RSS Feed for This Post

Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 3:Bakış)

“… ‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için!  Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o… Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? …Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık…” (J.P. Sartre, Bulantı, s:249)

Boşluk, hiçlik, yokluk… Sanıyorum Sartre’ın eserlerini, özellikle de Varlık ve Hiç‘i okuduktan sonra insan görünmez varlıklara (=yokluklara) farklı bir gözle (=akılla) bakıyor. Bakıyor ama Düşünce’nin, Lisan’ın yetersiz kaldığı bir noktaya geliyor bu arada. NuTuK tutulması sanki. Boşluk’tan bahsetmek için kelimeler kullandığımızda Söylenilmez’i söylediğimizde, o Görünmez’e bir elbise giydiriyoruz. Sınırsız’dan bahsetmek için sınırlıyoruz, kutuluyoruz, ambalajlıyoruz. Matematikteki sıfır gibi, hiç bir rakamın ifade edemediği rakam yokluğunu yine matematiksel bir işaret ile anlatıyoruz. Sıfır da bir rakam!… Yoksa değil mi?

“…‘Mozart’ın müziği bittikten sonra takip eden sessizlik de Mozart’tandır’ diyordu Sacha Guitry. […] Ya Bethoven? O meşhur Beşinci senfoniyi hatırlayın, ilk 4 notayı: Pa-pa-pa-pam! Ve izleyen sessizlik. O ses YOKluğu olmasa ilk 4 nota neye yarar? Beşinci senfoninin ihtişamından ne kalır geriye? O yokluğu oraya koymak, o anda SUSMAK ancak bu kadar büyük bir ustanın aklına gelebilirdi!…” (Derin Göz kitabı, Sanat’ta ayrıntı bahsi)

“Kelime” denen elbiseler Hakikat’i örtüyorsa düşüncemizin erişemediği kelimesiz doruklara nasıl tırmanabiliriz? Kelimesiz, kavramsallaştırılmamış bir “düşünme” türü (=?sezgi) için akla ilk gelen yöntem BAKMAK. Müzik dinlerken, bir tabloya, heykele bakarken kelimelere ihtiyacım yok değil mi? Bir şeyi “Güzel” bulduğumda bunu TARAFSIZ / OBJEKTİF kurallara bağlamıyorum. Güzellik’i adeta içimde hissediyorum. Zaten bilimsel bir gerçek olsaydı “Güzel” demezdim, “Gerçek” derdim. Suyun 100°C’de kaynaması gibi olurdu meselâ. O halde Boşluk’u anlamak, içeriden, içiMden hissetmek için de BAKIŞ‘ı bir yöntem olarak kullanabilirim diye düşünüyorum.

Çünkü Yok’un varlığı objektif bir varlık değil. Fark eden şuurlu bir gözlemcinin BAKIŞ‘ı için var sadece. Bir beklenti, bir borç, bir düş kırıklığı, açlık, terk edilmişlik, vatan hasreti, evlat acısı… Hatta gözlemcinin hayatındaki yokluklar dahi tek bir “YOK” kelimesine hapsedilemeyecek kadar özel, özNel, sübjektif. Evet… kelimesiz bir düşünce gerek, BAKIŞ, illâ ki BAKIŞ. Resim ve Fotoğraflara BAKALIM o halde.

Ama kelimelerin YETERLİ olduğu zeminden YETERSİZ olduğu zemine bir köprü kurmak gerekmez mi? Yani et, kemik, lisan, para ve şiddet gibi fizikî “BEN” ile bunları düşünen, hisseden, güzellik ve adalet gibi yargılarda bulunan “BEN” arasında bir geçiş. ÖLÇMEK‘ten YAŞAMAK‘a bir köprü… Bunun için biraz filozof, biraz şair bir insanın yardımını alsak nasıl olur?

Nietzsche’den dinleyelim, Filozofların Kitabı, “Hakikat ve Yalan” isimli bölümden:

“…  Kavramların oluşmasını düşünelim. Her kelime anında kavrama dönüşür. Çünkü doğumunu borçlu olduğu orijinal, kendine has, sübjektif bir tecrübeye isim olması yetmez. Yani sadece bir hatıra değildir. Aynı kelime söz konusu tecrübeye benzer başka hadiselere de isim olur.Yani birbiriyle ASLA tıpatıp aynı olmayan durumlara. Her kavram FARKLI şeylerin AYNI-laştırılmasından doğar. Bir yaprak hiç bir zaman diğer yaprakların tıpatıp AYNISI değildir. Ama “YAPRAK” kavramı farklılıkların göz ardı edilmesiyle oluşur. Bu farkları “unutmak” sonucunda zihinlerde bir YAPRAK temsili meydana gelir. Sonra sanılır ki tabiattaki bütün yapraklar önceden çizilmiş, tasarlanmış o ilk YAPRAK’a göre çizilmiş, boyanmıstır. Ama bizim gördüğümüz yapraklar beceriksiz ellerce yapılmış kötü birer kopyasıdır o ilk YAPRAK’ın. Hiç bir yaprak  TAM OLARAK onun kopyası değildir.

“Dürüst bir adam” dediğimizde neden böyle dürüstçe hareket etmiş oluyor? Alışkanlık olarak “dürüst olduğu için” diyoruz. Tıpkı “yapraklar böyle çünkü ilk YAPRAK sebep oldu” der gibi. “Dürüstlük” denen şeyin özünde, gerçekten ne olduğunu bilmiyoruz. Ama çok sayıda dürüst eylem biliyoruz. Bunlar birbirlerinden farklı, kendine has eylemler. Aralarındaki farkları görmezden geliyoruz ve hepsine birden “dürüst eylemler” ismini veriyoruz. […]

Gerçek [düşünce-lisan] nedir? Hareket halinde metaforlar, adlandırmalar, insanlaştırmalar (antropomorfizm), kısaca şiirsel ve retorik bir biçimde soyutlaştırılan kavramlardır. Sonra birlikte yaşayan insanlar bunları [mutlak, değişmez] kanunlar gibi sınırlayıcı olarak kabul eder ve bunlarla düşünürler. Gerçek [düşünce-lisan] metafor olduğunu unuttuğumuz vehimlerdir. Kullanılıp aşınmış, tekabül ettikleri hissi gücü kaybetmişlerdir. Tıpkı üzeri silinmiş, artık para değil birer metal parçası olmuş eski paralar gibi…”

Gerek kelimelerin “eski paralar” gibi aşınması gerekse hakikî algının öznelliği konusunda Nietzsche’nin haklı olduğunu teslim etmek gerek. Bu satırların net bir şekilde ortaya koyduğu bir ikilik var, objektif “BEN” ve sübjektif “BEN”. İşte Yok’u görmek için bu tam bu fay hattına dikmek gerek gözlerimizi (=aklımızı). İzleyen resimleri ve yorumları sizin BAKIŞ‘larınıza sunuyorum.

Chartres Katedralinden bir detay. Dünyaya “düşmüş” ilk insan. Sağ elini şakağına dayamış, aslî vatanın hasretiyle artık “elinde” olmayan Cennet’i özlüyor. Manevî “BEN” bir Yok’luk, bir hasret, bir nostalji olarak ifade bulmuş. Sol eliyle ayıp yerini örtmüş. Fizikî, objektif, bedensel varlığının da idrakinde insan. Ruhu Tanrı için, bedeni ise “ötekiler” için var. Nefs ve vücud elbisesi giydirilmiş bir mânâ. Sınırsız ruh ile sınırlı bedenin temas noktası, makalenin başında Sartre’ın söylediklerini hatırlayın:

“…‘Ben’ deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum…”

Figüratif olMAyan bir resim. Optik etkiler var. Siyah bir zeminde beyaz bir delik mi yoksa beyaz bir zeminde siyah lekeler mi? Göz neye odaklanacağını bilemiyor. İlk defa yaşanan bir his, ilk aşk karşısında paniğe kapılan 14 yaşındaki bir genç gibi gözlerim. Boşluk’a giydirecek bir kelime elbisesi yok.

Birincisi gibi renk Yokluk’u var. Ama sahte bir boşluk. Aralık bir kapıda nötr, kimliksiz, neredeyse cinsiyetsiz bir insan. Giren mi çıkan mı? Zihnim belirsizlik görüyor. Boşluk değil. Bir beklenti olmadığı için Yokluk da yok! Neredeyse “bilimsel” bir boşluğu anlatıyor bu resim. Şehir suyunda ihmal edilebilir seviyede bir koli basili varsa bilim adamları “koli basili yok” diyor, içebiliriz, su temiz.

Parkta boş bir bank. Randevuma geç kaldım. Sevdiğim kadın sıkılıp gitti. Yoksa bir Kore gazisi miydim?  Her sabah buluşup hatıralarımızı yâd ettiğimiz o bank neden boş bugün? Son silah arkadaşım sakın hasta olmasın? Yoksa… Of! Daha fazla bakamayacağım. Boş bir tabut bile bu kadar korkutucu olamazdı!

Boş bir kumsal, boş bir deniz, boş bir gökyüzü. Çocuklar düşlüyorum kovalarıyla oynayan, uçurtmalar var başımın üzerinde, açıkta balıkçılar, daha uzakta bir yelken yarışı… Endişeli anneler, güneşlenen babalar… Ressam nasıl da ustaca boş bırakmış tabloyu. Hayal gücüm dolduruyor Boşluk’u… En güzel çocuklar, en güzel uçurtmalar ve en güzel teknelerle.

Edward Hopper’ın bir tablosu: Boş odada güneş ışığı. Işıkla dolan oda aslında o kadar da “boş” değil. Zaten esas boşluk da o odada değil, tablonun kendisinde, hatta bakanların gözünde! Hopper daha önce de anlattığımız gibi kadrajla oynayarak endişe verici bir boşluk hissi uyandırıyor. (Bkz. Boşluk aynası ve Edward Hopper, Derin Göz kitabı)

 

 

Hopper’i taklid etmeye çalışalım biraz: Teorik olarak “boş” olması gereken bir oda. Ama “koltuk” ve “pencere” birer libas olmuş, figüratif resimlerdeki suretler gibi boşluğa giydirilmiş. Terk edilmiş bir ev belki ama “boş” değil. İkinci resim ise aynı fotoğrafın kasıtlı olarak “boşaltılmış hali. Koltuk ve pencereyi görüyorum ama Hopper-tarzı bir kadraj zihnime elbiselerin girmesine engel oluyor.

Koridorlar özel yerlerdir. Bazen ders öncesi öğrenciler sohbet ederler, oyun oynarlar. Ama boş bir koridor korkutucudur. Neden boş? Derse geç mi kaldım? Yosa bugün imtihan mı vardı? Ceza alıp sınıf dışına atılmış bir öğrencinin zihin penceresinden mi bakıyorum? Koridordaki saatin tiktaklarını dinleyerek geçecek 40 dakikalık bir yalnızlık… 40 yıl gibi. Geçen zamanın ağırlığını üzerimden nasıl atabilirim? “Eğlenmek çok ciddi bir iştir” demiyor muydu Pascal? Bir eğlence bulmazsam sıkıntıdan ölebilirim!

Yer altımdan kayıyor sanki. Neden renkler yok? Işıkları kim söndürdü? Bir hastahanede miyim? Kötü bir haber mi bekliyorum? Ah bu beyaz fayansların o parlaklığı… Edward Hopper bile bu kadar acımasız değildi.

Kırmızı renkli sıvı ilk anda kan gibi ama şişenin üstündeki kuru kafa bunun bir zehir olduğunu söylüyor. Masada bir kâğıt. “The End” yazıyor. Zehir şişesindeki boşluk beni korkutmuyor. Fizik bir boşluk bu, metafizik boşluk değil. Bu resim bana beniM Ölüm’üMü anlatmıyor. “Senin” ya da “onun” ölümü olabilir. Birisi ölmüş. Bunda korkacak ne var? Herkes ölür bir gün. Normal. Birisi intihar mı etmiş? Polis çağırın. Beni neden rahatsız ediyorsunuz ki?

Hastahaneler de özel yerlerdir. Çünkü modern insan artık evinde doğmuyor ve evinde ölmüyor. Hastahaneler hayat sahnesine girdiğimiz ve çıktığımız kapılar gibi. Doğmak için oradan geçip geliyoruz dünyaya. Ölmek için de oraya gidiyoruz. Sevdiklerimizi oradan alıyoruz. Ölen yakınlarımızı da en son orada görüyoruz. Çember üzerindeki bir sıfır noktası gibi hastahaneler. Hayatın başı ve sonu…. Ya bir hastahanenin ölümü? Bir evin içinde kilitli kalmak gibi. Terk edilmiş bir hastahanenin boş bir ameliyathanesi… Doğmanın ve ölmenin imkânsız olduğu, hep aynı insanların sonsuza kadar yaşadığı bir dünya hayatı! Kapısız, çıkışı olmayan bir labirent gibi. Boşluk’u bundan daha güzel “gösterebilecek” bir manzara düşünemiyorum.

 

William Degouve de Nuncques tarafından yapılan “Kanalda gece” isimli bu tablo tıpkı Hopper’in tabloları gibi bir “kadraj kazası” arz ediyor. Ressam ŞEKiL hapishanesindeki akıllara (=gözlere)  bir ders veriyor ve şöyle sesleniyor adeta:

“Sizin gözleriniz kelimeler (=şekiller) arıyor, alın size figüratif bir desen. Ama ben de binanın camlarını kırdım, boyalarını eskittim, çatısını kesip tualin dışında bıraktım, ağaç yaptım ama hepsi birbirinin aynı. Aynılıkta YOK ettim her şekili (=kelimeyi). ZAMAN’ı temsil etmek için bir nehir ve Bir kayık çizdim, hiç bir şey kalıcı değil, her varlık Yok’tan gelip Yok’a gidiyor. Müzik nasıl soyutsa ben de figüratif ama aynı zamanda soyut bir resim yaptım”

 

Edward Hopper’dan ve William Degouve de Nuncques’tan esinlenerek kırptığım 3 fotoğraf. Soyut bir boşluk yok. Kandinsky veya Rothko tarzı soyut arayışlar yok. Yaptığım şey çok basit. Beklenen şey beklendiği yerde değil. Hareket halindeki bir trenin veya bir süvari birliğinin kameranın BAKIŞ açısını terk etiğini düşünün. Takip eden o iki saniye ne kadar korkutucudur. Veya acil bir telgraf aldınız ama zarfı açıp okumadınız henüz. Bir beklenti var. İstenen ya da korkulan. NE? Hiç, hiçlik, boşluk, yokluk:

“…Kaygı (alm. angst) karşısında “baskı hissedilir” diyoruz. Ama bunu hisseden özne kim? Bu özneyi baskı altında tutan ne? Baskının hissedilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu söyleyemiyoruz. Her şey bizimle beraber bir tür umursamazlık uçurumu içine düşüyor. Ama bu bir yok oluş değil, bir geriye çekiliş. […] Hissettiğimiz baskı Varlık’ın bu geri çekilişinden mi kaynaklanıyor acaba? Tutunacak hiç bir şey kalmıyor. Varlık’ın bu kayması sonucunda bize yokluk kalıyor. Kaygının ortaya çıkardığı şey HİÇ. Korku ile boşlukta asılı kalıyoruz. Daha açık bir ifadeyle kaygı bizi böyle boşlukta askıya alıyor çünkü Varlık’ın bütünüyle kaymasına sebep oluyor. Biz insanlar da Varlık’ın içinde kaydığımızı hissediyoruz. Bunun için baskı altında olan ne “sen” ne de “ben”, baskıyı hisseden “biziz”, [MY: Edilgenliği içeren bir bizlik bu] . Kaygının HİÇ’i ortaya çıkardığını insanlar zaten söylüyor kaygı ortadan kalktığında. Henüz taptaze olan hafızamızı yokladığımızda kaygı duyduğumuz şeyin gerçekte… olMAdığını söylüyoruz. Çünkü… HİÇ bütün varlığıyla oradaydı….” (Heidegger’in « Metafizik nedir ? » adlı eserinden [Bkz. Derin İnsan kitabı, Korku Matkabı bahsi] )

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:cemile b. Tarih: Ara 25, 2011 | Reply

    Bazen bir şeyler yaşıyoruz ama adını koyamıyoruz çünkü o anı-yaşadığımızı kaçırıyoruz. İçinde bulunduğumuz evren, ailemiz, bir aracın yüksek sesi, cüzdanımızda ne kadar para olduğu, kaçırdığımız taksi, her gün saniyelik aralıklarla geçen haberler vs. vs. Tüm bunlar bakışımızı-dikkatimizi çekerken bir yandan da içinde bulunduğumuz hâle, yaşadığımıza odaklanmamızı engelliyor; “kırpılmış fotoğraflar” gibi oluyor hayatımız.

    Özellikle son birkaç yıldır dinlenmek istediğinde yahut gezmek istediğimde gittiğim yerler ya bir orman ya bir deniz kenarı yahut bir dağ başı oluyor, bazı bazı yanımdaki dostlarım da sussun istiyorum, Allah’ın sanatı olan doğa; toprak, su, bitki, çiçek, karıncalar içinde bir “bakış-görüş-varlık” göreyim istiyorum, hiç dokunulmamış bir şey olsun istiyorum aslında bütünüyle bir ses olan sessizliği duyayım istiyorum ancak yine özellikle son birkaç yıldır hissettiğim tüm bu “şeylerin” adını koyamıyor, anlam veremiyordum. Sartre’den ilhamla 3.sü yazılmış bu yazı dizisini okuyunca tüm anlamsızlıkların yahut fakında olmaksızın aradıklarımın adını koyar gibi oldum, insana kendi bulduran bir yazı olmuş, enfes.

  3. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 25, 2011 | Reply

    eyv. Cemile, aslinda iki bölümlü bir yazi olarak KITAP TANITAN KITAP 3’e girecekti ama galiba Varlik ve Hiç’e özel bir çalismaya dönüsecek zira Sartre’in 700 sayfalik kitabi bir tür “seyir defteri” ve yazilmaya deger bir çok konuyu ele almis mösyö 🙂

  1. 1 Trackback(s)

  2. Oca 8, 2012: Varlık ve Hiç - Jean-Paul Sartre (Bölüm 4: Mahalle Baskısı) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin