RSS Feed for This Post

Milliyetçiliğin Anatomisi

Bir önceki yazımızda, batıdan doğup topraklarımıza ve tüm İslam topraklarına yayılan ve şeytani bir bakış açısı olan ırkçılığın batıdaki teorik geri planına değinilmişti. Bunun yanında, müspet ve menfi milliyetçilik kavramları üzerinde durulmuştu. Konuyla ilgili söyleyeceklerim henüz bitmemiş olsa da, özellikle müspet milliyetçilik kavramı yoğun eleştiriler almıştı. Evet öğretici olmaları sebebiyle yapıcı eleştirileri sevdiğimi belirtmeliyim.  

Bir önceki yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım;

“Maalesef insanımızın çoğu müspet milliyetçilik fikrinin kapısından girip “menfi milliyetçilik” fikrine kayabiliyorlar ve çoğu kez bunun farkına dahi varamıyorlar” 

Buna mukabil yazılarını ve yorumlarını  çok beğendiğim Sayın Enver Gülşen Bey,

“Bunda şaşıracak birşey yok Mehmet kardeşim. Müspet milliyetçilik kapısı zaten her zaman oraya (menfi milliyetçilik durağına) çıkar. Ben müspeti ya da menfisi olsun milliyetçiliği bir kaydırağa benzetirim. ona binip aşağı kaymaya başladığınız andan itibaren kendinizi faşizme toslayıncaya kadar durduramazsınız. Eninde sonunda faşizmde noktalanır milliyetçilik çünkü.”

şeklinde müthiş bir yorum yaptı. Evet benzetmesi de yorumu da çok güzeldi.   

Üstad Bediüzzaman’ın Her günahta, küfre giden bir yol vardır(1) sözleri aklıma geldi. Enver Bey’in yorumundan ve Bediüzzaman’ın sözlerinden hareketle; 

İster müspet ister menfi milliyetçilik olsun, her milliyetçilik akımından, ırkçılığa ve faşizme giden bir yol vardır sonucunu çıkarmak zor olmasa gerek. Nasıl ki, günahlar alışkanlık hale getirilirse kalp kararır ve kalpte imanın yerini küfür alırsa, milliyetçilik de sürekli alınır ve alışkanlık hale getirilirse, eninde sonunda yerini faşizm ve ırkçılığa bırakır düşüncesindeyim. Kısaca eleştirilerden, kendi adıma çıkardığım öğretilerden ve sonuçlardan biri de bu idi. 

Bu yazıda milliyetçilik fikrinin doğuşundan bahsedeceğiz. Bu sefer teorik geri planlara ya da Fransız ihtilaline gitmeyeceğiz. Bu başka bir yazı konusu olabilir.

Farklı bir perspektiften, farklı  bir bakış açısı sunmak istiyorum öncelikle. 

Farklı  Bir Bakış Açısı Önerisi 

Milliyetçilik fikrinin ortaya çıkışı ile bireyin doğuşu arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur.  Bireyin önceki bağlantılarından sıyrılıp otonomisini (özerkliklerini) kazanması, birleştirici ve bağlayıcı bir güç olan dinin arenadan çekilmesiyle mümkün olmuştur. Kozmozun merkezinde artık tanrı değil, bireyin bulunması yeni paradigmaları da beraberinde getirmektedir. İşte bu yazıda sıkça vurgulanacak olan iki farklı paradigmayı, kısaca şu şekilde örneklemek mümkün.        

Güneşin olduğu her ortamda, şeffaf olan her şeyin üzerinde güneşin cilveleri vardır. Aslında her obje, güneşten aldığı ışığı kabiliyetleri oranında yansıtıp, ayna vazifesi görmektedir ve bu objelerin her biri kendilerini, güneşe olan bağlantısıyla tanımlamaktadır. Yansıtma kabiliyetleri ve büyüklükleri de farklı olan bu aynaların (objelerin) “ışığın kaynağı olma” iddiaları yoktur. Yansıtıcı olmak noktasında herkes bir olduğu gibi, her objenin güneş olmaya uzaklık noktasında da yine herkes birdir. Hiçbir objenin otonomisi yoktur. Müstakil olmaya imkan yoktur. Herkes güneşe muhataptır ve ışığını güneşten almaktadır. Bütün bu iç içelik her şeyi birleştirmektedir ve her şey ışıksızlık ortak paydasında toplanmıştır. Bu modelde güneş, bir üst belirleyici olarak sınırları kendisi belirler. Işığın miktarını ve sınırları güneş çizer. Haklar alınmaz verilir. Güneşin ışıttığı aynalar arasında herhangi bir sınıfsal çatışma söz konusu değildir. Aynalar arasında egemenlik iddiası yoktur. Bu modelde güneşin varlığı tanınmakta ve sınırlar öylece belirlenmektedir. 

Ancak ikinci modelde; evrende güneş  yoktur. Biri güneş yok dediği için ve varsayımsal olarak güneş tablodan çıkarıldığı için, birinci modelde ayna olarak tanımlanan bireyler asalet kazanmışlardır. Artık ayna değil fener olmuşlardır. Güneş sanki parçalanmış ve parçaları yeryüzüne inmiştir. Gökte güneş yoktur ama yerde ışıklar vardır. Sözgelimi bundan böyle “ay” ayna olmaktan çıkmış verdiği ışığın kaynağı olmuştur.  Bütün aynalar otonomilerini kazanarak müstakilleşmişlerdir. Bunda böyle herkesin ışığı kendindendir. Herkesin rengi, kapasitesi farklı olduğu için bir katmanlaşma, sınıfsallaşma ve farklılaşma süreci başlamıştır. Işığı az olanlar çok olanlar; rengi mavi ya da sarı olanlar; mat olanlar, parlak olanlar vs…Güneşin böylesi bir  parçalanma sürecine girmesi için, ayna olarak tabir edilen objelerin sadece birinin asalet kazanması yeterli olacaktır.      

Bir olan güneşin parçalanıp yeryüzüne indirilmesinde en anlamlı örneği eski yunan çok tanrıcılığında görmek mümkündür. Tek tanrı yoktur ama tanrılar vardır. Güneşin yeryüzünde yapmış olduğu her bir müdahalenin kendisi bizzat tanrılaşmıştır. Evreni oluşturan ışık kaynakları, güneş gibi birleştirici bağdan yoksun oldukları için yabancılaşma sürecine de girmişlerdir. Önceki modele güneşin belirlediği sınırları, artık muhatapların her biri kendi eliyle sınırlarını belirleyecektir. Ortaya çıkan sınırlar bir gerilim neticesinde ortaya çıktığından çatışmalar da başlayacaktır. Zira yunan çok tanrıcılığında tanrılar kavga ederler. Görüldüğü gibi bağlam tamamen değişmiş, yabancılaşma, sınıfsallaşama ve çatışmalar başlamıştır ikinci modelde. (Bakınız Risale-i Nur, Manayı İsmi, Manayı Harfi Meselesi) 

Önce Birey Doğdu 

İlk insan Adem (s.a) sadece bir insandı. Ne bir milliyeti ne de devleti vardı. Dolayısıyla Hz.Adem’ in vatan ve millet anlayışı, günümüz ulus devletlerinde yaşayan insanların anlayışından farklı olması beklenen bir durumdur. İnsanoğlu sayısı milyarları bulan yeryüzündeki macerasına Adem ve Havva ile başlamıştı. İnsanlar çoğaldıkça işler de bölünecekti. Bir işbölümü kaçınılmazdı. Zira insan tek başına yeterli değildi. İnsan kendi başına var olamaz; onun eklemlenmeye ihtiyacı vardı; çünkü biliyoruz ki insan, bu şekilde yaratılmamıştı. Zaten hiç kimse Robinson Crussoe yalanına inanmamıştı. İnsanoğlunun sınırsız ihtiyaçları ve sınırlı gücü ve birbirine muhtaçlığı, acizliğini belgeliyordu adeta. İnsanlar aciz oldukları için bir arada yaşıyordu. İşte dinin egemen olduğu yıllarda, gerek bu acziyetin farkındalığı olsun gerekse insanın kendinden üstün olan bir Yaratıcıya sığınma ihtiyacı olsun kişinin benlik iddiasını ortadan kaldıracaktı ve henüz birey daha doğmamıştı.  

Bu bağlamda bir yaratıcıya mensup olmak noktasında, bütün kainatın bir anlam kazandığını  ve her parçanın ancak bir bütün içinde varolduğunu görmekteyiz. Tanrı etrafında merkezileşme ve bütünleşme söz konusudur. Her şey Tanrıya bağlıdır ve anlamını ondan almaktadır.   

Ne var ki, modern zamanlara geldiğimizde “Tanrı öldü”rülür. Herşeyi bağlayan ve birleştiren Tanrıyı, insanlar dünyalarından çıkarır. Bundan böyle yolları vahiy güneşi değil, akıl feneri aydınlatacaktır. Ve tanrı öldüğü gün, aslında birey doğmuştur. Bütün bir kozmoz parçalanmaya başlamıştır. Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte kozmoz içindeki her bir parçacık artık asalet kazanmışlardır. Müstakil olmuşlardır. İlanı İstiklaliyet etmişlerdir.  

Bundan sonrasını “Avrupa’yı Düşünmek” adlı eserinden, Edgar Morin’den dinleyelim. 

Diğerlerinden ayrılan her alan özerkleşmeye başlayacak ve bu kez, daha önce her şeyin temeli sayılan Tanrı yitirilince de özerkleşen her alan temelini kendi kendisinde arayacak, orada bulduğunu sanacaktır. Örneğin akıl temelini mantıksal tutarlılığında, eleştirilerinin yerindeliğinde, dünyayı açıklamaktaki yeterliliğinde arayacaktır. Doğa, onu, en üstün belirleyicilik yasasına uyan kendi yasalarında bulacaktır. Bilim ise onu deneylerinin yadsınması olanaksız kanıtlarına yaslayacaktır. İnsan, onu kendi aklında ve teknik ustalığında arayacaktır. Hümanizma da onu nesneler dünyasındaki tek özne olan insanda bulacaktır. Bu durum, imanı temelini kendinden başka hiçbir yerde arayamayacak duruma getirir. Aynı süreç içerisinde siyaset de başlı başına bir alan olarak özerkleşir: Devlet, temelini artık kendi çıkarında (devlet çıkarı), toplum kendi kendisinde (Hobbes’ın Leviathan’ı istediği her yasayı yapma ve bozma gücüne sahiptir.) ve nihayet ulus da kendi egemenliğinde bulmaktadır(2)

Avrupa karşıtı bir Avrupa’lının tasvir ettiği bu bağlam aslında kozmozdaki tüm parçacıkların  özerklik kazanmasıydı. Bundan böyle yeni uygarlık doğmuştur. Bu uygarlık modernliği ve sorunsallığı beraberinde getirdi. Çünkü Aydınlanma her şeyi sorunsallaştırmıştır. Zira Edgar Morin’e göre “Modern Avrupa kültürü Ortaçağ gerçekliğinin yadsınmasının kızıdır ve bu yadsımayı önüne çıkan her düşünceye, her sisteme, her teoriye uygulamaktan vazgeçmemiştir (3).”  

Yine Morin’e göre; “Avrupa kültürünün ilk ve son karakter sorunsallaştırmadır. Bir kez daha hatırlatalım: Rönesans, genelleşmiş bir sorunsallaştırmanın başlangıcıdır: Tanrıyı, kozmosu, doğayı, insanı yeniden sorgular (4).” 

Aslında Tanrıyı, kozmozu, doğayı  ve insanı yeniden sorgulamakta bir sıkıntı yok. Ne var ki Avrupa’nın yapmış bu sorgulama aklı selimle yapılmış yada bir ipotek altında kalmaksızın yapılan sorgulama da değildi. Başlangıçta aydınlanma teokrasiye, kilisenin hâkimiyetine ve ruhban sınıfına karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkmış, Ancak insanın aklı, kökünden koparıldığı için, bir başka deyişle kendini tanrılaştırdığı için, insan nefsinin heva ve hevesine eklemlenmiştir. Papaza, kiliseye haklı olarak kızılmıştır. Ancak kiliseye gidip gitmeme konusunda, bu kızgınlığın gölgesinde karar verilmiştir. Bediüzzaman bu durumu şu sözüyle özetler;  

“Hürriyet tenkid vermiş, gururundan dalalet çıkmıştır (5)” 

Edgar Morin ise, Bediüzzamanı  destekler mahiyette şöyle der: “filozoflar, bir yandan efsaneleri ve boş inançları yıkan eleştirel bir etkinlikte bulunurken, bir yandan da çağdaş toplumların ideolojilerini ve efsanelerini geliştirmektedirler. Aydınlanma çağının filozofları aklın kendisini efsaneleştirmiş ve tanrılaştırmışlardır. (6)  

Evet bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Zira insan Tanrısız yaşayabilir ancak Tanrılaştırmadan yaşayamaz. Tanrı öldüyse, yaşasın Tanrılar denmek zorundaydı. Nietzsche’nin tanrıyı öldürme çabası boşa çıkacaktı.  

Ne var ki, bu akıl tam da aydınlattığını sandığı noktada kördü. Yanlış, hurafe ve yutturmacadan başka bir şey olmamakla suçladığı efsanelerle dinleri her tür özden ve iç tutarlılıktan yoksun bıraktığı için kördü. Öbür efsanelere karşı kör oluşu, onun kendi efsanelerini, özellikle Akla Dayalı Düzen efsanesini üretmesine yol açacaktı. Akıl kendini gerçeğin kendisi sandığı için, kendi kendini tanrılaştıracak ve kendi kendini tanrılaştırdığı için de sonunda delirecekti. (7)Tanrı öldü diyen Nietzsche’ydi ve Nietzsche delirmişti.

Nitekim Aydınlanma, hakikati bireyin kendisine indirgedi ve onu izafileştirdi; böylece Hakikat kendisi olmaktan çıktı, kişilere göre değişen gerçekliklere dönüştü.

Yine de bütün bir uygarlığın hedefi bireyi tekrar yaratmaktı. Bunun için vahiy-felsefe ikiliğinin felsefe kulvarında gidilecek ilk adres belliydi. Batılılar, Hıristiyan bakış açısını bir kenara bıraktıklarında, kendilerine yeni bir referans çerçevesi aradılar, bunu da Greklerde buldular. Rönasansın ilk işi eski Yunan’a gitmekti (8). Grekler “hikmeti” kaybedince, insanı salt akla ve idrake indirgediler. Ve Hümanizma Protagoras’ın ünlü “insan her şeyin ölçüsüdür.” sözünü yeniden keşfetmişti (9).  Hümanizma artık Tanrıyı kozmosun merkezinden alıyor ve yerine insanı koyuyordu. “Ancak insan her değerin temeli olarak kabul edilip kendi kaderini eline alma görevini üstlenince ve ardından da evren üzerinde kendi egemenliğini kurmaya başlayınca, Hıristiyanlıkla Hümanizma arasında bir çatışkı doğar. Bundan böyle Hümanizma bir Kopernik devrimi gerçekleştirecek ve insanı ahlakın ve düşünsel bakımdan dünyanın merkezine koyup onu evrenin tek öznesi yaparak Hıristiyanlığı parçalayacaktır. (10)

Ve insan gemiye yükünü atmak ya da gemiyi sırtına almak noktasındaki yol ayırımında tercihini yapmıştır. Güneşin öldüğü gün, yeryüzündeki yansımaları güneşçiklere dönüşmüş ve tek bir çekim merkezinden, yansımalar adedince çekim merkezleri oluşmuştur. Bencillikler doğmuş ve tabakalaşmalar başlamıştır. En kötüsü insanlar tabiata egemen olmaya ve sömürmeye başlamışlardır Bu uğurda da kavga etmeye ve mücadeleye girişmişlerdir. Modern bilim de bunu söylüyordu zaten.

Artık insan tanrının söylediklerini değil, kendi söylediklerine dikkat kesilecekti. “Önceleri doğrulanmasını  tanrı da arayan Akıl, yavaş yavaş kendini bütün inançların doğrulayıcısı olarak ortaya koyar ve nihayet XVIII. yüzyılda imana köktenci biçimde karşı çıkar. (11)

Bu süreç yine Edgar Morine göre şöyle cereyan eder : “Yunan kozmolojisi, Doğa (Physis) ile Logos üzerinde odaklaşırken Hıristiyan kozmolojisi Tanrıda odaklaşır. Böylece Yunan kaynaklarına geri dönülmesi akılcı akımla ittifak kuran doğacı bir akım yaratır ve ikisi birlikte Yahudi-Hıristiyan dünya görüşüyle çatışkı (antinomi) ilişkisine girerler (12)”  Ancak sonuç bir hayli beklenmedik bir şekilde gelmektedir: “Görüldüğü gibi hümanizma çok farklı, ancak hepsi laik ve hepsi evrenselleşme eğiliminde olan düşünce akımlarının beslendiği kaynaktır. Bu laik evrenselliğin temeli insandır. Ancak, insanın temelini insanda arayarak her tür efsaneye ve dine son verdiğini sanan hümanizma da aslında kendi efsanesini gerçek anlamda doğaüstü bir yaratık olan özne-insan efsanesini ve kendi dinini, Hıristiyanlıkta olduğu gibi insan cinsini, bireyi ve insanlığı özleri bakımından birbirlerine kenetleyen (Hümanizmadan kaynaklanan ideolojiler sonradan bunları ayıracaklardır) bir Teslise dayanan dini yaratır. Ama, bu efsane ve din gizlice dönüştürdükleri düşünceleri laik bir cilânın ardında gizlediklerinden, mü’minleri bunların birer efsane ve din olduklarının farkına varmazlar. (13)

Dinin toplumsal hayattan çekilmesiyle  atomize olan her alan bundan böyle kendisinden olmayana yabancılaşacak ve düşman olacaktır. İnsan otonomisini kazanınca tanrılık iddiasında bulunacak ve tabiata egemenlik kurma kavgası güdecektir. Rönesanstan itibaren yapılan sayısız spekülasyonlar insan-doğa-evren ilişkisini tanımlamaya çalışırlar. Daha sonra felsefi hümanizma, Hıristiyan imanıyla ilişkisini kesmesine rağmen insana doğaüstü bir konum vermeyi sürdürür. Ve evrenin tek öznesi haline gelen insana neredeyse tanrısal bir görev olan evrenin efendisi olma görevini yükler. Ancak felsefenin ve doğa bilimlerinin gelişmeleri sonucunda insanın bu konumunu koruması güçleşecek ve XIX. yüzyılda Evrim Teorisinin kesin desteğinden yararlanan doğacılık, insanın yaratılışını ve evrendeki yerini, doğrudan bu evrene göre tanımlamaya çalışacaktır (14).” 

Bundan böyle her şey kendi adına ve kendisi için vardır. Bu manzara özünde çatışmayı resmeder. Çünkü yeni uygarlık tüm dünya milletlerine evrensel tek din olarak bencilliği önermektedir. Bencillik ise çatışmayı doğurmaktadır. Esasen çatışma; insanın içinde olan bir olgu değil, insanın bakış açısından hayatına sirayet eden bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Ancak sosyal çatışmalar-ulusal savaşlar veya sınıf mücadeleleri-Darwinizmin sosyalleştirilmesiyle birlikte gündeme gelir. Zira Darwinizm öğretisi ile güç varolmanın biricik kriteri olmaya başlar ve en güçlü olanlar varolmaya devam edebilecektir. Herkes doğal seleksiyonun acımasız eleğinden, başkalarını eleyerek kurtulmaya çalışır. Yabancılaşma sonuçta düşmanlığı ve sonu gelmeyen bir çatışmayı doğurur.

Birey, Tanrının ölümü  sonrası atomizasyonun, son ve en büyük parçacığı olarak artık yeryüzüne hükmetmeye başlamıştır. Aslında gerek insan icin gerek tabiat için, kısaca tüm varlık için felaketler ve parçalanmalar bu sebeple başlamış olur.

Bediüzzaman o dönemde neden siyasete karışmadığını anlatırken “gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye”den (15) sözeder. Ancak hodgamlık (bencillik) ve asabiyet-i unsuriyenin (milliyetçilik) bir arada zikredilmiş olması bir tesadüf değildir; ciddi bir akrabalığa işaret etmektedir.

Modern dünyanın paradigmaları yeni bir paradigmadır. Bu değere göre insanlar artık bireylere, toplumlar da uluslara dönüşmüşlerdir.Tüm bu yenilikler atomizasyon sonucudur ve yabancılaşmanın eseridir. Karl Marksın üzerinde çokça durduğu yabancılaşmanın  kapitalizmin bir sonucu olarak görmek meselenin köklerine inememekle eşdeğerdir. Esas mesele Tanri ile kozmoz arasındaki bağlantının koparılmasıdır.

Bediüzzaman’da bu doğrultuda görüşlerini şöyle belirtir ;

İmân, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti (kardeşliği), irtibatı(bağlantıyı), ittisali (yakınlığı) ve ittihad (birlik) rabıtalarını te’sis eder. Küfür ise, burudet (münasebetteki soğukluk) gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi (yabancı) nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki: Mü’minin ruhunda adavet (düşmanlık), kin, vahşet yoktur. En büyük düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi, nefsini iltizam(tarafgirlik) ve nefsine itimadı(güveni) vardır. (16)” 

-Sonuç  olarak ;

Bireyin önceki bağlantılarından sıyrılıp otonomisini (özerkliklerini) kazanması, güneşin tablodan çıkarılması yani tanrının öldürülmesi neticesinde gerçekleşir. Böylece parçalanma ve atomizasyon süreci başlamış olur. Bu süreç maddi olmayan her şeyi de kainatın (dolayısıyla varlığın) dışına taşımasını gerektirmiştir.          Kainat, Kayyum (17) Yaratıcısından özekleştirilip tabiata; ara aşamalarsa “sebeplere” dönüşmüştür. Ateizm tesadüf değildir. Birey özerkleşme sonrası “kim olduğu ve nereden geldiği” sorularına dair “ezelden beri” cevabını verecektir. Egzistansiyalizm’in (varoluşçuluk felsefesi) bütün anlamsızlığına rağmen, böylesi bir bağlam içinde tek kaçınılmaz cevap olduğunu hatırlamak gerekir. Yere inen güneş misalı yaratıcının yani tanrının ezeliyeti, ezeli olarak hükmettiği mahluklarının  kendilerine kaymıştır.

Yaşadığı  bu parçalanmayla atomizasyon olmuş  modern insan artık hayatının anlamını  yitirecek, yabancılaşmaya ve onun neticesinde de saldırganlaşmaya ve kendinden olmayana da düşmanlık etmeye başlayacaktır. Modern insan yitirdiği aidiyetlerden sonra her şeye yabancı ve düşmandır. O yüzden de özerkleşir özerkleşmez, ilk işi “tabiata hakim olmayı” denemek olacaktır.

Aslında bütün bu dönüşümler, dizginlerinden boşanan bir insanın sağa sola yalpalamasından başka bir şey değildi. Ya da ipinden kurtulmuş  bir sandalın, başka bir tabirle özerkleşmiş  sandalın, bundan böyle rüzgar ne taraftan eserse hedefsiz bir şekilde okyanusta yol alması ve okyanusta tek başına kalmasıydı ya da bir kayaya çarpıp parçalanması ve felaketini hazırlamasıydı.

Bencillik kapitalizmle kurumsallaşacak, onun dehşeti karşısında sosyalizm onu istihaleye tabi tutacaktı. Nitekim yaşanan felaketler karşısında adeta boğulan insan, karşısına çıkan ilk akıma, yılan da olsa sarılacaktı. Nitekim denize düşüp boğulmaya başlayan modern insan, yılana sarıldı. Ama maalesef sosyalizm, kapitalizmi istihale ederken aynı zamanda onu aklamış olacaktı. Sosyalizmin kapitalizme karşılık önerdiği şeyin kapitalizmden nicelik olarak farkı olsa da nitelik olarak hiçbir farkı yoktu. Niteliksel bir fark yok derken kastettiğim şey her iki tarafın da güçlü olanın kazanacağına olan inancı ve Sosyal Darwinizme olan teslimiyetleridir. Bununla birlikte hayat bir mücadele yahut yaşamak direnmek olduğu için değil, insanlar öyle olduğuna inandıkları için bu uygarlık mücadeleyle yoğrulmuştur. Eğer Tanrı yoksa mutlaka, ama mutlaka tanrılar vardır. Ve tanrılar mutlaka, ama mutlaka kavga ederler. Kainatı bir mücadele meydanına çeviren, Tanrıyla (vahiyle) bağlantısını koparmış bakış açısının kainata sürdüğü boyadır.

Bunun yanında yazın başında belirttiğimiz ilk model ya da felsefe  öğretisinin paradigmasında insan önce birey olmuş, bireyselleşen insan kendini tanrılaştırmış, toplumlarda uluslaşarak aynı şekilde kendine tapmaya başlamışlardır.

Aslında İslam, bir Hızır gibi böyle bir zamanda Batı’nın imdadına yetişme konumundaydı. Ne var ki sanayi şoku, belki batılı kitlelerden çok, bizim zavallı  aydınlarımızı çarpmıştı. Binbir bunalım içinde batı’nın sanayi devrimi büyüsüne kapılan (kendi toplumuna yabancılaşmış) sınıf, artık İslam’a inanmıyorlardı ki, onu Batı’nın sorunlarına çare olarak takdim edebilsin! Zaten o esnada Tekke ve zaviyeler de görevlerini yerine getiremiyordu.

İhtimal, 7-8 asır İslam’a cephe almış bir Batı, belki İslam’ın diriltici nefesiyle dirilmeyi hak etmemişti ve Allah Batı’ya böyle bir dirilişi o an için nasip etmemişti. Kim bilir belki de bu diriliş şimdilerde gerçekleşir.

Gelecek Yazı  : Ulus Devlete Doğru (Ulus Devletin Anatomisi)

Teşekkür : Sayın Mücahit Bilici’nin ve Sayın Ali Bulaç’ın makaleleri, Sayın Mehmet Yılmaz Bey’in teşvik ve destekleri, Derin Düşünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartışmalar bu yazı için bilgi ve ilham kaynağı olmuştur.  

Dipnotlar :

1. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, iman nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırmaktadır. Günahların özelliğinde, özellikle devam ederse, orada küfür tohumu bulunur. Günaha devam eden kişide alışkanlık başlar ve o günaha karşı ülfet peyda eder. İşlediği günahlar sıradan bir hareket halini alır. Sonra o günaha âşık ve müptelâ olur. Günahı severek ve isteyerek işlemeye başlar. Zamanla günahın arkasına düşerek geri dönülemeyecek bir yola girer. Günahı günah olarak görmemeye başlar. Sonra o günahın azabı gerektirmediğini temenniye başlar. Bu durum böylece devam ettikçe günahı inkâr eder ve o kimsede küfür tohumu yeşillenir. Bir süre sonra etrafa dal-budak salmaya başlar. Bir gün gelir ki, günah iyice şişer, kalbde imana yer kalmaz. Kalbde küfür yerleşir, iman çıkar. En sonunda kişinin işlediği günahlar, günahları kaydeden meleklerin, azabın ve cehennemin ve hatta Allah’ın inkârına kadar sebep olur.

2. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 91.

3. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 144.

4. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 145.

5. Said Nursî, Sözler, s. 681.

6. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 127.

7. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 109.

8. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 95.

9. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 98.

10. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 98.

11. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, s. 93.

12. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 93.

13. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 100.

14. Edgar Morin, Avrupa’yı  Düşünmek, s. 94.

15. Said Nursî, Şualar, Sözler Yay., s. 11.

16. Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 62.

17. Kayyûm, yarattıklarının işini çeviren, her işleneni bilen, evveli olmayan demektir

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    “insan Tanrısız yaşayabilir ancak Tanrılaştırmadan yaşayamaz.”

    bu cümle güzel bir baslik olabilir bir baska yazin için 🙂

    Sevgili kardesim,
    çok özenli bir yazi, konunun anlasilmasi açisindan faydali olacagi kesin. Edgar Morin Fransa’da çok saygi gören bir aydin. Milliyetçilik belasini Bediüzzaman’in, Morin’in ve Nietzsche’nin fikirleriyle irdelemek isabetli olmus. Zira Islam cografyasinda yasanan zulümleri modernizmden kopuk olarak okumak imkansiz.

    Ne yazik ki bir çok insan Uygurlarin, Filistinlilerin ve Iraklilarin çilelerini gökten düsmüs bir meteor gibi görüyor. “islamci” gözlüklerle bakinca faturayi yahudilere, haçli zihniyetine vs çikariyor.

    Bu zulümleri mümkün kilan zihniyeti, arka plani göremiyor. Oysa “Müslüman” eliyle yapilan zulümler de ayni tablonun bir parçasi. Türkiye’de Kürtler, Kuzey Afrika’da berberler, Saddam’in Irak’inda Siiler, Misir’da Kiptiler… Liste uzun.

    Yazina odaklanacak olursak yeniden…

    Geçenlerde Serebrenica katliamini anarken Enver’in alintiladigi bir söz vardi, “bu katliamin mümkün oldugu dünyada yasayan bizler suçluyuz” mealinde.

    Milliyetçiligin bir kaç atom bombasindan daha beter tahribat yaptigi Ortadogu’da düsünsel bir bosluk var. Müslümanlarin artik üzerlerine düsen görevi yapmalari gerekiyor. En basta da Islam’in özünü anlamak, milliyetçilik ve militarizm gibi Islam düsüncesine bulastirilmis virüsleri temizlemek.

    Bu temizligin yapilmasi için bu zararli fikirlerin kinanmasi yetmiyor. Imza kampanyalari, yürüyüsler, … bunlar gerekli ve faydali. Ama nihai sonucu getirecek olan fikri ve vicdanî zemindir. Bu ise ancak yazarak, okuyarak, tartisarak olacak. igne ile kuyu kazarak olacak. Meyvalarini toplayacak kadar uzun yasamayacagini bile bile agaç dikenler sayesinde olacak.

    Bu baglamda yazini çok kiymetli buluyorum. Yolun açik olsun 🙂

  3. Yazan:eg Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    sevgili mehmet kardeşim,
    yazıyı büyük bir dikkat ve zevkle okudum. gecenin bu vakti daha uzun bir yorum yazamam(onu sonraya bırakayım) ama yazının ben de çok önemli bir yazı olduğunu düşünüyorum. edgar morin, benim de çok değer verdiğim bir düşünür. bir dönem şiir ve aşk üzerine yazdığı küçük kitap başucu kitabım gibiydi.

    bu arada batılı halis düşünürlerin(buna morin’den foucault’a, derrida’ya, baudrillard’a, frankfurt okulu düşünürlerine kadar birçok düşünür saılabilir) batıda çoktan keşfettikleri çürümeyi bizim “aydınlanmacıların” bir türlü keşfedememesi (sol bir forumda hala aynı teraneleri dillendirenleri duyunca insan bunlardan bir halt olmaz diye düşünüyor cidden) gerçekten bu ülkenin durumunu da biraz daha günyüzüne çıkarıyor. bu arada bu ülkenin fikri kaynakları batılı olan aydınlarının (ve yeni yetişen aydın adaylarının ) tek yönlülüğüne karşılık, dine yönelik ilgisi ve inancı olan yeni yetişen aydınların çok yönlülüğü ve kapsamlı bir fikir platosundan yararlanma kabiliyetleri cidden anlamlı ve benim için umut verici.

    yazıya küçücük bir itirazım olsun:

    “Nietzsche’nin tanrıyı öldürme çabası boşa çıkacaktı.”

    demişsiniz ya, ben bunun her şekilde yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. nietzsche şen bilim’deki meşhur pasajda tanrının öldürülmesinden hoşnut kalmak bir yana, bunu çığlık çığlığa duyurarak yeni bir çağa girildiğini ve bu çağın dekadans ve nihilizm çağı olduğunu duyururu gibidir. ama nietzsche’nin kendisi nihilist değildir, dekadant da değildir bence. sadece çağının durumunu bütün çığlığıyla ortaya koyan bir şairane insandır nietzsche. der ki şen bilim’de

    “O’nu biz öldürdük, sizler ve ben! O’nun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün çevreyi silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Onu güneşin zincirlerinden kurtarırken ne yaptık biz yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere geriye, öne ve yana, bütün yönlere doğru atılıp durmuyor muyuz? Üst-alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir ‘hiç’te yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu duymuyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların çığlığından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı öldü! Tanrı öldü! O’nu öldüren biziz! Bütün katillerin katili olan biz, şimdi nasıl avunacağız?”

    Nietzsche delirmiştir evet. ama bu muhammed ikbal’in dediği gibi “kalbi mümin, aklı kafir” büyük mütefekkirin aklıyla kalbi arasını kapatacak bir yol bulamamasındandır bence. ben belki de dünyada en yoğun yanlış anlaşılan filozofun (sistematik, dizgeci bir filozof olmadığı için olsa gerek) nietzsche olduğunu düşünüyorum. tanrı öldü sözü ise batının geldiği çürümenin, dekadansın ve nihilizmin bir tespitidir sadece. ama kendisi asla ve asla bir nihilist değldr nietzsche…

    tekrar teşekkürler. çok güzel ve anlamlı bir yazı olmuş.

  4. Yazan:MY Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    Enver sagolasin, Nietzsche ile ilgili bazi sorgulamalar vardi kafamda, hem cevabini buldum senin yorumunda hem de simdiye kadar anlamamis olmamin sebebini.

    zannediyorum Nietzsche’nin sadece dizgeci olMAmasi degil ayni zamanda birbirine rakip dünya görüslerinin bir kaçina birden “hücum” etmesi sebebiyle bazi yazdiklari birbiriyle çelisiyormus gibi geliyor insana.

  5. Yazan:Harun Genc Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    Darwin’in evrim teorisinin yanlis anlasildigini dusunuyorum, cunku “en guclunun ayakta kaldigi” (Survival of the strongest/most powerful) bir sistem degildir. “Dogaya en verimli adapte olabilen ayakta kaldigi” (survival of the fittest) -baska turlu ceviremedim- fikrini savunur. Bu durumda bocek de insan da maymun da ayni derece ayakta kalmistir. Birbirlerinden ust veya alt basamaklarda degillerdir. Insanlar genelde bunu karistiriyorlar teknik bir detay olarak sunmak istedim.

    Bu yazidan sonra dunyadaki butun insanlar keske tek bir Tanri’ya inansalar dedim ancak bireysellik ve ulus gibi kisilerin de Tanri anlayislari farkli. Bu bir inanc meselesi oldugu icin temel ogretileri cok benzer olan inanclar bile gunesi farkli renklerde goruyorlar. Kendi inancini baskasinin inancindan ustun gorenler karsidakilerini egitmek amacli bile yaklassalar bile inancin getirdigi temel degismezler eninde sonunda bir birleriyle catisiyor. Bu yuzden inanc veya inancsizlik (ki ikisi de yazarin dedigi gibi aslinda inanc) adina kan dokulup gunah isleniyor. Inanci farkli olanin canina kiymak alimlerce hos goruluyor. Bazen diyorum keske degismez ogretilerin insana sindirilirmesinin bir yolu bulunsa.

  6. Yazan:eg Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    batı’da aydınlanma ve modernizme en keskin eleştirileri getirenlerin; mesela heidegger, derrida, deleuze, baudrillard, foucault vs. hemen hepsi çıkış noktası olarak nietzsche’yi alır. yani nietzsche bir taraftan çağın dekadansını ve nihilizmini büyük bir çığlıkla ortaya koyarken öte yandan kendisinden sonra gelenlere de bir ışık olur. mehmet’in dediği gibi nietzsche çok yönlü bir eleştiriye girmişti. bir taraftan sokrates sonrası batı düşüncesini yerinden oynatacak kadar keskin bir eleştiriye alırken, öte taraftan dekadansın kaynaklarındna birisi olarak gördüğü hristiyanlığı da çok sert eleştirir.

    bunun yanında budizm ve islam’a, özellikle deccal kitabında büyük saygı duyduğunu söyler. hatta kitapta bir yerde “islamın önünde diz çökmeliydik” sözü bile geçer…

    velakin nietzsche gerçekten anlaşılması zor bir mütefekkir. mehmet’in dediği gibi görünürde çelişkileri olduğu için(bunu da fikirlerinin bir tür ilhamla gelenlerinin olduğu gibi, bir tür düşünsel süreçle gelenleri olduğu için ikisi arasında bazen görülebilen uyumsuzluklara bağlıyorum. nietzsche’nin şiirsel metinleri o yüzden birer sanat eseri, birer şair ilhamı gibi de görülebilirler), onun fikirlerini eserlerinin tümü gözönünde bulundurulmadan anlamak zor gibime geliyor.

  7. Yazan:cb Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    Mehmet bey,

    harika bir yazı olmuş emeğinize sağlık.Tabii iç yorumlar ve dış yorumlar arasında bahsi geçen 1.Mehmet(Yılmaz) ve Enver beylere de katkılarından dolayı kendi adıma teşekkür ederim.

    Konu ile direkt alakalı olmasa dahi İslamoğlu,Yürek Devleti eserinde şeytanın bir nevi kötülük de diyebiliriz insana karıncadan daha alçak bir sesle yaklaştığından bahseder.Dış seslerdeki tonun yüksekliği çoğu kez birey de zaten kısılmış olan iç sesin volümünü bastırabiliyor.Dolayısı ile vicdanımızı cebimize sıkıştırıp dahili olduğumuz bütünün yıpranmış pusulaları ile yol alabiliyoruz.Sonuç olarak kendimiz olmaktan çok kalabalığın etkisinde bir uyur gezer olabiliyoruz.Bu anlamda bireyin kendisini yitirmesini oldukça tehlikeli buluyorum.

    Bireyin Tanrılaşması,Promete’nin zalim Tanrı’dan çaldığı ateş,kendi eli ile getirdiği adaletten bu yana insanlık zaten hep Tanrılaşmaya ya da Tanrılaştırmaya doğru gitmedi mi?Buradan yola çıkarak zaten insanlık önce Tanrılarını ilan etti sonra onları idam etmedi mi?Bunun için Yunan’ın Tanrılarını örneklemeye de gerek yok.Nietzsche’nin öldüğünü iddia ettiği Tanrı haşa tam olarak aynı mantıkla olmasa dahi Muaviye’nin iktidarında ‘kader’ konusunda aynı üst insan olması gereken varlığın(insan),müsbet ve menfi sınırlarının yetersizliği(nefs) nedenleriyle Allah’a iftira edilmedi mi?İnsan hep zalimliğinin faturasını kendi dilince ya Tanrıya ya Allah’a havale etmedi mi?Sanırım biz insanlar ‘yeryüzü halifesi’ olmanın anlamını karıştırır olduk.Yeryüzünün halifesi olmak yerine gözümüze kestirdiklerimizin halifesi olmayı hedefliyoruz.Sınırsız halifeliğin sonu ise Tanrılaşmaya varıyor.Bir bakıyorsunuz bilimin Tanrıları ve kulları kendilerini var edebilmek için sizin kutsalınızı katlediyor.Çünkü ‘ tek başına karanlık diye bir şey yoktur,karanlık aydınlığın olmadığı yerdir ‘ kendini var etmek için sizin elinizdeki çekip almak zorundadır.Sizin elinizdekinin yokluğunu ıspatlamadan kendini var edemediği için.Sonuç olarak elde olan kendini var etmek çalışan bir imha makinesi ve imha ediyor iken ayrım etmeden herşeyi biçme merakı.

  8. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Tem 21, 2009 | Reply

    Mehmet Bey , Enver Bey ve Cemile Hanım değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim.

    Dünyadaki zulümleri mümkün kılan zihniyeti, arka plana; ayna tutma yolunda, karıncanın yangına su taşıması kadar da olsa faydam olduysa ne mutlu bana…

    Mehmet Abi dediğiniz gibi; “belki meyvelerini göremeyeceğiz belki 300 sene sürecek. Ne gam.”
    Yine sizin ifadenizle; “bu bir bayrak yarışı. Bizden sonra da bu bayrak, nesillere emanet edilmeli…”

    Enver Bey, Nietzsche hakkında vermiş olduğunuz detaylı ve aydınlatıcı bilgiler için de ayrıca teşekkür etmeliyim. Gerçekten de şen bilimde yapmış olduğu itiraf niteliğindeki sözleri çok etkileyici…

    Muhabbetle..

  9. Yazan:eg Tarih: Tem 22, 2009 | Reply

    mehmet kardeşim şen bilim’de yazdıklarını bir itiraf olarak görmüyorum ben. zira çağın geldiği bu nihilden, dekadanstan sorumlu olan birisi değil, bir tür haberci gibidir nietzsche. zerdüşt’te bir yerde bir pasaj vardır. nietzsche’nin ne olduğunu bence bundan daha iyi anlatan bir pasaj yok:

    “ben bütün o adamları severim ki; insanların üstünde asılı duran siyah buluttan tek tek düşen ağır damlalar gibidirler: onlar yıldırımın gelmekte olduğunu haber verirler ve haberci olarak helâk olurlar. “

  10. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Tem 22, 2009 | Reply

    Enver Bey

    Konuya getirdiğiniz açıklamalardan dolayı tekrar teşekkür ederim. Engin bilginizden, daima istifade edeceğim…

    Allah razı olsun…

    muhabbetle.

  11. Yazan:salih Tarih: Eyl 15, 2009 | Reply

    Bediüzzaman’ın milliyetçiliği müspet ve menfi milliyetçilik olarak ikiye ayırdığını iddia ediyorsunuz.Ama risale-i nurun hiç bir yerinde “müspet milliyetçilik” diye bir tamlama yeralmamaktadır.Risalelerde “müspet milliyetçilik”ten değil,”müspet milliyet”ten sözedilir.
    Milliyetçilik bir tarafgirliktir.Tarafgirliğin her türlüsü zulümdür.Milliyetçiliğin müspeti olmaz…

  12. Yazan:MB Tarih: Eyl 15, 2009 | Reply

    Salih Bey

    Yazıda böyle bir iddia yok…
    Yazıda, farklı bir bakış açısı olarak risalelerde bahsi geçen Manayı İsmi, Manayı Harfi Meselesi’ne atıfta bulunuldu.

    Konuyla ilgili açıklamalar ve Bediüzzamanın görüşleri hakkında;

    Milliyetçi Türk Irkçı mıdır? yazısı altındaki Sayın Ekrem Senai Bey’in yorumuna bakabilirsiniz…

    sevgilerimle…

  13. Yazan:Atif Yordam Tarih: Eki 3, 2009 | Reply

    Su yaziya da gozatabilirsiniz.

    http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=238

  14. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Eki 3, 2009 | Reply

    Atıf Bey Kardeşim

    Yazının başında, kaynak köprü dergisi desem daha iyi olurdu. Aklıma hiç gelmedi malesef. Sayın Aisha Benghazi son yazısında yapmış bunu. İnsan yaşayarak, görerek öğreniyor…
    Ben bunu yazı dizisinin sonunda koymayı düşünüyordum. Şayet bir hata ise bu, insan hata yaparak da öğreniyor. Yazarken de, eleştiri alırken de, yorum yaparken de öğreniyor. Ama sürekli öğreniyor. Mühim olan alıcıları açık tutabilmek.

    Okuduklarımı, görüşlerimi de katarak sizlere aktarıyorum. Zira bu fikirlere ve bu analizlere; insanlık için, huzur ve barış dolu bir dünya için, çok büyük ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Derdim yazarlık yapmak değil. Bu fikirleri ve analizleri yaymak, daha çok insan tarafından okunmasını sağlamak dahi, en başta insanlık görevimizdir diye düşünüyorum. Bir de, düşünmeyi unutmuş bir millete, düşündürmeyi sağlamaktır derdim. Hepsi bu…

    Yazıda not olarak belirtsem de, Sayın Mücahit Bilici kardeşime buradan tekrar teşekkür ediyorum. Ve derdimi anlatmama vesile olduğunuz için, size de çok teşekkür ederim.

    sevgi ve saygılarımla

  1. 6 Trackback(s)

  2. Ağu 13, 2009: Kürtlerden korkuyorum, öyleyse varım! : Derin Düşünce
  3. Eki 11, 2009: Ümmet Ümmet Olabilir mi? : Derin Düşünce
  4. Nis 28, 2010: Milliyetçilik savunulmalı mı? : Derin Düşünce
  5. May 20, 2011: Irkçıların iç dünyası nasıldır? : Derin Düşünce
  6. Şub 10, 2012: Kürtlerden Korkuyorum, Öyleyse Varım! | 4 Eksen
  7. Mar 20, 2013: Milliyetçilik – Ulusalcılık – Irkçılık | Serdargunes' Blog

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin