RSS Feed for This Post

Yaşamak Ben’in hikâyesini yazmaktır

b861c15461f779bd76a0c9e51f099586“… Elodie Stevenson aranan bir aktördü. TV dizileri, sinema ve reklâm çekimleri için setten sete koşturmakla geçiyordu günleri. Bir gün Hollywood’un en ünlü yönetmeninden cazip bir film teklifi aldı: Şizofreni tedavisi için akıl hastahanesinde yatırılan ünlü bir kadın oyuncuyu canlandıracaktı. Rolün hakkını verebilmek, gerçek şizofrenlerle hemhal olabilmek için akıl hastahanesine gidip gelmeye başladı. Elodie Stevenson’un günleri hızla geçiyordu. Bir yandan rolünü ezberliyor, bir yandan kocası ve çocuklarıyla ilgilenmek için koşturuyordu. Evi, akıl hastanesi ve TV çekimleri için gittiği setlerde karşılaştığı çok sayıda insan vardı. Hayatı dopdoluydu. […]

Bir müddet sonra Elodie’nin hayatında garip şeyler olmaya başladı: Bazı akşamlar evde dinlenirken kendini film setinde sanıyordu. “Filan deterjan beyazdan daha beyaz yıkar” gibi bir reklâm sloganı çıkıveriyordu ağzından; bazen de şizofren replikler! Akşam yemeklerinde kendi çocuklarına ve kocasına yabancı gibi baktığı oluyordu. Onların yüzündeki korku ve şaşkınlıktan okuyordu bir tuhaflık olduğunu. Elodie Stevenson film setlerinde rol icabı ona “anne” diyen çocuklarla kendi çocuklarını karıştırmaya başladı. Sarılıp öperken koklamaya doyamıyor, sonra birden “koş dişini fırçala, ödevlerini yaptın mı?” diye kızıyordu. İçinden çıkılır gibi değildi. Gerçek Elodie Stevenson kimdi? Hangi adam gerçek kocasıydı? Hangi rol onun gerçek rolüydü? Peki ya “Gerçek” ne demekti? Ben kimdi?

Artık hayatı paramparça olmuştu. Sürekli kanal değiştiren, hiç bir programı sonuna kadar seyretmeyen bir insan gibiydi. Yaşam süresi repliklerle, dekorlar ve günübirlik aktörlerle doluydu. Akıl hastahanesi duvarlarının ne tarafındaydı? Bilmiyordu. Oysa ötekiler ne kadar şanslıydı. Gerçek birer hayatı olan gerçek insanlar. İyi ama… Bütün bu roller arasında kaybolduğunu fark eden kimdi o halde? “Demek ki rollerdeki BEN’in ötesinde şuurlu bir iç benlik, daha derin bir Elodie Stevenson olmalı” diye düşündü. Delirmiyordu aslında, kimsenin, kendisinin bile bilmediği Kendi’siyle tanışıyordu. Ben’lerin yerle bir olmuş harabeleri arasında dimdik duran Kendi’siyle …”  

  (Elodie Stevenson’un Gerçek Hayatı, Frédérique Uidour*, 1991)

lapin - CopieIşıkla kör olmak

İsimlerin cisimlere nispeti cisimlerin mânâya nispeti gibidir. Madde Mânâ’nın kesafetidir; Mânâ ise maddenin letafeti. Âlim zâtlar böyle izah etmişler. Sıradan insanlar er ya da geç keşfediyorlar bu hakikati. Bazen yavaş yavaş tırmanan bir dağcı gibi, sindire sindire oluyor, hazmediliyor. Bazen tam tersi, hazırlıksız yakalanıyor insan: 8848 metrelik Everest’in tepesine paraşütle atıyorlar adamı. Oksijen maskesi ne gezer?  Ayağında plaj terliği, kafasında hasır şapka. Netice? Ya deli oluyor insan ya da bir tür sanatçı.

Açalım: Işıkla tavşan avlandığını duymuşsunuzdur. Gözü kamaşan hayvan bir anda hareketsiz kalıverir. Deliler ve bazı sanatçılar, bir de David Hume gibi kimi filozoflar işte böyle ışıkla körleşip bize ibret olmuşlar. Ben’lik duvarları hiç ummadıkları bir anda yıkılıverince muhafaza edilemeyen gözleri (=akılları) adeta Hakikat’in şiddetinden kamaşmış. (Bkz. Bu konuya odaklı e-kitap: Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?)

Çünkü eşya ışıkla görülür ama ışığın kendisini, meselâ fotonları göremezsiniz. Benzer şekilde Hakikat’in nuruyla dünyayı, hayatı, gerçekleri keşfederiz. Objektif bulguları indî/sübjektif tercihlerimizle anlamlandırırız. Ama Hakikat’e yönelmek, Ben’liklerin arkasında Kendi’siyle buluşmak ayrı bir meseledir.

Hayatımı yazsam roman olur

Yaşamak bu bağlamda roman yazmak gibi. Her birimiz kendi romanımızı yazarız. Dışarıda objektif  / bilimsel / gerçek bir dünya vardır. Bir de içimizde, bize özel, bizi biz yapan iç dünyamız. Tıpkı bir roman yazarı gibi kurgularız. Ailemizi, okul ve iş hayatımızı anlamlandırırız. Başarı, keder ya da yeni bir başlangıç… Bunlar dışarıdan gelen objektif veriler değil bizim tercih ettiğimiz mânâlardır. İtalyan psikanalist Piera Aulagnier‘nin dediği gibi:

“… Izdırap diye bir şey yoktur, dayanılmaz olan dış dünyadaki olayların içimizde temsil ettiği anlamlardır …”

“Ben” dediğimizde bir şey, yani bir eşya değildir kastedilen. Ben’lik bir mevhumdur, vehimdir. Değişen haricî dünyada sürekli aynı kalan dahilî bir “Ben” olduğunu vehmederiz: “Ben Ankara’da doğdum, ben ilk okulu Kastamonu’da okudum. …. evlendim, … korkarım, … severim,…”

Tabi bu “roman yazma” fatura kayıtları ya da bir geminin seyir defteri gibi objektif ve “factual” değildir. Yazma sırasında tıpkı sanatçılar gibi tercihler yaparız. Bu etik ve estetik tercihlerle kendimizi inşa ederiz. Meselâ oğlu savaşta ölen iki babadan biri “şehit babasıyım” diye gururlanırken diğeri savaş karşıtı gösterilerde “oğlumu geri istiyorum” diye haykırabilir. Robert Musil’in sözleriyle ifade edersek:

“… Bütün ahlâkî sorgulamalar bir güç sahası içerisinde meydana geliyordu. Tıpkı bir atomun bilkuvve (potansiyel) olarak bütün bileşim ihtimallerini içermesi gibi olayların birbirlerine göre konumları da İyi’yi ve Kötü’yü ihtiva ediyorlardı. “Ak” kelimesinin yanına gelen kelimelerin ona mânâ vermesi gibiydi bu: Ak gün / kara gün veya suçlunun aklanması aynı şey değildi. Bu sonsuz seçim imkânı bize öğretiyordu ki İnsan, bir imkânlar ve ihtimaller manzumesidir. Mümkün- İnsan, hayatın henüz yazılmamış şiiridir ve tam karşısında, onunla zıtlaşan bir diğer tasavvur vardır: Kopya- İnsan, Gerçek- İnsan, Belirli- İnsan …” (Niteliksiz Adam, Cilt 1, Bölüm 301)

Musil’in bu satırları yazarken yine de asrına hakim olan pozitivizmden etkilenmiş olduğunu tahmin ediyoruz. Zira burada ifade bulan “özgürlük” aslında istatistiksel bir serbestlikten ibaret. Yani atomların “davranışlarını” belirleyen kimya,  kelimelerin kullanılmasını belirleyen lisan elbette insanların hürriyeti için uygun bir rumuz olamaz. Bir başka deyişle insan hürriyeti önceden belirlenmiş bir labirentte serbestçe yol seçmek değildir. Gerçek hürriyet o labirenti inşa etmektir. Kader ve özgür irade konusunda şu makalelere bakılabilir:

 

Pencere ışığa vasıta olur, ışık kaynağı değildir

ayna-pencereİnsan aklını bir pencereye benzetebiliriz. Odada oturan biri için pencere ışık kaynağı gibidir. Hatta duvarda asılı aynalar olduğunu farz edin. Aynadan ışık alan biri için kaynak aynadır, ayna için kaynak penceredir. Ama Güneş battığı zaman bunların hiç bir faydası kalmaz. Kendisini bile aydınlatamayan bir pencere odayı nasıl aydınlatsın?

Gerçek şu ki Ben’lik bilimsel bir gerçek değil. Yani adına “Ben” diyebileceğimiz 3 gramlık bir beyin parçası, kalpte bir kulakçık veya vücutta şiddetini ölçebileceğimiz 0,5 voltluk bir enerji yok. Bilimsel olarak “Ben” diye bir şey yok. Vücudun tamamına “Ben” dersek bu defa kolu, bacağı kopan bir insanın Ben’liğini yitirmesini de kabul etmemiz gerekir; hatta saçları, tırnakları kesilenlerin, kilo alıp verenlerin hatıralarında, umut ve korkularında, değer yargılarında değişiklik olması gerekir. Oysa Ben’lik ne bu illiyeti (nedenselliği) kabul ediyor ne de bölünmeyi, ölçülmeyi. Ben’lik var ama bilim dışı bir varoluş söz konusu.

İşte Elodie Stevenson’un önce delirmesine, sonra da Kendi’siyle tanışmasına vesile olan şokun sebebi buydu. Yani aklını ışık kaynağı zannetmesi, 5 duyu ile algıladığı dünyayı ve o dünyadaki Ben’likleri, kimlikleri Kendi’siyle karıştırmasıydı mesele. (Bkz. Marilyn Monroe / Kırık Parçalar) Sonra birden karanlıkta kaldı. İlk anda çelişkili gözükse de mütevazî bir karanlık Elodie Stevenson’un gözleri (=aklı) için kibirli bir aydınlığa kıyasla daha müsaitti. Zira Hakikat gözle, elle, bilimsel bilgiyle ihata edilecek (kuşatılacak) bir şey değildir. Hakikat görünmez, yaşanır. Robert Musil bir denemesinde şöyle diyor:

“… Hakikat elinize alıp cebinize atabileceğiniz bir kristal değil içine düştüğünüz uçsuz bucaksız bir okyanustur …”

Dipnotlar

(*) Bu alıntının yapıldığı roman ve yazar gerçekte yok, yani tamamen Uidour’ma. Okurun hoşgörüsüne sığınarak makalenin ihtiyaçları için ihdas ettik. Fakat sizi duygulandıran ve düşündüren bu satırlar yine de gerçek. Aksini iddia ederseniz yani kitapçılarda bulamayacağınız her Uidour’ma romana “gerçekte yok” derseniz “gerçek nedir?” sorusuna verecek net / bilimsel / objektif bir cevabınız olması gerekmez mi? Gerçek parayla satın aldığınız gerçek romanlarda Uidour’ma kişiler ve Uidour’ma hikâyeler yok mu? Gerçek yazarların gerçekten kurdukları hayaller için ödemiyor muyuz o parayı? Ya siz? Gerçekten var mısınız yoksa gerçek bir romanın hayal mahsulü kahramanı mısınız?

Bu meseleye yeni bir perspektiften bakmak için: Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ (Sadreddin Konevî Hazretleri)

 

hayatim-roman

 

… E-kitap okumak için …

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin