RSS Feed for This Post

Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ (Sadreddin Konevî Hazretleri)

Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce “her gün doğan güneş farklı bir güneştir” diyordu Efesli bilge Heraklitos (Hράκλειτος). Bir sembolizm ya da felsefî bir derinlik aramadan, en düz, en yalın haliyle işitelim bu sözü. Heraklitos’tan bu yana 2500 x 365 farklı güneş doğmuş olabilir mi?

İçinizden tekrar edin bir kaç kez, “her gün doğan güneş farklı bir güneştir”… İnandırıcı geliyor mu size? Yoksa itiraz mı ediyorsunuz? Tersini ispatlama imkânınız var mı? Her gün doğan güneşin hüviyetinin değişmediğini, hep o AYNI güneş olduğunu kim iddia edebilir? İsterseniz bir kaç gün üst üste çekilmiş güneş fotoğraflarına bakın. Yüzeyde meydana gelen lekelerin, patlamaların yeri ve büyüklüğü değişiyor sürekli. Neredeyse her saniye farklı bir güneş görüyoruz. Heraklitos’un bir başka sözü geliyor akla: “Aynı nehirlere girenlerin üzerinden farklı sular akar”. Var mı bir itirazınız? Şu halde AYNI olmaktan ne anlıyoruz? Değişime, yıkılmaya, ölüme direnen, kesafet ve metanet sahibi, ölmeden ayakta duran bir güneş mi anlıyorsunuz? Bırakın asırları, tek bir gün içinde bile bizi aydınlatan güneşin (?güneşlerin) AYNI kaldığını söylemek imkânsız.

 Ya siz? Her gün AYNI insan mısınız? Bazen sakin, bazen heyecanlı, bazen hüzünlüsünüz. Bir gün borçlu, bir gün zenginsiniz. Kâh mağdur kâh suçlusunuz. Saniyede 2000 hücre ölüyor vücudunuzda. Her gün batımı en az 50 milyar hücrenin ölümünü noktalıyor. Saçlarınız uzuyor, tırnaklarınızı kesiyorsunuz. Belki zayıfladınız? Eski pantolonları giyebiliyor musunuz? Çocukluk fotoğraflarınızı açın bakın, ne kadar da büyümüşsünüz. Ama “ben çocukken” diye söze başlamak size garip gelmiyor. Bir zamanlar… evet çocuktunuz. 10 kiloluk bir beden-diniz ya da o bedenin içindeydiniz. Demek ki saç, kaş, göz, boy-kilo vb arazların ötesinde, değişmeyen bir hüviyetiniz olduğunu peşinen kabul ediyorsunuz. Erkek, Türk, 80 kilo, muhasebeci, İstanbullu ve koyu Fenerbahçe taraftarı değilseniz… kimsiniz siz?

Hatırlar mısınız? Barış Manço öldüğünde gazeteler şöyle yazmıştı: “Barış Manço hayatını kaybetti.” Yani anahtarlarını veya kredi kartını kaybetmiş gibi. Ölüm haberinden Barış Manço’nun yok olduğu, hiç olduğu, dünyaya adeta hiç gelMEmiş gibi olduğu anlaşılmadı. Ölmüş olsa da Barış Manço hâlâ vardı. Hüviyetini değil sadece hayatını kaybetmişti. Bu yani. Hepimizde değişmeyen, AYNI kalan bir BEN var ama… nere(m)de o? “Ben” kimdir? Gerçek hüviyetim nedir?

“bir kazada kolumu ya da iki bacağımı birden kaybetsem? %50 Eksilsem? Bir futbolcu için gerçek bir dram, ya benim için? Kitap okumama, kızlarımla oynamama engel değil. Mesleğime engel değil. Oy kullanmama? Bacaklarım olmasa da TAM, EKSİKSİZ bir vatandaşım. Gerek kendim gerekse ailem, devlet ve toplum bacaklarımın kopmasına rağmen Ben’de kalan, eksilmeyen bir şeyin varlığını kabul ediyor. Haklarım ve ödevlerim de TAM, EKSİKSİZ. […]  ampiristlerin algıya, deney ve gözleme dayalı duruşlarının sonuna kadar gidersek çok kaygan bir zemine varıyoruz: “Şeyler ancak algılanabiliyorlarsa vardırlar”. Algıya dayalı objektif, ölçülebilir varlık iddiaları Zaman selinin akışına bir saniye bile dayanamıyor. Bunun için 5 duyu ile etraftan topladığım bilgiler sürekli değişirken, yazmakta olduğum şu yazı bile Zaman içinde AYNI kalamazken “Ben” kim oluyor da yıllar boyu AYNI kaldığını iddia ediyor?” (Varlık bir harftir, sen onun anlamısın)

Evet… Bu hafta tanıtmak… değil de sadece dikkat çekmek istediğim bir kitap var: Sadreddin Konevî Hazretleri‘nin yazdığı Esma-ı Hüsna şerhi. Kıymetli insan Ekrem Demirli’nin tercüme ettiği harika bir eser. Tanıtmak istemiyorum zira kendi aciz kelimelerimle sizlere vakit kaybettirmekten korkarım. “Heykeli dikilecek insanların o heykele ihtiyacı yoktur” diyordu bir düşünür. Böyle kıymetli eserlerin de övülmeye, tanıtılmaya, açıklanmaya ihtiyacı yok. Müellifin okura duyduğu merhamet zaten her satırda hissediliyor. Tasavvuf’un ya da Esma-ı Hüsna’nın ehemmiyetini anlatmaya çalışmak da büyük edepsizlik olur diye düşünüyorum. Bu yüzden sadece “dikkat çekmek” istedim. Gerçek perdesini aralayıp Hakikat’e yönelmek… Bunun yolları var. Hepsi bu.

Ibn Ajiba’nın Mi‘raj al-tashawwuf ilā haqā’iq al-tasawwuf adlı eserinin Fransızca tercümesine yazdığı önsözde Jean-Louis Michon Tasavvuf’un hem bir sanat hem de bir ilim olduğunu söylüyor. İslâm’ı kabul ederek Ali Abd al-Khaliq ismini alan ve ehl-i tarik olan Jean-Louis Michon‘a göre Tasavvuf yöntemleri, terminolojisi (istilahat) tecrübe edileni insana aktarması veçhiyle bir sanattır. Fakat aynı zamanda Tasavvuf bir ilimdir. Zira Hakikat’in keşfine yönelmiştir.

Bir zaman önce yine Kitap Tanıtımı serisinde Ganiyy-i Muhtefî Hazretleri’nin Nefesler adlı eserine dikkat çekmiştik, sadık okurlarımız hatırlayacaklar. Bu hüviyet meselesini anlatmak için yine o eserden istifade edelim. “Hüviyet” adlı nefes bize soru olsun, cevabı da Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ’dan gelsin. Bir keman konçertosu gibi… Ya da tecahül-ü ârif sanatı diyelim; nasıl isterseniz…

 

“Bir parçacık balmumu: özel kokusu olan,

Yumuşakça ve sarı, hem kolayca yoğrulan


Bir cisimdir ki sonlu, sınırlı hacma mâlik;

Onu emrâza karşı eczâ da kılmış Hâlik.


İyice cıvıklaşır ısıtırsan sen bunu,

Hacmı artar, aklaşır rengi de enikonu.


Görünüş de değişir değişince tüm a’râz;

Ama, hüviyyet için, bu aslā olmaz maraz.


O, hüviyyeti mahfûz, gene bir balmumudur.

Biraz daha ısıtsan bir sıvı eder südûr.


Buharlaşır, daha çok ısıtsan: sıvı kalmaz.

Buhar hâlinde bile hüviyyet tâdil olmaz.


Buna benzer bir misâl için düşün insanı!

Yaşlansa, hasta olsa ya da azalsa kanı,


Ameliyât da olsa, hattâ taşısa protez,

İnsanlığı değişmez! Elhak, muhkemdir bu tez!


Şu hâlde a’râz ile hüviyyet ayrı şeymiş.

A’râzın gizlediği hüviyyeti kim bilmiş?


Bir şeyin a’râzı çok ama hüviyyeti bir!

Bunu idrâk etmeli olmadan mütekebbir.


Mâdem ki bu a’râzın ardında hüviyyet var,

Ve a’râz perdeleri olmakta sana duvar,


Bir kere de sormalı: “Görünen bu âlemin

Nedir ki hüviyyeti ve dayandığı zemin?”

 

Sadreddin Konevî Hazretleri’nin Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı kitabından alıntılar

EL METÎN, sf. 161

 Mânâlardaki MeTaNet cisimlerdeki kesiflik gibidir. HAKK’ın metanetinin bir yönü O’nun ALLAH ismini lafızda veya yazıda başka birinin kendisiyle isimlenmesinden korumuş (muHaFaZa etmiş) olmasıdır. Böylece bu isimden ebedi olarak sadece HAKK’ın hüviyeti (kim?liğı, =identity, AYNI-lığı) anlaşılır. Binaenaleyh, HAKK’a bu isimden başka daha iyi bir delîl yoktur, bunun yegâne istisnası insân-ı kâmildir. Çünkü insân-ı kâmil ALLAH’a bu kelimeden daha iyi delâlet eder.

 Bu nedenle HAKK insân-ı kâmili “kelime” diye isimlendirmiştir. Buna göre ALLAH’ın kelimesi ancak insân-ı kâmil ile konuşur (NuTuK eder); buna karşın insan kelimesi ise kendiliğiyle konuşur. Şu halde insan kelimesi HAKK’ın hüviyetine delalet eden en güçlü delîldir. Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: “ALLAH’ın velileri görüldüklerinde ALLAH’ın hatırlandığı kimselerdir.”

 EL HAY, sf. 177

EL HAY sadece HaYat sahiplerinin vasıflanabilecekleri özelliklerin kendisine nispet edilmesinin kesinliği nedeniyle EL HAY’dır. Kadim ve HAY’ın hayatı karşısında duran herkesi aydınlatan güneş için güneş ışığı gibidir; bizatihi HAY’ı da kim görürse canlanır ve hiç bir şey ondan gizli kalmaz.

 Her şey canlıdır. Eşyanın hayatı mutlak EL HAY’ın hayatının onlar üzerindeki bir feyzi olduğuna göre a’yân-ı sabite, sâbitlikleri halinde canlıdırlar. Şayet onlar canlı olmasalardı HAKK’ın celâline layık bir kelâm ile “Kün! / Ol!” sözünü duyamazlardı.

 Binaenaleyh a’yân-ı sabitenin bu kavli işittikleri ve HAKK’ın emrine icabet ettikleri sâbit olduğuna göre onların HaYat sahibi oldukları da kesinleşmiştir. Onların hayatlarını ise sadece kâmillerden muhakkik olanlar idrâk edebilir.

 EL KAYYÛM, sf. 179

 EL KAYÛM her nefsin elde ettiği şey üzerinde kâim oluşu nedeniyle kayyûmdur. […] Kayyumluk lizâtihî HAY’ın bir sıfatı ve na’tı olduğuna göre EL KAYYÛM her durumda EL HAY’a eşlik etmiştir. Hiç kuşkususz EL HAY ismi kendilerine sirayet ettiği için herşeyde hayat bulunduğu sabit olmuştur. Şu halde herşey “hay / diri” olduğu gibi, aynı şekilde her şey kendilerine kayyûmluk sirayet ettiği için kâimdir.

Şayet bu özellik manevî-ulvî hakikatlere sirayet etmemiş olsaydı vücûdî varlıklar a’yan sabitlik hallerinden harice çıkamazlardı. Şayet kayyûmluğun nefeslerdeki eseri olmasaydı basît harflerin sûretleri zuhûr etmezdi. Delalet ve işaret eden harfler birleşmemiş olsaydı vücûdî kelimelerin zuhûru söz konusu olmazdı.

… Okumak için…

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz. 

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Oca 25, 2012 | Reply

    Açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası değildir(Sartre/Bulantı/s.192) Gösterge dahi gösterdiği şeyin ne olduğunu anlamaya yardımcı değildir. İşlevi hakkında fikir verebilir ama o varlığın ne olduğunu anlamayı sağlamaz. Hareket denen şey ol’uş halidir ki iki oluşun ortaya çıkardığı sonuç, hareket ve bu süreci algılayış ise zaman’dır; bu da zaman ve hareket denen kavramların aslında olmadığı ve her şeyin ol’uş halini algılayışa bu tanımların verildiği sonucuna götürür.
    İbn Arabi de bunu şöyle ifade eder: …onlar Allah’ın her solukta(kün emri) belirdiğini görür. Oysa belirme tekrarlanmaz. Öyleyse onlar, her belirtinin yeni bir yaratılış demek olduğunu ve eski varoluşu giderdiğini gönül gözüyle görürler. İlahi tecellinin bir varoluş giderip yenisini getirmesi, ilkinin gidişi anında varlığın yok olmasıdır. Yeni bir varlığın yaratılışı da başka bir İlahi belirmenin onu oluşturmasıdır./Arabi/Füsusul Hikem/s:105)
    Burdan da çıkacak sonuç, yaratım-yok oluş-yaratım şeklinde her an yeni bir belirmenin yaşanması zaman-mekan dediğimiz şeylerin olmadığıdır ki bu da bizi Sartre’ın dediklerine ulaştırır. Sartre hiç Arabi okudu mu bilmiyorum ama ben Arabi’nin dediklerini ilk defa Sartre’da anladım, algıladım.Cartoon gibi,çizgiler öyle süratli, bir önceki resim/Belirme bellekte var ama asl olan yok olduğu.Geçmiş bellek,gelecek yok.Hiçlik de bir aşama tıpkı var oluş gibi. Onunla algılanabiliyor. Yani neden’e mahkum. Yokluk/hiçlik de bu anlamda varlık/yaratılan.Öyleyse yoklukla varlık arasında ne var?Henüz cevabını okumadım bunun ya da cevap alamadım kimseden.İnşallah bulurum bir gün.
    “Bize ne ad verirlerse adımız odur. Homeros zamanında insanların ve nesnelerin ikişer adı vardı: birisi insanların taktıkları ad, öteki de tanrıların verdikleri ad. Tanrı beni nasıl adlandıracak?” der Miguel de Unamuno, Arabi de aynısını der, bir de ayanı sabitedeki adımız var bildiğimiz adların dışında.
    Her gün doğan güneş aynı güneş değil hatta her an aynı sandığımız güneş dahi aynı güneş değil.

  3. Yazan:MY Tarih: Oca 25, 2012 | Reply

    yokluk gibi varlik da sübjektif. Sartre’in DELiK metaforu bunun YOKLUK tarafini çok güzel izah ediyor. YOKLUK’un varligi sadece arayan, özleyen, eksikligi hisseden bir şuur için VAR olabilir.

    Varlik da böyle. Her an yeniden var olan güneşlerin arasindaki farklari YOK sayarak bir soyutlama yapiyoruz. Boşluktaki yeri dahil her şeyi ile degişik olan eski güneşleri hatirliyoruz, gelecek olanlari da bekliyoruz. Bu şuur, bu hatirlama ve umud ekseninde tek bir “THE güneş” var oluyor. isim veriyoruz. kollektif bir illüzyon oysa. Hume efendi’den hüviyet-aynilik (identity-sameness) ve illiyet (causality) kavramlari okunabilir ama… Nietzsche efendi bu lisanî vehmi çok güzel tahlil etmis zamaninda, güzelce de açiklamis Filozofların Kitabı, “Hakikat ve Yalan” isimli bölümden:

    “… Kavramların oluşmasını düşünelim. Her kelime anında kavrama dönüşür. Çünkü doğumunu borçlu olduğu orijinal, kendine has, sübjektif bir tecrübeye isim olması yetmez. Yani sadece bir hatıra değildir. Aynı kelime söz konusu tecrübeye benzer başka hadiselere de isim olur.Yani birbiriyle ASLA tıpatıp aynı olmayan durumlara. Her kavram FARKLI şeylerin AYNI-laştırılmasından doğar. Bir yaprak hiç bir zaman diğer yaprakların tıpatıp AYNISI değildir. Ama “YAPRAK” kavramı farklılıkların göz ardı edilmesiyle oluşur. Bu farkları “unutmak” sonucunda zihinlerde bir YAPRAK temsili meydana gelir. Sonra sanılır ki tabiattaki bütün yapraklar önceden çizilmiş, tasarlanmış o ilk YAPRAK’a göre çizilmiş, boyanmıstır. Ama bizim gördüğümüz yapraklar beceriksiz ellerce yapılmış kötü birer kopyasıdır o ilk YAPRAK’ın. Hiç bir yaprak TAM OLARAK onun kopyası değildir.

    “Dürüst bir adam” dediğimizde neden böyle dürüstçe hareket etmiş oluyor? Alışkanlık olarak “dürüst olduğu için” diyoruz. Tıpkı “yapraklar böyle çünkü ilk YAPRAK sebep oldu” der gibi. “Dürüstlük” denen şeyin özünde, gerçekten ne olduğunu bilmiyoruz. Ama çok sayıda dürüst eylem biliyoruz. Bunlar birbirlerinden farklı, kendine has eylemler. Aralarındaki farkları görmezden geliyoruz ve hepsine birden “dürüst eylemler” ismini veriyoruz. […]

    Gerçek [düşünce-lisan] nedir? Hareket halinde metaforlar, adlandırmalar, insanlaştırmalar (antropomorfizm), kısaca şiirsel ve retorik bir biçimde soyutlaştırılan kavramlardır. Sonra birlikte yaşayan insanlar bunları [mutlak, değişmez] kanunlar gibi sınırlayıcı olarak kabul eder ve bunlarla düşünürler. Gerçek [düşünce-lisan] metafor olduğunu unuttuğumuz vehimlerdir. Kullanılıp aşınmış, tekabül ettikleri hissi gücü kaybetmişlerdir. Tıpkı üzeri silinmiş, artık para değil birer metal parçası olmuş eski paralar gibi…”

  4. Yazan:suzannur Tarih: Oca 26, 2012 | Reply

    Yokuluk da bir varlık, bir aşama tıpkı var oluş gibi. Onunla algılanabiliyor. Yani neden’e mahkum. Yokluk/hiçlik de bu anlamda varlık. Varlık tecelliyse/ soluksa/kün emri, bu tecelli onu hem kelime yapıyor hem de bu kelimenin sonucunda varlık. Yokluk da bir kelime ve aynı işmeme tabii. Ayanı sabitedeki bilginin künlenmesinden sonraki tecellisi bu yaratımlar/varlıklar. Ve var oldukları anda yokluğa mecburlar. Öyleyse hakikat tüm bu nedenlerin dışında, ona tabii olmayan ama onunla nisbet edilerek anlaşılan, -oysa aklı aşmadan hakkel yakine ulaşılamayacak -bilgi’nin ya da halin ötesinde.

  5. Yazan:Ibrahim hikmet Tarih: Nis 9, 2016 | Reply

    Hicligin ötesinde yeşeren birşey var.durmadan akan.bir nehir de yakalayamaz ne bir göz ne bir akıl.algilanamaz.algılayan algıladığı anda çıkmış da olur hicliginden.hiç hiç olunabilir mi.kendi varlığını kanitlayamazken ağzına yokluk alır birde.yokluk bir anlamıyla cehennem olur. var misin yokmusun başka.arada sadece ene var.gecebilirsen herşey var.gecemezsen ,yine herşey var.sadece sen zannettiğin zanna düşüyor.benligimize kattigimiz şeyleri burada da birakabilirsin,yolun uzun birakmakda istemeyebilirsin.fakat hepsinden gececigin zamanlarda gelecek,belki bir yerde daha hafif,bir yerde daha ağır.mesela sevgi yi düşün .düşündükçe var ve yok kelimesi bütünleşiyor.bu sefer daha çok istiyorsun öğrenmen sonsuza kadar gidiyor.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Şub 14, 2012: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Nis 15, 2015: Yaşamak Ben’in hikâyesini yazmaktır
  4. May 3, 2016: Zâhir ve Batın / Appearance & Essence / الظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin