RSS Feed for This Post

Good Bye Atatürkçülük

baykal2.gif

Berlin Film Şenliği’nin dünya sinemalarına en büyük katkılarından biri şüphesiz Good Bye, Lenin adlı film oldu. Yönetmenliğini Wolfgang Becker’in yaptığı bu enfes film şubat 2003’te gösterime girdi ama senaryosunun evrenselliği zamanımızı, Doğu Almanya dekoru ise Türkiye’mizi kapsıyor. Zira Backer bu filmiyle politik filmlerin çok ötesine geçiyor, insanın özünde bulunan bazı vasıflara ışık tutuyor.

Filmin kahramanı Alex (Daniel Brühl) Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Almanya’da yaşayan bir genç. Tam bir Lenin hayranı ve madalyalı bir komünist olan annesi (Katrin Saß) Alex yüzünden komaya girdikten kısa bir süre sonra Berlin Duvarı yıkılıyor ve yaşadıkları mahalle Doğu Almanya’nın geri kalan kısmı gibi hızla “batılılaşmaya” başlıyor : Meydanlardan sökülen Lenin heykelleri, her köşede açılan Mc Donald’s , duvarlara asılan dev Coca Cola reklamları…

Komünizm rüyasından uyanan Doğu Almanlar gibi Hürriyet yazarı Emin Çölaşan da, AK Parti’nin seçim zaferi üzerine şöyle diyordu :

Demek ki biz uzayda, başka bir gezegende yaşıyormuşuz. Türkiye’nin ve toplumun hiçbir şeyini bilmiyormuşuz! Demek ki insanlar durumdan, gidişten memnunmuş. Seçim günü uzay gemisinden paraşütle, hiç bilmediğimiz bir ülkeye indik. Burasının Türkiye olduğunu öğrendik.

22 Temmuz’da da bir duvar yıkıldı insanların kafasında ve CHP ile birlikte Atatürk’ün isminin ardına sığınan  Atatürkçüler’de   bu duvarın altında kalanlar arasında. “Atatürk düşmanı, öcü” partiler oyların %80’ini alırken bir zamanlar Atatürk’ün kurduğu ama bugün laikçi, milliyetçi ve devletçiliğin şiarı olan CHP %20lerde kaldı.

Daha önceki yazılarımızda 1930’ların siyasi havasını yansıtan bazı  Atatürk ilkelerinin
bugünkü dünyada anlamını yitirmiş olduğunu anlatmış, milliyetçiliğin bölücüğe dönüşme riskinin olduğunu ve o zamanlar belki gerçekçi olsa da bugün devletçiliğin fakirleştirici olduğunu anlatmıştık. Türk halkının günlük hayatına tekabül etmeyen ve Atatürk’ün ölümünden sonra onun adını kullanarak oluşturulan totaliter ideolojilere (ki Atatürkçülük de buna dâhildir) itibar etmeyeceğini birçok aydın, yazar, gazeteci ve akademisyenle birlikte savunduk.

Türkiye’nin seçmenleri en uygar bir biçimde ne istediklerini ve ne isteMEdiklerini ortaya koydular.

Atatürkçülük o kadar folklorlaştı ki Atatürkçüler bile bu ideolojinin tarifini yapmaktan acizler. Meselâ milliyetçilik ve halkçılık ilkelerini ayırd etmek söyle dursun, 6 ilkeyi tam olarak sayabilecek Kemalist dahi çok az. Bu şekliyle Atatürkçülüğün içi boşaldı, her fikre meşruluk sağlayan bir kılıf haline geldi. Yazarlarımızdan Tarık Suat Demren de bu konuyu ocak ayında tartışmaya açmıştı.

22 Temmuz öncesi koparılan fırtınada birlik ve beraberlik adına bayrağımızın alet edildiği “Cumhuriyet Mitingleri” yapıldı. Bu mitinglerde milliyetçilik söyleminin nedenli ötekileştirici olabileceği daha da iyi gözüktü. Bu bayraklı mitingleri “Kırmızı Bayraklı Kız” başlıklı yazısı ile yazarlarımızdan Ekrem Senai de hicvetmişti.

Doğu Alman komünistlerin, bir davaya gönül vermiş bu “yoldaşların” Good Bye, Lenin filminde anlatılan bu şoku atlatması ne kadar zorsa CHP’ye oy vermiş milyonların da herşeyin kılıfı haline getirilmiş Atatürkçülüğün bittiğini anlamaları o derecede zor.

Seçimden sonra konuştuğum CHPli arkadaşlarım her eve kömür ve makarna dağıtıldığını, Güney Doğu’da yaşayan seçmenlere 1000 YTL aylık ödendiğini söylediler. Bu iddiaların yüzlerce Boğaz Köprüsü yapmaya yetecek kadar yüksek meblağlara tekabül ettiğini elbette ki aklı dumura uğramış ve bunu “çüs/oha” nidalarıyla itiraf eden Atatürkçüler düşünemezdi. Deniz Baykal sanki 22 temmuz hiç olmamış gibi “kriz olur, çatışma olur” diye konuşuyor, bazı gazeteler “öcü islâm” imajı vermek için İran’daki idamlarda çekilmiş fotoğraflar yayınlıyorlar. Sanki CHPli azınlığın komadan uyanmasına mani olmak ister gibi.

Good Bye, Lenin siyasî değil insanî bir film. Komünizmin çöktüğünü annesinden gizlemeye çalışan Alex işi o kadar ileri götürüyor ki televizyoncu bir arkadaşıyla sahte TV programları bile hazırlıyor. Bu sahte programlardan birinde annesinin kazayla gördüğü Coca Cola reklamına kılıf uydurmak için aslında çok gizli tutulan formülün bir komünist tarafından icad edildiğini iddia edecek kadar ileri gidiyor.

Kanal Türk, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Mine Kırıkkanat, Oktay Ekşi, Güngör Mengi’nin seçim öncesinde oluşturdukları Türkiye imajı 22 Temmuzda kağıttan bir şato gibi çöktü. Tıpkı Doğu Alman Alex’in yalan söyledikçe sıkışması, annesine daha büyük yalanlar söylemek zorunda kalması gibi.

Atatürkçülüğün tartışılmazlığı

Ahmet Necdet Sezer ve Yaşar Büyükanıt gibi isimler bu ideolojiyi savunurken “laiklik adam olmaktır” veya “ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeyen vatan hainidir” mealindeki sözlerle Atatürk ilkelerinin tartışmaya açık olmadığını belirttiler. Bu ilkeleri tartışmaya açmanın dahi rejime dönük bir saldırı olacağını bir çok Atatürkçü beyan etti. Oysa bu altı ilkenin dördü 1927 yılında kabul edilmiş, diğer iki tanesi 1935’te eklenmiştir.

Küller Altında Yakın Tarih adlı kitabın yazarı Mustafa Armağan’dan dinleyelim:

1923’e kadar bu böyle geldi. Meclis’in özellikle Cuma gününe rastlatılan açılışı sırasında Peygamber Efendimiz’in (sas) sakal-ı şerif’inin ve Osmanlı’nın sembolü olan sancak-ı şerifin heyetin önünde taşınması, yurt geneline hatimler okunması, Buhâri-i Şerif hatmi için talimat verilmesi gibi uygulamalara rastlıyoruz. Bu talimat 22 Nisan 1920 tarihli İrâde-i Milliye gazetesinde yayınlanmıştır. Hatta TBMM’de 20 Ocak 1921’de alınan kararda, Meclisin Şeriatın korunması ve uygulanmasını üstlendiği belirtilir. Yani payitahtta bile rastlanmayacak ölçüde “dinci” bir meclis ve İslamcı bir devletin kurulması söz konusudur Ankara’da.

Atatürk Müslüman görünüp sonradan bir gizli ajanda mı koydu yürürlüğe? Yoksa İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla İslâm alemine liderlik yapmaktan vaz mı geçti? Her halükârda o bir siyasetçiydi. Gücü elinde tutmak için koşulların gerektirdiği gibi davrandı.

Tartışılmaz ilkeler ihdas etmek elbette devletleri faşizme götürür. Bu faşizm din kisvesi altında olabileceği gibi ırk veya ideoloji kisvesi altında olabilir. Bu bağlamda Humeyni’nin İran’ı, Hitler Almanya’sı ve Stalin Rusya’sı büyük benzerlikler göstermektedir. Üçünde de bir tür üst-akıl ve kutsal devlet mekanizmasıyla devlet halkın üzerine vesayet kurmuştur.Şükrü Hanioğlu anlatıyor :

“… karşı karşıya bulunduğumuz, siyasî sistemimizi derinden etkileyen, toplumsal çatışma zemini hazırlayan mesele kamusal yorum alanında bir tekel ihdas edilerek bu yorumun kavramın aslı olduğunun savunulması ve bunu eleştirenlere “bizzat bu kavramlara karşı olma” suçlamasının getirilmesidir. Bununla da yetinilmeyip, toplumdaki her bireyin Nazi ideologların Nietzsche’den etkilenerek yarattıkları, kutsallık boyutu ağır basan “Staatsideologie” ve bazen bununla eşanlamlı olarak kullandıkları, hikmet-i hükûmet vurgusu daha kuvvetli (Meinecke’nin isim babalığını yaptığı), Staatsräson ya da Japon militarizminin meşhur “Sekaikan to kokkan (Dünya Görüşü ve Ulusun Görüşü)” kavramlarını andıran bir “Devlet İdeolojisi”nin yorum tekeline mutlak itaatinin gerekli olduğunun ileri sürülmesi sorunu daha da çetrefilleştirmektedir.”

Atatürk çökmekte olan bir imparatorluğun tebaası olarak dünyaya geldi. Teknik olarak mutlak üstünlüğe sahip Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılan gençler arasında yer alması elbette normaldi. Oysa o yetişkin iken “uygar Batı” 1930’ların faşist Avrupa’sıydı. Bu çılgınlık dünyayı 2 nci Dünya savaşına kadar götürdü. ABD’de de akıl hastalarının öldürülmesi ve kısırlaştırılması yoluyla “ırkın saflaştırılması” gündeme gelmişti. ABD’de zenci veya Yahudi olmak sıradan bir şey değildi. Gene de Atatürk’ün diğer dünya liderleri gibi genel akıma uymasından daha normal ne olabilir? Ama 2007’de Atatürk’ü izlemek 1930’ların “uygar Batı” kavramını izlemekten başka bir şey değil. Şimdiki Atatürkçülerin tutarsızlığı karşısında Engin Ardıç her zamanki üslubuyla soruyor:

“Niçin devrimler “taksit taksit” yapılmışlardır? Ne beklenmiştir? “Halkın olgunlaşması” mı? 1924 yılında cumhuriyeti gönülden destekleyen ama iki karısı olan bir vatandaş, 1927 yılında şapka giyen ve fakat eski yazı kullanan bir vatandaş, 1933 yılında hem şapka giyen hem yeni yazı kullanan ve fakat soyadı olmayan bir vatandaş, 1934 yılında tayyör-etek giyen, tek kocayla evli, mektuplarını Latin alfabesiyle yazan, tango yapan ve fakat meclise seçme ve seçilme hakkı bulunmayan kadın vatandaş, bu tabloda nereye oturacaklardır? Bunlar vatan hainleri midir? Öyle olmalarına “Ankara’dan emir gelmekte gecikmesi” mi yol açıyor?

Ya bugün CHP’ye oy vermeyen yüzde 80 oranında vatandaş nereye sokulacaktır?”

CHP Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü temsil ediyor mu?

Bugünkü CHP’ye eleştirel gözle bakmayı becerebilen Atatürkçüler bir tür nostalji içindeler. “ah simdi hayatta olsaydı böyle olmazdı” diye başlayan yakınmaların ardı arkası kesilmiyor. Halbuki CHP kesinlikle  Atatürk’ün “o yıllardaki”  çizgisinden ayrılmış değil.

Sabah gazetesinde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin geçmişiyle ilgili bir yazı dizisi hazırlayan yazar Emre Aköz’den dinleyelim :

“…
[CB seçimi için] Önce Meclis’e seçim kararı aldırıyor. Sonra seçime katılacak adayları tek tek kendisi belirliyor. Ardından Vatana İhanet Kanunu’nu öyle değiştiriyor ki, kendisine karşı bir siyasi oluşum artık imkânsız oluyor. Çünkü Halk Fırkası’nın fikirlerine aykırı siyaset yapmak hainlik addediliyor ve tek parti sistemi böylece getirilmiş oluyor. Mustafa Kemal cumhuriyeti ilan etme ve dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilme tarihi olarak da 29 Ekim’i seçiyor. Kısacası, cumhurbaşkanı seçilirken kendisine muhalefet etme olasılığı bulunan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar gibi isimlerin Ankara’da bulunmadıkları bir günü tercih ediyor. Çünkü o öyle bir dönem ki… Bunlar orduda prestijli olan, İttihatçı gelenekten gelen, savaşı ve siyaseti bilen, silahlı, sert adamlar.

Çünkü bir Meclis var ve ona müdahale edip duruyor. Mustafa Kemal birinin başbakan olmasını istiyor, Meclis ‘Hayır, biz onu istemeyiz’ diyor. Her konu, içişleri bakanının kim olacağı bile Meclis’te tartışılıp karara bağlanıyor. Mustafa Kemal’in bu meseleyi halletmesi gerekiyor. Güçler birliği ilkesiyle çalışan Meclis’i ekarte edip kendisi her şeye karar veren ‘tek adam’ olmak istiyor. Zaten bundan sonra da Mustafa Kemal’in çok sık uyguladığı bir taktik var. O da kriz çıkarmak. Nitekim hükümetle Meclis arasında bir kriz yaratıyor ve seçimlere gidiliyor.”

Yani kriz ve çatışma üretmeye çalışan Baykal aslında Atatürk’ün yolunu izliyor. Ona yardımcı olmaya çalışan kurumların da aynı ideolojiyi aynı yöntemlerle savunduklarını söylemenin fazla riskli olmayacağı kanaatindeyiz.

CHP bozuldu mu?

Şimdilerde CHPlilerin bir kısmı Baykal’ı suçluyor ve yeni bir parti kurma hazırlığına giriyor. CHP’nin halktan ve sosyal demokrasiden uzaklaştığını gitgide daha çok duyuyoruz. Gerçekte Atatürk’ün kurduğu ve onun yolundan hiç ayrılmayan bu parti kurulduğu gün neyse 2007’de de o.

Mustafa Armağan anlatıyor:

“…Tek Parti devri, malum. 1946 seçimleri ise tam bir rezalet. Halk Demokrat Parti’ye oy verdiği halde yine CHP’yi seçmiş gibi gösteriliyor. CHP hiçbir çok partili seçimi kazanmış değil, Ecevit’in 1977’deki yüzde 42’si hariç…1946’dakine seçimi kazanmak diyemeyiz zaten 1950’de ilk serbest seçim yapılınca durum bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. İşte halkın o hıncı bence bugün de devam ediyor. Topluma rağmen bir şeyler yapma, topluma dayatma tavrına karşı halk da o zamanlardan beri tavrını koyuyor CHP’ye.

Türkiye 1935-1938 arası parti devletidir adeta. Her ildeki CHP il başkanı valinin üzerine çıkarılır. İlçelerde kaymakam ona bağlıdır. Böyle olunca da devlet adına yapılan olumsuz icraatın da faturası CHP’ye çıkıyor. Aslında CHP, Milli Mücadele’nin rüzgârını arkasına alarak kurulmuş olmasına rağmen bu ödünç destek hariç hiçbir zaman halktan destek görmedi.

CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Atatürk’e partinin genel sekreterinin cumhurbaşkanından daha yetkili olduğu Rusya modelini teklif ediyor ve ima yollu şunu söylüyordu: Sen artık sembolik başkan olarak kalacaksın. CHP genel sekreteri Komünist Parti genel sekreteri gibi olsun. Bu, aslında ciddi bir tehdittir. Atatürk bu tüzük değişikliğini kabul etmediği gibi Peker’in bakanlıktan da istifa etmesini istemiştir (15 Haziran 1936). Ancak bu derece ciddi bir tehditte bulunmasına rağmen Recep Peker Parti’den istifa ettirilmiyor, hatta İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakan yapılarak ödüllendiriliyor bir manada…”

CHP’nin geleceği

CHP’nin hiç bir geleceği yok Türkiye’de. Ne geçmişte ne de bugün halkıyla bütünleşememiş bir siyasî parti’nin hiç bir zaman iktidar olamayacağını görmek için siyasetbilimci olmaya da gerek yok. Deniz Baykal’ın bizzat Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız’a aktardığına göre : Trabzon’da 3 Kasım seçimlerinde milletvekili adaylarının yolu bir köye düşmüş. Köyün girişinde elinde su kaplarıyla yürüyen yaşlı bir kadına rastlamışlar. Adaylar, kadının kaplarını taşırken kadın ‘Siz kimsiniz?’ diye sormuş. CHP’li olduklarını söyleyince kadın hışımla su kabını geri almış ve ‘O benim abdest suyumdu.’ diyerek dökmüş.

Sonuç

Türkiye’de yaşayan insanlar üzerinde etkili olabilecek siyasî söylemler sadece onların sorunlarını çözecek olanlardır. Artık halkımız tarifi belirsiz “çağdaş uygarlık hedefi” veya “rejim tehlikesi” gibi masallara karnı doymuş vaziyette. Kendisini “baba, bacı” ilân eden kasaba politikacılarının son kullanma tarihi geçti. İnsanlar adeta bilinçli bir yatırımcı gibi parti liderlerinden açıklama bekliyor :

1) Vizyonunuz var mı?
2) Projeleriniz nelerdir?
3) Hangi yöntemlerle hedeflerinize ulaşacaksınız?
4) Benden ne bekliyorsunuz?
5) Riskler nelerdir?

Atatürkçülük ideolojisi Berlin Duvarı’nın altında kalan komünizm gibi devrini kapattı. Bu ideoloji artık doğduğu 1930’ların düşünce akımlarıyla birlikte değerlendirilmeli, bir kurtuluş yolu veya bir sihirli değnek gibi gösterilmemeli. Mustafa Kemal Paşa’nın ise layık olduğu biçimde anılmasının zamanı artık gelmiştir. Bir Osmanlı Paşası, başarılı bir asker, hatasıyla, sevabıyla bir siyasetçi. Bir tanrı gibi gösterilmeye çalışılan bu insanın hatırası da maruz kaldığı haksız saldırılardan bu şekilde kurtulmuş olacaktır.

Memleketimiz için hayırlı işler yapmış olan bu kulu için O’ndan rahmet dilemek ve günahlarının affedilmesini niyaz etmekten başka bir şey gelmez elimizden.

 

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 43 Yorum

  2. Yazan:ridvan Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    sevgili Mehmet Bey, teşekkür ederiz. dilerim bu gerçekleri insanlarımız anlar.yazı ve alıntılar çok gerçek ve açıklayıcı örnekler, olaylarla dolu idi. Son paragrafta yazdığınız kelimeler ne kadar yerinde ve o değerli rahmetliye uymuş. bizlerin terbiyesini aynen aktarmış

    “Mustafa Kemal Paşa’nın ise layık olduğu biçimde anılmasının zamanı artık gelmiştir. Bir Osmanlı Paşası, başarılı bir asker, hatasıyla, sevabıyla bir siyasetçi. Bir tanrı gibi gösterilmeye çalışılan bu insanın hatırası da maruz kaldığı haksız saldırılardan bu şekilde kurtulmuş olacaktır.

    Memleketimiz için hayırlı işler yapmış olan bu kulu için O’ndan rahmet dilemek ve günahlarının affedilmesini niyaz etmekten başka bir şey gelmez elimizden.”

    Allah’a emanet olun.

  3. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    Mehmet Bey elinize sağlık.
    Yazınızın milliyetçilikle ilgili kısmına bir temasta bulunmak istiyorum.
    Aslında milliyetçilik, milli olmak ülke insanını bir arada tutan tutkallardan biridir.
    Bu dönemde bu kavramın üzerine gidilmesinin en önemli sebebi, aslında ulusalcı dediğimiz “milli olmayan” unsurlara hizmet eden, ülkenin birlik ve bütünlüğünü tehdit eden eylemleri gerçekleştiren insanlar.
    Bizim sorunumuz is AB konusu gibi, Kıbrıs konusu gibi hassa meseleleri “milli kanaldan” insanlara anlatmakta zorluk çekmemiz.
    Çünkü bu meselelerin istismarı çok kolay oluyor.
    Seçim sonuçları ise şimdilik halkın bu durumu ekseriyetle analiz edebildiğinin bir göstergesi.
    Önümüzde bir 5 yıllık fırsat daha var bütün olması gerekenleri anlatabileceğimiz.
    Muhabbetle…

  4. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    Sayin Edebali,

    Samimi olarak size sormak ve sorgulamak istedigim bir nokta var :
    “milliyetçilik, milli olmak ülke insanını bir arada tutan tutkallardan biridir.”(M.EDEBALI)

    sözünü biraz açar misiniz?
    Millî” nedemektir? Türkiye’ye çok yararli bir kisi/kurum/proje/dava millî olmasa bundan ne çikar?

  5. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Siemens ne yapar?
    Siemens asansor insaa eder.
    Sonrada bir kullanma kilavuzu yazar.
    Bu kilavuzda “Birmarck’cılık ilkelerine gore dugmeye basınız” diye birsey yazarmi?
    Yazmaz.
    ***

    Anayasa nedir?
    Anayasa; Bir devletin kullanma kilavuzudur.

    Bu kadar.
    Kim kullanir?
    Bireyler.
    Yani: bireyler bir araya gelip devletini insaa eder, sonrada bu mekanizmanin nasil calisacagini bir kilavuza yazar.
    ***

    Dunyada 200 ulke vardir. Bu ulkelerin hepsinin oyle veya boyle birer anayasasi veya onun yerine gecen bir tur belge yani kullanma kilavuzu vardir.
    Bu anayasalardan sadece 3 unde bir sahis ismi gecer; biri Humeyni, digeri Kim-il Sung… digerinide iyi tahmin ettiniz.
    ***

    Turkiyenin Kim-il Sung ve Humeyninin bulundugu ligden cikmasinin zamani coktan gecmistir.

  6. Yazan:flea Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Haydar baba, büyüksün:)

  7. Yazan:arif Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Mehmet bey, 1920 koşullarında bir imparatorlu
    ğun dünya egemenlerince dağıtılmasına, o günün
    koşullarının elverdiğince direnmiş; Ve adeta
    bir enkazdan yeni bir başlangıç yaratmış bir
    liderden sözediyoruz. Bugünkü gelmiş olduğumuz
    nokta ve demokratik kazanımlarda da ogün atılan
    temellerin katkısı olduğunu unutmayalım. Bugün
    geldiğimiz noktada Kemalizm denen ve Atatürk
    sonrası İnönü, Peker vd. gibi şahsiyetlerin
    çabası, biraz marksist, biraz faşist bir ideolo
    jiyi Atatürkle ilintilendirmekten özenle kaçınılmalıdır.Bu ideolojiyi Türkiyenin atılım
    yapmasını engelleyici bir vesayet düzeninin payandası olarak kurgulayanların locaları, ancak Atatürk zamanında kapatılabilmiştir unutmayalım. Anadolu mayası denebilecek Selçuk ve Osmanlı mirasının yeniden yükselebil
    meside bu özeni kaçınılmaz kılıyor. Osmanlının
    dağılmasındaki Vahabi etkisi hatırlanırsa bunun
    mahiyeti anlaşılabilir. Horasan erenlerinin pak
    dini yorumlarının tecellisi olan bu Türk medeniyetini tarihe gömme misyonunda; Latin-Hristiyan damar ile Vahabi-Selefi damar ortak
    rol oynamışlardır. Atatürkün Anadolu tarikatlarına yakın, ancak selefi aşırılığa uzak tavrıdırki bazı yanlış reform arayışlarını
    tetiklemiştir. Ancak bunlar pragmatik bir liderin bağımsız bir devlet yaratma çabalarıdır
    Hatalarıyla, sevaplarıyla Türklerin haytının en
    değerli liderlerinden biridir Atatürk. Alpaslan
    Fatih silsilesinden sayılmalıdır. Dikkatinizi
    bu vesile ile güncel bir gelişmeye çekmek isterim. Son derece pragmatik ve ilerlemeci bir
    parti olarak AK Partiye asıl taarruz bundan böyle Tekfirci selefi bir çizgiden gelebilir.
    Atatürkle illiyeti olmadığı sırıtan, halkına yabancı, monşer tabiatlı bir ideoloji haline gelen Kemalizm, AKP nin ve Türkiyenin önünü kesmek için etkili bulunmayabilir önümüzdeki süreçte. Asıl engellemenin tekfirci bir aşırı
    ‘dincilik’ marifetiyle yürütülmeye çelışılacağı
    ndan endişe ederim. İsraile karşı kurulduğunu
    iddia edip, bugüne kadar İsraile karşı tek bir eylemi olmayan El-Kaide benzeri şer ile karşılaşmayız umarım. Kemalist ideoloji ile Atatürkü ilişkilendirmek, tevhidi tedrisat dışı
    eğitimle kodlanmış zihinleri tahrik etmekten başka hiçbir fayda getirmez.

  8. Yazan:bercenay Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    oncelikle,yazınızın baslıgı hosuma gitmedi.
    yazınızın iceriginde dogru olan taraflar var ancak dogru olmayan taraflarda az degil.

    turkiye cumhuriyeti varoldugu surece ataturkculukte varolacaktır.ataturk’un bir cok soylemi evrensel nitelik tasır ve her zaman gecerlidir.
    gidecek olan birileri varsa ataturkculugu kendine malzeme olarak kullananlardır.

  9. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Mehmet Bey,
    Belki yanlış anlaşılmış olabilirim.
    Benim kastettiğim “milli” lik, samimiyetle bu ülkeye sahip çıkan, bu millete sahip çıkan, bu ülkenin aydınlık geleceği üzerine hayal kuran vb. daha bir çok sıfatla sayabileceğimiz vatandaş, kurum, dernek, projedir.
    Ben derim ki Tayyip Erdoğan ne kadar milli ise, Hrant Dink, Mehmet Altan (bu isimler sadece örnektir) da o kadar millidir.
    İlhan Selçuk, Emin Çölaşan gibiler ise ne kadar gayrı milli ise, Haydar Baş, bilmemneler de o kadar gayrı millidir.
    Verdiğim isimler üzerinden benim “milli” yorumumu tekrar değerlendirirseniz sevinirim.
    Yine açıklayıcı olmadıysa tekrar bir yorum yazıyım.
    Ha ayrıca, milliyetçiliğin bir tutkal olduğu konusunda ise diyeceğim şudur:
    Kesinlikle ırkçı, etnik bir düşünceden bahsetmiyorum ben.
    Bu topraklar üzerindeki her unsuru bir arada toplayabilecek ortak değerler, vatan sevgisi, bayrak sevgisi gibi.
    Saygı ve Muhabbetle…

  10. Yazan:aydın vatandaş Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Sn Bercanay,

    Türkiye Cumhuriyeti var oldukça varolmaya devam edecek olduğunu iddia ettiğiniz “Atatürkçülük” nedir? Ben bu soruyu yıllardır kendime ve çevremdekilere soruyorum inanın daha “Atatürkçülük” olarak altı ilkenin adından başka birşeyin zikredildiğini duymadım. Laiklik denir ama laikliğin ne olduğu konuşulmaz. Zaten Türkiye Cumhuriyetinde laikliğin eseri yoktur. Bir tarafta laiklikten sözedilir öbür tarafta devlet tarafından maaşları ödenen 70 binden fazla ruhban.

    Örneğin devrimcilik ilkesi. Bu nedir, ne anlama gelir. Bahsi geçen Kemalist devrimin desteklenmesi, benimsenmesi ve kabulümüdür, yoksa sürekli bir devrim döngüsümü söz konusudur? Söz konusu altı ilkenin tümüne yönelik olarak benzer sorular sorulması mümkündür.

    Kanımca esas olan Atatürk’ün bu altı ilke ile neye ulaşmak istediğinin anlaşılabilmesidir. Zaten kendisi de ulus için hedef (amaç) olarak muasır medeniyetler seviyesi ve ötesini göstermiştir. Bu altı ilke olsa olsa bu amaca ulaşabilmek için bir araçlar listesidir. Bu araçların evrensel olduklarını iddia etmek son derece saçma olacaktır. Örneğin devletçilik ilkesi eninde sonunda merkezi planlamacılığa götürür ki bu da kaynak tahsisi konusunda serbest piyasa mekanizmaları kadar esnek veya verimli değildir.

    Atatürk’ü tabulaştırmanın yolu onun söylevlerini ve davranışlarını tabulaştırma ile başlar. Ne zamanki bir birey olarak Mustafa Kemal Atatürk’u her daim mutlak olarak en doğru, en iyi, en güçlü, en zeki, en… en……. hale getirirseniz bu sefer onu ilahlaştırmış olursunuz. Kendisi bir beşerdir. Her beşer gibi hata yapma yetisine ve lüksüne sahipti ve nitekim yaşamı boyunca hatalar da yapmıştı…. Atatürkçülüğün Türkiye Cumhuriyeti varolduğu sürece varolacağı konusundaki kabülünüz bir tarafa bence düşünülmesi gereken birşey var, o da Atatürkçülük üzerinde bu kadar ısrarlı olunmasının Türkiye Cumhuriyeti devletinin bekası konusunda ne tür bir etkisi olacağıdır.

  11. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Evrensellik kelimesinin tezati nedir?
    Dar alan
    Limitli
    Hudutlu
    Kısıtlı…
    ***

    Ataturk ilkeleri nedir?
    Milli Kutuphane sitesi yazmis.

    1-Cumhuriyetcilik
    2-Halkcilik
    3-Laiklik
    4-Devrimcilik
    5-Milliyetcilik
    6-Devletcilik

    Yani CHP nin 6 oku.
    Yani bir siyasi partinin parti cizgisi.
    Birbaska parti bu cizgiyi oldugu gibi aliyormu?
    Hayir.
    Bu ilkeler bir Anayasada var birde CHP nin programinda… bu kadar kısıtlı.
    Kısıtlı olan birsey evrensel olabilirmi?
    ***

    Anayasa Madde 42:

    …Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda…

    Evrensellige buyrun!
    Boyle egitim birakin Evren’i, Dunya tarafindan kabul edilmedigi gibi, Avrupada, hatta Ortadoguda hic bir ulke tarafindan ilgi gormuyor.
    …ama yinede “Evrensel”.
    ***

    Bir Turk Dunyaya bedeldir gibi bisey vesselam.

  12. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Sayin Mehmet Yilmaz sadece can alici tartisma konularini, ogretici meseleleri bize getirmekle kalmiyor bunlari sarkastik bir makamda icra ederek mesajini okunur hale getiriyor.
    Bir kere daha tesekkur etmek isterim.

    Haaa, bu arada; resimdeki Baykal’in goz stresini yeni farkettim.
    Allah iyiliginizi versin… nereden akliniza gelir bu detaylar.

  13. Yazan:MY Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Sayin Edebali,

    Ne mutlu bana ki sizi yazilarinizdan taniyorum ve savundugunuz degerlere büyük ölçüde katiliyorum. Ama verdiginiz isimlerle pozisyonunuzu bildirmeniz iyi olmus, yeni gelen arkadaslar da vakit kazanir.

    Bu milli kelimesini “gidiklamak” istemekteki amacim da sizin (ve diger arkadaslarin) bilginizden ve tecrübenizden istifade etmek. Farkli bakis açilarina ihtiyacim var. Zira MiLLiYETÇiLiK konusundaki fikirlerim “mermere kazinmis” kadar kesin fikirler degil.

    Aklima takilan meseleler sunlar :
    1) Bir müslüman olarak Türkleri diger milletlerin ne kadar üzerinde tutabiliriz?
    2) Veda Hutbesi’nde Peygamberimizin bizi kavimcilige karsi uyardigi yerler var. Bu uyarilari dikkate alarak da milliyetçi kalmak mümkün mü?
    3) Bediüzzaman’in ‘bir salih Kürt’ü binler fasık Türk’e, bir salih Türk’ü binler fasık Kürt’e tercih ederim’ seklindeki sözü ile “ne mutlu Türk’üm diyene” nasil bagdasacak?
    4) Sizin deyiminizle “samimiyetle bu ülkeye sahip çıkan, bu millete sahip çıkan, bu ülkenin aydınlık geleceği üzerine hayal kuran” insanlara neden bir isim/etiket koymak zorundayiz? Bu zaten herkesin ödevi ve hakki degil mi?

    Bu ETiKET meselesi özellikle önemli. Zira bu ülkenin ekmegini yiyen herkes zaten bu ülkeyi seviyor ve asgari bir vefa duygusu içinde. Meselâ sizin de dediginiz gibi Hirant Dink’in vatan sevgisine hepimiz sahidiz. Tabi PKK militanlari veya fanatik Türk irkçilari gibi cinnet içinde olan insanlari bu “herkes” in disinda tutuyorum.

    Bazi Türkler diger Türklerden daha iyi “Türk” olabilir mi ki biz “milliyetçiyiz” diyerek bunu belirtmek gerekiyor? Mesela annemizi, babamizi sevdigimizi herkese ilân ediyor muyuz?
    Vakti gelince onlara hizmet ederiz, hallerini hatirlarini sorariz. Ama Anneci/babaci veya Aileci diye bir kavrama gerek var mi?

    Bu etiket konusu bence ters tepiyor. Meselâ bir arkadasimiz yerli yersiz “benim karim çok namuslu, bu mahallenin en ahlakli kadini benim karimdir ” demis olsa bir zaman sonra insanlar alinmaya baslamaz mi? “Ne demek istiyorsun kardesim?” diye sormazlar mi? Biz “Türkler akilli, çaliskan vb” dedikçe Kürtler “bizim basimiz kel mi?” diyorlar. Birlik ve braberlik isterken bölücü oluyor millî söylemler. Meselâ Kürt millyetçiligini kiskirtiyoruz.

    Istanbul’a son geldigimde agzim açik kaldi. Inanilmaz büyüklükte o Türk bayraklarina hayretle baktim. Istanbul 1453’ten beri zaten bir Türk sehri degil mi? Kime neyi ispat etmeye çalisiyoruz? PKK bu bayraklari görünce korkacak mi? AB veya ABD bize baski yapmaktan vaz mi geçecek?

    Bu bayraklardan 20 tane filan gördüm. Bilmiyorum kaça dikiliyor bir tanesi. Bana yerli yersiz dikilen Atatürk heykellerini hatirlatti.

    Fakir insanlarimiza yardim etmek gerekirken bu heykel ve bayrak fetisizmi yüzünden harcanan paralara acidim. Ya ben Türkiye’yi yeterince sevmiyorum ya da toplumumuzda bir hastalik bas gösteriyor diye düsündüm.

    Buraya neden “milli” ve “milliyetçi” olmamiz gerektigini anlatan bir yorum yazarsaniz sevinirim.

    Muhabbetle

  14. Yazan:bercenay Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    aydın vatandaş ve Haydar bey’e;

    sizlerden ricam asagıda verdigim linkleri okumanız ve anlamaya calısmanız.ataturkculuk evrensel nitelikler tasır.hatta zahmet edip okursanız,bugun bile gecerli olan sozleri,dusunceleri,idealleri oldugunu gorebilirsiniz.sorun ataturkculukte degil,yukarıda soyledigim gibi ataturkculugu kendi cıkarına kullananlarda.

    size kendimden bir hikaye anlatayım.gecmis yıllarda bir yılbası oncesinde takvim bastırmaya karar vermistik.surekli manzara resmi bastıran ben,bu defa ataturk resmi koymak istemistim ancak babam buna izin vermemisti.
    neden diye sordugumda,bana boyle seyleri solcular yapar demisti.bizlere empoze edilen seylere bakarmısınız,gecmiste bizleri ortak degerlerimiz uzerinden kutuplastırdılar.ama artık bunları astık.
    ben sag goruslu,muhafazakar biriyim.ancak aynı zamanda ataturkcuyumde.benim gibi olan cok insan var hatta bizler ezici cogunlugu olusturuyoruz.
    ortak degerler uzerinden kutuplasma olusturmayalım.sorunu iyi analiz edip,cozumu dogru yolda aramak gerekir.
    ataturk ilkerine buradan bir bakın.
    http://www.ataturk.net/cumh/index.html
    bizzat ataturk’un kendi agzından bu ilkeler nelermis anlarsınız.

    evrensel soylemlerine de buradan bakın.
    http://www.onderataturk.com/ozdeyisleri.html
    bugun hala gecerli olan sozlerine belkide sasıracaksınız.

    son olarak ataturk’u gercekten anlamayı deneyin.
    ataturkculugun ne demek oldugunu anlayacaksınız,umarım.

  15. Yazan:ahmet yavuz Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Good Bye Lenin filmini bir avuç insanla İstanbul’da köhne bir salonda 2003 yılında izlemiştim.. devrini iyi yansıttığı, o parçalanmişlığı derin tahkiye ettiği muhakkak..
    ancak, böylesi bir filme atıf yaparak Türkiye üzerine yorum geliştirmek, maksadını aşan bir durum oluşturmuş.. bu nedenle yadırgadığımı ifade etmeliyim..
    Köklü bir devleti tek bir insanla yad etmek, hem tarihe, hem devlete, hem de millete haksızlık olduğunu da eklemeliyim.. Bu nedenle Atatürk Türkiyesi tabirinin yanlışlığı vakidir ve sıklıkla tekrar edilmektedir.
    Evet, kurulduğu dönemde dünyada etkileşim içinde olduğu devletlerin siyasi rejim tercihlerinin bizim buraları da etkilemiş olduğunu unutmayalım.. yaşadığımız sorun ne Atatürk ne de devamedegelen devlet sorunudur.. sorun rejim sorunudur.. adı Cumhuriyet olarak konsa da Oligarşik monarşik meşrutiyet olan rejimin kelimenin tam anlamıyla cumhuriyet kılınması sorunudur.. tebadan vatandaşa geçilmesi diye nitelendirilse de, tebadan kula geçilmesi sorunudur, ve bu sorun teba olmaktan daha tehlikelidir.. halkın devlet için varolması sorunudur.. insan merkezli olmayan yapı sorunudur..
    Anayasa bir devlet kullanım kılavuzu değildir.. Anayasa tek tek fertlerin, aynı çatı altında yaşama iradesinin ortak yansımasıdır.. Anayasa tüzel kişiliğe devredilecek hakların niteliği ve niceliği sorunudur.. bu konuda bireylerin gönüllülüğü sorunudur.. ortak çatı bulma sorunudur.. Bunun için Anayasalar öncelikle temel hakları kapsarlar ve yazarlar.. sonra devlete bırakılan yetkileri ve bunların kullanım usulünü.. Benim sizinle aynı çatıda bulunmam için ortak olan değerlerimizin ön plana çıkarılmasıdır ve buna karşı benim şahsi rızamdır..
    Bye Bye Atatürk yanlıştır.. çünkü Atatürk hepimizin saygı duyduğu bir insandır.. Atatürk’ü diğer iki liderle mukayese etmek haksızlıktır… Bu yazarın çok iyi anlayacağı gibi tipik bir “la tete turque” fenomenidir.. bouc emissaire arama çabasıdır ve sorunun esas müsebbibini ihmal etmektir.. Atatürk’ü şahsi emellerine alet eden ve asıl sorunu gözden kaçırmayı deneyenlerin ekmeğine yağ sürmektir.. Başlık atılacaksa eğer, ve başlık atılmayı gerektirecek bir mantalite değişikliği göreceksek eğer Türkiye’de bu Bye Bye İnönü ve tayfasıdır..
    Mekanın darlığından ve zamanın noksanlığından açamıyorum, az kelam çok düşünme..
    Bir de yaşanılanlara bu gözle bakılsa ve Atatürk rahat bırakılsa.. Neticede o tarihi bir şahsiyet olarak tarihin şeref levhasında yerini almıştır.. kabul edilsin veya edilmesin

  16. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Mehmet Bey,
    Teşekkür ederim.
    Dünkü yorumumda beyan ettiğim üzere benim “millilik”,”milliyetçilik” anlayışımda kesinlikle kavimcilik, ırkçılık, Kürkçülük veya Kürtçülük yoktur.
    Hrant Dink’i, Ahmet Altan’ı sizi ki bu örnekleri çoğaltabiliriz, bir çok rengi bir arada tutan vatan sevgisi vb. kavramlar vardır.
    Bu ülkenin gayrı milli unsurları bitmek bilmek tükenmez oyunlarla, Hrant Dink’le benim arama, Ahmet Türk’le sizin aranıza, Ahmet Altan’la Tayyip Erdoğan arasına şeytanı kıskandıran fitneler soktular.
    Bugün ise bu insanlarla ortak noktalarda, saphiplendiğimiz ortak değerler üzerinde birleşebiliyoruz.
    Milliler olarak…
    Ne mutlu bize:)…
    Muhabbetle…

  17. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Bugunku Radikal Gazetesinin bas haberini ibretle okuyun derim.

    Dun bahsettigim gibi
    Anayasa Madde 42:

    …Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda…

    ***

    Olacagi bu!

  18. Yazan:MY Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Sayin Bercenay, Sayin Yavuz,

    bizim Atatürk ve Atatürkçülük hakkindaki bilgilerimizin çogu Nutuk’a indekslidir. Bunun aksinde yazilan kitaplar yasaklanabilir, yazarlar üniversiteden atilabilir.

    Gene bildiginiz gibi Yurt disinda Atatürkilkelerine aykiri bir ders almis olanlarin master veya doktoralari geçersiz sayilabiliyor.

    Haliyle Atatürk bizzat ne yapti, baskalari onun adina ne yapti? Bunlar çok iyi bilinemiyor.

    Mesela Kazim Karabekir’in Kurtulus Savasi anilari basildigi yillarda (ki Atatürk hayattaydi) toplatilmis ve yakilmis. Bu kitap su anda serbestçe satiliyor. Karabekir’e göre Nutuk’un en az yarisi yanlis.

    gene Atatürk’ün sagliginda Mimar Sinan’in mezarinin açilip kafatasinin ölçüldügünü de biliyoruz.

    Yani okul kitaplarimizdaki Atatürk ile gerçek Atatürk arasinda bazi farklar olabilir.

    Saygilarimla

  19. Yazan:MY Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Bütün kemalist arkadaslarin bu yaziyi okumalarini tavsiye ederim.

    CHP, ucuz bir kurnazlıkla ‘Kemalizm’e karşı olanların aslında laikliğe karşı olduklarını’ söylüyor. Bu, tümüyle yalan.

    Biz Kemalizm’e ‘demokrasiyi içermediği’ için karşıyız.

    CHP, demokrasiyi içermediği için Kemalizm’den yana.

    CHP anlamsız yalanlarla ‘İkinci Cumhuriyetçileri’ suçlamak yerine, neden kendisinin ‘İkinci Cumhuriyetçi olamadığını’ sorgularsa, bir sonraki seçimde mutlak olarak şansı artacak.

    Yoksa yok olacak.

    Hiçbir halk, ‘ben senin yönetime karışmana izin vermeyeceğim’ diyen partiyi yönetime getirmez.

    CHP’yi de onun için hezimetten hezimete yuvarlıyor zaten.

    Onların ‘mantıksız’ sandıkları seçim sonuçlarının çok kuvvetli bir mantığı var.

    CHP o mantığı kavrayabildiğinde…

    Alay konusu olmaktan da kurtulacak zaten.

    Mehmet Altan, Star
    05.08.2007

    Yazinin tamami için : http://www.ikincicumhuriyet.org/arsiv/arsiv7919.htm

  20. Yazan:arif Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Mehmet bey asıl olan Kemalist ideolojinin ne
    maksatla formüle edildiğini kavramak. Bu sözde
    ideoloji: Türkiye’nin potansiyel gücünü sınırla
    mak ve lider ülke değil, Egemen ülkeler mandası
    pasif,milli ve kültürel değerlerinin inkarı ile özüne yabancılaşmış problemlerini çözemeyen
    bilakis psikolojik bunalımlarla sürekli krizler
    yaşayan bir ülke haline gelmesini hedefliyor.
    Yalnız bunu Atatürkle ilişkilendirirken; bu ucubeyi yaratanların bunu etkin kılmak adına,
    gerek Kemal isminden hareketle, gerekse Vahabi
    aşırılığa karşı o günkü tepkilerle düşülmüş kimi yanılgılarında öne çıkarılması marifetiyle
    Kemalizm ile Atatürk arasında illiyet kurulabi
    liyor. Kemalizm İnönü-Peker çizgisidir. Teslimi
    yetçi karekterlidir. Her dönemde her taktiği de
    neyebilir. Çok partili demokrasiye geçişi de
    sahiplenir, milli şefliğide. Bence kavranması
    gereken Türkiyenin bu ideoloji kullanılarak egemenlere ilişkilendiriliyor olması. İslamın
    Türkleri geri bıraktığı ana teması ile besleni
    yor. Göz boyamak maksadı ile milliyetçilik,
    bağımsızlıkçılık sloganlarına sarılıyor. Cumhuriyet mitinglerinin finansmanı aydınlanır
    ise birgün, bu ideolojinin foyasıda ortaya çıkar. Yalnız Sami Selçuk’da dünkü yazısında
    değindi. Atatürk’ün manevi etkisi milletin
    sinesinde geniş yer tutuyor. Atatürk üzerinden
    bu sahte ideoloji ile hesaplaşmak yarar getirmez. Atatürkün son dönemde İnönü, Peker
    ekibini tasfiye etmeside bunları durduramamıştı
    Zira dayandıkları güç tamda Kurtuluş savaşında
    alt edilen güçlerdir ve hiçde hafife alınmaya
    gelmezler. Nasılki bir Fatihizm yoktur Kemalizmde olmayacaktır. Kardeşlerin katli fermanı nasılki büyük Fatihi küçültmez ise, bazı dava arkadaşlarının tasfiyeside Atatürk’ü
    küçültmez. Osmanlıda buna: Mülk için böyle olur
    derler. Bu mülk şişlideki apartıman değil elbet
    alemlerin Rabbini temsilen yeryüzündeki adaletin tesisini sağlayan Devlet mülkü.Yinede
    özün özü, Kemalist kodlama vesayet sisteminin
    sürmesini sağlıyor ve bu Atatürkün tamda uğrunda savaştığı milli bağımsızlığın askıya alınması
    halidir ve buna karşı çıkmak en azından Atatürk’e saygıyı gerektirir. Hürmetlerimle.

  21. Yazan:MY Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Arif Bey, tesekkürler, önemli noktalara temas etmissiniz. Özellikle asagidaki sözünüzün altini çizmek isterim :

    “Atatürk üzerinden bu sahte ideoloji ile hesaplaşmak yarar getirmez.” (ARiF)

    Heyhaat haklisiniz. Katlanmak zorunda kaldigimiz zorluklarin ne kadarinin bizzat Atatürk’ten geldigi, ne kadarinin ise Inönü-Peker çiftinin isi oldugunu paylastirmak zor su an.

    Harf devrimi konusu basli basina bir tartisma konusu meselâ.

    Gerek Anadolu’da gerekse Fransa’daki gurbetçilerde büyük bir Atatürk saygisi var. Bunu konustugumuzda esasen “vatani kurtardi” seklinde bir vefa duygusu ortaya çikiyor. Ama iyi ki “sapka giydik” veya “tango yapmayi ögrendik” gibi “çagdaslasma” hareketlerini destekleyen bir söylem duymadim :))

    Sanirim halkimiz komutan Atatürk’ü seviyor. Devrimci Atatürk’ü ise o kadar tanimiyor.

    Bilmiyorum katiliyor musunuz?

  22. Yazan:arif Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Mehmet bey geçmiş önemli elbette. Mesela Çelebi kardeşlerden Musa’ya karşı, bizans Mehmet çelebiyi destekliyor. Mehmet Çelebide
    Bu destekle Musa çelebiye galebe çalıyor.Ancak
    Mehmet çelebidirki Osmanlıyı tekrar derliyor ve Torun Mehmet Bizansı feth ediyor. Yani geçmiş didiklenirken hatalar sevaplar mutlaka
    olmuştur. Harf inkılabı mesela pekçok alimi bir
    gecede cahil durumuna düşürmüştür. Ancak bugün
    ilim ve fende batı ile yarışır duruma yeniden
    gelmemizde bu devrimin payını unutmayalım.
    Tedrici bir geçiş olabilirmiydi? Maalesef olamıyor. Toplumsal yeniden yapılanmalar yıkıcı
    etkilerde barındırıyor. Geleceğe bakmalı, Atatürk’ten sonra ayağa
    sarılan prangadan kurtulmanın gerçekçi yolunu
    bulmalıyız. Sadık Yalsızuçanlar Zamanda yazdı,
    Anadolu damarı adını verdiği bir çizgiden bahisle, bu çizgiye gönül rahatlığıyla Atatürkü
    de oturtabiliriz. Haksızlıklarla mücadele refleksi bu muazzez dinle tanıştıktan
    sonra artarak karekteri olmuştur milletimizin.
    Bir partiye yapılan haksızlığa, kaynağı belli
    olmayan paralarla organize edilen mitinglere,
    azdırılan teröre, muhtıramsı garabetlere karşı
    millet sandıkta akil bir cevap verdi. Tüm dünya
    ilgiyle izliyor AKP liderliğini. İslam adınada,
    barış ve demokrasi adınada adeta bir siyaset laboratuvarındayız. 1 Mart tezkeresi. AB ile
    müzakere süreci, yerel yönetim başarıları,
    seçim kazanımları, İslamla barışık ama islamcı
    olmayan yaklaşımın yarttığı şaşkınlık. AKP eliy
    le İslamcıların sisteme entegre edildiği kuşkusu. Güçlü bir siyasi figürün Cumhurbaşkan
    lığını nasıl etkileyeceği. Bu etkinin iç ve dış yansımaları. Mutlak liderliği adım adım
    yaklaşan Ekonomik alanda ilk on, siyasetten
    uzaklaşmış ve profesyonelleşmiş güçlü bir ordu,
    öyle çok yakın gelecek açılımı önümüzde duruyorki. Atatürk’ü yattığı yerde huzur içinde
    bırakıp bu açılım fırsatlarını ve risklerini nasıl yönetiriz ona bakmalıyız. Kemalist ideoloji bu açılımları okuma adına hiçbir katkı
    sunamıyor. Sadece çatışma ve yol kesme adına
    ses veriyor o kadar.

  23. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Sayin Bercenay,

    Gazetelerde TV ekranlarinda gordugunuz bir Afganistan var.
    Aslinda orada, ornegin Kandaharda gordugunuz seyler 1920 lerin Turkiyesinden, Samsunundan hicde farkli degildi.
    Bugunku Samsun ile Kandahar arasindaki fark akil almaz boyutta.

    Sebep?
    Ataturk!
    ***

    1920 lerdeki Ispanya, Barcelona ile Samsun arasinda pek fark yoktu.
    Bugun Samsun Barcelonanin yaninda…
    -Ekonomik olarak
    -Kulturel olarak
    -Teknolojik olarak
    -Demokrasi ve insan haklari olarak
    -Egitim olarak
    -Sanat olarak
    -…
    cuce kalir.

    Sebep?
    Ataturkculuk!
    ***

    Ataturkun 1920 lerden 37-38 lere kadar yaptigi atilim ve o atilimlarin surukleyici gucu olan mentalite, ondan sonra gelen ve kendine Ataturkcu diyenler tarafindan…
    -Anlasilmamis
    -Ozumsenmemis
    -Istismar edilmis
    -Hatta suclari kapatma araci olarak kullanilmis.
    -Ve en nihayet tapinilmasi gereken, Anayasa maddesi olacak kadar katilasmis hale getirilmis.

    Sebep?
    Ataturk ile Ataturkculuk arasindaki farki anlamayan, merak etmeyen insanlarimiz!
    ***

    Sizce Ataturk ve Ataturkculuk aynimidir?

  24. Yazan:bercenay Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    Haydar bey;

    bugun bu satırları yazabilmenizi,once Ataturk’e sonra onun getirmis oldugu laiklige,demokrasiye ve son olarakta Recep Tayyip Erdogan’a borçlusunuz,buradaki herkes gibi.
    Ataturk soylemlerinde laikligi ve demokrasiyi on plana cıkarmıstır.Ama sonrasındakiler Ataturk adına oligarsiyi uygulamıslardır.Bugun bunları tartısabiliyorsak,demokrasimizde bir gelisme var demektir.
    dikkar ettiniz mi bilmiyorum,Ataturk’e saldıranlar Atatturkculugu degil,Kemalizmi hedef alıyorlar.
    buradan soyle bir sonuc cıkıyor.
    Ataturk=Ataturkculuk=laiklik=demokrasi
    Kemalizm=oligarsi
    anlayacagınız uzerine bir kavram kargasası yasıyoruz.
    ancak bunlar bizim gibi gelismekte olan toplumlar icin son derece olagan.

    su an yarı demokratik yarı oligarsik sistemden tam demokratik sisteme gecmenin sancılarını yasıyoruz.
    tam demokrasi Turkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ataturk’e ve onun ilkelerine saldırmakla olmaz.
    konuya daha akılcıl yaklasmak gerek.

    nasıl ki bugun islamiyet egilip bukulerek cesitli gruplar ortaya cıkarılıyorsa,bugun laiklik ve demokrasi adına da cesitli gruplar ortaya cıkıyor.

    burada araclardan cok amaclar onemlidir.
    nedir bunlar;
    turkiye cumhuriyeti vatandaslarının refahı,huzuru ve mutlulugudur.
    bunun icinde bugun baz alınan kriterler gelismis ulkelerdeki kriterlikdir ki;ataturk bunları yıllar oncesinden hedef gostermistir.

  25. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 8, 2007 | Reply

    Sayin Bercenay,

    Sanirim ayni seyleri soyluyoruz ama etiketler kafa karistiriyor.

    Ataturk; Cok iyi bir Asker, daha onemlisi Turkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu, dahada onemlisi ABD nin bugun milyarlar dokerek Afganistanda yapamadigini milletini taniyarak gerceklestiren ve dunyaca itibar goren devlet ve siyaset adami.

    Ataturkculuk; Ondan sonra gelen burokratlarin onu anlamak yerine kendi hesaplarini realize etmek uzere ortaya attigi ve ideoloji gibi gostermeye calistigi bir tur oligarsik metod.

    Kemalizm; Ozellikle uluslarasi literaturde Ataturculuk sozunu tarif etmek icin kullanilan terim. Ataturkizm pek fonetik degil. Ayni sekilde turkcede Kemalcilik de pek anlamli degil.
    ***

    Ataturkun yasadigi tarih kesitinde bugunku anlamdaki Demokrasi bilinmiyordu. Olsaydi eminim Ataturk bize bambaska bir tarih yasatirdi ve bu tartismalar gerekmezdi. Ama demokrasi anlayisinin temel taslari olan pek cok konu ornegin; secme-secilme hakki, kadin-erkek esitligi, medeni kanunun temel felsefesi, yurttaslik bilinci vs gibi meseleleri empoze ederek halkini belli duzeyde transforme etmeyi becerdi.

    O devirde; tum tablonun merkezine demokrasiyi bir baska deyisle insani koymak bilinmedigi icin DEVLET tablonun agirlik merkezi olarak kaldi.

    70 senedir Devleti ele gecirenlerin ise insani odak noktasi yapmaya pek niyetleri olmadi.
    ***
    ***

    Ataturke saldiranlara gelince:
    1-Ataturkun ismini cikarlari icin kullananlar.
    2-Ataturkun ismi cikarlarina uymayanlar.
    olarak bakmak lazim.

    Birinci gruptaki sivil, uniformali, cubbeli devletci-elit tabaka ve ondan avantaJ saglayanlari biraz olsun bir onceki paragrafta anlattim.
    Ikinci gruptakiler ise marjinal iki grup oldugu halde, birinci gruptaki tiplerin abartmasi ve propagandasi ile COK BUYUK TEHLIKELER olarak gosterilmeye calisiliyor… Seriatcilar ve Boluculer.
    ***

    1980 Eylulune kadar var olmayan boluculuk eger darbe ve darbeciler olmasaydi bu boyutlara ulasirmiydi? 9 kisilik Apocular darbeciler tarafindan “darbesini mesrulastirmak icin” oylesine abartildiki bugunlere geldigimizde her Kurt bolucudur diyenler azimsanmayacak noktaya geldi.
    Aslinda boluculuk arzusunda olanlarin sayisi PKK nin dagdaki adam sayisindan bile daha azdir inancindayim.
    ***

    Ayni sekilde 3-5 Aczimendi, Muslum-Fadime vs yi paparazilerle takip edip neredeyse naklen yayin yapan borazanci medya durumu oylesine abartti ve bunu dolandira dolandira her basortulu, her Musluman bunlar gibidir baglamina getirdiki 70 milyon insanimiz bile kendinden suphe eder gibi oldu.
    ***

    isin kotu tarafi: Borazanci medya dahi kendilerinin sirca saraylarda yasayip Anadolu insanini tanimadigini itiraf ettigi halde yillardir verdikleri hasar buyuk.

    isin iyi tarafi: Millet butun bunlara ragmen neyin ne oldugunu farketmis durumda. Dolayisi ile AKP yi net bir sekilde iktidara getirdi.
    Dunyada artik AKP yi “islamci parti” olarak degil, AB deki Hiristiyan Demokrat Partilerin Turkiye versiyonu… yani Musluman Demokrat Parti olarak goruyor.

  26. Yazan:MY Tarih: Ağu 8, 2007 | Reply

    AKP’nin Türkiye’miz için sadece bir araç oldugunu düsünüyorum ve sanirim %47 gibi bir oran da bunu ispat ediyor. Bütün kusurlarina ragmen SiMDiLiK elimzdekinin en iyisi bu 🙂

    Askerin devlet üzerindeki ve devletin halk üzerindeki vesayetinin sona ermesi birinci derecede önemli.

    2010’larda gerçekten sosyal demokrasiyi hazmetmis “SOL” kelimesine layik partiler çikarsa ortaya ülkemiz daha da iyi yönetilecektir.

    Atilla Yayla mitinglerle ilgili güzel bir analiz yapmis :

    http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=573526

    Muhabbetle

  27. Yazan:bercenay Tarih: Ağu 8, 2007 | Reply

    Haydar bey;
    guzel ozetlemissiniz.bir nokta daha var ki,konu baslıgındaki asıl sorunu irdeliyor.
    sizin ataturkculukten anladıgınız sey farklı,ataturkculugu kullananların ataturkculukten anladıgı sey farklı,toplumun ataturkculukten anladıgı sey cok farklı.
    bir tartısma yapılacaksa bu ataturkculuk uzerinden degil.oligarsi ve demokrasi uzerinden yapılmalı.yoksa ortak bir noktada birlesmek yerine uc baslı bir kutuplasma olusturursunuz ki,tek olan aklın yolunu bulamayız.

  28. Yazan:MY Tarih: Ağu 8, 2007 | Reply

    Cumhuriyet olgusuna ve Kemalizm’e orjinal bir bakis Alvin Toffler’in mercekleriyle (I. II. ve III. Dalga) Murat Karun tarafindan yapilmis.

    Konuyu derinlestirmesi açisindan okunmaya deger bir yazi :

     “…..  Kemalist’lerin buyuk bir hatasi sudur: O koylulerden buyuk bir kismi sehre gocetmis, servis/bilgi ekonomisine gecmis, ve bireyselleserek giysi/kiyafet/hayat tarzlari ile bu bireyselliklerini yasamayi istemektedirler. Yani Cumhuriyetciler 1. dalgayla savastiklarini zannetmekte fakat aslinda 3. dalga ile karsi karsiya gelmektedirler.
    ……..”

    Yazinin tamami için :

    http://muratkarun.blogspot.com/2007/05/iii-dalga.html

  29. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 9, 2007 | Reply

    Sanirim Bercenay’in dikkat cektigi konuyu Ferhat Kentel toplumsal cercevede analiz etmis.
    ***

    “Atatürkçülük” ne işe yarar?

    Zafer Üskül’ün “Kemalizmin ve Atatürk milliyetçiliğinin Anayasa’dan çıkarılması” gerektiği yönünde yaptığı açıklamalar bazı kesimleri oldukça rahatsız etti. “Affedilmez bir aymazlık”, “gizli emellerini ortaya çıkaran son derece tehlikeli bir tezgah”, “açık saldırı”, “işbirlikçi komplo” gibi daha ziyade “gaz verme” dilinden nümuneler eşliğinde tepki gördü…

    Tepkiler normal tabii… Herkesin bir ucundan tutup faydalandığı bir sembol ve söylemden öyle kolay kolay vazgeçmek mümkün değil…

    Bu işin neden kolay olmayacağını TESEV’den çıkan araştırmamızdan (“Milletin Bölünmez Bütünlüğü” – Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilikler) bir bölümü kısaltıp aktararak anlatmaya çalışayım…

    Türkiye Cumhuriyeti’nin izlemiş olduğu modernleşme politikalarında ve milliyetçilik stratejisinde, devlet, temel olarak halkın “organik ifadesi” ya da “mitolojik”, neredeyse “yarı-dinsel” karşılığı olarak tanımlanmaya ve sosyalleştirilmeye çalışıldı. Halkın bu şekilde “organik bir cemaat” olarak görülmesi, büyük ölçüde, bu cemaatin içinden çıkan farklı unsurların da büyük tepkiyle, “ihanet korkusuyla” karşılanmasına neden oldu. Bu anlayışın dayandığı iki varsayım vardı: İlk olarak farklı kanaatlere, partilere, çıkarlara gerek duymayan uyumlu bir halk olacaktı. İkinci olarak ise bir olumsuzluk –düşman– tanımlanmalıydı.

    Düşmanlara ve farklılık yaratanlara sürekli ceza vermek üzerine kurulu olan bu strateji için şiddet içeren eylemler (ya da daha üst düzeyde darbeler), bir türlü zapt-ı rapt altına alınamayan toplum üzerinde kontrol sağlamanın trajik girişimleri olarak hep var oldu. Kutsallaşmış bu devlet ve onunla organik ilişkide olan gövde için “kurban etmek” (kurban vermek, kurban almak) hep meşru oldu.

    Bugün modern milliyetçiliğin bir arada tutamadığı insanlara ve sağlayamadığı ortak tahayyüle yeni ve “çoğalmış milliyetçilikler” cevap veriyor; yalnız ve çaresiz kalan insanlar “kendi milliyetçiliğini” kuruyorlar. İşte bu çaresizlik içinde, erkeklikle ve sembollerle beslenen linçler ve cinayetler devreye giriyor. Ya da basitleştirmenin aracı olarak semboller devreye giriyor; karşı semboller aracılığıyla, ötekilik her yerde kurulabiliyor.

    Ortaklık duygusu yaratması öngörülerek üretilen sembollerin farklı tüketimleri, dolayısıyla farklı “ikinci üretimleri” onların strateji tarafından “denetlenmesi” gereğini de sürekli kılıyor. Toplumsal hayatta tekrarlanan ve sembolik öneme haiz “ulusu kurucu” ritüeller (ilköğretim okullarında sabahları içilen antlar, İstiklal Marşı törenleri vb.) ve kamusal alana serpiştirilmiş ya da yerleştirilmiş semboller (Atatürk heykelleri, bayraklar, vb.) “panoptik bir gözetleme” mekanizmasının işaretleri olarak işlev görüyorlar. Bunlar her zaman her yerde görülmeseler de varlıkları biliniyor ve bireylerin strateji altında “uyum” sağlamasını; “karmaşık açıklamalara”, “gerekçelere” gerek kalmadan, gerekli davranışları sergilemek için, harekete geçmelerini sağlıyor.

    Dolayısıyla semboller “otorite” etkisi yaparken, bireyler o otoriteye uygun harekete geçiyorlar. Buna bağlı olarak, karmaşıklık karşısında aranan çare, “yoğunlaştırılmış” ve “en özet” şekilde kendini gösteren sembolleri taşıyan bir otoritede aranıyor ve “bulunuyor”. Atatürk otoriteyi en yüce referans olarak somutlaştıran kişilik olarak kullanıma sokuluyor ve “kullanılıyor”…

    Modernliğin ürettiği “karmaşıklığın” ortadan kaldırılması için başvurulan pratiklerden genel olarak en yaygını, “karmaşıklığa dâhil olma” gerekçelerini ortadan kaldırmak ve karmaşıklığa izin vermek istemeyen otoriteye teslim olmak ve o otoritenin sunduğu “tek” yoruma “ikna olmak” en geçerli yol gibi görünüyor.

    Öğreten sert otoriteyle kurulan içselleşmiş ilişki bir eksen üzerinde düşünüldüğünde, bir uçta “geri çekilme” / “pasifize olma” tavrı varsa, diğer uçta kendini “otorite yerine koyma” var. Arada ise farklı şekillerde algılanan “kurtarıcı” beklentileri var. Kurtarıcılar arasında akla gelenlerden biri tabii ki “ordu”…

    Adeta dört başı mamur dinselleşmiş, ulus kurucu milliyetçi retoriğin arkasından üretilen çözümlerde de “dinsellik” çıkıyor. Atatürk “kurtarıcı”, bir “peygamber”, bir “mesih” özelliğine bürünebiliyor ya da tarihsel miras, “tarihten alınan ders” bugüne taşınıyor. “Kurtarıcı” özlemi yaşamaya devam ediyor; kurtarıcı üzerine kurulan dinsel retorik “haber veriyor”, “müjdeliyor”…

    Bu yeniden üretim sırasında bazı kesimler Atatürk’ü açıkça “peygamber” olarak tanımlarken, başkaları, “peygamber” olarak nitelemeseler de, bir “dinî figüre” yapılabilecek ritüelleri tekrarlıyorlar. Örneğin her Cumhuriyet bayramında “Atatürk’ü çok sevdikleri için” malak kurban ediyorlar..

    Herkes Atatürk’ün “kullanıldığını” söylerken, herkes onu “kullanmaya” devam ediyor. Ancak semboller aynı zamanda stratejinin hesaplamadığı şekillerde de kullanılabiliyor. Örneğin, İstanbul Topkapı’da, ayakta yolcu alınmaması kararına karşı direnen minibüsçülerden birinin “Atatürk ne demiş: ‘Birinci vazifen Türkiye Cumhuriyeti’ni korumaktır’. Bunlar (yöneticiler) koruyor mu? Hayır!” demesinde olduğu gibi ya da Bilecik’te bir işyerini soyanların, kaçarken Türk bayrağına “kurtarıcı” olarak başvurmaları gibi… Başka bir deyişle, Türk bayrağı, Atatürk ya da başka bir sembol taşıdığı içerikten bağımsızlaşıyor, “atfedilen” önemini kaybediyor; bir tür “görüntü”ye, “savunma kalkanı”na, hatta tam tersine “saldırı aracına”, “kamuflaj”a dönüşüyor.

    Stratejinin kendini görünür kıldığı en güçlü semboller “yaptırım” gücüne de sahipler. “Laik bir ülkeyiz, laik olmak zorundayız yani. Bizimkisi laikçilik yani, laik olmak. Ülkemizde laik olayı var” diyen bir inşaat işçisinin söylediği gibi, bizim ülkemizde Atatürkçülük olayı var; Atatürkçüyüz yani…

    Yani bu yüzden, bence Anayasa’da Atatürkçülük dursun… Yerini korumak isteyenlere, önemli kalmak ya da olmak isteyen okumuş yazmışlara, sesini başka türlü duyuramayan garibanlara, kısaca millete faydası dokunuyor hiç yoktan…
    F KENTEL

  30. Yazan:MY Tarih: Ağu 10, 2007 | Reply

    Hadi Kemalist olalım…

    …….
    Basit bir şartımız var.

    Kemalizm’in altı okundan “devletçiliği” çıkartalım yerine “demokrasiyi” koyalım.

    Madem ki laikliğe bu kadar tutkunlar ve asıl sorunları sadece ve sadece laiklik, laikliğe karşı çıkmayan böyle bir değişiklikten gocunmamaları gerekir.

    Kemalistler, altı oka “demokrasiyi” eklemeye varlar mı?

    Sanırım bu soru onların sahtekar mı yoksa samimi mi olduğunu ortaya koyacak.

    Kemalizm’e demokrasiyi ekleyeceğiz, ordu siyasetten çekilecek, halkın iradesi tek ölçü olacak ve hepimiz Kemalizm’i benimseyeceğiz.

    Başta CHP yönetimi ve ordu olmak üzere bütün Kemalistlere sorun.

    Bu değişimi kabul ediyorlar mı.
    …..
    (Ahmet Altan) http://www.gazetem.net/ahmetaltan.asp

  31. Yazan:bercenay Tarih: Ağu 11, 2007 | Reply

    DEVLETCİLİK
    konu hakkında Ataturk ne demis;
    Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır.(1930)
    bu sozu bana bugunku TRT’yi hatırlattı.memnun olmayan var mı?

    Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir.(1937)
    bu sozude bugunku merkez bankasını.memnun olmayan var mı?

    bence su altı oku yedi ok yapalım.en sonuna demokrasiyi ekleyelim.
    gerci Cumhuriyetcilik ilkesinde demokrasi var ama sizi mi kıralım.

    Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir(1933).
    Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

  32. Yazan:arif Tarih: Ağu 11, 2007 | Reply

    Kemalizme yüklendikçe Atatürke sevgi ve saygı
    besleyenler alınıyor. Kendi payıma bende hazetmiyorum. Çünkü bu tartışma bağcı dövmek maksatlı olmamalı. Kemalizm Türkiye yi güden övendere gibi kullanılıyor zira. Ve bu değnekten kurtulmak insan olmanın ilk adımı. Vesayet sisteminin olmaz ise olmazı bu ideoloji. Anlayamadığım Mehmet Altanın şecaat ve cesaretinin bu denli yüksek
    oluşuna karşılık, askeri vesayet sisteminin
    çalışma dinamiğini bir türlü açıklamıyor olması. Hasan Cemal asker abiler kızar cümlesiyle özetleyiverdi bu muazzam karmaşık
    sistemi.
    ÖSS sınavlarında ilk beşyüze giren kaç öğrencinin, askeri okulları tercih edip etmediğinin bu sistemin sürmesiyle bir alakası olabilir mi? OYAK satışına hangi kaygıyla celallenildi? Neden yatıştı bu kaygı, hangi güvenceler alındı?
    Ülkenin kaderini elinde tutanların en akıllılarımız mı? Yoksa en zenginlerimiz mi olduğunu doğrusu merak ediyorum.
    Mehmet Altan çok gürlüyor hiç yağmıyor.
    Vesayet sistemi “Kemalist” ideolojiye dayanıyor ve Türkiyeyi küçük tutmak, bloke etmek için çalışıyor. Bu sistemin çalışması için dünyanın doğru okunamaması gerekiyor. Her
    alanda liyakat esas alınmalı, en layık olanlar
    hak ettiği yerlere gelebilmeli. Millet
    seçtiğinde bu işi iyi beceriyor, bakalım milletin seçtikleri de bu işi becerebilecek mi?
    Gül iyi bir gösterge olabilir kanısındayım.
    Mehmet bey Milli olmak önemli mi diye sormuştunuz bir yorumunuzda. Bu vesayet sisteminin milli olmadığını, ancak milli soslu
    bir düzenekle çalıştığını söyleyebilirim rahatlıkla. Yoksa AB ile ortaklık projesi bu
    sözde milli düzeneğin yanında zemzemle yıkanmış sayılır.

  33. Yazan:MY Tarih: Ağu 13, 2007 | Reply

    Atatürk ilkelerinden hangisi ayakta ?
    Bana kalirsa Atatürkçülük çoktan bitti ama biz kabul edemiyoruz 🙂

    — ALINTI —

    “Devletçilik” ilkesi fiilen tarihe karışmıştır. Günümüzde “ulusalcılar” bile, birkaç sapığın dışında, devletçi değildirler. (Ekonomiden sözediyorum.)“Devrimcilik” ilkesinin içi boşalmıştır. Atatürkçü geçinen bir sürü tutucu bürokratın ve bürokrat ruhlu gazetecinin neresi devrimcidir?

    “Halkçılık” ilkesinin hiçbir anlamı kalmamıştır. Adı Halk Partisi olan parti bile halkçı değildir. Kaldı ki, her ne kadar amigolar ona “kömür dağıtıyor” diye küfür etseler bile, tutucu olduğu söylenen iktidar partisi bütün partilerden daha halkçı görünmektedir.

    “Milliyetçilik”, eğer Türkiye’yi otuzlu yıllarda olduğu gibi “otarşik”, dışa kapalı, içine dönük, kendi yağıyla kavrulan, fakir ama onurlu bir ülke yapacaksa, buna ilk karşı çıkacak Sinan Aygün olmazsa yüzüme tükürün. Devlet Bahçeli, yabancı sermayesi kaçmış, borsası çökmüş, şirketleri batmış, işsizliği sekize katlanmış, parasının değeri dolara karşı beşe, avroya karşı ona düşmüş, ordusu silah ve mühimmat bulamayan bir “enkazın” başbuğu olmayı isteyecek midir?

    “Cumhuriyetçilik” ilkesinden sözettik… Kalıyor “laiklik”…

    Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması, birinin ötekine karışmaması demektir. Bizde, dinin devlet tarafından baskı altına alınması, din adamları sınıfının memur zümresine indirgenmesi şeklinde uygulanmıştır. Kavga da bundan kopmaktadır.

    Madem laiklik ilkesine bu kadar bağlısınız, onun gerçek uygulamasına he diyecek misiniz? Örneğin Fransa’daki Katolik Stanislas Koleji gibi bir dinci üniversite kurulabilir mi? Camiler, bakım masraflarını ve personel giderlerini, imamın da müezzinin de muvakkitin de maaşını başbakanlık bütçesinden değil de kendi döner sermayelerinden karşılayabilirler mi? Bu amaçla cemaatten para toplayabilirler mi? Tarikatlar, cizvitler gibi, kendi okullarını açabilirler mi?

    Cizvitlerin Saint-Joseph, Saint-Michel gibi orta öğretim kurumları Lausanne Antlaşması’na göre ülkemizde serbestçe faaliyet gösterebiliyorlar, Aczmendi’ler de “Hazret-i Ömer Lisesi” açsınlar mı?

    Hayır diyeceksiniz. O zaman hiç laiklik diye şişinmeyiniz, çünkü bugünkü uygulamanız da laiklik değildir.

    Yazinin tamami için :
    http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=87269,10,2

  34. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 13, 2007 | Reply

    Arif Bey,
    Aslinda cevabi “asker abiler kizar” sozuyle vermissiniz. Asker abilerden birisi bilgisayarin basina gecip bir iki satir yaziyor ve ulke CB secemiyor, akabinde en yuksek mahkemeler anayasayi bile “tercume ediyor”.
    Asker abiler bu kadar muhim ve gizemli.

    Ama yinede, suc isleyen asker abileri elestirenlerin basinda M Altan ve arkadaslari vardir.
    Bir iki ornek;

    http://www.mehmetaltan.com sayfasina girin ve “lockheed” yada “asker” “bomba” “generaller” vs kelimelerini arama bolumune yazin.

    Ayrica;
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=229714
    http://www.gazetem.net
    http://www.ikincicumhuriyet.org/

    Altan kardeslerin ortalama ayda bir savciliga ifade verdigini umarim biliyorsunuzdur.

  35. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 18, 2007 | Reply

    Yukarida 8 Agustos tarihli yazimin son paragrafini Financial Times yazari David Gardner farketmis, turkce ogrenmis ve ertesi gun tutmus o da benzeri bir yazi yazmis. 🙂
    (şaka).

    David Gardner in makalesi Radikalde yayinlanmis (Financial Times) okumanizi tavsiye ederim.

  36. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ağu 21, 2007 | Reply

    GOOD BYE NECDET SEZER

    Emre Aköz’den güzel bir elveda yazisi,
    mutlaka okuyun derim 🙂

    Sezer’i sevdiniz mi?
    Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Ankara’daki dairesini kiraya verecek. Eve müşteri bulacak olan emlakçı, ” Türbanlıya vermeyeceğiz ” diyor.
    Mal yani daire, ev sahibinin. İstediğine kiraya verir, istemediğine vermez. Ancak diğerlerinin yanı sıra böyle bir ölçüt daha konulduğuna ve apaçık söylendiğine göre, biz de birkaç kelime edebiliriz.
    Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Sezer ” kamusal alan ” kavramını ortaya atarak, daha doğrusu siyaset biliminin bu kavramını kendince tanımlayarak, mesela eşi türbanlı olan milletvekillerini Köşk’e ‘ damsız’ olarak çağırdı.
    Niye? Çünkü türban ‘kamusal alana’ giremezmiş.
    Sezer 2000 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanı seçilmişti. O tarihten 2002’ye kadar eşi türbanlı olan milletvekilleri Köşk’teki resepsiyonlara karılarıyla birlikte katılmışlardı.
    Ama Kasım 2002’de seçimleri AKP kazanınca tavrını değiştirdi. ‘Kamusal alan’ kavramını ortaya attı. Ardından da yukarıda sözünü ettiğim uygulamaya başladı.
    Özetle: ‘Kamusal alan’ Sezer’in baştan beri savunduğu değil, değişen şartlara göre, davranışlarını meşru kılmak amacıyla sonradan ortaya attığı bir kavramdı.
    Aynı Sezer, kamusal alan kavramını konuşmalarında kullanırken, inançların (yani dinin) ‘ özel alana’ ait olduğunu da ifade ediyordu. Özetle, ” Özel alanınızda ne giyerseniz giyin ama kamusal alanda başınızı örtmeyin ” diyordu.
    Sezer’in kurduğu ve uyguladığı bu sistemin çelişkili, hatta saçma olduğunu defalarca yazdım:
    ‘Kamusal alan’ derken ‘ mülki’ alanı, yani ‘devlet’ alanını mı kastediyordu? Eğer işaret ettiği mülki alansa, o zaman türban takmak, mesela özel üniversitelerde niye yasaktı? Buna karşılık devlet hastanesine başvurmuş bir türbanlı nasıl oluyordu da tedavi edilebiliyordu?
    Yoksa Sezer, ‘kamusal alan’ derken özel alan ‘ haricindeki’ tüm alanı mı kastediyordu? Eğer öyleyse, mesela camilerin konumu neydi? Özel alan olmadığı apaçık olan camiler, nasıl oluyordu da kamusal alanda ‘faaliyet’ gösteriyordu?
    Dedim ya… Sezer’in kullandığı kamusal alan kavramının iler tutar bir yanı yoktu. Sadece Cumhurbaşkanlığı makamının saygınlığına dayanarak bunu dayatıyordu.

    Şimdi, bu ev kiralama vesilesiyle, şunu da görüyoruz: Aslında Sezer, türbana özel alanda da karşıymış. Yani ” dini ve vicdani tercihler, özel alana aittir ” diye konuşurken doğruyu söylemiyormuş.
    Belli ki Sezer’in zihninde olayın, “kamusal alan-özel alan” karşıtlığının ötesinde anlamları var.
    Ben burada işleyen mekanizmanın ” cemaatçilik ” olduğunu düşünüyorum… Cemaatçilikten kastım şu:
    Hani bazı anketlerde şu tip sorular vardır: “Komşunuzun…
    Alevi … Çingene … Kürt … Eşcinsel … Yunan … Alman olmasını ister misiniz?”
    Cemaatçi zihniyet bu tip anketlerde gayet güzel ortaya çıkar: Birçok kişi ” öteki ” olarak gördüğü gruplara dahil insanların komşusu olmasını istemez.
    İşte Sezer’inki de böyle bir cemaatçi anlayış: ” Bizim cemaatten olmayan uzak dursun! ”
    Daireyi kiralayacak adamın, türbanlı eşiyle birlikte kontrat yapmaya Sezerlerin evine geldiğini düşünebiliyor musunuz?
    Medyanın bu kişiyle röportaj yaptığını, görüntü aldığını hayal edebiliyor musunuz?
    Siz etmemiş olabilirsiniz ama Sezer ailesinin bütün bunları da aklından geçirdiğine ben adım gibi eminim. Kiracılar kapıdan içeri adım attığı anda evlerinin kirlendiğini, kutsallığının yara aldığını düşünürler. Buna asla tahammül edemezler.

    Hani poposunu kaşıyan cinsten bazı köşe yazarları ” Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım olmayacak ” diyor ya…
    Ne yalan söyleyeyim Sezer de ‘benim’ cumhurbaşkanım olmadı. Bir yerde görsem, konuşsam; saygıda, nezakette kusur etmezdim elbette. Ama o saygı ‘ kişiye’ değil, ‘ makama’ gösterilen saygı olurdu.
    ‘Sevgi’ derseniz.
    O hiç yok. Hiç de olmadı.
    Halkına karşı sevgi, ilgi, anlayış göstermediğini düşündüğüm bir insanı nasıl seveyim?

  37. Yazan:snowqueen Tarih: Ağu 21, 2007 | Reply

    Emre Aköz, ucuz popülizm yapiyorsun.

  38. Yazan:MY Tarih: Ağu 22, 2007 | Reply

    Degerli yorumcumuz SnowQueen,

    Daha önce de dedigimiz gibi köse yazarlari hergün yazdiklari için gerçek entellektüel seviyelerinin biraz altinda yazmak zorunda kaliyorlar. Okuyacak, tartisacak vakitleri yok. Ama onlarin açtigi konulara siz ve biz tartisarak daha derinlemesine girebiliriz.

    Yani alinti yaptigim zaman amacim onlara son sözü söyletmek degil sadece zihinleri biraz gidiklamak 🙂

    Emre Aköz gibi popülist takilan ama matrak yazan bir kisi de Engin ardiç :

    Atatürk’ün bir üvey babası ve üvey kardeşleri olduğunu yazdığım zaman kıyametler kopmuştu…Tepkiler küfür düzeyinde kaldılar (yaşlı bir kurt bana “sapık” dedi), kimse başka hiçbir şey yapamadı, çünkü yazdığım gerçekti.

    Bu son derece basit, önemsiz, sıradan gerçek, Atatürk’ü “gökten inmiş bir uzaylı” gibi görmek ve göstermek isteyenleri çok sıkıntıya sokuyordu…

    Dahasını da söyleyeyim… Atatürk’ün, çok küçük yaşta ölmüş üç kardeşi, üç öz kardeşi daha vardır: Bir ablası, Fatma, iki de ağabeyi, Ömer ve Ahmet!… Fatma veremden, diğerleri su çiçeğinden ölmüşler.

    Tepkiler hem “putlaştırma” gerçeğini doğruladılar, hem de “yüzde 46.6 olayını” açıkladılar.

    Atatürkçü geçinen bazı ahmaklar bu kafada gittikleri sürece, o yüzde var ya o yüzde… Seksene de çıkar.

    Tamami için : http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=88138,10,2

     

  39. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 23, 2007 | Reply

    Yusuf Halacoglu (YH) kendisinin ve haleflerinin omurlerini vererek silmeye calistigi, silerkende hep kotuledigi, asagiladigi, yok saydigi “Anadolulunun kimlikleri” meselesi tam bir fiyasko oldu.

    Isin igrenc tarafi YH bu aciklamayi yaparken saldiri maksatliydi. Ama olaylar oylesine gelisiyorki, cok yakinda on binlerce ve on binlerce insanimiz;
    “Evet benim 3 dedem oncesi Ermenidir, Rumdur, Araptır 43 dedem onceside Asurludur, Bitinyalidir, Uygurdur, Bizanslidir, 93 dedem onceside Hititlidir, Lidyalidir, Hundur, Iyonyalidir ve bunda gocunacak birsey yok” diyeceklerdir.

    Bunu idrak ettigimiz gun birbirimize daha sıkı sarilmaya basliyacagiz.

    YH nun bu aciklamasi Kart-Kurt Turkleri fiyaskosundan sonraki ikinci buyuk “Toplum Muhendisligi” fiyaskosudur.
    ***

    Neydi bu konunun basligi?
    Good Bye Ataturkculuk!

  40. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 23, 2007 | Reply

    Cemisgezekli Hidir’in bu konuda ne dusundugunu dogrusu merak ediyorum.

    Ferhat Kentel konuyu uzun uzun anlatmis…

    Yapısal olarak” Türk, Kürt ya da Ermeni…
    Aslında çok önemli bir konu değil ama oldukça keyifli olduğu için ve Türkiye’de önemli açılımlara kapı açtığı için insan yazmak istiyor… Çünkü Türkiye’nin nadide ve önemli bilim adamlarından Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu çok önemli bir araştırmaya imza atmış. Gerçi henüz bitmemiş ama olsun; bittiğinde imzasını tam olarak atmış olacak…

    Düşünsenize, “etnik” mevzulardan pek hoşlanmayan devletimizin “konjonktüre göre tarih yazma ve tarihten anlama” işlevi yüklenmiş bir kurumunun başı, Kayseri’de düzenlenen bir sempozyumda, “etnik” kelimesini kullanmadan –alenen- Türkiye’de yaşayan çok farklı “etnik kimlikler”den bahsetmiş; “‘Kürdüm’ diyenlerin yüzde 30’u Türkmen. Gerçekte Kürt Alevi yok; bir bölümü Ermeni” demiş… Şimdiye kadar Türkiye’nin etnik çoğulluğundan bahseden bilim adamları, araştırmacılar “bölücü” yaftasına maruz kalırken, Halaçoğlu “Kim olduğunuzu bileceksiniz”, “Herkes kendi kimliğini öğrenmelidir” diyerek, “postmodern” ya da “çokkültürcü” olarak adlandırılabilecek ve “devrim” niteliği taşıyan açıklamalar yapmış…

    Sonra da “Araştırmalara dayanmayan sözler sarf edildiğini vurgulamış ve siyasilerin konuşurken dikkatli olmalarını” istemiş… Yani siyasilerin olur olmaz her yerde, her türlü insan kitlesine karşı, araştırma yapmadan (ya da Halaçoğlu’nun araştırmasını okumadan) konuşmaması gerektiğini söylemiş. Yani siyasiler önce o kitlenin “yapısal” kökenini inceleyecekler… Hele bu insanlar bir takım taleplerde bulunan insanlarsa, çok daha dikkatli olmak zorundalar… Mazallah görünen “yapı”nın arkasında başka bir “yapı” saklanıyor olabilir…

    Bu “yapı” lafı çok önemli… Çünkü Halaçoğlu’nun anlattıklarında özel bir yeri var… Bize “kim olduğumuzu bilme görevi”, siyasilere ise “dikkatli olma görevi” veren, Türkiye’de “tarih biliminin patronu” şöyle diyor: “Araştırmalarımda şunu gördüm ki, pek çok Kürt dediğimiz insan aslında Türkmen asıllıdır. Yapısal olarak diyorum ama.”

    Bu çok önemli “yapısal” kelimesiyle burada tam olarak ne anlattığını anlamak çok kolay değil ama –“bilimsel” bir konuşma olduğuna göre- şöyle bir şeyler kastediyor olmalı… Herhalde nasıl “toplumsal yapılar”dan bahsederken, o toplumun işleyişinden, içindeki toplumsal ilişkilerden, kurumlardan yani o toplumu bir arada tutarak bir “bütünlük” görünümü veren özelliklerinden bahsediyorsak, herhalde bir takım insanların yapısından bahsederken de o insanın vücudunun işleyişinden, içindeki organlar arasındaki ilişkilerden yani o insanı bir arada tutarak bir “bütünlük” görünümü veren özelliklerinden bahsediyor olmalı…

    Yani nasıl tarım toplumu, feodal toplum, sanayi toplumu veya bu toplumların bir alt versiyonu olarak Türkiye, Fransa, Kore, Kamboçya toplumlarından ve yapılarından bahsediyorsak, Ermenilere özgü sindirim sisteminden, Türklere özgü kan dolaşımından, Kürtlere özgü beyin ve kalp arasındaki ilişkiden, Lazlara özgü östaki borusu ve sinüsler arasındaki titreşimlerin sıklığından bahsediyor olmalı… Ya da yeni öğrendiğim ve “brakisefal kafa” kıstaslarından sonra gene “devrim” niteliği taşıyan bir başka bilimsel bilgiye göre, “hakiki Türklerin” enselerindeki “çukur”dan bahsediyor olmalı… (Bu satırları okurken, hemen elinizi ensenize götürüp kontrol ettiniz değil mi?! Ama boşuna uğraşmayın, hemen şıp diye öyle çukur falan bulamazsınız; siz kim olduğunuzu bilemezsiniz; buna siz karar veremezsiniz; bu bir bilimsel uzmanlık işidir… Çağırın Halaçoğlu’nun elverdiği TTK’lı bir uzman; gelip kontrol etsin ya da -ayıp olmasın- siz gidin. Ciddi söylüyorum; belki “çukurunuza” değil ama “kütüğünüze” bakarak “kim olduğunuzu” siz de bilebilirsiniz… Sonuç olarak bilmemek değil ama öğrenmemek hakikaten ayıp… Bakın Halaçoğlu bizzat yaşadığı tecrübeyi aktarmış… Mesela, ismini vermemiş ama bazı Kürt asıllı milletvekillerinin özel kalemlerinin kendisini ziyaret ederek kütük araştırması yapmasını istediğini belirtmiş ve “Kürt değil, Türkmen boylarına ait olduklarını gördük. Çok sevindiler. Boynuma sarılanlar oldu. Bu kişilere belgelerini verdim…” Yani düşünsenize; gerçekten “Türklüğünüzü”, “yapısal Türklüğünüzü” keşfettiğinizde, “Türklük sertifikanızı” elinize aldığınızda nasıl da bir sınavdan başarıyla çıkmanın gururunu yaşayacaksınız! Hele şimdiye kadar Kürt, Ermeni gibi “aşağılık ve utanılacak bir takım kimlikler” altında yaşıyorsanız, bir “üstün ırka” mensup olduğunuzu öğrenince nasıl da mutlu olacaksınız! Tabii bu arada bu işin riskleri de var… Her an, “yapısal olarak”, başka bir şey olduğunuzu da –mazallah-öğrenebilirsiniz… Ve “güm!” diye en aşağılara düşmek de var işin ucunda… Neyse o konuda da Halaçoğlu’nun “bilimsel gözleminden” yararlanabilirsiniz. Mesela demiş ki, “Ermenilik’ten Alevi-Kürtlüğe dönenlerin birçoğu da samimi değil.” E, bu durumda siz de “samimi” olmazsınız, olur biter… Halaçoğlu’nun takıldığı mekanlara fazla uğramazsanız mesele çıkmaz. Ama araştırma yaptığı yerlerde eskaza dolaşırsanız, amman dikkat edin; zekası ve derin analizatör kabiliyetiyle her an içinizden geçenleri okuyabilir ve araştırma raporlarına konu olursunuz… Bu arada bu parantez arası çok uzadı; burada kapatıyorum.)

    Halaçoğlu’nun bütün bu “bilimsellik” retoriği altında yürütttüğü spekülasyonlar bir yanıyla gerçekten çok komik; ve sulandırılmaya, ciddiye alınmamaya çok müsait. Ama işin daha fazla suyunu çıkarmadan ve uzatmadan, meselenin “özüne” gelmeye çalışayım.

    2. Bölüm (buraya kadar okumaktan sıkılanlara yazının devamını başka bir zaman, hatta örneğin haftaya okumalarını tavsiye ederim; çünkü muhtemelen haftaya yazı yazamayacağım.)

    Kuşkusuz Halaçoğlu’nun araştırması henüz bitmemiş ve araştırma hakkındaki bilgilerimizi gazetelerde aktarıldığı kadarıyla edinebiliyoruz. İnşallah kendi bulgularını sansürlemeden bir gün yayınlarsa, daha “bilimsel” bir okumaya tabii tutulabilir. Ancak buna rağmen, Halaçoğlu’nun yaptığı sunuşta anlattıkları (yani kamuya malettiği bulgular) ve gelen tepkiler konusunda verdiği cevaplar, olayın basit bir tarihsel-antropolojik çalışma olmadığını, antropoloji ya da tarihe ilişkin topladığı bilgilerden kopuk bir şekilde bizzat bugüne ilişkin “ideolojik” bir takım sonuçlar çıkarmaya çalıştığını gösteriyor. Yani esas olarak, bilimi en ucuz ve kestirme yoldan ideolojisinin hizmetine sokuyor.

    Her şeyden önce, bu “tarih patronu” bir bilimsel araştırma için birinci önemdeki bir koşulu atlıyor. Yani bu araştırmanın “ana sorusu” belli değil. Hangi bilimsel disiplin altında ya da interdisipliner alanda yürütüldüğü bile belli değil. Tarihsel arşiv çalışmasına dayandığını söyleyen, hangi aşiretin “yapısının” (!) ne olduğunu “sorgulayan” bir araştırma, incelediğini söylediği “Osmanlı döneminin tapu tahrir belgelerini” unutuyor ve nereden derlendiği belli olmayan verilerle sonuç bağlıyor. “Bir miktar sosyolojik gözleme” (“Kilise kurmaya çalışan” Ermeniler, “terörün çıktığı bölgeler” vs..); “psikolojinin” mi yoksa “yalan makinalarının” mı kullanılmasıyla derlendiği belli olmayan bilgilere (“Alevi-Kürtlüğe dönen ve samimi olmayan Ermeniler”); “dinsel anatomi” tecrübesine (“bazı sünnetsiz PKK’lılar”); “yabancı arşiv belgelerine” (bu tabii ilginç bir durum; demek ki, “yabancı” arşiv belgeleri arasında da “güvenilir” olanlar varmış; bunu not etmekte yarar var) ve en nihayetinde tüyler ürpertici bir bilgi türünü hazırlayan “hafiye” kaynaklarına (“1936-37’de devlet bu dönmeleri ev ev tespit etmiş”) dayanarak, “köken” araştırması olduğu iddiasını terkeden ve bugünkü toplumda “iyi ve kötü ırkları” tanımlama gayretine giren “ırkçı” bir faaliyete dönüşüyor.

    Belki de bilimsellik açısından en vahim bir biçimde, Halaçoğlu, “samimi olmayan” bir takım Ermenilerin Alevilik altında saklandığını ve bunların da çeşitli bölücü faaliyetlerde bulunduğunu söylerken, “bilimsel araştırmasının” malzemesi olan “tapu tahrir belgeleri”nde olmayan bir bilgi türünü, “ırk” arayan ideolojisi vasıtasıyla şartlandığı yanlış bir bilgi türünü “araştırmasına” yapıştırıyor. “Yapısal kimlik” diye nitelendirdiği, ancak kelimenin Türk milliyetçiliği altında taşıdığı negatif anlamdan ötürü kullanmaya cesaret edemediği “etnik” kimliklerden bahsederken, etnisitenin, etnik kimliğin ne olduğunu bilmediğini ortaya koyuyor. Çünkü ona göre “değişmeyen”, “hep aynı kalan”, “yapısal” olan bir “öz” var…

    Ancak Halaçoğlu istediği kadar “yapısal bir öz” arasın; bulamaz; çünkü “öz” diye bir şey yoktur. Onun aslında “ırk”a gönderme yaparak bahsettiği “etnik köken” kültüreldir, ırksal değildir ve kültür yani anlam ve işaretler dünyası değişir. “Cemaat” halinde yani kapalı olarak yaşayan insan topluluklarında bile “öz” yoktur. Bütün insanlık, farklı şekillerde içiçe geçen ve farklı kimlikler altında görünür olan bir harman yeridir. Ve bu harmanlanma hali hiçbir zaman bitmez. Bu harmanlanmadan doğan farklı insan toplulukları, dilleri, dinleri ya da daha genel bir kategori olarak kültürleri vasıtasıyla kendilerini bir isim altında tanımlarlar ve gene değişmeye, başkalaşmaya devam ederler. Coğrafi olarak çok uzaklara gitmeye gerek yok; başta Osmanlı ailesi ve padişahları olmak üzere, imparatorluğun kendisi bu harmanlanmanın bir örneğidir.

    Halaçoğlu’na “yapısal öz” gibi görünen ancak tarih içinde başkalarıyla etkileşim halinde dönüşen kimlikler etkili oldukları alanlarda başka kimlikleri de asimile ederler ya da tersine, güçsüz oldukları alanlarda başkaları tarafından asimile edilirler. Ancak tarihte bu her zaman tedrici olarak, yumuşak bir şekilde gerçekleşmemiştir. 1915’te sadece Ermenileri yokeden tehcir değil, imparatorluktan geriye kalan topraklarda yaşayan bütün farklı kimliklerin maruz kaldığı, zorbalıkla gerçekleştirilen yer değiştirme ve yeniden iskan politikaları bugünkü Türkiye topraklarını trajik bir harmanlanmaya tanık etmiştir.

    Ve bu harmanlanma sonunda, Kürtlerin –yani tarihsel olarak zaten bir harmanlanma hali olarak Kürtlerin- yoğun olarak yaşadığı bölgelere göçertilen Türkler, Çerkezler, Boşnaklar vb. “Kürtleşirken”, batı bölgelerine göçertilen Kürtler de benzer bir şekilde “Türkleşmişlerdir”.

    Öte yandan, Halaçoğlu “yapısal” kelimesini kullanacaksa, en azından bu kelimenin taşıdığı anlamı biraz incelemesi gerekiyor. Çünkü örneğin “toplumsal yapılar” değişir. İllâ ki öyle olmak zorunda değildi belki ama dünyanın çok geniş coğrafyalarında tarım toplumları sanayi toplumuna, sanayi toplumları sanayi sonrası toplumlara; imparatorluklar ulus-devletlere dönüştü. Ve hâlâ değişim sürüyor. Yarın öbür gün ulus-devletlerin de ne olacağını şimdiden kestirmek çok kolay değil…

    Son olarak, araştırma “bilimsellik” kisvesi altında göstermek istediğinin aksine bir meseleyi açığa çıkarıyor. Bu topraklardaki “asli ve asıl unsur”un Türkmenler, dolayısıyla Türkler olduğunu, bunların bir kısmının Kürtlük altında görünmez olduğunu; bir kısım Alevinin ise aslında Ermeni olduğunu göstermeye çalışırken, bir gerçeği apaçık ortaya koyuyor: Bu topraklarda yaşayan Ermeniler sürüldüler, katledildiler ve geri kalanlar, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından kopamayanlar insan hafsalasının kolay kolay algılayamayacağı bir travmayla karşı karşıya kaldılar. Bu travma onları “gizliliğe” itti. Sadece hayatlarını sürdürebilmek için… Onlar için hayatlarını sürdürebilmenin ne kadar zor olduğunun Halaçoğlu farkında mı belli değil ama, anlattıkları Ermenilerin yaşadığı zorluğu gösteriyor. Hayatını koruyabilmek için dinini değiştiren, yani Türklük ve Müslümanlık altında “asimile” olmayı, “harmanlanmayı” kabul eden insanlar “dönme” sıfatıyla “izlenmeye” devam ediyorlar: “1936-37’de devlet bu dönmeleri ev ev tespit etmiş” !

    Neden tespit edilmiş?

    Eğer bu kadar “sakıncalıysanız”, ne yapmanız gerekir? Kendi varlığınızı nasıl korursunuz? Siz asimile olmak isterken bile, “asimile” etmek yerine, sürekli dışarıda bırakan devlet politikası altında sizin “kimliğiniz” ne olabilir? Neden acaba Ermeniler böylesine gizlenmek ihtiyacı duydular?

    Evet, Halaçoğlu’nun anlattıkları bu memleketin acı bir gerçeğine işaret ediyor. Bu memlekette “gizlenmek” zorunda kalmış Ermeniler vardır. Bu gizliliğini bilen veya bilmeyen Ermeniler vardır. Ölmeden önce “Ermeni” olduğunu çocuklarına, torunlarına fısıldayan ninelerin, dedelerin hikayelerini bilmeyen, duymayan kaldı mı? Gayet “Türk” milliyetçisi ailelerin içinde bile benzer hikayelerin olduğunu; geçmişten sıçrayan bu tür bir “başka öz”ün bir anda bütün “öz” hikayelerini darmadağın ettiğini duymayan kaldı mı hâlâ?

    Ve evet, Halaçoğlu’nun araştırmasının gerçekten “bilimsellik” iddiası taşıyabilmesi ve ideolojik saplantısından kurtulabilmesi için sadece Kürtlerin ve Alevilerin altında “saklanan” Ermenilere, “görünmez kılınan” Türkmenlere değil, Türklerin altında saklanan, gizlenmek zorunda kalan “yapısal kimliklere” de bakması gerekir.

    Çünkü “yapısal” olarak, önceden Türk olan birileri bugün Kürt görünüyorlarsa, önceden Kürt olan birileri de Türk görünüyorlar demektir. Çünkü, tabii ki Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde Kürt asimilasyonu olmuştur. Türk ulusal kimliğinin geçerli olabildiği modernleşme sürecindeki düzey ve bölgelerde de Türk asimilasyonu olmuştur. Halaçoğlu’nun dediği gibi, “herkes ne olduğunu” bilecekse, o zaman Boşnakların, Arapların, Lazların, Ortodoksluktan dönme Müslümanların, ne kadar Türk, ne kadar Laz vb. olduğunun da tartışılması gerekir; Türk olanların ne kadarının Ermeni olduğuna da bakmak lazım… Kaldı ki, gene Türk Tarih Kurumu’ndan “Ermeni araştırmacısı” Kemal Çiçek kendi arşiv çalışmalarına göre, bazı Kürt aşiretlerin Türkmenleştiğini, bazı Ermenilerin ise Kürtleştiğini tespit ediyor.

    Avrupa’dan çıkıp, modernlik vasıtasıyla Türk devletinin ve onun “tarih uzmanlarının” damarlarına sirayet eden ırkçılığın ve “öz” üzerine yapılan bütün bu tartışmaların getirdiği bir sonuç var: Sana, bana, birbirine benzeyen ancak hiçbir zaman birbirinin tıpkı basım kopyası olmayan ve bu farklılığı yaşayan insanlarda “potansiyel düşman görmek” gibi “bölücülük” buradan ürüyor. Bu nedenle, galiba esas dikkat edilmesi gereken nokta şu: İnsanlara “bilimsel” kimlik tanımlamalarını dayatmak değil; insanların kendilerini nasıl “hissettiklerine” saygı duymak ve onları olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.

    (Çok uzadı biliyorum ama artık bitiriyorum….) Bu arada Hasan Celal Güzel de, “farklılıklardan doğan zenginliklerin büyüsüne kapılarak etnik ayrılıkların altlarını çizen kompleksli, cahil aydınlara, hangi servisin hesabına çalıştıkları belli olmayan bir takım sözde bilim adamlarına” dersini vermek ve Halaçoğlu’nu desteklemek niyetiyle, Radikal gazetesinde komedinin sınırlarını zorlayan bir yazı yazmış. Ancak, Halaçoğlu’nun araştırmasından çıkan sonucu aktarıverince, “kafatası ve kan ırkçılığına hoşgörü, hatta sempatiyle baktıklarını” ve Halaçoğlu’nun araştırmasına “burun kıvırdıklarını” söylediği aydınlara ders verme niyeti pek hasıl olmamış: “Çünkü (Halaçoğlu’nun ortaya çıkardığı) sonuç, Türkiye’nin birliği ve Türkler lehinedir.” (!)

    Herhalde araştırmanın “lehlerinde” sonuç çıkardığı “Türkler”den kasıt burada “yapısal Türkler” (!) olmalı… H. C. Güzel zaten benzer araştırmalar yapmış ve “aynı sonuçlara” ulaşmış. “Aynı” mı pek anlaşılmıyor ama en azından Güzel’in sözlerinden –muhtemelen maksadını aşan- başka yorumlar da çıkabiliyor: “Nitekim, Osmanlı arşiv kayıtlarındaki ‘Türkmen etrakı’ (Türkmen Türkleri) ve ‘Türkmen ekradı’ (Türkmen Kürtleri) ifadeleri, bu iki etnik kimliğin nasıl bir arada kabul edildiğini göstermektedir.”

    O zaman Güzel’e dayanırsak, durum şu: “Türkmen” esas olarak “jenerik” bir isim ya da bir sıfat; belli bir tarzda yaşayan insanlara tekabül ediyor. Yani bir etnik veya ırksal (ya da Halaçoğlu’nun deyimiyle “yapısal” !) ayrıma tekabül etmiyor. “Yapısal” ayrım bu başlık (Türkmen) altında, daha sonra başlıyor. Tabii bu durumda Güzel, Halaçoğlu’nun “Türkmen”le özdeşleştirdiği “Türk” tanımını unutuyor. Bunun Türkçesi de şu: Halaçoğlu’nun bahsettiği yapısal olarak Türkmen olup sonradan Kürtleşenlerin “Türk” olduğuna dair hiçbir garanti yok… Söz konusu Türkmenler zaten pekala “yapısal olarak” Kürt de olabilir; yani şanslar yüzde 50 – yüzde 50!

    Güzel, kompleksli aydınlara verip veriştirdikten sonra, son olarak, oldukça “esnek” bir şeilde “herkes kendisine istediği kimliği seçmekte hürdür” demiş Sezar’ın hakkını Sezar’a vermiş : Atatürk’ün vefatından bu yana nadir ciddî tarih ve etnoloji araştırmalarından birini gerçekleştiren Prof. Dr. Halaçoğlu’nu kutluyoruz.”

    Evet biz de kutluyoruz… Artık bundan sonra, bu memlekette örneğin “Ermeniler ne oldu?” diye sorulduğunda, en azından bileceğiz ki, her birimizin tek tek içinde Ermenilik, Kürtlük, Rumluk ve daha bilumum etnik kalıntılar olabilir.

    Bu az şey mi?

    Koskoca bir saflık miti, kurmacası yıkılıyor…

    Not: Halaçoğlu’na etnik, dinsel ya da kültürel kimliklerden gelen tepkiler de ilginçti. Sanki bir takım kimliklerin (Kürtlük, Alevilik) altında Halaçoğlu’nun “keşfettiği Ermeniliğin” bu kesimler üzerinde rahatsızlık yarattığı izlenimi edindim. İnşallah yanılıyorumdur. Yani bir “öz” kaygısı sadece “bilimsel Halaçoğlu”na özgü değil anlaşılan. Halaçoğlu’nun “ırkçılığı” karşısında “özcü” bir savunmanın taş gibi bir örneğini de AK Partili, Batman milletvekili Ahmet İnal veriyor: “Kürtlerin dipdiri ortada olduğu, kendi orijinal yapısından hiçbir şey kaybetmediği ortada. Bu açıklamalar safsatadan ibaret.” Ne diyelim? Peki o zaman….
    F KENTEL gazetem.net

  41. Yazan:Arzum Onan Tarih: Eyl 26, 2007 | Reply

     Atilla Yayla’dan “Good Bye Atatürkçülük” dersi 

    Çünkü Kemalizm, eğer böyle bir ideoloji varsa, mevcut haliyle, barışçıl bir ortak var oluş çerçevesi üretmeye ve demokratik bir sistem tesis etmeye ne hevesli ne de yeterlidir. Kemalistlerin lisanına ya anlamsız ve anakronik ya da demokratik değer ve kurumlarla taban tabana ters kavramlar egemendir. Ne yazık ki, kimi Kemalistler, çoğu zaman akıl ve mantıkla, bilgi ve teoriyle değil, öfke ve nefretle konuşmaktalar. Bu yüzden, ülkenin en mühim ihtiyaçlarından biri Kemalizm’in normalleşmesidir. Bunun iç içe geçen iki ayağı vardır. İlki Kemalizm’in egemen ve tartışılmaz bir ideoloji olmakta ısrar etmek yerine normal bir fikir akımı olmaya çalışmasıdır. Kemalizm hasımlarını tehdit etmek, fiziki saldırı ve yargısal tacizlerle korkutmaya çalışmak yerine kuvvetli fikirler geliştirmeli, eskiyen tezlerini yeni gelişmelerin ışığında değerlendirerek ya revize etmeli veya terk etmelidir. Diğer fikirlerden fikir olarak daha kuvvetli olmaya çalışmalıdır. Bunun için büyük Kemalist fikir adamları yetiştirmeli, ciddiye alınacak fikir dergileri yayınlamalı ve fikir mücadelesine silahlı savaş muamelesi yapmaktan uzaklaşmalıdır. İkinci olarak Kemalizm kendine 1930’lardaki gibi devlet payandalı resmî bir statü talep etmeyi bırakmalı ve diğer ideolojilerle eşit şartlarda serbestçe yarışmayı kabul etmelidir. Kemalizm’i uzun vadede ayakta tutabilecek tek şey, silah gücüne sahip olması değil, diğer fikirlerden daha ağır basmasıdır. Rekabet her alanda geliştiricidir. Kemalizm’in diğer fikirlerle rekabet etmesi hem onun gelişmesini sağlayacak hem de ülkenin fikir hayatına katkıda bulunacaktır.
    Bazı Kemalistlerin kimi kişilere ve kesimlere yönelik lisanları ve tezleri, onlara varoluşsal karşıtlık noktasına ulaşmaktadır. Bunlar bu kişi ve kesimlerin adeta fiziki olarak elimine edilmesini istemektedir. Kemalist olmayanların, özellikle liberallerin Kemalizm’e bakışı böyle olamaz. Kemalizm tarihi bir tecrübe ve zayıf ve dağınık-çelişik bir fikir demeti olarak tarihimizin bir parçasıdır. Bu parçayı yok etmeyi düşünmek veya yok olmasını arzulamak doğru değildir. Keza insanların Kemalist olmaya ve hayatlarının ana çizgilerini, Kemalizm’e göre belirlemeye, bu fikre göre partiler kurup siyasi yarışa katılmaya ve iktidara gelirlerse demokrasinin genel ilkeleri çerçevesinde bu programları uygulamaya da hakları vardır. Kemalizm, tarihimizin ve kültürümüzün ve Kemalistler, toplumumuzun birer asli parçasıdır. Ancak, yapılamayacak olan ve bir demokrasinin kaldıramayacağı şey devlet zoruyla herkesin onlar gibi yapılmak istenmesidir. Bu zaten denenmiş ve olmamış, toplum tarafından reddedilmiş ve faydadan çok zarar vermiştir. İşte bu yüzden yeni anayasa Kemalizm’e dayanmamalı; ama elbette diğer akımlar gibi Kemalizm’e de yaşama alanı tanımalıdır. Mehmet Altan, “Kemalizm’de demokrasi yok; ama demokraside Kemalizm’e yer var” derken haklıdır.

  42. Yazan:G.A. Tarih: May 17, 2008 | Reply

    Atatürk gibi dev bir lideri algılayabilmek çok da kolay değil.. Atatürk’e saldıran küçük beyinlilere acıyorum.. Bugün dünyanın en gelişmiş ülkelerinin 200 senede yaptığı devrimleri 2 senede yaptı ama ne yazıkki hepsini yok ettik birer birer. Atatürk döneminde Belçika’ya bile uçak satan Türkiye’nin şu anki durumuna bak.. Fransa’da ya da İngiltere’de ulusalcı olmak, tüm kurumların milli olması, diline,kültürüne sahip çıkmak tamam da bize gelince niye suç oluyor? O ülkeler sizin algılayamadıklarınızı çok önceden algıladıkları için şuan bu noktadalar. Bizim halkımız Atatürk’ü anlayamasın diye yıllarca propoganda yaptılar ve sanırım amaçlarına ulaşmışlar.. Yazık..

  43. Yazan:turan çevik Tarih: May 21, 2008 | Reply

    tüfeğin dürbününü atatürkçülüğe çevirdiğimiz zaman kuvvetle muhtemel, atatürkçülerin düştüğü hataya düşeceğiz..
    isimler üzerinden hareketle eleştiri tarzı; daha ziyade alt komşusunu eleştirirken bir yandan da yaprak sarması yapan kadının şikayetlerinden farklı bir metot taşımaz..
    atatürkçülüğü tayyip erdoğan düşmanlığına indirgeyen insanlar, yatsın kalksın tayyip erdoğan’a dua etsinler..
    yok hizmetleri vs vs demiyorum.
    tayyip erdoğan olmasaydı enerjimizi nereye harcardık diye düşünmüyorlarsa onları dürtüp uyandırmayı kutsal vazife addediyor ve aha buradan; kazançlı olduklarını ilan ediyorum.
    geçelim..
    atatürkçülerin ivedilikle yapması gereken şeyler:
    1-tarih kitabı formundan kendilerini kurtarmalılar.(daha teknolojik olacak olursak: bozuk plak)
    2-atatürk’ü savunmanın sağa sola,ona buna saldırmak olmadığını kavramalılar.
    3- bu memleketteki her kıpırtı bizden habersiz olamaz paranoyasını terketmeliler.
    4- ülkedeki demografik yapıyı etli patates yemeği gibi değil de pirinç pilavı gibi görmeliler.
    5- insanları kılık kıyafetine göre yargılamamalılar… (diyecektim ama benden başka milyonlarca insan, sabah akşam bunların kulağına bu nasihatı verdikleri halde ürün meydanda)
    6- laboratuvar,sınıf,pazaryeri,tarla,fabrika gibi yerler de yaşam alanıdır.
    buraları da görmeliler.
    7- memleketin nasıl ilerleyeğine kafa yorarlarken,horoz öttü diye sabah olmaz,sabah olduğu için horoz öter gerçeğini akıllarından çıkarmamalılar.
    8- …….
    9- ……..
    bak gene bildiğini okuyor………
    vazgeçtim yazmaktan…..

  44. Yazan:Mustafa Akbas Tarih: Ara 1, 2008 | Reply

    Carsafa siginan Atatürkcü Baykali görünce 4. Agustos 2007 yazilan makalenin cok dogru isabetli oldugunu görüyoruz.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ağu 29, 2007: Projekt Türkei 2023 at Bloggen auf Türkisch
  3. Ağu 4, 2009: Good Bye Atatürkçülük - ÝdalimForum.Com

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin