RSS Feed for This Post

Bulantı (Jean Paul Sartre)

Felsefî varoluşçuluğun dehlizlerinde boğulmuş bir roman

Bulantı ( La Nausée) [1], Fransız felsefeci ve roman yazarı Jean Paul Sartre’ın 1938 yılında yazdığı bir romandır. Bu romanın edebi incelemesi yapılırken, Varoluşçuluk adlı eserinden yola çıkılarak felsefi incelemesi de yapılacaktır. Varoluşçuluk ( l’existentialisme est un humanisme)[2] adlı eser, Sartre’ın 1946’da Club Maintenant’ta verdiği konferansın yayımlanmış metnidir.

Bulantı tezli bir roman mıdır? Bir okur, Sartre’ın Bulantı’sını okurken, Sartre ve Varoluşçuluk hakkında hangi tespitleri yapabilir? Varoluşçuluk felsefesi için kült roman sayılan Bulantı bu anlamda okur’a bu felsefi görüşü ne kadar açıklamakta? Bu sorunun cevabı da aranacağı için, çıplak gözle bir değerlendirme ve analiz yapılabilmesi adına, yararlanılan kaynaklar sınırlı tutulmuş ve diğer bakışların bu tahlile etkisi en aza indirilmeye çalışılmıştır.

Bulantı’ya Edebi Bakış:

Bulantı, Kuzey Afrika, Orta Avrupa ve Uzakdoğu gezilerinden dönmüş olan 30 yaşındaki Antoine Roquentin’in, Marquis de Rellebon’la ilgili tarih araştırmalarını yapmak üzere Bouville’de kaldığı -üç yıl- dönemden Paris’e gideceği yolculuğa kadar yaşadıklarını aktardığı tarihsiz yaprakla birlikte 25 günün aktarıldığı günceden oluşan bir romandır.

Tarihsiz yapraktan sonra günce 29 Ocak 1932 “Pazartesi” günü başlar ancak şöyle bir durum var ki 1932 yılının 29 Ocak günü “Cuma”ya denk gelmektedir. İlk başta bunun çeviri sorunu olduğu düşünülse de Türkiye’deki çevirilerin hepsinde aynı tarih olması, eserin orjinalinde tarihin nasıl verildiğinin araştırılmasına neden olmuştur. Fransızca basımında da gün, Pazartesi olarak verilmektedir. Bu noktada Sartre’ın -eserin yazıldığı yıl 1938 olduğu için-, tarihi hesaplamada bir yanlış yaptığı ortaya çıkmaktadır.

Kronolojik aktarım olan güncede Cuma gününün ardından Perşembe, saat on bir buçuk’a dönüş yapılmış, saat üç adlı bölümünün ardından gene Cuma, saat üç’e dönülmüştür. Romanın ilerleyen bölümlerinde bu tarzda bir geri-dönüş yapılmadığı gibi, geri dönüşün olduğu bu kısımda da buna dair bir ibare bulunmamaktadır. Doğrusal zaman aktarımının seçildiği bir eserde bu kısım teknik bir hata/dikkatsizlik izlenimi vermektedir.

Bu inceleme çeviri roman üzerinden yapıldığı için, özellikle belirtilmesi gereken bir -eksik çeviri- durum var. Hilmi Yavuz bunu Okuma Notları’nda[3] şöyle açıklamaktadır:

“Sartre’ın Bulantı’sı üçüncü kez çevriliyor dilimize… hemen belirteyim ki üç çeviri de eksiktir; Sartre’ın kitabının bütünü değildir. Aslında Bulantı’nın özgün dildeki kaynak metninin eksik olduğunu, ne Hilav bilebilirdi ne de Tiryakioğlu… Ama Nazım Aslan bilmek zorundaydı. Neden mi? Şundan: Çünkü, Sartre’ın 1938’de yayımlanan La Nausée‘nin sansür edilerek yayımlandığı, bu sansürün bizzat yazarın kendisi tarafından gerçekleştirildiği, Sartre’ın ölümünden sonra, 1982’de anlaşılmıştır da ondan…

Açıklayalım: Sartre, La Nausée’yi 1937 yılında bitirmiş. Gallimard’a yayımlanmak üzere teslim etmiştir. Gallimard’ın o yıllardaki editörlerinden biri, filozof Brice Parain’dir. Parain, metni Gallimard’ın hukuk danışmanı Maurice Garçon’a okutur. Garçon, bir bölümündeki betimlemelerin, ‘müstehcen’likten dava açılmasına neden olabileceğini bildirir. Bu bir küçük kızın (Lucienne) ırzına geçirilerek öldürülmesine ilişkin bölümdür.

Garçon’un bu mütaala’sı üzerine Parain, Sartre’dan söz konusu bölümü yeniden gözden geçirmesini ister. Sartre’da gerekli düzenlemeleri yapar… Sartre’ın yayın haklarını satın almış olan Pleiade, Fransız Ulusal Kitağlığı’nda bulunan el yazmasına -ve Sartre’ın kendi eliyle çıkarttığı sözcüklere bakarak bir eksiksiz (non expurgée) basımını yapmıştır La Nausée’nin. Tarih, 1982!…”

Roman 29 Ocak’tan başlayıp, 21 Şubat 1932 yılında sona ermiştir. Romanda zaman aktarımında ilginç olan tespit, doğrusal zaman aktarımı olsa da zaman algısının bilinçakımı tekniğiyle kimi yerlerde duraklayacak kadar yavaşlaması kimi yerlerde de normal algıya dönüşmesidir. Zamanın kimi yerlerde yavaşlaması ve durma noktasına gelişi, zamanı algılamada psikolojik algılamanın etkisini gösterdiği gibi; eserde zamanın klasik zaman tanımının dışında kullanıldığını da göstermektedir. Özellikle Mably Kahvesi’nde insanların kağıt oynayışını izlediği bölümde(s:42-46) ve parkta s(:169) bu, bariz ortaya çıkar.

Mekan kullanımında yazar, dış ve iç mekanları (Roquentin’in odası, gezdiği sokaklar) kahramanın yaşadığı yerden çok onun karakterini, iç dünyasını, dış dünyayı, dönemini, zamanını, insanlara ve tabiata bakışını göstermek için kullanmıştır. Roquentin’in güneşi sevmemesi, odasında kalışı, gezdiği belli ve aynı mekanlar onun karakterindeki bireyselliğin ve dışa kapalılığın verilişinde kullanılırken, mekanlara bakış onun ruhsal durumunu açıklamakta kullanılmıştır. Ama sadece psikolojik bir roman mıdır sorusu sorulduğunda, cevap hayır olacaktır,  çünkü Roquentin kadar dönemin insan tipolojisi, sosyo-ekonomik yapısı, yaşam kültürü, dönemin sanat, edebiyat, resim, kültür, tarih… dünyası, birçok kavramla birlikte ele alınmaktadır.

Romanda betimlemeler sanatlı, benzetme, kişileştirme, istiarelerle doludur. Gözlem, aşırı hassasiyet, betimlemelerdeki detay, belirsizliği bile netlikle kavrayış, bunu betimleyerek somutlama şeklindedir ve detaylı bilgilendirme bu gözleme eşlik eder. Kimi yerlerde tarihi bilgiler, sanatsal açıklamalar, inceleme ve analizler yer alır: Müzik, yaşadığı dönem, insanlar ve alışkanlıkları, sosyal yaşam, yaşadığı yerin tarihçesi, sanat, toplum, mimari ve insanlar, anı-bellek ilişkisi, sevgi, aşk, cinsellik, gereğinden fazla ansiklopedik bilginin Antoine Roquentin’in betimleme ve gözlemleri aracılığıyla aktarımı, serüven, yaşamayı ya da anlatmayı seçmek, hayat, hikaye anlatma, Paris hayatı ve birçok kavrama değinme… yer alır.

Aslında Roquentin, “Cümleler yaratmak zorunda değilim. Belli durumları açığa çıkarmak için yazıyorum ben. Edebiyattan kaçınmalıyım. Sözcükleri aramadan, çalakalem yazmak gerek.”(s:91) dese de Sartre, roman kahramanının tersine teşbihlerle/metaforlarla yüklü cümlelerle bu cümlenin tam tersini yaptığı gibi, kimi yerlerde de Roquentin’in bu dediğini yaparak eserde birden fazla üslubun olmasına neden olur.

Romanın içinde, günce -ki romanın akışı-, gazete haberleri(238-239), mektup(s:99), yemek mönüsü/listesi(s.157), şarkı sözleri, Eugenie Grandet romanından bir bölüm, bilgilendirme notları(müzede/s:138), nutuk, sözlükten bilgi aktarımı(s:139-140), dergi kapağı (s.141), gazete haberi(s:152-153) yer almaktadır. Romanın sonlarında ise, bilinç-akışı tekniği baskın olarak karşımıza çıkmaktadır.

Romanın teknik anlamda en büyük başarısı sonudur. Kendi tahlilini yapan ve romanın sonunu sondan önce açıklayan bir romandır Bulantı. Yazar romanın sonunda Roquentin’e:

“Her şey o gün, o anda başlamıştı.” diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnız geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki. Gece bastırıyor. Printania Oteli’nin birinci katında, iki pencere aydınlandı. Yeni Gar’ın şantiyesi buram buram ıslak tahta kokuyor: Yarın Bouville’e yağmur yağacak.”(s:260) dedirtir ve okuru hemen sayfa 67 ve 68’e geri döndürür. Böylece anlatı sonda bitmiş olmaz ve okuru önceye döndürerek sonun ne anlama geldiğini bir başka gözle değerlendirmek zorunda bırakır:

Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır… Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek… (s:67) Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez, tekdüze bir ekleniştir bu… Başlangıç olmadığı gibi, son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kere de terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynısıdır. Kimi zaman (pek sık değil), durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. Pazartesi, salı, çarşamba. 1924, 1925, 1926. Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Gerçek hikayelerden söz edilmesi bunun kanıtıdır. Sanki, gerçek hikayeler olabilirmiş gibi. Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Hikaye anlatırken, önce başlangıcı ileri sürüyor gibi görünürüz… Oysa, aslında sondan başlamış oluyoruz. Son, göze görünmez bir biçimde orada bulunmakta ve şu sözlere başlangıç olmak yüceliğini vermektedir: “Dolaşıyordum, farkına varmadan, kasabanın dışına çıkmıştım.(burada da sayfa 231′ e gönderme vardır.)… Hikaye tersine gelişmekte, an’lar, birbiri üzerine yığılacak yerde, sonun anaforuna kapılıp kendilerinden bir önce gelen anı da çekip birlikte götürmektedirler. “Gece bastırmıştı. Sokak ıssızdı. Bu sözler sanki rastgele söylenmiş gibidir. Ama kanmayız biz, onu bir köşeye koyup saklarız. Çünkü o, değerini daha sonra anlayacağımız bir bilgidir.” (s:68)

Yazar, hakikaten sonda bizi buraya döndürür ve söylediği sözlerin rastgele olmadığını, değerini yazıldığı anda/yerde okuduğumuzda anlayamasak da-  ancak sonda anlayabileceğimiz cümleler olduğunu ispatlamış olur ve roman sondan başlamış olur. Geçmişteki bu tahlil bize hem hikaye’nin hem de Antoine Roquentin’in değerlendirmesini verirken iki işlev birden yüklenmiş olur.

Antoine Roquentin otuz yaşında, 14.400 frank yıllık geliri olan, hiçbir şey yapmak istemeyen, alışkınlıklarının güven verici dünyasından vazgeçmek istemeyen, varlıklara farklı bir gözle bakmaya başladıktan sonra bulantı hissi yaşayan, yalnız yaşayan, güneşten hazzetmeyen ve karanlığı seven, Marquis de Rellebon’la ilgili tarih araştırmalarını yapmak üzere Bouville’de kaldığı -üç yıl- dönemin ardından bundan vazgeçen,  Paris’e gitmeyi seçerek hayatına yeni bir yön veren bir karakter. Oysa, Marquis de Rellebon hayatını tarihi bir eser olarak hazırlayan Antoine Roquentin’in günlükleriyle hayatının aktarımında (İki hayat hikayesinin farklı türlerle anlatımı) Marquis de Rellebon’un hayatının Antoine Roquentin’in hayatına etkisi(s:149) barizken, Roquentin’in her ikisinin de varlıkları için birbirine ihtiyaç duymalarının farkında olmasına rağmen bundan vazgeçmesi ile yeni bir başlangıçtan çok, edilgenliği ve kaçış’ı tercih etmiş olur.

Antoine Roquentin’in bir roman kahramanı olarak farkı nedir? Aslında çok da baskın, edebiyat dünyasında kendi varlığıyla -Raskalnikof, Madame Bovary, K., Profesör Kien, Winston Smith,  Giovanni Drago, Meursault … gibi- önemli yer tutan bir kahraman olmasa da, Sartre’ın kahramanındaki varoluş ve ‘hiçlik’ fikri onu diğer roman kahramanlarından ayıran en önemli noktadır; ancak şu gözden kaçırılmamalıdır, hiçlik, saçma, fazlalık olma durumunu sadece yaşıyor olması değil, bunu kavramış olması onu “farklı” kılmaktadır. Kendini önemsiz, değersiz görmenin neden olduğu bulantı hissinin ardında da zaten, hayatına yönelik amacın, anlamın olmaması, hiçlik duygusu/olgusu vardır. Bu özelliğinin yanında, toplumdan yalıtılmış, ondan uzak duran, değil diğer insanlara kendisinin varlığına bile tahammül edemeyen, mutluluktan uzak, acı çekmeyi tercih eden, hayatının amacı olmayan, ailesi, işi gibi toplumsal aidiyetlere uzak yapısı ve yalnızlığı “seçmiş” olması karakterinin özellikleridir.

Metinlerarası göndermeler de çok fazladır romanda ki bu eserlerin çoğu Otodidakt’ın aracılığıyla verilir: Larbaletrier, Turbalar ve Turbalıklar, Lastex, Hitopadese ya da Yararlı Bilgi, Julie Lavergne, Caudebec’in Oku , Lambert, Langlois, Larbaletrier, Lastex, Lavergne, Honoré de Balzac,  Le Père Goriot (Eugène de Rastignac’a gönderme), Gil Blas (L’Histoire de Gil Blas de Santillane), Lesage, Eugénie Grandet, Honoré de Balzac, Goethe, Genç Werther’in Acıları… ve daha sayısız eser.

 

Bulantı’ya Felsefi Bakış:

Unamuno, Sis’te varlığa ait ‘kuşku’ ile öne çıkarken, Sartre’da ‘hiçlik’in verilişi, eşyanın İlahi tarafa bakan yönünün reddedilerek eşyayı tek boyuta indirgenmesi ile öne çıkar. Sadece görünüm’ün varlığa ait olgu olmasıyla: Görünür olan, ‘akıl’ penceresinden bakış, görünür olmayanı reddediş, Tanrı’yı bu denklemden çıkarış, a posteriori bilginin temel kabul edilişi… ile. Camus’nun hiçlik olgusunun karşısına koyduğu umut, insanlık gibi olgulara/hümanizm yaslanmadan, hatta onları eleştirerek ‘çıplak hiçlik’i sorgular Bulantı, hatta hümanizm’e eleştirel gözle bakarak onun eksiklik ve hatalarını dile getirir ama yeni bir hümanizm tanımı yapmaz.

Antoine Roquentin, Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım”ıyla,  “Düşünüyorum, öyleyse hiçim”e ulaşır ve hiçliği aynı mantıkla ispatlar. Ancak Sartre, Varoluşçuluk adlı eserinde, Marksçıların ve Katoliklerin eleştirilerine verdiği cevapta eleştirel bir üslupla ve tersini kastederek cevap verir ve buna karşı çıkar:

“Her iki eleştiriye göre de insancıl(humanie) dayanışma yokmuş bizde. Kişioğlunu tek başına ele alıyormuşuz -bunu komünistler söylüyor-, bütünden koparıyormuşuz. Çünkü öznellik(subjektivite) olarak görüyormuşuz onu; çünkü yalnızca Descartes’in ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ sözüne dayanıyormuşuz; çünkü yalnızca kişioğlunun tek başına kendini kavradığı anı göz önünde tutuyormuşuz. Bundan ötürü de yöremizdeki insanlarla bağlantı kuramıyormuşuz; dışımızda yaşayan ve cogito ile yanına varılamayan kimselere dayanışma gösteremiyormuşuz.” (V/s:34)

Oysa Sartre’ın yarattığı Roquentin karakteri Sartre her ne kadar kabul etmese de tam bu eleştirilere uygun bir profil çizmektedir. Antoine Roquentin kimdir?  Kendisini sorgularken şunları söyler:

” ‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için!  Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o… Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? …Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık.”(s:249)

Bulantı’da Antoine Roquentin’in yaşadığı ilk tecrübe yabancılaşmadır(s.20), bunu belirsizlik, umutsuzluk(s.21), varlık ve varlığının sorgulaması(s.23), hayal kırıklığı ve isteklerinin gerçekleşmemesi(s:39) ardından korku, eylemsizlik ve kaçış takip eder.

Romanda kendine yabancılaşma Antoine Roquentin’in kendisinden üçüncü tekil kişi olarak bahsetmesiyle görünür hale gelir: “Üşüyorum, bir adım atıyorum, üşüyorum, bir adım, sola dönüyorum, sola dönüyor, sola döndüğünü düşünüyor, deli, deli miyim? Delirmekten korktuğunu söylüyor, varoluş, varoluşta küçük mü görüyorsun, duruyor, vücut duruyor, durduğunu düşünüyor, nereden geliyor o? Ne yapıyor? Gidiyor, korkuyor, çok korkuyor, ahlaksız, istek bir sis gibi, istek, tiksinti, var olmaktan tiksindiğini söyledi. Tiksiniyor mu? Var olmaktan tiksinmekten yorgun…” (s:154) Burada sadece yabancılaşma değil, varlığın yadsınması, varlığa karşı bir tiksinme de vardır.

Varlığını kendisinin yadsıması bir yana, kendisine gösterilen ilgiye de alışık değildir. Otodidakt’ın ilgisi (s:157) bu yüzden başlangıçta onu şaşırtır. Varlık, onun için sadece var olmaktır. Bunun dışında normal hayatın içine girememek, bir işi olmamak, bir ailesi olmamak, patronu olmamak(s:159)… yani aidiyete dair sorunları vardır. Tekliği ve yalnızlığı, sadece var olması olarak değerlendirdiği bu durum, utancının, varlığını yadsımasının ardındaki nedenlerden bazılarıdır. Hele ki tarihi çalışmasından da vazgeçtiğinde bu his daha da yüzeye çıkar.  Çevresine baktığında varoluşa dair sorgulamanın perspektifinden bakarken insanların “herhangi bir kimse ya da bir şey için gerekli olup olmadığını düşünmeye kalkış”madığını(s:167) düşünürken, insanların kendi küçük dünyalarında kendi varlıklarına bir değer atfettikleri sonucuna varır.  Bu düşüncenin ardından farklı bir bakış açısına geçer. “var olmaya devam etmemiz için hiçbir, ama hiçbir sebep yok”. Kötümserdir Otodidakt’a göre ve Otodidakt’ın bu bakış açısına önerisi/çözümü, humanizmadır. Tam da romanın burasında Sartre, humanizmi eleştirir. Oysa daha sonraları bu fikir varoluşçuluk için gerekli noktalardan biri olacaktır ve bu romandaki bu eleştirisi(s:169-180) için de haklı olarak eleştiriye uğrar. Bu eleştirilerde özellikle bir yaftayı kabullenmemek, bir bütün içine dahil olmamak yani bireyselliği koruma güdüsü hakimdir. Özellikle belirtir kahramanı aracılığıyla: “Hümanist değilim ben, hepsi bu.” (s.177)

Varoluşçuluk adlı eserde bununla ilgili bir açıklama daha yapar Sartre ve insancılığa tamamen başka bir anlam yükleyerek insancılıkla ilgili eleştirilerinin devam ettiğini göstermiş olur:

“Varoluşçuluğun insancılık(humanisme) olup olmadığını sorduğumuzdan ötürü de eleştirdiler beni. Şöyle çıkıştılar bana: Siz ki, Bulantı romanınızda haksız olduklarını yazdınız insancıların; belli bir insancılık türünü alarak eğlendiniz onunla; şimdi nasıl olur da ona dönersiniz?

Gerçekte, insancılık sözcüğünün birbirinden çok ayrı iki anlamı var. İnsanı amaç ve üstün bir değer olarak ele alan bir kuram, diye anlaşılabilir insancılık… Bu durum, kimi kişilerin yüce edimlerine yaslanarak, insana bir değer verebileceğimizi sandırıyor bize. Oysa, bu çeşit bir insancılık saçmadır. Biz, Auguste Comte gibi kendisine bir mezhep sunabileceğimiz bir insancılığın varlığına inanmıyoruz; inanmamak zorundayız. İnsanlık mezhebi, sonunda Comte’un kendine kapanık insancılığına varır; daha açık konuşursak, faşizme varır. Bu da, bizim hiç istediğimiz bir insancılıktır.

Neyse ki insancılığın bir başka anlamı daha var. Bu anlamın özü şudur: İnsan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir. Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur.” (v/S:74-75)

Fazlalık hissi bulantıya neden olur. Bulantı, kendi varlığını ve dünyanın var olduğunu bilmesidir. Ve tüm bunlar onun için önemli değildir. Başkaları gibi olamamak ve dünyanın kendisi için önemli olmaması hissi kendisinde korkuya neden olur. Öyleyse birini öldürmesine engel olacak şey nedir, her şey önemsizse? Bunu da, gereksiz bir olayın ortaya çıkmasına neden olma olarak ifade eder. Değmez. Bulantı, aslında onun kendi öz varlığı’dır. (s:188)

Romandaki en etkili ve belki de en kapalı bölüm Antoine Roquentin’in parkta yaşadığı haldir(s:188-201). Metafizik bir deneyim/kavrayış denilebilecek bu hal, onun varoluşu hissettiği/kavradığı ve bunu kelimelere döktüğü bölümdür.  Bu bölümde Antoine Roquentin varoluş’un ne olduğunu keşfeder. Varoluş, “özlerini değişime uğratmadan, nesnelere dıştan eklenen boş bir biçim” (s: 189), bir bükülme(s:190)’dir.  Varolmak için hiçbir neden yokken -fazlalık hissi- var olmuştur her şey.  Bu fazlalık hissi, saçma’ya kayar hemen. Saçma, bir olayın başka bir ya da başka bir gerçeğe göre saçma olması(s.192)dır. Bu kısımda saçma fikrini açıklamakta zorlanır Antoine Roquentin. Açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası değildir(s.192) çünkü. Gösterge dahi gösterdiği şeyin ne olduğunu anlamaya yardımcı değildir. İşlevi hakkında fikir verebilir ama o varlığın ne olduğunu anlamayı sağlamaz. Fazlalık, saçma fikri sonunda hiçlik fikrine ulaşır. Varoluş temelsiz ve nedensizdir. Bu noktada bulantı hissi varlığından, varlığının hiçliğine kayar.

Tam bu anda çok farklı bir hal yaşar. “At kestanesinin köküydüm ben. Ya da daha çok, onun bilinciydim tepeden tırnağa. Yine de ondan ayrıydım(çünkü bunun bilincindeydim), ama onda kaybolmuş, onunla tek bir gövde olmuştum.” (s:196) Zamanın durduğu bu an, kendi dışındaki varlıkla bir olma hali yaşar ve bu halin bilincindedir. Anlık bir haldir bu. Burada hareket denilen olgunun da olmadığını fark eder. Hareket “geçişlerden, iki varoluş arasındaki aracılardan, güçsüz anlardan başka bir şey değil”dir.

Hareket denen şeyin ol’uş hali olduğunu söyler ki iki oluşun ortaya çıkardığı sonuç, hareket ve bu süreci algılayış ise zaman’dır; bu da zaman ve hareket denen kavramların aslında olmadığı ve her şeyin ol’uş halini algılayışa bu tanımların verildiği sonucuna götürür.

Bu kısımda sorulması gereken soruları sormaya başlar Antoine Roquentin: Niçin bu kadar var olan var? Bunca var olan niye? Burada bu varlıkların, kendisi de dâhil, var olmak istemediklerini ama bundan da kaçınamadıklarını algılar. Bunun sebebini, nedensizlikle açıklar. Tam da kim ve neden sorusunda algısının nasıl bir açıklama yapacağını beklerken, o, nedensizlik ve saçma fikirlerine geri döner. Bu varlığın nereden ve nasıl çıktığını şöyle açıklar:

“Bütün bunların nereden ve nasıl çıktığını, nasıl olup da hiçlik yerine bir dünyanın bulunduğunu soramıyordu insan. Bunun anlamı yoktu, dünya her yanda bulunuyordu, önde, arkada. Ondan önce hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Onun var olmadığı an yoktu.” (s:200) Tam burada Tanrı’nın varlığını reddeder Antoine Roquentin. Hiçlik fikrinin açıklamasını ise düşünüyorum öyleyse varım’ın/Descartes’ın yöntemiyle ispatlar. Birinin varlığı ispatladığı yerde diğeri hiçlik’i ispatlar. Çünkü hiçlik de bir tasarıdır/düşüncedir ve o da ötekiler gibi bir varoluştur. Hiçlik duygusunu yaşadığı anda bu hal sona erer ve bu noktada varoluşun gerçek sırrını çözdüğünü düşünerek parktan ayrılır.

Tam burada Varoluşçuluk adlı eseriyle aynı görüşleri söyler Sartre:

“Gelgelelim, benim bağlandığım tanrıtanımaz varoluşçuluk daha tutarlıdır. Ona göre, eğer tanrı yoksa, hiç olmazsa, ‘varoluşçu özden önce gelen’ bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır. Heidegger’in deyişiyle, ‘insan gerçeği’dir. Varoluş özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.” (V/s:39)

Roquentin’de varoluşa yönelik algının hiçlikle noktalanması onu eylemsizliğe ve son üç yılda yaptığı işten bile vazgeçirmeye götürerek onu toplumdan soyutlarken, Sartre, Varoluşçuluk adlı eserde Bunaltı Hareketsizliğe Götürmez Bizi bölümü başlığı altında tam tersini söyler:

“Elbette, insanı eylemsizliğe, durgunluğa götüren bir bunaltı söz konusu değil burada. Yalınç(basit) bir bunaltı söz konusu. Sorumlulukları olan herkes bilir bu bunaltıyı. Nitekim, bir saldırının sorumluluğunu yüklenen bir komutan, nice insanı ölüme atmanın sorumluluğunu da üstlenmiş olur. Üstelik, bu sorumluluğu kendisi seçer…” (V/s:45) şeklinde örneğini devam ettirerek özetle, bunaltı hissinin sorumluluk almak ve karar vermek olduğunu ifade eder.  Kendi roman karakterlerinin zayıflığı için de şu açıklamayı yapar:

“Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek, korkak, hatta kötü olarak gösterdiğimiz için çullanıyorlarsa bize, o insanların yalnızca zayıf, gevşek, korkak, hatta kötü olmasından gelmiyor bu… varoluşçu, bir korkağı anlatırken, ‘Bu adam korkaklığından sorumludur!’ der. Bilir ki ciğeri, yüreği, beyni korkak olduğu için korkak değildir o; beden yapısından ileri gelmez onun korkaklığı, kendini o duruma düşürmesinden gelir. Edimleriyle kendini bir korkak olarak kurmasından gelir. Korkak yaradılış yoktur çünkü… insanı korkak yapan bu yaradılışlar değildir; bir şeyden vazgeçme ya da bir şeyi oluruna bırakma eylemidir. Yaradılış edim demek değildir…” (V/s:58) Buradan sonra “korkak kendini korkak yapar, kahraman ise kendi kendini kahraman yapar” diyerek cümlelerini genel bir yargıya bağlar. Roquentin’in seçimlerinin aslında varlığıyla değil, özüyle ilgili olduğunun ve bu özü kendisinin tercih ettiğinin açıklamasıdır bir nevi bu kısım. Ama neden tam da bu karakterin zıddında bir karakter yoktur ve romanlarının çoğunda karakterleri böyledir, bunun cevabı yoktur burada.

Sonuç:

Bulantı, varoluşçuluk felsefesinin temellerinin atıldığı kült kitap olarak tanımlanır. Peki Bulantı tezli bir roman mıdır? Romandaki varoluşçuluğa uymayan noktalara baktığımızda -ki yazarı da bu noktalarda açıklama yapmaya mecbur eden haklı eleştirilerdir bunlar- tezli roman olmadığı sonucuna ulaşılır. Geaton Picon da bu noktaya parmak basarak şunları söyler Varoluşçuluk adlı eserin dördüncü bölümünde:

“…tezli bir roman sanmak da yanlış olur Bulantı’yı: Düşünsel bir tezi doğrulamak amacıyla değil, yaşanmış bir deneyimi anlatmak amacıyla yazılmıştır da ondan. Sartre ispatlamaz, gösterir.” (V/s:111)

Okur gözüyle çıplak olarak Bulantı romanına baktığımızda açıkçası varoluşçuluğa yönelik bütünü kavramak çok zor. Anti-kahramana giydirilen kişilik ve onun deneyimlerinden çıkarılan sonuç, ipuçları sunuyor ama kimi yerlerde de kafa karışıklığına neden oluyor. Denilebilir ki, sadece bu eserden yola çıkarak bir okur için varoluşçuluk tam anlamıyla anlaşılamaz/kavranamaz.

Genel bir değerlendirmede bulunulursa edebi anlamda da (sondaki teknik başarı, betimleme ve gözlem gücü hariç) diğer eserlerine göre çok da başarılı bir roman değildir. Ama yarattığı kurmaca evren ve anti-kahraman ve aslında bu kahramana yaşattığı “metafizik deneyimle” tanrıtanımaz varoluşçuluğu savunsa da ilginç bir şekilde tam tersini hissettirmiş olmasıdır. Özellikle zaman ve harekete yönelik bu deneyim/hal, Doğu metafiziğine hiç de uzak olmayan ama Batı’ya uzak olan bir görüşün/halin dillendirilmesidir.

Bitirirken kişisel fikrimi incelemeye dâhil ederek şunu ifade etmek zorundayım. Metafizik deneyimin yaşandığı bu kısımlar, hiçlik’e ulaşmasaydı, ulaşacağı durak, kün emrinin hakikati ve sonrasında, Lâ mevcûde illâ hû durağı olacaktı ki, kün emrini ve bu kavramın anlamını ilk defa Sartre’da bu kadar açık gördüğümü itiraf etmeliyim. Hatta aklıma şu sorular geldi Bulantı’yı okuduğumda:

Sartre Doğu felsefeleri ve dinleri ile ilgilendi mi? Hiç İbn Arabi okudu mu ya da bir başka İslam düşünürünü?

 

 


[1] Bulantı, Jean Paul Sartre, La Nausée, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları, 12.Basım, İstanbul, 2010.

[2] Varoluşçuluk, Jean Paul Sartre, L’existentialisme est un humanisme, çeviren: Asım Bezirci, Say yayınları, 19.baskı, İstanbul, 2005.

 

[3] Okuma Notları, Hilmi Yavuz, Boyut Kitapları, 2.Basım, İstanbul, 1998, s:54-55.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:hadsiz çömez Tarih: Nis 17, 2011 | Reply

    “…tezli bir roman sanmak da yanlış olur Bulantı’yı: Düşünsel bir tezi doğrulamak amacıyla değil, yaşanmış bir deneyimi anlatmak amacıyla yazılmıştır da ondan. Sartre ispatlamaz, gösterir.” (V/s:111)

    düşünsel bir tezi doğrulamak = yaşanmış bir deneyim

    düşünsel tezi doğrulamak = ispat

    yaşanmış bir deneyim = ispat

    yaşanmış deneyim = göstermek

    düşünsel tez = sanmak

    göstermek = anlatmak

    sanmak = düşünsel tez

    ispat = göstermek

    -Yazdım.
    -Niçin?
    -Anlatmak için.

    Yazmak = düşünsel bir tez = anlatmak

    Yazmak, yaşanmış bir deneyim.

    yaşanmış deneyim = ispat

    ispat = göstermek

    “ispat etmedim, gösterdim” demem doğru mudur yanlış mı?

    🙂

    “Bir deneyimi yaşamayı,” deniyorum.

    Bazılarını uçak, basılarını otobüs, bazılarını araba, bazılarını deniz, bazılarını yükseklik tutar. Sebebi de çoğunlukla kontrol edilemez /takip edilemez hızda hareket eden gittikçe formunu yitirerek silikleşen şekillerdir. Bulantı, fiziki hıza insan fizyolojisinin uyum sağlamaya çabalarken zorlandığının ispatıdır. Düşünsel tezler de bir tür yolculuk. Yazmak, konuşmak ya da yaşamak hiçbir düşünsel tezin hızına yetişemez. Kimilerini tutar. Bulantı kaçınılmazdır;

    “……….ancak şu gözden kaçırılmamalıdır, hiçlik, saçma, fazlalık olma durumunu sadece yaşıyor olması değil, bunu kavramış olması onu “farklı” kılmaktadır. Kendini önemsiz, değersiz görmenin neden olduğu bulantı hissinin ardında da zaten, hayatına yönelik amacın, anlamın olmaması, hiçlik duygusu/olgusu vardır…..

    Hızla ve muyemadiyen dönen bedenlerinden soyunarak semaya yükselebilen dervişler bu bulantıdan bihaber olmalılar!

  3. Yazan:Paşakızı Tarih: Oca 14, 2014 | Reply

    Felsefe performans ödevi olarak bu kitabı okuyup yorumlayacağım 2 gün sürem var bu yazıyı görünce aklımda bi şeyler canlandı, elinize sağlık :))

  1. 5 Trackback(s)

  2. May 12, 2011: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Eyl 3, 2011: YAKINDA:Yokluk da vardır “var” kadar… : Derin Düşünce
  4. Ara 13, 2011: Varlık ve Hiç - Jean-Paul Sartre (Bölüm 1) : Derin Düşünce
  5. Ara 25, 2011: Varlık ve Hiç - Jean-Paul Sartre (Bölüm 3:Bakış) : Derin Düşünce
  6. Nis 11, 2015: Bulantı | egecita

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin