RSS Feed for This Post

Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 1:Boşluk)

“… Bir delik gören insan onu kendi etiyle kapatmak ister. Çocuk bir delik gördüğünde parmağını ya da kolunu sokmadan edemez. Demek ki delik kendimi içine akıtarak varlığımı hissetmemi sağlıyor. […] Bir deliği kapatmak demek varlığın DOPDOLU(1) olabilmesi için vücudumu feda etmem anlamına geliyor.  Yani kendi varlığının şuurunda olmanın baskısıyla objektif varlığı TAMAMLAMAK. Burada insan olmanın en temel eğilimlerinden birini yakalıyoruz: Doldurma eğilimi. Çocuklukta, bluğ çağında ve yetişkinde hep aynı eğilim. Hayatımızın önemli bir kısmını delikleri tıkamakla, boşlukları doldurmakla geçiriyoruz. TAM ve DOPDOLU bir varlığı sembolik olarak gerçekleştirmek için. Çocuk ilk yıllardan itibaren kendi vücudundaki delikleri fark eder. Yüzündeki delikleri parmaklarıyla tıkamaya çalıştığında parmağın ıslanarak erimesini,  dudak ve damakla bütünleşmesini bekler. Duvardaki çatlakları sıvayla kapatır gibi; yoğunluk arar çocuk. Parmenides’in(2) homojen ve dışbükey yoğunluğudur bu. Parmağın emme yoluyla yapışkan bir macuna dönüşmesi içindir bu. Tıkama, doldurma eğilimi yemek yemenin temelidir. Yemekler ağzı tıkayacak olan macundur. Yemek yemek insanın kendi içindeki boşluğu doldurmasıdır…” (Varlık ve Hiç (3); Jean-Paul Sartre,  sf. 659-660)

 Adı “HİÇ / YOK / boşluk” olan şeyler de var mıdır “VAR” kadar? Meselâ kredi kartı borcunuz var mı? Yani (orada olması gereken) paranız yok mu? Bankadaki HİÇ para. Sizi arayıp sormayan o vefasızın etmediği HİÇ telefonlar, hastanızın ameliyattan çıkmasını beklerken geçen (=geçmeyen) HİÇ zaman… Acil servisin bekleme salonunu DOLduran o ezici, o ağır BOŞluk… Hiçlik, boşluk ve yokluk… İlk bakışta bir kelime problemi gibi. Oturmanın tersi kalkmak, sıcağın tersi soğuk, vs. Ama  göründüğü kadar simetrik değil bu görünMEyen “varlıklar”. Neden?

 

Hava yağmurlu. Islak kaldırımlar gökyüzünü, binaları ve ağaçları yansıtıyor. Su birikintileri ayna gibi ama yansıttıkları vehim yere düşen damlalarca deforme ediliyor. Ağaçların, evlerin ve direklerin sudaki yansıması  yamuk yumuk. İçinde yaşadığım “gerçek” mekânın eksik bir kopyası yerde duruyor. “Eksik” çünkü görüyorum ama dokunamıyorum. 5 duyuma hitab eden “gerçek” Kâinat’a kıyasla sadece gözüme hitab eden yerdeki “kâinat” eksik. Ama mevcud! Yansımada mevcud olduğu gibi gözümde ve şimdi yazmakta olduğum KeLaM‘da mevcudiyeti var. “Demek ki mevcudiyet siyah/beyaz değil, gri tonlarında olabiliyor” diye düşünüyorum. Bir başka deyişle bedensel hislerimin penceresiden bakarsam 0/1 gibi bir VAR/YOK ayrımı geçersiz. Varlık dereceleri var. Silik bir varlıktan tam, kâmil bir varlığa uzanan dereceler bunlar. Dokunamadığım, hatta bazen göremediğim su buharından sert, soğuk ve beyaz bir buz parçasına doğru uzanan bir LeTaFet – MeTaNet ekseni var. “Latif” olan su buharının şekli, ağırlığı vs hissedilmez iken donmuş su olan buz adeta bir taş gibi “metin”.

Yerdeki kâinatın eksik mevcudiyeti “gerçek” Kâinat’ın da “eftal” olMAyabileceğini getiriyor aklıma. Esas soru şu: Ya bedenimi iHaTa eden Kâinat’tan daha “gerçek” bir Kâinat varsa? 5 duyumdan daha “eftal” duyularla “görülebilen” bir Kâinat? O zaman biyolojik hayatımı sürmekte olduğum bedenim ve Kâinat’ın geri kalan kısmı da bir yansımadan ibaret olmaz mı? Tıpkı suda ayın yansımasına bakan adamın Ay’ın ışığını değil Güneş’in ışığını gördüğünü idrak etmesi gibi, yansımanın yansımasından güneşin hakikatine AKIL yoluyla erişmek, gözün görMEdiğini AKIL ile “görmek”…

Sartre’a göre Öznel/sübjektif Varoluş

 Hamile bir kadın mı bilir anneliğin ne olduğunu yoksa jinekolog mu? Dünyanın bütün ebelerini, doğum uzmanlarını toplasanız bir tane “annelik tecrübesi” eder mi bildikleri? YaşaNmayan bilgi … nasıl diyelim? malümattır. Vardır, gereklidir ama bir çeşme fotoğrafı gibidir. O çeşmenin altına yatıp kana kana su içen bilir kaynak suyunun ne olduğunu, yoksa laboratuarda kalsiyum, magnezyum vb ölçen kimyacı değil. Bunun için Sanat, Felsefe ve İnanç bir şekilde ortak bölgelere sahiptir. Bakın, tarihçi Bernard Lewis İslâm tarihi konusunda bir çok Müslümanı geride bırakır. Kur’an, hadis külliyatı… hatta fıkıh! “Filan asırda filan yerdeki kadı şu cezayı verdi” diye başlayan cümlelerle adamı hayret içinde bırakır. Ama hidayete ermemiştir. İslâm “bilgisi” sizden bizden 100 kat fazladır ama o iman ateşinin başına oturup ısıtamaz ellerini.

Sarte Varlık ve Hiç’te bu sübjektif varoluş “modunu” iyi yakalamış, teslim edelim. Fizikî anlamda varlığın objektif olabileceğini ama yokluk / hiçlik / Boşluk / delik gibi kavramların ancak şuurlu bir gözlemci için varolabileceğini savunuyor. şu halde illâ ki birine göre, şuurlu bir gözlemcinin ihtiyaç, beklenti ve korkularına göre bir BOşLUK olacaksa bu varoluş sübjektif bir varoluş değil midir?  Lao-Tzû’nun Yol ve Erdem Kitabı‘nda dediği gibi:

 “Bir çömlek kilden yapılır ama içindeki boşluktur onu kullanışlı yapan, Evlerin duvarları vardır ama o duvarlardaki deliklerdir evi oturulabilir kılan yani , kapılar, pencereler ve odalardır. İnsan nesnelere biçim verir ama anlamı veren boşluktur. Eksik olan varlık sebebini verir”

 Felsefî eserler de yazıldıkları çağdan veya filozofun yaşantısından bağımsız olarak düşünülemezler. Eserleri elbette “objektif” olarak değerlendirebiliriz bir yere kadar. Neyi savunmuş? Neyi keşfetmiş? Hangi kelimeleri kullanmış? Bugün işimize yarar ne var bu eserde? Ancak bu objektif değerlendirme sübjektif bir bakışla desteklenmezse yetersiz kalmaya mahkumdur. Yazarın çocukluğu, sevinçleri, üzüntüleri… Hatta o eseri okuyan bizlerin durumu. Bugün içinde yaşamakta olduğumuz asrın tuhaflıkları, kolaylıkları… Bunlar buzlu cam gibi, prizmalar gibi eseri deforme eder. Biz okuyucular işte bu deformasyonun ne olduğunu, nereden geldiğini bilirsek eseri anlamayı aşarız ve içimizde hissetmeye başlarız.

Hal böyle iken Varlık ve Hiç‘e nasıl bakmalıyız? Sartre Varlık ve Hiç‘i  yazarken İkinci Dünya Savaşı sürmekteydi. Çoğu sivil 50-60 milyon insanı öldüren küresel ve teknolojik bir savaştı bu. HİÇ‘ten bahsetmenin tam zamanıydı.  Sartre askerde idi. İnsanlığın YOK oluşunu “en ön sıradan” seyretmekteydi. Ne seyrediyordu peki? Bir korku filmi: HİÇ bu kadar zengin ve güçlü olmamıştı Avrupalılar. HİÇ bu kadar vahşi ve yıkıcı olmamışlardı. Dünyanın en ileri(!) ve en uygar(!) bölgesi bir kara delik olmuş, yutuyordu insanları: Ölenlerin çoğu Avrupalıydı.

Boşluk ve Özgürlük ilişkisi

Varlık ve Hiç’in 66cı sayfasında bir anahtar veriyor Sartre. Bombardıman başladığında nasıl davranacağını sorguluyor. « Bomba beni vuracak mı? » deseydi sebebi belli bir korku olurdu. Hayatta kalma arzusundan kaynaklanan beşerî bir korku. Sartre ise özgürlük hissinden kaynaklanan bir korkudan bahsediyor. Baskı altında nasıl davranacağım? Bir korkak? Kahraman? Bir hain?

“Uçuruma düşmekten değil kendimi uçuruma atmaktan korkuyorum”. Neden böyle diyor? Müellifin amacı her insanda olan bir tür “derin korkuya” dikkat çekmek. Yani objesi olmayan, örümcek korkusu, köpek korkusu olMAyan bir korku.  (Bkz. Derin İnsan kitabı, Korku Matkabı bahsi) Sebebî dünyevî olMAyan bu korku İnsan’ın yeryüzünde bir türlü rahat edemeyişini açıklıyor aslında. Martin Heidegger’in ünlü eseri Zaman ve Hiç’i okumuş elbette Sartre. Martin Heidegger’in HİÇ’i nihilist bir hiçlik değil. Sartre’ın “Nausée” (Bulantı) ile işaret ettiği bir YIRTILMA noktası bu. İnsan’ın çoklu yapısını idrak edişi ve bu esnada hissettiği uçurum! Sonlu, ölümlü, hayvanî varlığı ile sonsuz, Mutlak, ölümsüz varlık arasındaki uçurum. Determinizmin kölesi hayvan ile özgür İnsan’ın birbirinden ayrıldığı YIRTILMA noktası :

“…Kaygı (alm. angst) karşısında “baskı hissedilir” diyoruz. Ama bunu hisseden özne kim? Bu özneyi baskı altında tutan ne? Baskının hissedilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu söyleyemiyoruz. Her şey bizimle beraber bir tür umursamazlık uçurumu içine düşüyor. Ama bu bir yok oluş değil, bir geriye çekiliş. […] Hissettiğimiz baskı Varlık’ın bu geri çekilişinden mi kaynaklanıyor acaba? Tutunacak hiç bir şey kalmıyor. Varlık’ın bu kayması sonucunda bize yokluk kalıyor. Kaygının ortaya çıkardığı şey HİÇ. Korku ile boşlukta asılı kalıyoruz. Daha açık bir ifadeyle kaygı bizi böyle boşlukta askıya alıyor çünkü Varlık’ın bütünüyle kaymasına sebep oluyor. Biz insanlar da Varlık’ın içinde kaydığımızı hissediyoruz. Bunun için baskı altında olan ne “sen” ne de “ben”, baskıyı hisseden “biziz”, [MY: Edilgenliği içeren bir bizlik bu] . Kaygının HİÇ’i ortaya çıkardığını insanlar zaten söylüyor kaygı ortadan kalktığında. Henüz taptaze olan hafızamızı yokladığımızda kaygı duyduğumuz şeyin gerçekte… olMAdığını söylüyoruz. Çünkü… HİÇ bütün varlığıyla oradaydı….” (Metafizik nedir? Heidegger)

Evet… Bulantı’dan bahsettik. Değişik eserlerine göz gezdirince bazı sabitler daha da belirginleşiyor. Kabaca şunu söyleyebiliriz: İnsan et ve kemik olan vücudunun farkında. Bir ağırlığı, hacmi var. Vücut herhangi bir cisim gibi kesilebilir, yakılabilir. Cansız eşyalarla aynı determinizme tabi. Canlı olarak baktığımızda da insan biyolojinin, tıbbın hatta psikolojinin deterministik yasalarına tabi. Fakat insan bu determinizme tabi olmayan ikinci bir benliğe sahip. İşte bu ikisinin uyumsuzluğu bize sürekli bir rahatsızlık veriyor. Hem dünyalıyız hem de değiliz. Bu kapanmaz bir uçurum. Sartre’ın kitabında (haklı olarak) övdüğü düşünürlerden biri olan Kierkegaard aynı mantonun içine saklanmış iki çocuğun eğlencesine benzetiyor bu durumu. İki benlik arasındaki ilişkinin hiç bir zaman bilinemeyeceğini savunuyor Kaygı Kavramı adlı eserinde. İşte Sartre’ın insanın hammadesini boşluk veya özgürlük gibi değerlendirmesinin mânâsı bu:

 ” ‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için!  Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o… Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? …Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık.” (Bulantı adlı romanın incelenmesi -Suzan Nur Başarslan-)

 Sonuç

Yokluk’u görmek yani akıl ile iHaTa etmek kolay değil. Çünkü akıl tabiatı icabı bileceği nesneyi yani muHiTindekini şekil, renk, koku vs itibariyle taklid ederek onu bilebiliyor. Oysa Yokluk’un ne şekli var, ne de buna benzer bir vasfı. Adı üstünde “Yok”. Akıl feneri Yokluk’a çevirilince cism-i NaTıK susuyor zira NuTuK Yokluk’u taklid ediyor. Yokluk’u düşünmek için bazen kendi sübjektivitesine / öznelliğine hapsolmuş hastalara bakmak fayda edebilir:

 “…Silmek, sıvazlamak… Bertha’nın elleri düz olan her şeyin üzerindeydi. Kendi vücudunun varlığından emin olmak, bir katılığı, bir direnci olduğunu hissetmek. Onunla cansız cisimler arasında bir fark olduğundan emin olmak. Ama bu aşama daha sonra geldi. Önceden bütün bu yüzeyler küçük kâğıt parçalarıyla kaplıydı: blok not sayfaları, kasa fişleri, alış-veriş listeleri, yol tarif eden kâğıtlar, büyük harlerle yazılmış emirler… “Salı yumurta al, Anahtar Madam Mahlstedt”. Sonra Bertha Hariet’e soruyordu: “Anahtar Madame Mahlstedt” Ne demek? Ben mi ona anahtar vereceğim yoksa o mu bana? […]  Bertha artık kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Vereceği cevap o günkü havasına göre değişirdi. Kızı Harriet’e “Anna” diyorsa 8 yaşında olabilirdi. Vefat etmiş olan kocasının işten dönüp dönmediğini soruyorsa 30’larındaydı… Kim Zaman’ı unutursa yaşlanması da durur. Zaman’ı yener Unutmak, hafızanın düşmanı. Çünkü Zaman bütün yaraları iyileştirebiliyorsa Unutmak sayesinde yapabilir bunu…” (Katharina Hagena, Elma çekirdeklerinin tadı – Le goût de pépins de pomme)

Gelecek bölümleri okumadan önce (isterseniz) sigara tiryakilerini gözleyin. Nasıl dolduruyorlar içlerini. Tüketim çılgınlığına kapılmış insanları gözleyin alış-veriş merkezlerinde. Çantalarını doldurmalarına bakın. Oburlara, şehvet veya şöhret düşkünlerine bakın. Hep aynı boşluğu / deliği / yokluğu doldurmaya çalıştıklarını fark edeceksiniz. Alzheimer hastaları azınlıkta oldukları için onlara “hasta” diyoruz ama biz “normaller” de onlar kadar hissediyoruz aynı boşluğu … Yanılıyor muyum?

Dipnotlar

  TV‘de yapılan bir röportajda duymuştum, Jean-Paul Sartre’ın eseri ilk defa 1943’te basılmış. 20 yıl sonra şikayetçi bir okur gelmiş. Elindeki kitabın 16 sayfası eksikmiş. Değiştirmek istemişler. Ama depodaki bütün kitaplarda (bütün baskılarda) aynı 16 sayfa eksikmiş. O güne kadar kitabı satın alan binlerce okurdan hiç biri fark etmemiş bu eksikliği! Boşluk, yokluk ve HİÇlikten bahseden bir kitabın 16 sayfasının HİÇ basılmadan binlerce (okuMAyan) okura satılması ve 20 yıl boyunca HİÇ kimsenin bunu fark etMEmesi ne acayip bir durum…

Sartre , “var vardır, yok da yoktur” şeklindeki totolojiyle ünlenen Parmenides’e gönderme yapıyor. İ.Ö. 5-6 yy’da yaşamış olan şair “Şiir” adlı ünlü eserinde yokluğu düşünmeyi reddeden bir felsefefî(?) duruş sergiler:

“…Haydi bakalım, ben söyleyeceğim -sen de iyi dinle-
Hangi arama yollarının düşünüleceğini yalnız:
Biri var-olmanın olduğu, var-olmamanın olmadığıdır,
Bu inandırma yoludur – hakikatin arkasından yürür çünkü-

Öteki, var-olmama, var-olmamanın zorunlu olduğudur;
Hiç bulunmaz olduğunu söylüyorum sana bu patikanın;
Ne tanıyabilirdin var-olmayanı çünkü -yapılamaz çünkü bu-
Ne de bildirebilirsin; aynı şeydir çünkü düşünmekle var-olmak.

var varolmak, Hiç ise yoktur; bunları düşünmeni istiyorum.
Hem dilsiz hem körler, şaşkınlar, kararsız kişiler,
Var-olmakla olmamayı aynı şey sananlar
hakkından gelinemez hiç şu var-olmayanın var olduğunun

Sen bu araştırma yolundan uzak tut düşünceni,
Çok denemiş alışkanlık bu yola itip sürmesin seni,
bir-olan, toplu şey. Nasıl bir doğuş bulacaksın ona?
Nasıl bir gereklilik zorlamış ola onu

Sonradan yahut önceden hiçten başlayarak doğmaya?
nasıl yok olabilir var-olan öyleyde? Nasıl doğabilir?…”

Sartre’ın ikinci dünya savaşı sırasında yazdığı bu devasa kitap makalemizin giriş kısmındaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi psikanaliz “desenli” bir varlık felsefesi. Tiyatro, roman ve öykü de yazan Sartre’ın edebî yönü bu kitabı zenginleştiriyor. Günlük hayattan çarpıcı örnekler, dekorlar, kostümler var 700 sayfalık bu sıradışı felsefe kitabında.

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Ara 13, 2011 | Reply

    İnsanın sonsuz tarafı ile sonlu tarafının birliğinin akıldaki çatışmasının sonucudur,boşluğu doldurma hissi. Var’a ve aynı zamanda faniye gebe olan insandan doğan çatışma, ikilem, kaygı, korku…
    Sartre aşk da dahil olmak üzere asla ben’inin uçurumundan atlayamamış bir yazar. Bulantı’da:
    Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir… Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum…dedirtir Ammy adlı kahramanına. İlginç olan şu ki, gözlem ve deneyimleriyle ki buna okumalarını da eklemek lazım Sartre’ın, tüm bu dolulukla asıl soru dışında her şeyi sorar Sartre. Var’ı, bu dünyadaki var’a bağlar, dünyanın başından beri var olduğu için vardır bir şey. Oysa var’ı bu anlamda hiç’e, yok oluş’a sürükler. Niçin var sorusuna ise kaçak bakar ve bu noktada edilgenlik’e bağlar sonucu. Öyle olduğu için öyle’ye. Analizin müthişliği onu sentezde pasterior alanın dışına çıkartacağı düşüncesi taşıtır okuruna ama o, asla bu alanın dışına çıkmaz ve o uçurumdan atlayamaz. Her sorgulamada o anı nedense kaçırır, bu kadar yaklaşmışken kaçırır.
    Varlık ve Hiçlik henüz başlamadığım ama masamın üzerinde sırasını bekleyen bir eser çünkü biliyorum ki içine girdiğimde, saatlerimi, günlerimi alacak ve beni düşünceden düşünceye sürükleyecek. Önceliği diğer eserlere verdim bu yüzden ama vakti gelince okunacak ki ben de bu eser hakkında, Sartre’ın diğer eserlerinin de olduğu karşılaştırmalı bir yazı yazmak istiyorum inşallah.
    Mehmet Abi, ellerine sağlık diyorum.Gönül okumuş olmayı ve bunları seninle hararetli ve yüz yüze tartışmayı ister ama gönül işte, ne çok şey ister bazen. Sevgiyle…
    Not:Çok daha uzun bir yazı yazmıştım buraya ama göndermeden sayfayı kapatmışım ve HİÇ oldu yazı 🙂 Hiç de ancak bu kadar VAR olabiliyor, demek ki hiçbir şeyin tekrarı yok 🙂

  3. Yazan:MY Tarih: Ara 13, 2011 | Reply

    Selam Suzannur,

    seni gördügüme sevindim walla 🙂

    “Sartre aşk da dahil olmak üzere asla ben’inin uçurumundan atlayamamış bir yazar.” diyorsun ya… Gerçekten suya dalip yüzeye yakin bir baligi yakalayan marti gibi Sartre.

    marti

    “Kardesim, hazir dalmisken daha fazla insene!” diyesin geliyor ama nafile.

    Hani matematikte asimtotlar vardir, egriler kesismez onlarla, sonsuza giderken yaklasir, mesafe 0’a dogru gider ama SIFIR olmaz bilir misin?

    Ama okurlar Sartre’in söylediklerinden daha fazlasini buluyorlar onun kitaplarinda belki de? Eh, “dinleyen anlatandan arif olsa gerek” demisler, bosuna degil, biz de “arif” olduk bu arada, çaktirma 🙂

    Saka bir yana, Sartre’i okumanin / anlamanin elbette sübjektif bir tarafi var ve buna “yasamak” diyoruz. Sen benim gibi yasamiyorsun bir kitabi, ben de senin gibi. çünkü senin ve benim “öz hikâyelerimiz” farkli, ayni prizmalardan bak(a)miyoruz okuduklarimiza. Sanat’in ve Felsefe’nin en güzel tarafi da bu degil mi? sübjektivite açisindan ibadet’e benzemesi 🙂

    Not: Hiç olan yoruma üzülmüs olsam bile… yorum YOK oldu ama üzüntüm VAR 🙁

  4. Yazan:suzannur Tarih: Ara 13, 2011 | Reply

    Öz hikayelerin farklılığı ve subjektif okumalar/anlamalar aslında işin en güzel boyutu hele de bir okur için. Yazarının dahi kastetmediği anlamlara ve katmanlara ulaşabilmenin yolunun açık olması hatta bunların da seni farklı katmanlara taşıması.
    Ve bir yazar içinse yorumların VAR olması okunma ve görünme kaygısının YOK olması anlamını taşıdığı için, şanslı bir yazar olduğunuzu vurgulamak isterim efendim.Tersiyle bir açımlamanın kaygıların azalımına neden olacağı düşüncesini şimdiden reddediyorum 🙂

  1. 4 Trackback(s)

  2. Ara 25, 2011: Varlık ve Hiç - Jean-Paul Sartre (Bölüm 3:Bakış) : Derin Düşünce
  3. Şub 1, 2012: YAKINDA: Varlık ve Hiç, Sartre ve özgürlük kavramı : Derin Düşünce
  4. Şub 21, 2012: Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 5: Gölge) : Derin Düşünce
  5. Ağu 3, 2015: Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 6: Gölge)

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin