski” kelimeleri hiç anlamıyorum. Read the rest

Atatürk Malatyalı mı? »

“Mustafa Kemal, Malatya Akçadağ’da doğdu. Ailesi Çakıroğulları diye biliniyor. Babası Mamo lakaplı Mehmet Reşat Bey. Türkmen kökenli, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi. Annesi Ayşe Hanım. Akçadağ’da çiftlikleri var. Halası Zübeyde Hanım, çeteler tarafından kaçırılıp, bir süre alıkonuyor. Aile, laf-söz olmasın diye O’nu çiftliklerinde çalışan Ali Rıza Efendi ile evlendirip, Selanik’e gönderiyor. Atatürk 5 yaşındayken babası, çeteler tarafından şehit ediliyor. Ayşe Hanım, oğlunu alıp Selanik’e gidiyor.O da vefat edince Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım, küçük Mustafa’yı nüfusuna geçiriyor.” Hepsi bu kadar değil. Devamı da var. ” Atatürk , 1931 yılında Malatya ‘ya gidince aileyi belediye hoparlöründen anons ettirmiş. Daha sonra da maaş bağlatmış. Atatürk ‘ün abisi Ömer de cephede şehit olunca maaş çocuklarına geçmiş. Halen de ödenmeye devam ediyormuş…”

 

Mustafa Kemal Atatürk ‘ün hayatını ezbere biliriz. Anaokulundaki çocuğa sorsanız, “1881 yılında Selanik’te doğdu, annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey” diye saymaya başlar. Bu bizim resmi ezberimizdir. Aksi de şu ana kadar ispat edilemedi. Bunca yıl sonra birileri çıkar da, ” Atatürk hakkında bütün bildiklerinizi unutun” derse, ne yaparsınız? Kimse inanmaz değil mi? Ya da şaşırırsınız. Read the rest

Bayramınız Kutlu Olsun »

Betty Carter »

What A Little Moonlight Can Do by Betty Carter on Grooveshark

“Öteki” ve “Beriki” Arasında Kalmak »

Kimlikleşme genel olarak kültürel kodlar üzerinden şekilleniyor olsa da daha çok siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması ile beraber “görünür” ve “etkili” olmaya başlamıştır. Kimlikleşmenin kendisini en iyi ifade ettiği toplumsal örgütlenme biçimi “ulus”, milliyetçilik ideolojisi ile yakından ilişkilidir. Özellikle, modern dönem sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişiklerin bir ürünü  olan ulus olgusunun, kendisini “homojen” bir “etni” üzerinden tanımlamaya çalışması  farklı tarih, kültür, soy, mit ve inanca sahip olan bir çok toplumun da ötekileşmesine zemin hazırlamıştır. Böylece, daha önce var olan toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimlerinin yerini ulus olgusuna bırakması, merkezi bürokrasi, dilde standartlaşma ve merkezi ordu gibi yeni anlayış ve yapıların ortaya çıkması ile doğrudan ilişkilidir. Belli bir gruba dayalı olarak “inşa edilen-hayali cemaat” kendisini daha çok merkez olarak görürken, kendi “siyasal, kültürel ve sosyal” yapısının dışında duranları ötekileştirmiştir.

Bu bağlamda “biz” ve “öteki” kavramlarının gelişimi milliyetçilikle paraleldir. Zira milliyetçilik, sadece milli/ulusal kimliğin “öteki”lere göre inşasında ve “öteki” olarak kodlanan Read the rest

Dersim Dağlarında bir sazan: Hüseyin Aygün’ün PKK ziyareti »

Hüseyin Aygün vakası, birçok açıdan izaha muhtaç bir olay.

Hoca’ya sormuşlar: ‘Hayatında icat ettiğin bir şey oldu mu’ diye de Hoca cevap vermiş hani: ‘Oldu elbet, olmaz mı hiç! Sirkeyle kar yemeyi ben icat ettim ama ben de beğenmedim’ demiş. Kendinin salıverilmesinden iki gün sonra, yani toz duman biraz dağılınca ortaya çıkan sonuç üç aşağı beş yukarı bu minval üzeri.

Bir Milletvekilini kaçırmak gibi iddialı bir eyleme iki kişiyle katılan PKK’ya mı şaşırayım, Kırk sekiz saatte PKK’lılarla can ciğer kuzu sarması olan Hüseyin Aygün’e mi şaşırayım bilemiyorum. İşler o raddeye geliyor ki yanında horul horul uyuyan militanı uyandırmak bile kaçırılan vekile düşüyor. Kendisi belli ki adrenalin bağımlısı bir vekilimiz. Bu ihtiyacını Çoruh’ta rafting yaparak, Krubera’daki dünyanın en büyük obruğuna paraşütle atlayarak da giderebilirdi ama belli ki Tunceli vekili olması hasebiyle yerel kalmayı tercih etti kendileri.

Yani büyük oranda Hoca’nın hikâyesi gibi; bir şey icat etti ama kendisi beğenmediği gibi, müntesiplerine de muarızlarına da yaranamadı. Kendisi beğenmedi çünkü kırk sekiz saat önceki cesaretten eser kalmamıştı kendisinde. ‘Mahalle baskısı’ denince gözler dindar kesime yönelir bu ülkede. Oysa kendisi sadece ‘Dersim Vakası’ konusunda iki kelam edilince, kendi partisi tarafından nasıl linç edilmek istendiğini unutmamış olmalı. Hatta ve hatta bu linçten kendisini kurtarmak görevi de büyük oranda karşı mahallenin Ak Parti vekillerine düşmüştü hatırlarsanız.

Şamil Tayyar’la yaşadığı polemiği saymazsanız bu olayda da Ak Parti’yle bir niza yaşamış değil kendileri. Zaten olayı biraz anlaşılır kılan da Ak Parti’nin ilgisizliğidir büyük ölçüde. İşin magazini sayılabilecek kaçırılma şeklini bir tarafa bırakırsanız, izlenen yol bir ölçüde paralellik arz etmekte zaten. Tek fark coğrafi konumda kaynaklanmakta; birisi Read the rest