RSS Feed for This Post

Şu an çok eğleniyorum… Neden yapayalnızım?

niteliksiz-adam-robert-musil“Şu an çok eğleniyorum” diye mesaj atanların tam da o anda çok sıkıldıklarını düşünmüşümdür hep. Birilerini “çok eğlendiğine” ikna etmen gerekiyorsa bir derdin var demektir. İçindeki eğlence boşluğunu doldurmak için dışarıdakileri kandırmak zorundasın. Doyumsuzluk, yedikçe acıkma durumu. (Bkz. Derin İnsan adlı e-kitap)

Evet… Hiç bu kadar çok insanla bu kadar kesintisiz iletişim içinde olmamıştık. Ama hiç bu kadar yanlış anlamamıştık birbirimizi. Anlamıyoruz çünkü bu iletişimde amaç ötekini anlamak değil, kendini anlatmak, göstermek, “ben de varım” demek. Bu yüzden doymak bilmiyoruz. Bunun için internetin başından kalkamıyoruz. Yedikçe acıktırıyor nefsi azdıran teknoloji. Cep telefonlarıyla başladı sanıyorum. Eskiden bir evin telefonu olurdu. Şimdi insanın telefonu var. Telefon cepte taşınan bir telepati organı olunca kendi hayatını yaşamak zor. Sürekli haberleşme halinde “ben” siliniyor. Çünkü yaşanan olayları futbol maçı gibi anında ötekilere aktarınca kendimize has hikâyeyi yazamıyoruz:

“… Otobüsteyim, sen neredesin? Akşam ne yemek var? Patronla konuştun mu? Çocuk hastaydı, doktora götürdüm, anjin dedi …”

 Sonra eve gelince konuşacak bir şey yok:

“… Günün nasıl geçti? Bütün gün anlattım ya sana! Ya senin ki? Bildiğin gibi …”

Naklen yayın aracı gibi yaşamak

Her an her şeyi Herkes’le paylaşmak aslında paylaşmayı da engelliyor. “Ben” olmak için bazı insanlarla bazı şeyleri bazen paylaşmam lâzım. Yani Ben’liğimi ancak “öteki” sayesinde kurabilirim (Bkz. Hucurat 13-18) Zira beynin içinde bir yerlerde “Ben” denen fizikî bir organcık yok. Estetik ve etik tercihlerimizi dahil ederek biz yazıyoruz Ben’in hikâyesini. (Bkz. Derin Zaman adlı e-kitap) Her acıda, her sevinçte biraz daha kendimiz oluyoruz. Ama bu zamansız olmuyor. Yani yaşanan objektif olay ile tecrübeye “Bence” anlam verme arasında kısa bir süre geçmeli. Aksi takdirde indî/sübjektif bir “Ben” inşa edemeyiz. İnsan olamayız, humanoid oluruz. Ya da homo-economicus diyelim. Bir para kazanma makinesi. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı)

Cepte taşınan haberleşme organı haberleşmeyi hızlandırınca zamansız kaldık. “Ben” gibi değil herkes gibi haberleşiyoruz. Neden? Fazla hızlı çalışan bir dikiş makinesinde terzi sanatını gösterebilir mi? İç dünyasını dışa vuracak vakit yok, makinenin ritminde objektif bir üretim yapabilir ancak. Çin, Venezuella, Pakistan veya Nijerya’nın geleneksel kıyafetlere bir bakın. Bir de bu ülkelerde dikilen Adidas marka tişörtlere. Zamansızlık ve objektifleşme arasındaki münasebet netleşti sanıyorum.

Zamansızlık yüzünden robotlaşma sorunu yeni değil. Teknolojiden önce de zamanımızı (=Ben’liğimizi) çalanlar oldu. Hayatta kalmanın tek amaç olduğu rejimlerde, devlet terörü altında inleyen toplumlarda da görülür bu.  Meselâ Stalin Rusya’sında insanlar robotlaşmıştır. Gizli polisin milleti rastgele tutuklaması yüzünden insanlarda “direniş / risk / suç / ceza” algısı bile kaybolmuş. (Bkz. Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takım Adaları) Tehditlere göğüs germek, savaşa, ölmeye, öldürmeye de anlam vermek gerekir. Ama tehdit algısı ile ölüm birbirine çok yakınsa korkacak vakit bile bulamaz insan. Düşünmeye vakit yok, üzülmeye, sevinmeye vakit yok. Bu kadar yoğun şiddet de insanı insanlıktan çıkarır; bir cinnet hali başlar. “Normal” bir savaşta kahraman olabilecek insanlar savaş ötesi bir şiddet halinde komşularını ihbar edebilirler. Hatta onları öldürüp yiyebilirler!  (Bkz. Bir et parçası olarak komünist İnsan’ın kıymeti, Derin MAЯҖ adlı e-kitap)

benlikSırlarımızı paylaştıkça tektipleşiyoruz

Herkesin herkesle her an iletişim halinde olması durumuna gelmemiz zor olmadı: Forumlar, bloglar, FaceBook, Twitter, InstaGram ile hızlandı bu gidiş. İnsanlar giderek daha mahrem görüntüleri paylaşıyorlar. WC aynasında makyajı akmış bir yüz, dağınık yatak odası, ameliyat sonrası karındaki dikişler, tükürürken, yahut dondurma yalarken çok yakından çekilmiş resimler… FaceBook’ta 20 dakikada paylaşılan fotoğraf sayışı 2.716.000!

Diğer yandan mahrem ve namahrem arasındaki sınırın ortadan kalkması bizi şeyleştiriyor. Nasıl? Japon mutfağını, kitapları ve kedileri seviyorum… Ve tabi ki Monteverdi’yi. Benimle aynı zevkleri paylaşan 32.451 FaceBook üyesi varmış ve tamamı 30-50 yaş arası evli erkeklermiş. Ne yapsam 1 olamıyorum. Devletin ve şirketlerin gözünde istatistiksel bir yaratık konumunda yaşıyorum. Vergi mükellefi numaram var, müşteri kodu, banka hesap numarası… Tüketim alışkanlıklarım belli olduğu için o yönde reklâm geliyor: Tatil, çocuk, kitap, DVD… Kısacası özel değilim; Herkes’ten biriyim.

Ama teknoloji değil bizi herkes-leştiren. Bizim teknolojiyle kurduğumuz münasebette bir bozukluk var. Zevklerimizi, nefsanî tercihlerimizi Herkes’le paylaştıkça o kadar da özel insanlar olmadığımız çıkıyor meydana. TV’deki karı-koca kavgaları, dedikodular… Mahremiyet duvarları alçaldı; Settar değiliz eskisi gibi. Sırlarımızdan soyundukça bir çıplaklar kampına dönüyor dünya. Giyinikken daha özeldik. “Ötekilerin” vücudunu (özel hayatlarını) tahmin edebilirdik ama etmiyorduk. Mahremdi, haramdı, ayıptı. Oysa şimdi selülitli kalçalar, ağdasız bacaklar, gerdan göbek yatıyoruz. Herkes Herkes’e bakıyor ve Herkes’ten farksız olduğunu fark ediyor.

kalabalikta-yalnizKalabalıkTa yalnızlık, KalabalıkLa yalnızlık

Evet… Aynılaşma, objektifleşme, aşırı haberleşmeden ötürü hissetmeye ayıracak vaktin kalmayışı. Günde 50 milyon tweet atılıyormuş. Bazen bir çocuk istismarı haberi binlerce kez gönderiliyor. Siyasî içerikli mesajların önemli bir kısmı ise kanlı görüntüler, genelde çocuk cesetleri. Filistin’den, Irak’tan, Suriye’den gelen her fotoğraftan sonra insanlar böyle bir şey ilk defa oluyormuş gibi şok geçiriyorlar. Sonra zapıyorlar. Amin Maalouf’un dediği gibi “her şeye üzülen ama hiç bir şeyle tam olarak ilgilenemeyen insanlar”. Zannediyorum modernleştikçe objektifleştik. Sayılabilen şeylerin dışında bir mânâ kabul etmiyor aklımız. İnsanlığın “İnsan” tasavvuru görünen / ölçülen / sayılan parçaların derekesine düştü, İnsan şeyleşti. Korkarım böylesi objektif bir cemiyette ahlâk ya da güzellik adına bir şey yapmak da oldukça zor. Zira dış dünyaya sirayet edecek olan iç dünyamızın çiçeklerini sulamıyoruz artık. Robert Musil’in dediği gibi:

“… Benlik her gün zemin kaybediyor. Bilmiyorum her şey bilimselleştikten sonra bizden ne kalacak geriye. Galiba hiç bir şey. Ama belki de sahte kimliklerimiz tamamen silindiğinde yeni bir mânâ bulacağız ve bu maceraların en güzeli olacak …” (Niteliksiz Adam, Cilt I, Bölüm 114)

Bilimselleştikçe silinen “sahte kimliklerimiz” ya da ötekiler sayesinde var olan vasıflarımız diyelim: Kadın, erkek, genç, yaşlı, zenci, beyaz… Robert Musil kısmen haklı. Ben’lik bir vehim, bir illüzyon. Ama gerekli bir illüzyon. Çölde suyu bulana kadar serap da lazım adama. Yoksa yaşaması için bir sebep kalmaz. İnsan hüviyetini idrak etmemiş bir insanı beşerî hüviyetten mahrum edersen o adam delirmez mi? Sabah hedonist, akşam nihilist olmaz mı? Yıldırım çakınca gündüz oldu sanmaz mı?

benlik-niteliksiz-adamObjektifleşme, Herkes’in içinde kendini kaybetme korkusunu bir misal ile anlatarak makaleye son verelim: Romanın baş rol oyuncusu, çoğu zaman Musil’in sesi olan Ulrich bir gün tutuklanır ve karakolda ifadesi alınır. “İstatistiksel düş kırıklığı” adını verdiği durumun özeti şudur:


“… Adı, soyadı? Yaşı? Mesleği? İkâmetgâhı? Ulrich sorgulandı. Suçlu ya da masum olduğunun anlaşılmasından önce onu anonim parçalara bölen bir makinenin içine düştüğünü zannetti. Adı ve soyadının hiç bir anlamı yoktu. Onun için duygu yüklü olmakla beraber Ulrich hakkında söylenebilecek en önemsiz şeydi isim ve soyad. Bilimsel çalışmaları mühim insanlarca beğenilmişti ama bilginlere yer yoktu bu dünyada; bu konu üzerine tek bir soru bile sorulmadı. Yüzü sadece “eşgâl” olarak önemliydi. Gözlerinin gri olduğunu hiç düşünmemişti o güne kadar. […] Sarı saçlı, uzun boyluydu; yüzü ovaldi. Polise göre fiziken ayırd edici bir özelliği yoktu ki o böyle düşünmüyordu. […] Şahsı ve şahsiyetinin katlanmak zorunda olduğu istatistiksel düş kırıklığını idrak ediyordu. Polisin ölçüler ve objektif verilerle anonimleştirmesi onu Şeytan’ın uydurduğu bir şiir gibi heyecanlandırdı …”
(Niteliksiz Adam, 1ci Cilt, Bölüm 40)

 

tech_addiction

… E-kitap okumak için…

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:esmula80 Tarih: Haz 3, 2014 | Reply

    Yazınız sorgulayıcı ve düşündürücü..Gerçekten beğendim..Özellikle çığırından çıkan sosyal medya tespitlerinize katılıyorum.Teşekkürler..

  1. 2 Trackback(s)

  2. Oca 17, 2015: Canın sıkıntısı İnsan’ın rolsüz kalmasıdır
  3. Haz 4, 2015: Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin